Dr. Lütfü ŞAHSUVAROĞLU
Şahsuvaroğlu’nun bu makalesi, meraların tarihi ve hukuki önemini derinlemesine incelemektedir. Yazarlar, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Selçuklulara kadar uzanan kanun ve geleneklere atıfta bulunarak, meraların mülkiyetinin devlete ait olduğunu ve asıl amacının değiştirilemez bir kamu malı olarak kalması gerektiğini savunmaktadır. Metin, modern Türkiye’de meraların vahşi madencilik, çarpık kentleşme ve yanlış arazi politikaları nedeniyle ciddi ölçüde azaldığını ve bu durumun hem hayvancılığı hem de ulusal ekonomiyi tehdit ettiğini vurgulamaktadır. Ayrıca, metinler 1858 Arazi Kanunnamesi ve Cumhuriyet dönemi mevzuatları arasındaki karmaşayı analiz ederek, mevcut yasal boşlukların ve kararların meraların korunmasında yetersiz kaldığını öne sürmekte ve kadim mera felsefesine geri dönülmesi gerektiğini savunmaktadır.
Neyse ki katliamlar karşısında susmayan bir köylümüz var artık.
Gerçi köyleri boşalttılar, köy kavramını yok ederek mahalleye çevirdiler ama yine de eskisinden daha dirençli, duyarlı köylümüz ağaçlara sarılıyor, tarlasını, merasını korumak için jandarmaya bile direniyor.
Katliamın boyutları büyüyor.
Hadsizliğin sınırlarını şeytan bile tahmin edemiyor artık…
Diplomaside eskiden monşerler vardı beğenmediğimiz, şimdi onları adese ile arar hale geldik. Çünkü artık diplomaside millî hassasiyetler ve saklanan kozların masaya sürülerek art niyetli düşmanları açık düşürecek zekâya da ihtiyaç kalmadı. Zira vatan topraklarını masaya koyarak ve kendi halkına yalan söyleyerek sürdürülen karanlık ilişkiler neticesi koltuklarını sağlama alan bir siyaset anlayışı bütün bütün yıkılmaz armada olabileceği sanısında yapabileceği delilikleri b planları olarak çantasında taşıyor…
Çevre vatandır bilinci gençler arasında yükselirken ucuz milliyetçilikler İslamcılıklar devrimcilikler demokratlıklar liberallikler bu çantanın içinde değerlendirilebilecek olabilmeyi siyasetin cilvesi addedebiliyorlar hâlâ…
İklim değişikliği ile mücadeleyi küresel yaptırımların parçası olan emisyon borsasına dahil olmakla kâfi gören anlayış ormanların tahrip olmasına, yakılmasına, yok edilmesine, meraların elden çıkmasına, tarım arazilerinin amaç dışı kullanılmasına, ırmaklarının kirlenmesine hiç ses çıkarmazken küresel ısınmaya, karbon salınımına sınırsız katkıyı sürdürüyor.
Dünya yeşil madenciliğe evrilirken kendi ülkesinde yabancı vahşi madencilerin cirit atmasına ses çıkarmayanların hangi kimliğin iddiasına sürdürürse sürdürsün ne kıymeti var? Amerika ve Kanada’da yani kendi ülkelerinde asla yapamayacakları vahşi madenciliği bizim ülkemizde fütursuzca yapmalarının sizce sebebi kanunlarımızdaki eksiklik ya da uygulamadaki gedikler mi? Yoksa çökmüş bir ekonominin üzerinde nereden ve nasıl gelirse gelsin tek hadbilmezlikle bütün yer altı servetlerini gelecek kuşakları düşünmeden satarak açıklarını kapatmak isteyen kötü yöneticiler mi?
Vahşi madencilerin meralarımızı, ormanlarımızı, tarım alanlarımızı, su kaynaklarımızı yok etme pahasına çıkardıkları altınları götürürken devasa siyanür havuzlarını kamuoyunun vicdanına sunduğumuz zamanlarda hâlâ suçlu maden şirketlerinin arkasında duranları liç altında kalarak ölen 9 madencimizin acıları dahi hizaya getirmemişse yapacak ne var?
Ne var bunda? Niçin karşı çıkıyorsunuz, ne güzel ülkemize döviz kazandırıyor diyen sözde maden mühendislerimizin meslektaşları durumundaki safdil maden mühendislerimize ne demeli? Tabii ki maden mühendisi olup da yeşil madenciliği savunan çok değerli madencilerimizi bir kenara koyarsak bu safdilli arkadaşlar; 2 milyar dolar ülke ekonomisine katkıdan bahsediyorlar. 200 milyar dolarlık bir kaynak her yıl yurt dışına kaçırılırken 2 milyar doların lafı mı olur kardeşim? Hem biliyor musun ki biz onu sadece ayçiçeği yağının ithaline veriyoruz. Güya tarımda kendi kendine yeterli olabilen 7 ülkeden birisiyiz ezberimize rağmen…
Tarlasına kadar gelen tehlikeyi bamya tarlasındaki Menekşe Hanım ve arkadaşları gördü ve direndi.
Amasya’da, Kaz Dağlarında, Akbelen’de kadınlar direnirken, ağaçlara, toprağa, koyunlarının otlarına son bir gayret ve imanla sarılırken; ormanı, merayı, tarlayı, köyü, suyu, yeşili,doğayı, çevreyi koruması gerektiği halde hiçbir ölçü ve sınır tanımaz kapitalist şirketlerin koruyucusu gibi davranan bizim evlatlarımızı, candarmamızı Mehmetçik analarının üzerine salabilmek nasıl bir vicdanın eseridir?
Köye kadar geleni elbette fark edersiniz.
Çünkü yok olacak olan kendi istikbaliniz, varlık sebebiniz, atalarınız, hatıralarınız, toprağınız, kökleriniz…
Fakat gördük ki artık yükselen bilinç meralara da sahip çıkıyor. Eskiden meralar yoz boş toprak parçası sanılırdı hep sindirilmiş, hakarete uğramış köylü tarafından…
Oysa şimdi köylüler yüksek bir şuurun sahibi oldukları halde kimi profesörler meraları hâlâ boş araziler sanmaya devam ediyorlar.
Yine bu iktidar zamanında ama muhalefetten birisi meclis TV’de konuşurken muttali oldum. Resimaltı yazısında profesör olduğu yazılıydı. Muhalefet partisi milletvekiliydi.
“Üniversite yapacaktık, vermediler; neymiş efendim mera arazisiymiş:” diyebiliyordu bu vekil…
Bu sözde muhalif vekilden vekil sıralarına döndü kamera ve orada da iktidar ortağı kimi profesör vekiller başlarıyla tasdik ediyorlardı bu konuşmayı…
Ürperdim, akademik hayatımızdan derin bir şüpheye kapıldım.
Bunlar mı çocuklarımızı eğitiyorlardı?
Neymiş efendim, meraymış, üniversite yapacaktık, vermediler…
Demek ki hâlâ bizim çıkardığımız Mera Kanunu işlerliğini bütün sağından solundan kırpılmalara rağmen sürdürüyormuş diye de sevindim.
Meraların ne demek olduğunu bilmeyen bir aydın kitlesinin ezbere tenkit ettiğimiz yarı aydınlardan cehalette hiç de geri olmadığı ortada idi.
Bugün meralarımızı anlatmak istiyorum.
Büyük Akif, İstiklal Marşımızın büyük kalemi Safahat’ında memleketin halipürmelalini anlatırken “köylünün mintanı bile tiftik tiftik” mısralarını dile getiriyordu. Fukaralık, yokluk, kıtlık, açlık, perişanlık dizboyu idi. Balkan savaşı verilmiş, evladı fatihandan 7 milyon soykırıma uğramış bir o kadarı sürülerek İstanbul sokaklarını doldurmuştu… Ardından Birinci Dünya Savaşı ve her cephede savaşan Türk milleti… Çanakkale Zaferi ve Sarıkamış Faciası… Hepsi peşpeşe…
Daha birkaç yıl geçmeden Millî Mücadele…
Neydi Yarabbi otuz kırk sene evvel burası? Diye soran Mehmet Âkif şu mısraları yazar bereketli bir mazi için:
“Dağlar orman, tepeler bağ, ovalar hep tarla
Koca mer’a dolu baştanbaşa sağmallarla
İğne atsan yere düşmez, o ekin bir tufan
Atlı girsen gömülür buğdayın içinde kafan”
Meralar ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. O yüzden diyoruz, profesör icazeti verilmezden önce Safahat ezberletilmelidir diye…
***
Bu toprağın kültürüne, medeniyetine, ufkuna, gönül zenginliğine, fikri derinliğine vakıf olabilmek ve yine bu topraklara hizmet edebilmek adına…
Profesör vekil üniversite kurmayı merayı bilmeden inşaat yapmak sanıyor olmalı…
Hani bir de Osmanlıcı geçinen iktidar sahipleri var.
Onlar da aynı kafada…
Onlar da merayı bilmeden, suyu toprağı kavramadan; Fatih’in kanunnamelerini okumadan Osmanlı olunabileceğini sanıyorlar.
Malumdur ki, Osmanlı hukuku Mecelle ile birlikte Roma Hukukuna muayyen biçimde uyumlaştırılma aşamasına girmezden evvel hukukunu 4 temel kaynaktan inşa ederdi.
Kuran, Hadisler-Sünnet, Kıyas-ı Fukaha-alimlerin görüşü, İcma-yı ümmet-kamuoyu…
Bu dört kaynakta bulamazsa örfe başvururdu. Eski örfler de adalet için veri olabilirdi. Orada da bulamazsa eski yasalara başvurulurdu. Biri mahkemede Hammurabi Kanunlarından delil getirse kendi kaynaklarından karşılık olmadığı takdirde kadı onu da dikkate almak durumundaydı.
İşte Mera ile ilgili hükümler, Osmanlı Kanunnamelerine de diğer Türk devletlerinin hukuk sistemlerine de Cengiz Yasalarından gelmiştir.
Oğuz’un sürüleriyle yayıldıkları Orta Asya bozkırlarından Anadolu’ya daha bereketli meraların olduğu coğrafyalara sürüklenmesinde otlakların, yaylakların ve kışlakların etkisi olmadığını söylemek doğru olmaz.
TUĞRUL Beye daha önce Anadolu’ya geçmiş Oğuz – Selçuklu beylerinin ve cengâverlerin sürüleriyle yayılabildikleri alanlar bildirildiğinde bir Kızılelma ülküsü elbette ki o geniş otlaklarda yayılacak sürülerimizi de barındırıyordu.
Gerek Halife, gerek Gazne hükümdarı gerekse batıdaki Bizans imparatoru bu milyonlarca koyun sürüleriyle davarlarıyla oğuzları görünce asayişi sağlaması için Tuğrul Bey’den ricacı oldular. Oysa Tuğrul Bey sadece Bey’di ve hükümdar değildi henüz…
Tuğrul Beyin onlara mektubu ilginçtir.
“Yeryüzünde denizdeki kumlar kadar oğuzlar var. Onlarla iyi geçinmek için sürülerinin otlayabileceği alanlar gösterin eğer adil bir hükümdar iseniz…”
İşte bu yaklaşım hükümdar olundukta da geçerli olacak hukuk sistemini sürdürmüştür.
Çünkü tanklarımız olan atlarımız otlayacak, besin kaynağımız sürülerimiz yayılacaktır o meralarda…
“Mera kadimden beri meradır ve hususiyeti asla değiştirilemez” hükmü bu yüzden Selçuklularda da, onlarca Türk hanlıklarında da, Uygurlarda da, Altınordu’da da, Osmanlılarda da önemli bir hukuk kuralıdır.
Ta ki bu kuralın hiçe sayıldığı bugünkü tarih bilmez sözde yöneticilerimize gelene dek…
Cumhuriyet’in ilk yıllarında 44 milyon hektarın üzerinde bir mera alanımız olduğu halde bugün on milyon hektara düşmesinin müsebbipleri kimlerdir?
Sadece iktidar mı?
Bir şuur yitimi olduğu ne kadar açık…
Şimdi mera ile ilgili kaynaklara bir göz atmak da yarar var:
Kıymetli hocalarımız Ömer Tarman, Cemil Çalgüner, Orhan Düzgüneş ve diğerleri Ziraat Fakültesine başladığımız ilk günlerde bize memleket arazileri hakkında bilgi verirken meralara özel bir önem atfetmişti.
Çayır ve Mer’a Arazisinde Mülkiyet ve Tasarruf Şekli:
Çayır ve mer’a ile ilgili arazi konularının hem bir arada hem de birbirinden ayrı olarak mütalâasını gerektiren dayanaklar yoktur denemez. Her ikisi de hayvanlara yemlik ot yetiştirmek amacıyla tahsis edilmiş araziler olup, buralarda ot nev’inden muhtelif bitkiler, ya tabiî olarak yetişir, yahut da sun’i olarak yetiştirilir. Fakat, ister tabii isterse sun’i olsunlar, mer’alarda yetişen ve yetiştirilenlerle, çayırlarda yetişen ve yetiştirilen bitkiler birbirlerinin aynı olmadıkları gibi, bu bitkiler gerek iklim gerek arazi istekleri ve gerekse kendilerinden faydalanma şekilleri itibariyle de farklı durumdadırlar.
Bütün ülkelerde, çayırlarda, mer’alarda yetişen ve yetiştirilen bitkilerin hepsi de muayyen rutubete ihtiyaç gösterirler. Rutubet miktarı -her türlü arazide- verim üzerinde büyük çapta etkilidir. Bitkilerin muhtaç oldukları rutubetin, mer’alarda yağış, çayırlarda ise daha ziyade taban suyu kanalıyla sağlanması esastır. Bu da bize, çayırlar için taban suyu yüksek, mer’alar için de yağışı bol ve dağılışı uygun olan yerlerdeki arazilerin daha elverişli olduklarını ifade eder.
Çayırlardan elde edilen bitkilerden daha ziyade biçerek ve kurutarak, kış aylarında hayvanlara yedirilmek, mer’alarda ise diğer mevsimlerde hayvanları otlatmak suretiyle faydalanılır. Şu hâlde, üstünde yetişen ve yetiştirilen otlardan hayvanları muntazaman otlatmak suretiyle faydalanılan arazi parçalarını Mer’a Arazisi, üstünde yetişen ve yetiştirilen çayır otlarını biçerek kurutmak suretiyle faydalanılan arazi parçalarını da Çayır Arazisi diye tarif ve tefrik etmenin amaca daha uygun düşeceği kanısındayız. Bu arada bazı istisnaları bulunabileceği de dikkate alınmalıdır.
Bu söylenenlerin dışında çayırla-mer’ayı, hatta çayırları, mer’aları ve bunlara ayrılan arazileri kendi aralarında ve içlerinde birbirlerinden tefrike yarayan daha birçok özellikler vardır”. Konumuzu yakından ilgilendirmemesi dolayısıyle bu alanda daha geniş bilgi vermekten kaçınılmıştır.
Yukarda özet halinde verilen izahattan, yemlik ot yetiştirme amacı hariç, çayır ve mer’a arazilerinin, mevki, nitelik v. s. hususlar itibariyle de birbirlerinden farklı durumlarda bulundukları rahatça anlaşılır. Böyle bir açıklama yapmadan, çayır ve mer’a arazilerinin mülkiyet ve tasarruf şekilleri üzerinde fikir ve mütalâa yürütmeye yeltenmek, meselenin aydınlığa kavuşmasını zorlaştırır. Zira, çayır ve mer’a arazilerinde söz konusu edilen özellikler, her iki arazinin mülkiyet ve tasarruf şekillerini de etkilemektedir.
Gerçekten de çayır ve mer’a arazilerinde uygulanan mülkiyet ve tasarruf şekilleri aynı olmayıp, bu husus ülkelerin her birisinin çeşitli özelliklerine göre de değişir. Demokratik rejimi benimseyen ve kişilere mülkiyet hakkı tanınan ülkelerin ekserisinde mer’a arazisinin, ya küçük veya büyük bir kısmı devletin, buna karşılık çayır arazisinin çoğu ve bazı hallerde de tamamı özel ve tüzel kişilerin mülkiyetinde bulunur.
Hemen her yerde özel kişilerin mülkiyetinde bulunan çayır arazisi oranı, mer’a arazisi oranından daha yüksektir. Bu husus yurdumuz için de geçerlidir.
İşte bu sebepledir ki, özellikle mülkiyet ve tasarruf açısından çayır ve mer’a arazilerini birbirlerinden tefrik ederek incelemek her ne kadar amaca daha uygun düşerse de, çayır arazisinin mülkiyet durumunu tesbite yarayan, yurdumuzda yeterli mevzuat, literatür ve istatistiki bilgi bulmak imkânsızlığı, bizi böyle bir ayırımdan vazgeçmek mecburiyetinde bırakmıştır. Aslında, mülkiyet kökü olan bir konudur. Çoğu zaman, kökü ve esası maziye dayanır. Bu itibarla, mer’a arazisine ait mülkiyet durumunu incelerken, kısaca eskiye de değinmek gerekmektedir. Bir kere, Osmanlı İmparatorluğu devrinde -bazı istisnalar dışında arazi gruplarının tamamını devlete aidiyeti prensibi kabul edilmiştir. Bunlar arasında bilhassa mer’a arazisi kamu malı olarak tanınırdı. Bu prensibe esasda sadık kalmakla beraber, 1858 yılında hazırlanan ve uygulanmaya başlayan Arazi Kanunnamesi’nde araziler beş gruba ayrılmıştır. Daha ziyade tanzim edici bazı yeni hükümleri birlikte getiren bu kanunda mer’a arazisine Arazi-î Metruke içinde yer verilmiştir. Her ne kadar Metruk bir bakıma terkedilmiş manasına gelirse de, burada kastedilen, kamunun hizmetine terkedildiğini beyandır.
Arazi Kanunnamesinde Arazi-î Metruke grubuna giren topraklar, kullanılış amacına göre iki kısımdan ibarettir. Birinci kısımda, menfaatları umuma ait olan metruk topraklar bulunmakta ve bunlar arasında da umuma ait yollar, mesire, pazar, panayır, iskele yerleri v. s. zikredilmektedir. İkinci kısımda ise, menfaatları muayyen köy ve kasabanın ahalisine tahsis edilmiş olan metruk topraklara yer verilmiştir. Bu sonuncu topraklara, bir köy ve kasaba ahalisine tahsis edilen harman yerleri, mer’alar, otlak, yaylak ve kışlaklar dahildir. Bunlar arasında da konumuz icabı bizi (otlak, yaylak ve kışlaklar dahil) mer’alar ilgilendirmektedir.
Hayvanların otlatılmasına tahsis edilen mer’a arazisi (otlak, yaylak ve kışlak dahil), arazi kanunnamesinde Köy Mer’ası, Efrada Ait Otlaklar, Devlete Ait Otlaklar adı altında üç kısma ayrılmıştır. Bunlardan Köy Mer’aları belli bir veya birkaç köy ve kasabanın münferit veya müşterek istifadesine terkedilmiş olup, buralarda sadece tahsisi yapılan köy ve kasaba halkının hayvanları otlatılır. Başkalarına ait hayvanlar otlatılamaz. Arazi-i metrukeden olan bu mer’alar ne alına ne satıla ve ne de başka maksatlarla kullanılabilir (Madde 97). Üzerlerinde herhangi bir bina inşa edilemiyeceği gibi, buraları bağ ve bahçe haline de getirilemez. Evvelce tesbit edilen hudutları da değiştirilemez (Madde 98). Verilen izahattan da anlaşılacağı üzere Köy Mer’aları’nın sadece intifa hakkı köy ve kasabalara verilmiş olup, mülkiyet hakkı devlete bırakılmıştır.
Cumhuriyet Devrinde girişilen bir yığın yenilikler arasında mülkiyet konusuna da gereken önem verilmiş ve eskiden kamu malı olan ve fakat çiftçiler tarafından tasarruf edilen ve işletilen mirî topraklarda kişilere, -Medeni Kanunla da- mülkiyet hakkı tanınmıştır. Kişilerin hangi şartlar altında mülk sahibi olabilecekleri yasalarla sınırlandırılmıştır. Yalnız, Medeni Kanun’da menfaati umuma ait arazilerin (malların) nasıl işletilmesi ve kullanılması gerektiğine dair bir hüküm bulunmamaktadır.
Ancak, Medeni Kanunun sureti mer’iyeti ve uygulama şekli hakkında 864 sayılı kanunun 43. maddesinde, Medeni Kanuna, Borçlar ve Uygulama kanunlarına aykırı düşen ahkâm ile, Mecellenin kaldırılmasına dair bir hükmün bulunmasından cesaret alan bazı yazarlar, bununla Arazi Kanunnamesinin de yürürlükten kalktığı kanısında iseler de, Medeni Kanunun 641. maddesi şümulune giren malların statüsü, tabi olacağı ahkâm kanun yapıcı tarafından -arzettikleri hususiyete binaen- bu kanunun
şümul sahası dışında bırakılmıştır. Bu husus, aynı zamanda 1960 İhtilâlini müteakip Millî Birlik Hükümeti zamanında hazırlanan ve “Medeni Kanun’un 641 inci maddesinde zikrolunan menfaati umuma ait mallardan mer’a, yaylak ve kışlaklar hakkında kanun tasarısı” adını taşıyan 24/11/1960 tarihli hükûmet teklifi gerekçesinde teyid edilmektedir.
Milli Birlik Hükûmeti tarafından teklif edilen mer’a ile ilgili kanun tasarısı henüz kanunlaşmış değildir. Medeni Kanun’da da menfaati umuma ait mallar hakkında herhangi bir hüküm bulunmadığından, mer’a ile ilgili konularda halen Arazi Kanunnamesindeki hükümler uygulanmaktadır. Bununla beraber, Arazi Kanunnamesinin aslına uygun olarak tatbik edildiği de pek iddia edilemez. Çünkü, Arazi Kanunnamesinde, mer’aların mülkiyetinin devlete, intifa hakkının da çevresinde bulunan köy ve kasaba halkının istifade ve istimaline aidiyeti kabul ve başka amaçla kullanılması yasak edildiğine göre, mer’a arazisi genişliğinin sabit kalması, özel ve tüzel kişilerin mülkiyetinde mer’a arazisinin bulunmaması gerekirdi. Halbuki, mahdut miktarda da olsa, özel kişilerin mülkiyetinde mer’a arazisinin bulunduğu, mer’alardan bir kısminin tarla arazisi haline getirildiği ve bu yüzden de mer’a arazisinin günden güne azaldığı, 1938 yılında 41 küsur milyon hektar olan mer’a arazisinin 1965 yılında 23 küsur milyon hektara düştüğü de bir gerçektir. (1970: 21,7 milyon hektar, 1991: 12,4 milyon ha, 1999: 18 milyon hektar, 2002: 15 milyon ha, 2025: 9,5 milyon ha)
Bütün bunlar Arazi Kanunnamesinin gereği gibi uygulanmadığının ve bu kanunun günün koşullarına uymadığının birer işaretidir. Gerçekten de içinde yaşadığımız zamanda yurdumuzda her türlü koşullar gittikçe değişmekte ve gelişmektedir. Nüfusumuz 1927 yılında 13 648 207 adet iken, bu miktar 1965 yılında 31 391 270 adede ulaşmıştir, Bunlara paralel olarak ihtiyaçlar da artmakta ve çeşitlenmektedir.
Artan ve çeşitlenen ihtiyaçları karşılamak için yeni birtakım tedbirler alınmakta ve alınması da gerekmektedir. Alınacak tedbirler arasında mer’a arazisinin mülkiyet ve tasarruf şekilleri ve mer’alarımızın halihazir perişan durumları üzerinde dikkatle eğilmeye ve önemle durulmaya değer.”[1]
Bilindiği üzere mer’alar, hayvanların otlatılmasına ve beslenmesine hasredilmiş olan arazilerdir. Gittikçe hızla artan, hayvan ve hayvani ürünlere karşı duyulan ihtiyaçlarımızın karşılanmasında ve giderilmesinde mer’aların rolü büyüktür. Zira, irat hayvanlarımızın hemen tamamı -istisnaf zamanlar hariç- bütün yıl mer’alarda otlatılır ve beslenirler. Bu itibarla, hayvan varlığının korunması ve ürünlerinin artırılması probleminin çözümü ile mer’a arazisinin alan genişliği ve mer’aların verim durumları çok yakından ilgilidir. Bu sebepledir ki, mer’alar muhafaza edilmedikçe, korunmadıkça ve buralarda yapılması gerekli bakım ve ıslah işleri ele alınıp tamamlanmadıkça”, ne artan ihtiyaçlarımızı karşılamamız ne de gelişen koşullara ayak uydurmamız mümkün olabilir. Bu da bize, eski düzeni bir tarafa itip, mevcut ve gelecek ihtiyaçları kapsayan yeni bir mer’a politikası takip etmenin zorunlu bir hal aldığını ifade eder.[2]
“Filhakika, mer’alarımıza yön verecek yeni politikanın esaslarının ne ve nasıl olması gerektiğini tayin ve tesbit etmenin kolay bir iş olduğu sanılmamalıdır. Konunun sosyal, ekonomik ve teknik yanlarının bulunuşu, mer’a hakkında değişik görüş ve düşünüşlerin ileri sürülmesine müsait bir ortam yaratmaktadır. Bu meyanda, mer’alarda eski rejimin devamını, mer’a arazisinin mülk arazilerde olduğu gibi özel ve tüzel kişilere dağıtılmasını, köy ve kasabaların mülkiyetine geçirilmesini isteyenler, içlerinden birisini benimseyen ve savunanlar veya tümünü reddedenler, daha aykırı düşüncede olanlar bulunabilir. Fikirler, hangi soydan olurlarsa olsunlar, çoğunlukla kendilerine has birer gerekçeye dayanırlar.-Hüner, bunlardan en doğrusunu ve en yarayışlısını seçebilmekdir. Yurt koşullarını dikkate alan, kamu yararını ön planda tutan, doğruluk ve samimiyet prensibinden hareket eden veya bu esaslara en çok yaklaşan fikirlerin benimsenmesinden -uygulama sırasında da aynı titizlik gösterilmek kaydiyle- yurt pek zarar görmez.
Konunun, girift ve sorumluluğu ağır bir iş olduğunu kavrayan bir kimse olarak, mer’alarımıza yeni verilecek yönde nelerin dikkate alınması gerektiği hakkındaki şahsi görüşlerimi-faydalı olabilmek amacıyla ana hatlarıyla ve maddeler halinde aşağıda kısaca belirtmeye çalıştım.
- Bütün yurtta mer’a karakterini taşıyan araziler tesbit edilmeli ve sınırlandırılmalıdır. Mer’a arazilerinin başka amaçlarla kullanılması yasak edilmelidir. Ancak, değişen ve gelişen koşullar icabı, mer’a arazisinin başka amaçlarla kullanılması, ulusal ve ekonomik fayda mülahaza olunduğunda ve bir de zaruret hallerinde ilgili makamların (Tarım Bakanlığı Teşkilatının) iznine tabi tutulmalıdır.
- Mer’aların mülkiyeti -eskiden olduğu gibi devlete ait olmalı, sadece kullanma ve faydalanma hakkı- bazı koşulları yerine getirmek kaydiyle köy ve kasabalara ve yerine göre kişilere verilmelidir. İleri sürülecek koşullar arasında mer’aların korunması, bakımı, islah işleri ve buralarda otlatılacak hayvan miktarları (büyük ve küçükbaş olarak) v. s. gibi hususlar yer almalı ve her birisi muayyen esaslara bağlanmalı ve tamamı devletin murakabesi altında bulundurulmalıdır.
- Mer’alardan faydalanma ve onları kullanma hakkı köy ve kasaba sakinlerine tanındığı takdirde, her köy ve kasabada oturan hayvan sahiplerinden, mer’alarda otlatacakları hayvanların durumları, adetleri ve otlatma müddetleri dikkate alınarak, kendilerine tahsis edilen mer’aların bakım ve islah işlerini karşılamak amacıyla, evvelce kararlaştırılan ölçülerde hayvan başına muayyen bir miktar paranın alınmasıve bunların kanun ve tüzüklerle belirtilecek yerlere yatırılması şart koşulmalıdır. Bu kanalla, bir yandan köylünün mer’a ile yakım ilgisi sağlanmış, öbür yandan da oto kontrol sistemi kurulmuş olacaktır.
- Halen, yurt mer’aları sahipsiz, bakımsız ve perişan bir durumda bulunmaktadır. Mer’aların gittikçe daralması ve verimlerinin düşmesi de sahipsizliğin ve bakımsızlığın bir neticesidir. Mer’alarımızı, içine düştüğü kötü durumdan kurtarmak ve ona yeni bir yön vermek zaman çoktan gelmiş, hatta zorunlu bir hal almıştır. Böyle bir düzenin de bir kanunla ve bununla ilgili tüzüğün çıkarılması ve gerekli teşkilatı kurulması ile sağlanabileceği aşikârdır. Yalnız, çıkarılacak kanunun ve kurulacak teşkilatın gerek şümul gerekse muhteviyat bakımından yurt gerçeklerini kapsayacak, yansıtacak, bugünün ve yanının ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte olması da şarttır.”[3]
1980 darbesiyle Mamak Askeri Ceza ve Tutukevine girdiğimiz zaman sadece işkence, askeri eğitimin biraz daha sert ve coplarla zenginleştirilmiş hali vardı.
Sonraları yavaş yavaş kitap gitmeye başladı koğuşlarımıza ya da hücremize…
Bunların başında Nutuk ve Kuran vardı.
Nutuk ve Kuran’dan sonra ilk kitap benim getirttiğim kitaptı. Ömer Lütfi Barkan’ın Türkiye’de Toprak Meselesi. 1980 baskılı kalın ciltli bir kitap…
O kitapta Barkan Hoca tarih boyunca topraklarımızı ele alıyordu.
Müstakil ve ferdi tasarruf esası ve müşterek tasarrufa ayrılan yer XLVI. Kanunnamenin 8’inci maddesi, çiftçi işletmeleri için ferdi tasarruf esasını açıkça vaz ve kabul etmektedir. Filhakika, mezkûr maddeye göre, «bir karye ve kasabanın bütün arazisi toptan olarak ahalisinin heyeti mecmuasına ihale ve tefviz olunmayıp, ahaliden her şahsa başka başka arazi ihale olunarak keyfiyet-i tasarruflarını mübeyyin yedlerine tapu senetleri ita olunur». Aynı şekilde, müştereken tasarruf olunan arazi, müştereklerden bazısı taksime talip olduğu zaman hisseler ifraz ve tayin olunur. Yalnız arazi kabil-i taksim değilse, eskisi gibi müştereken tasarruf olunur. “muhâyât, yani bilmünavebe tasarruf usulü cari olmaz.” (Madde, 15), denildiği zaman da bazı memleketlerde olduğu gibi, nöbetleşe bir tasarrufu kabul etmemiştir.
Şu hâlde, Arazi Kanunnamesinin kabul ettiği tasarruf tam ve ferdi bir tasarruftur. Bununla beraber, köyce müştereken tatmini icap eden ihtiyaçlar için terk ve tahsis edilmiş olan koru ve mera gibi «metruk arazi» de köy halkı tarafından müştereken tasarruf edilmektedir ve bu nevi köyce tasarrufların temin ve idamesi için öteden beri Türkiye’de vaz edilmiş bulunan hükümlerin, Türk toprak hukuku tarihinde müşterek tasarruflar (communaux) zararına kapalı ve ferdi toprak mülkiyetleri (clôtures) teşekkül ederek köylüyü mera ve orman gibi en mübrem ve hayati ihtiyaçlarını tatmin için, beylerin iktisadi ve dolayısıyla içtimai tabiiyeti altına sokulmamasını temin bakımından ehemmiyeti büyüktür. Filhakika, bu nevi topraklar dikkate şayan bir müşterek tasarrufun mevzuudurlar: «Bir karye ahalisine bilistiklal veyahut birkaç karye ahalisine biliştirak mahsus olan kadimi mera yerleri alınıp satılmaz ve üzerine mandıra, ağıl ve ebniye vesaire ihdas olunmaz ve kürüm ve eşcar garsiyle bağ ve bahçe ittihaz kılınmaz… hiçbir kimse tarafından sökülüp ziraat ve hirasete izin ve ruhsat verilmez ve ziraat eden olur ise men olunup her ne vakit olursa mera olmak üzere ipka kılınur» (madde: 97). Aynı hükümler köylünün müştereken kullanacağı yol, umumi meydan, harman yeri için de söylenebilir (madde: 94-97) ve bu şekilde müştereken tasarruf edilen orman ve meralardan yalnız o köyün sakinleri istifade edebilir (madde 91-92). Mamafih o köyün sakinlerinden her biri de hariçten karye hayvanatına muzayaka verecek kadar hayvan getirip koyunlarını lalettayin çoğaltamazlar. O köye başka bir yerden gelip yurt bina ederek tavattun edecek kimseler de köy halkının hayvanatına zaruret ve muzayaka vermemek üzere hariçten ancak bir miktar hayvan tedarik ve celbederek ol karyenin merasında ra’y ettirebilirler (madde: 100). Bu suretle gerek köyün içinden sivrilecek ve gerek hariçten gelip köy halkını tazyik edecek mütegallibenin meydana çıkmasına mahal bırakılmamak istenilmektedir. Nitekim, civardaki çiftlik sahibi beylerin de hayvanlarını çoğaltarak köylünün zararına meraları istila etmesine de bu kanunnamenin hükümlerine göre imkân olmaması lazımdır. Çünkü, «bir köy veya kasaba arazisi dahilinde olan bir çiftliğin o köy ve kasaba merasında min-el-kadim ne miktar hayvanatı otlatılmış ise ancak yine olkadar hayvanatı ra’yden men olunamaz» (madde: 99). Mamafih böylece bir köy veya kasabanın ihtiyaçlarının müştereken tatmini için terk ve tahsis edilmiş arazi-i metrukeden olan meralarla arazi-i mirîye muamelesi gören ve tapuyla tasarruf edilip yalnız sahiplerinin hayvanlarının otlatılmasına mahsus olan meraları birbirine karıştırmamak lazımdır (Madde: 99) ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda, bilhassa son zamanlarda bu nevi meralar ve ormanlar da çoğalmıştır.
İşte Arazi Kanunnamesinin bu nevi müşterek tasarruflara ait verdiği izahat bunlardan ibarettir. Köylülerin hayati zaruretlerine tekabül eden ve bilhassa hayvan yetiştirmek için çok mühim olan bu meselelere tetkikimizin mevzuunu teşkil eden kanunun, kabataslak da olsa, mühim bir yer ayırmış olması dikkate şayandır (28).
(28) Eskiden bu nevi meralar ve korular itinayla hudutlandırılarak Defteri Hakani kayıtları arasına geçirilmiş bulunuyor. Üç dört yüz sene evvele ait olan bu mahdut kayıtların bu nevi köy meralarına ait davalarda bugün hâlâ elimizde bulunan yegâne merci vaziyetinde bulunması şüphesiz teessürle karşılanacak bir haldir. Ankara’da Tapu ve Kadastro Umum Müdürlüğü arşivinde çalışırken, mahkemelere ibraz edilmek üzere eski kayıtları çıkartmak için, mezkûr daireye müracaat eden pek çok köy muhtarları görmüş ve onların lisanından bugün bu köy meralarının ne büyük bir münazaa mevzuu olduğunu öğrenmiştim.
Filhakika, eskiden bilhassa boş sahalar üzerinde geniş mikyasta bir iskân ve kolonizasyon hareketi mevzubahis olduğu zamanlarda, köylü büyük kolaylıklara mazhar olmuş bulunuyordu. Fakat, zamanla köyler ve köylerin mera ihtiyacı büyümüş olabilir. Birçok mütegallibe ve kurnazlar köy merasından mühim bir kısmını hususi olarak tasarruflarına geçirmiş veya tarla haline sokmuş bulunabilirler. Bu vaziyette köylü davarını nerede otlatacaktır? Gasp edilmiş hakları nasıl arayıp bulup meydana çıkarabilir. Kayıtlar, hukuki prensipler ve senetler hepsi karmakarışıktır.
Bu sebeple, köyünü terk etmeden yaşamak kendisine ve hayvanlarına yer bulmak ihtiyacında olan köylü birdenbire kendisini darda hissederek ötedenberi sürülerini otlattığı yerlerden kendisini kovan civar köy halkına veya toprak zengini ağa ve beylere karşı ümitsiz bir mücadeleye girişmekte ve bu yüzden ekseriya kanlı vakalar çıkmaktadır. Şu halde köy meraları hususunda devletin yakın ve ayarlayıcı müdahalesi şarttır. Aksi takdirde, köylü hayvan besleyememeye veya hayvanlarını otlatmak için başkalarına kira vermeye mecbur kalacaktır. Bu itibarla Arazi Kanunnamesinin şüphesiz daha eski örf ve adetleri aksettiren bu maddelerine köyce ve müştereken tasarruf olunan orman ve mera gibi yerlerin elden çıkmasına meydan vermemek için vazetmiş olduğu tedbirler dikkatle tetikte değer.”[4]
Çocukluğumuzda bir tarım sanayi entegrasyonunun gerçekleştiği merkez olan şeker ailesindeydik. Bir yanda çiftçilerin ürettiği şeker pancarı, diğer yanda onu geliştirmek ve çiftçilerimize yararlı olmaya çalışan pancar bölge şefleri ziraat mühendisleri… şeker pancarının verimini artırmak için canla başla çalışıyorlardı. Şeker fabrikaları sadece sanayici kesim demek değildi. Şeker fabrikalarına bağlı tarım işletmeleri tarımı bir matris çözümlemesi olarak ele alıyordu. İşletmeye bir hayvan girdiğinde en az 4 dönüm de yem bitkisi arazisi giriyordu. Pancar yonca ile ayçiçeği ve mısırla münavebeye giriyordu. Ziraat mühendisleri ve pancar bölge şefleri kontrolünde çiftçinin arazisi dörde bölünüyor ve nadas uygulaması yanında ekim nöbeti münavebe sağlıklı biçimde çiftçi ile birlikte hayata geçiriliyordu.
İlkokulda olduğum çağlarda bile tarım işletmelerinde bulunan kültür ırkları sayesinde günde 30 litreye kadar süt verebilen ineklere şahit oluyorduk.
Dayım Turhal’daki işletmeden bir inek satın almıştı. Günde otuz litre süt veren hayvan köy şartlarına gelince otlamayı beceremediği için 7 litreye kadar düşürmüştü süt verimini. Bu da daha o yıllarda yerli kara Anadolu kırmızısı gibi çeşitlerimizle melezleme yapılması gerektiğini ve ekolojimize uygun hayvancılık yapılması zaruretini ortaya çıkarıyordu.
Bugün bazı enteller tarım ile hayvancılığı birbirinden ayırmak gerektiğini ileri sürebiliyor ve devasa ahırlarda besicilik ve süt inekçiliği yapılması gerektiğini çağın bunu gerektirdiğini ileri sürebiliyorlar.
Elbette büyük sütçülük ya da besicilik projeleri yürütülebilir ancak bir ülkenin bütün tarımı küçük tarım işletmeleri ve ekolojik farklılıklar içeren bölgelere havzalara sahip ülkemiz için yeterli olmayabilir. O bakımdan küçük tarım işletmelerini yaşatmak kaçınılmazdır.
1980 sonrasında çevrekentler ve tarım kentleri önceliğimiz oldu. Çarpık kentleşme, çarpık sanayileşme şehircilik ve kalkınma projelerinin bütüncül olarak ele alınması gerektiğini ortaya çıkardı.
1980 sonrası Millet ve Yeni Düşünce gazetelerini çıkarırken kafamda hep mesleğim için memleketin zirai kalkınması için bir şeyler yapma ülkümüz bizi Ziraat Mühendisliği dergisi sonra da Tarım ve Köy dergisini çıkarmaya itti. Yayın Dairesi Başkanlığım sırasında iki binin üzerinde eğitim filmi çektik. YAYÇEP, Yaygın Çiftçi Eğitim ve Yayım projesi çerçevesinde onlarca kitap yüzlerce film hazırladık. Dünyanın en kapsamlı yaygın çiftçi eğitim projesini hayata geçirdik.
Birinci Tarım Şurası 1997’de gerçekleştiğinde 1931’deki Birinci Ziraat Kongresinin belgelerine ulaştım. Aman Yarabbi 120 kadar rapor hazırlanmıştı. Cumhuriyetin onuncu yılında tarıma tarımsal kalkınmaya ulu önder Atatürk’ün öncülük ettiği gayet açıktı. Niyeyse 1938’de yapılan ikinci kongreye de Birinci Köy ve Ziraat Kongresi adı verilmiş.
O kongrenin dünyanın her tarafından gelen uzmanları var. Çalışmalar kitaplaştırılmış. Mükemmel kitaplar. Her kitabın arka kapak içinde açılan haritalar, teşkilat şemaları, grafikler…
Şu anda bile kütüphanemin en değerli kitapları…
İşte size o kitaplardan birinde yer alan bilgi: 12,5 milyon insanımız köylerde yaşıyor, şehirlerde mukim insanımız ise 3,5 milyondan biraz fazla…
Türkiye nüfusunun %49 kısmı faal yani işle güçle uğraşan insanlar, bunun da %81’i tarımla uğraşıyor.
Türkiye ihracatının %95’i zirai maddeler… 1170 km bataklıklar, 8434 km murabbaı tutan göller hariç olmak üzere, Türkiye’nin mesahai sathiyesi 76 273 600 hektardır.
Bu yekûndan:
Her sene sürülüp ekilen topraklar 13,75% 10 491 211 hektar
Çayırlar, otlak, yaylak, mer’alar 58,12% 44 329 423 ha
Sebze meyve zeytinlik bağlar 1,47% 1 120 740 ha
Ormanlar 14,64% 11 162 367 ha (5)
44 milyon hektar mera alanından 10 milyon hektara düşüşün hikâyesi
44 milyon hektarlık mera alanımız varken zamanla meraların azalmasının nedeni ne olabilir? belli ki başka amaçlar için meralar yok edilmiş…
Çarpık şehirleşme meralarımız aleyhine arazi kullandı şüphesiz. Sonra çarpık sanayileşme… Fakat bu kadar çok alanın kaybolmasının bir başka nedeni de çalılıkları haiz bazı alanların orman kapsamına alınması olabilir. öte yandan karayolları ile demir yolları da mera alanlarının azalmasında etkendir. 1945 yılında çıkarılan Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu arzulandığı gibi çiftçiyi topraklandırabildi mi? Bu kanunun Demokrat Partinin iktidara gelmesinden sonra sulandırıldığı ortada. Fakat buna rağmen Çiftçiyi Topraklandırma amacıyla bir kısım mera arazilerinin elden çıktığı bilinmektedir. Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu öncesinde ve sonrasında bataklıkların kurutulup tarıma açılmak istenmesi de sulak alanların korunması bilincinin henüz gelişmediği bir dönemde hayırlı bir hizmet olarak algılanmış olmalıdır.
Tarım Bakanlığı arşivlerinde bu kurutma ve tarıma elverişli hale getirme eylemlerinin övünçle anlatıldığına şahit oluyoruz.
Bugün de maden çıkarma adına birçok meraların elden çıkması, kullanılamaz hale gelmesi benzeri bir bilinçsizliği gösteriyor. Enerji tesisleri de bugün birçok meranın elden çıkmasına sebep olmuş görünüyor. Oysaki enerji tesislerinin meralar hatta tarım gözetilerek de kurulabilmesi mümkündür.
Velhasıl 1970’lerde 22 milyon hektara kadar düşen mera alanımız giderek daha da azalış göstermiş, 1990’lara doğru 18 milyon hektara, 1991’de 12,4 milyon hektara kadar düşmüş iken 1998’de çıkarılan Mera Kanunumuz ile bir miktar artış göstermiş tekrar 18 milyon hektarı yakalamışken sonrasında özellikle vahşi madenciliğin lehine olarak yapılan mevzuat düzenlemeleri ve değişikliklerle kanun delinmiş ve meralarımız ikibinli yıllarda 13 milyon hektara kadar düşmüştür. Resmi rakamlar bu miktarı verse de gözlemlerimiz ve araştırmalarımız meralarımızın son yıllardaki işgallerle, amaca uygun olmayan tahsislerle 10 milyonun altına indiği uyarısı vermektedir.
1996 yılında Tarım ve Köyişleri Bakanlığımız bünyesinde yaptığımız çalışmalarla Sayın Mustafa Taşar’ın bakanlığı döneminde çok sağlam bir Mera Kanunu hazırlandı ve Meclisten 1998 yılında geçirildi.
1997 yılında Bakanlık olarak düzenlediğimiz Birinci Tarım Şurasında ise meralarımız ile ilgili komisyon şu raporu kamuoyunun bilgisine sundu:
Çayır Mera ve Yaylakların Sorunlarına İlişkin Öneriler
Cumhuriyet Döneminde meraların korunması, iyileştirilmesini ve yönetimini düzenleyen bir kanun henüz çıkarılmamıştır. Meralar 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi’ndeki hükümlere göre yönetilmektedir. Bu kanunun, meraların disipline edilmesinde gerekli olan hukuki durumlara yeterince eğilmediği ve günümüz şartlarına cevap vermediği ortadadır.
Meralar ile ilgili sorunlar; Arazi Kanunnamesi, Köy Kanunu, Belediyeler Kanunu, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu, Iskan Kanunu, Türk Ceza Kanunu, Orman Kanunu, Gayrimenkule Tecavüzün Defi Hakkında Kanun maddelerine göre çözümlenmeye çalışılmaktadır. Ayrıca Mer’aların korunması iyileştirilmesi ve düzenlenmesi görevleri de Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü, Orman Bakanlığı ve Tarım ve Köyişleri Bakanlıklarına verilmiştir. Ancak bugüne kadar önemli bir çalışmanın yapılmadığı, kuruluşlar arasında koordinasyon eksikliği de ortadadır. Bu düzensizlik için hayvan yetiştiricileri mera bakım ve ıslahını devletten beklemektedir.
Mülkiyeti kamuya ve kullanımı köylüye ait orta malı olan hayvancılığın gelişmesinde önemli bir rol oynayan ancak, kontrol, bakım ve ıslahı yapılmadığı için çok önemli erozyon kaynağı olan mer’aların; tespiti, tahsisi ve korunması ile ilgili yasal düzenlemeye öncelikle ihtiyaç vardır. Bu konuda yasal boşluğun doldurulması mer’a, yayla ve kışlakların tespit, tahsis ve amacına uygun kullanımını düzenleyen ancak 1995 yılı sonunda da TBBM’ de kadük olan MER’A KANUN tasarısının öncelikle yasallaşması gereklidir.
1987 yılında 442 sayılı Köy Kanunu’nda 3367 sayılı yasa ile 26 Mart 1987’de yapılan değişiklikle Köylerin Mer’a, Yaylak, Seyrangah, Yol, Harman ve Panayır gibi alanlarının, kişilerin özel mülkiyefine geçirilmesine imkân veren maddeler kesinlikle yürürlükten kaldırılmalıdır.
Mer’aların ekolojik çevre ve bölge şartlarına uygun biçimde otlatma kapasiteleri ve dönemleri belirlenmelidir.
Mer’alarda degradasyonu azaltacak, verimi arttıracak, gübreleme, yapay tohumlama, aşılama, göze tesisleri, münavebeli otlatma, kontur karıklama, hendekleme ve teraslama gibi kültürel ve teknik tedbirler alınmalıdır.
Mer’alarda gerekli düzenlemeleri, islah ve iyileştirmeyi yapabilecek mer’a amenajman kurallarını yönlendirebilecek Tarım Bakanlığı bünyesinde MER’ALARDAN SORUMLU BİR BİRİM oluşturulmalıdır.
Doğal kaynakların korunmasına yönelik hizmet veren kamu dışı kuruluşların devletçe desteklenmesi düşünülmelidir.”[5]
Kadim Mer’a Felsefesini İdrak
Yayın Dairesi Başkanlığı görevini yürüttüğüm yıllarda tanışma şerefine nail olduğum Hadiye Tuncer Hanımefendinin hazırlayıp çıkardığı kitapları tarım bürokrasisine dağıttık. Hadiye Hanım, Osmanlı İmparatorluğu’nda Toprak Kanunları, Fatih Kanunnameleri, Kanuni Sultan Süleyman Kanunnameleri ve Yavuz Sultan Selim Kanunnameleri başlıklı kitapları ve yüz yüze görüşmelerimizde gösterdiği metinler, Fuad Köprülü, Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık ile edindiğimiz bilgilerin üstüne; ayrıntılı olarak bizi meralarımızla ilgili o koruyucu kadim felsefenin ruh iklimine taşıyordu.
Bunlar arasında seçtiğim bazı kanun metinleri o kadar net ve kesin kararlılığı göstermektedir ki, handiyse mer’alar eski toplum ve devlet düzeni içinde hazine mesabesinde addedilmiştir. Oğuzların geniş otlaklar peşinde sürüleriyle Anadolu’yu nasıl daha ordular halinde gelmeden keşfettikleri, işgal ya da fethettikleri bilinmektedir. O kadar küresel ısınma ve iklim değişikliği ile mücadele kavramlarının yaygınlaştığı ve karbon ayak izinin dikkatle arandığı yaşadığımız süreçte otun kıymetini bugünkü nesiller hâlâ bilmezken ecdadımız sanki ana sermaye addediyordu.[6]
“KANUN (Fatih-i Konstantiniye)
Bir reaya Sipahiye müteallik çayır olsa, ol çayırı bazı kimesneler muayyen ve mukarrer sınırın bozup sürmüş ve ekmiş, bostan edüp tasarruf eylemiş olsa; ol çayırın kadimi mümtaz ve muayyen sınıru ne yerdedir ve ne mahaldir ve ne yere müntehi olur teftiş ettirilüp zahir oluktan sonra alınup çayırlık üzere hükmolunup ziraatten men olunur.”[7]
Otlak kanunu da şöyledir:
“Dışarıdan koyunları ile beraber gelüp bir yerde konakladıktan sonra oranın suyundan otundan istifade erek resim vermemeye kalkarlarsa o gibilerin her üç yüz koyununu bir sürü ad edüp sürüden bir koyun, orta sürüden bir şişek, kötüsünden de bir toklu otlak hakkı olarak alınır.” S. 22
“KANUN
Bir yerde Sipahiye ait çayır mer’a olsa ve bazı kimseler o çayırı bozarak sürse bostan ve bağ yapsalar, çayırlık yer ne kadardır, hududu nerede başlamış ve nerede bitmiştir; tayin ve tespit ettikten sonra tekrar eski çayır haline sokulması kanundur.” S. 26
“Bir şehrin veya bir köyün hayvanları içün bırakılmış mer’a yerlerde ziraat yapmak umumun menfaatı içün yasaktır. Köy mer’alarının hududu bir millik, şehirlininki ise bir buçuk millik yerlerdir.” S. 46
Fatih Kanunnamesi:
“Bir kışlağın veya yaylağın mera yerlerinde eskiden beri köyün hayvanları otlar ve suyundan faydalanırken, bazı kimseler bu yerlerde ziraat yapmaya kalksalar men eilir ve eskisi gibi mera olarak kullanılmasına ait ahkam-ı şerife vardır, eğer burada eskiden beri ziraat yapılıyorsa o zaman hayvanları otlatacak yer kalmamış emektir, halbuki mera hepsinden önemlidir, zorla ziraat yapılmış olsa bile derhal bozdurulmalıdır, zira yaylak ve kışlaklar daima mer’a olarak kalırlar.” S.91
“Uruda(ürüde) yani mer’a yerlerde taini hudut yoktur. Kadimden ne yerde davar yürüye gelmişse ol mahalde yürür ve kırk elli yıla kadim denilmez; kadim odur ki, onun evvelin bilmeyeler ve kadimi mer’a alınup satılmak ve ziraat olunmak hilafı kanundur; cebren ziraat edilse bile yine mer’alık üzere hüküm olunur, zira ehli karyenin davarlarına mer’a mukaddemdir ve bu kanun ile amel olunur.” S. 107
“Bir kışlağın veya yaylağın kaimden mahsus davarları yürüyüp otundan ve suyundan intifa ede geldikleri mera yerlerin bazı kimesneler ziraat eyleseler men olunur cümleden mer’a mukaddemdir cebren ziraat olunsa dahi yine kışlak ve yaylak ve otlak içün hüküm olunur meğerki ol yaylağın hali ve kuhi yerleri olup sahibi arz izniyle açılup ziraata kabil ola ol vakit dahi olmamak gerektir.” S. 114
Mer’a Hukuku
Meralarımızla ilgili hacimce küçük fakat çok değerli bir kitap daha var. M. Zerrin Akgün Mera hukukunun en temel eserlerinden birini yazmıştır.
Son sıkıntılı dönem hukuk karmaşaları içinde çok sağlam bir yaklaşım ortaya koymasına rağmen mera arazilerinin hakkını teslim etme noktasında merhum Akgün de tapu varlığı karşısında yetkiyi hâkim inisiyatifinde değerlendirmiştir.
Buna rağmen çok kapsamlı ve yine de kadim yasalara hürmetle yola çıkılmıştır.
1858 Arazi Kanunnamesi ve Tanzimat sonrası düzenlemeler ve peşisıra gelen Roma hukukuna adaptasyon arayışları meranın kadim felsefesinin biraz göz ardı edilmesine neden olmuştur. Liberal bir yaklaşım ve özel mülkiyete ağırlık kaçınılmaz hale geldi.
Akgün 1858 sonrası tasnifi kitabının başına almış ve arazileri memlüke, emiriye, mevkufe, mevat ve metruk araziler olarak tasniflemiştir.
Şüphesiz mera da metruk araziye girmektedir.
Medeni kanun karşısında mera başlığı altında arazu kanununda geçen hükümlerin medeni kanunla çeliştiğine dair bir durum söz konusu olmamakla birlikte medeni kanun sahipsiz malların devletin inhisarında olduğuna hükmetmiştir. Oysa mera üzerinde kadimden beri gelen anlayış devletin bile onun bu kadim hususiyetini değiştiremeyeceği yolundadır.
2613 Sayılı Tapu Kadastro Kanunu’nda da mera üzerinde belediye ve ihtiyar heyeti etkisini artıran bir yaklaşım söz konusudur.
Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu karşısında meraya gelince 4753 Sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun 4. Maddesindeki tarif yeterli görülmemektedir. Kültür arazisini tarla, bağ, bahçe, ağaçlık, çayır ve mera olarak ayırması ziraat bakımından doğru olsa da hukuki açıdan yetersizdir.
“Kanun vazı burada (Tahsis) keyfiyetini hiç nazara almamıştır. Sekizinci maddenin (6)inci bendinde, bir veya birkaç köy, kasaba veya şehrin orta malı olan arazinin ihtiyaçtan fazla olduğu Tarım Bakanlığınca belirtilen parçasının dağıtmaya tâbi tutulabileceği açıklanmaktadır. Bu madde meralara da şâmildir.
Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun bazı maddelerini değiştiren 5618 sayılı kanunun ek altıncı maddesi, (köy, kasaba veya şehirler halkının münferiden veya müştereken faydalanmalarına terk olunan mera ve yaylakların özel mülkiyet konusu olamayacağını açık olarak tasrih etmektedir. Aynı kanunun geçici üçüncü maddesine göre de (bu kanunun uygulanma sırası gelmemiş olan yerlerde köy, kasaba ve şehir halkı teessüs etmiş teamüllere göre mera ve yaylalardan münferiden veya müştereken eskisi gibi intifa etmek hakkını haizdirler. Köy, kasaba, şehir ve vilâyet sınırla rında yapılan veya yapılacak olan değişiklikler mera ve yaylaktan teamüle dayanan istifade hakkına tesir etmemektedir. Sınır değişikliği sebebile mera ve yaylaklardan teamüllere göre istifade hakkı olanlardan herhangi bir ücret ve karşılık da istenemez. Anlaşmazlık vukuunda ihtilâfı halle mahkemeler görevli bulunmaktadır.
Artvin, Ardahan, Kars vilâyetleriyle Kulp ve Iğdır kazaları ve Hopa kazasının Kemalpaşa Nahiyesindeki arazide hakkı tasarrufa ait 474 sayılı kanun karşısında mera: 474 sayılı kanunun üçüncü maddesinde, köy ve kasabalara mahsus ve metruk meraların ait oldukları köy ve kasabalar adına tahdit ve mesaha olunacakları yazılı bulunmaktadır.
Tapulama Kanunu karşısında mera:
5602 sayılı Tapulama Kanununun 14’üncü maddesi meralar hakkında yapılacak işlemi göstermektedir. Bu maddeye göre, belediye, özel idare ve köylerin âmme ihtiyacına muhassas olduğu kanaat verici belge veya bilirkişi sözleriyle tahakkuk eden her türlü gayrimenkul mallar sınırlandırılarak bu tüzel kişiler adına tespit olunması lâzımdır. Bu tesit tescil mahiyetinde olmadığı gibi, bu suretle belirtilen gayrimenkuller, husus: kanunlarda yazılı hükümler mahfuz olmak üzere, özel mülkiyete de konu teşkil edemezler.”[8]
Birçok mera davasına bakan ve ayrıntılı olarak dosyaları da inceleyen ve tetkik hâkimi olarak yorum yapan Zerrin Akgün mera davalarının önemini çok güzel bir şekilde anlatmış.
Mera Davalarının Ehemmiyeti
Memleketimizde yaylak ve kışlak dâvaları, mera dâvalarına nazaran daha azdır. Buna mukabil mera dâvaları pek çoktur ve bilhassa son zamanlarda üzerinde önemle durularak bir hal almıştır. Köylülerimiz meraları parçalamakta ve tarla haline getirerek ekmekte, hattâ bazan müfrez parçalara ayırarak elden çıkarmaktadırlar. Bu, istikbal için vahîm neticeler doğurabilir. Şunu tebarüz ettirmek icabeder ki; (ziraatle birlikte gelişmesi zaruri bulunan hayvancılık, köylüye iktisadi bakımdan daha vefalı, daha zengin bir kazanç kaynağıdır. Tabiatın ve mevsimin gösterdiği cömertliğe göre mahsul veren topraktan ziyade, köylünün belini düzelten kudret, hayvancılıktır. Geçici sebeplerden dolayı fiyatlarında bazan yükseliş görülen buğday, arpa gibi toprak mahsullerini arttırmak üzere, ilerisi görülmeden hayvancılığın aleyhine girişilen bu kötü usulden vazgeçilmesi, meraların korunması memleket iktisadiyatı bakımından en fazla temenniye şayan bir haldir (35). Bu itibarla meraların taksim ve temlikine, tarla haline getirilmesine, vasfının tebdiline kat’iyen müsaade edilmemelidir. Her ne kadar bugün Fransız hukukunda meralar, âmme emlâki kategorisine dahil olmayıp, komünlerin kendisine hâs, mallarından sayılmakta ve bu yönden tapuya tescil edilerek temlik ve taksim kabiliyeti taşımakta ise de, Fransız hukukçuları, müessesenin bu karakterine şiddetle muarız bulunmaktadırlar. Nitekim bu vasfının tebdili ve ihtilâlden evvel olduğu gibi gayrikabili temlik olması, birkaç defa Meclisten talep edilmiş ise de Meclis işin ehemmiyetine nüfuz edememiş ve teklifleri reddetmiştir.
Halbuki, meraların en mümeyyiz vasfı (Res Publicae Üniversitesi) karakterini taşıması, yâni menfaatleri muayyen köy veya şehirlerin ahalisine ait âmme emlâki kategorisine dâhil bulunmasıdır. Böyle olan bir yer ise asla parçalanamaz, vasfı değiştirilemez ve temlik edilemez. Meralarda iktisap zamanaşımı cereyan etmeyeceği, Medeni Kanun’un 650nci maddesinin uygulanamayacağı, meraların alınıp satılamayacağı hakkında Temyizin mütaaddit içtihatlarından yukarıda bahsetmiş ve emsal kararları göstermiştik. Yüksek Devlet Şûrası da mütaaddit kararlarında bu ciheti belirtmiştir. Devlet Şurası Beşinci Dairesinin E. 44/2096 ve 45/553 sayılı kararı, mera ve otlakiye gibi köy orta malı olan gayrimenkullerin alım satıma müsait olmadığı ve bir mülkiyet konusu teşkil etmeyeceği merkezindedir.
Son zamanlarda memleketimizde et fiyatları yükselmekte ve hayvan darlığı baş göstermektedir. Bunun sebeplerinden birisi de meraların korunmamasıdır. Hayvanlarını otlatacak mera bulamayan veyahut bu hususta müşkülâtla karşılaşan birçok hayvan sahipleri bu yüzden hayvanlarını elden çıkararak, hayvancılığı terk etmektedirler. Bunun zarar ve ziyanını bilhassa müstakbel nesiller göreceklerdir. Köy Kanunu hükümlerine göre köyün orta malının devlet malı gibi muhafaza edilmesi gerekmektedir. Meraları bu muhafaza vecibesi haricinde tutmağa hiçbir sebep yoktur. Bilhassa meralar Devlet malı gibi muhafaza edilmelidir. Çünkü meralar da köyün orta malıdır. Yüksek Danıştay E. 44/2096 ve 45553 sayılı kararlarında, merayı köyün orta malı olarak zikretmiş ve (mera ve otlakiye gibi köyün orta malı olan yerler) demiştir. Bu bakımdan meraların da Devlet malı gibi muhafaza edilmesi şarttır.
Meraların korunmaması yüzünden mütaaddit katiller de ikâ edilmektedir. Burada Adalet cihazına düşen vazife şudur: Mera dâvaları, süratle ve hatta diğer işlere takdimen rüyet edilerek karara bağlanmalıdır. Zira mevcut kargaşalık, çok kere bu dâvaların senelerce uzamasından hâsıl olmaktadır. 5602 sayılı Tapulama Kanunu, bu kanun uyarınca açılan dàvaların müracaata bırakılmasına müsaade etmemiştir. Yargıtay 7. Hukuk Dairesi de bu kanun çevresine giren dâvaların her halde karara bağlanması gerektiğini ve müracaata bırakılmasının doğru olmadığı içtihadında bulunmuştur. Mera dâvalarının da müracaata bırakılmasının caiz olmadığı yolunda bir içtihadın belirmesi ve bu mümkün değilse alakalı kanunlara dercolunması çok muvafık olur.”
Mer’a Üzerinde bina, bağ bahçe yapılamaz, haksız edinim söz konusu olamaz
Yine bugünkü hakimlere ve Adalet Bakanlığına örnek olması açısından kadim felsefeyi çok iyi özümsemiş ve hukuki kararlarına uygulamış ve de ayrıca kamuoyunu aydınlatan eserler vücuda getirmiş Adalet Vekaleti Hukuk İşleri Tetkik Hakimi Zerrin Akgün, köylünün haklarını bakın nasıl savunmuş: “Meranın tecavüze uğraması ve intifağ hakkına sahip köy halkının meradan istifade edememesi sebebiyle bir zarar husule gelmiş ve meselâ köy halkının hayvanları ölmüş ise, mutazarrır olan şahısların, mütecaviz köye karşı tazminat davası açmağa hak ve selâhiyetleri mevcuttur.”
Kadim mera hukukunu hayli içselleştirdiği anlaşılan Akgün, ‘herhangi bir ‘zeyd’ bir merada ziraat yapsa bu fiili meranın hususiyetini değiştirmez’ ilkesini zamanının yani 70 yıl evvelinin ortamında örnekleyerek anlatıyor:
“Bir kimse kendi tohumunu, bir köyün merasına ekerek yetiştirirse, acaba mahsul kimindir?.. Tohumu ekerek yetiştirenin mi, yoksa toprak sahibinin mi?… Temyiz Mahkemesinin yakın zamanlara kadar devam edegelen içtihadına göre, mahsul, onu ekip yetiştirenindir. Bu itibarla ilk nazarda, merada yetişen mahsulün de, onu ekip yetiştirenin olması icap eder. Bununla beraber hâdiseyi mutlak olarak bu şekilde mütalâa etmek doğru değildir. Zira Temyiz Hukuk Heyeti Umumiyesinin 11/2/1948 tarihli içtihadı uyarınca (başkasının tarlasına tohum ekildiği ve mahsulün tarla sahibi tarafından kaldırıldığının anlaşılması halinde, tohum sahibinin yetişen mahsule hakkı taallûk etmeyip, anlaşmazlığın M. K. nın 908 inci maddesinin uygulanması suretiyle çözülmesi icap eder.) Bu itibarla bu ictihad uyarınca herhangi bir kimse merayı ekerek yetiştirmiş ise, bu mahsule hakkı taallûk etmez. Meradan intfak hakkını haiz köy bu mahsulü hayvanlarına yedirebilir. Veyahut bu mahsulü bizzat kendileri kaldırabilir. Bu takdirde eken şahıs, haksız mal iktisabı kaidelerine tevfikan, ekdiği tohumun bedelini ve sarf ettiği emeğin karşılığını dâva edebilir. Bu yönden, herhangi bir şahıs merayı ekerek, meradan intifağ hakkına sahip köy aleyhine, yetişmekde olan mahsul için tedbir talep ettikde, mutlak olarak yetişmekde olan mahsul hakkında tedbir kararı verilmesi doğru olamaz. Zira, aksi takdirde, meradan intifağ hakkını haiz(31) İki köy arasında münazaalı bir sudan dolayı suyu kesmekten mütevellit bazı eşhasın ekinlerine ârız olan hasar sebebiyle köy muhtarının şahsen zarar görenler namına tazminat davası ikamesine salâhiyeti yoktur. Bundan zuhul edilerek bu şekilde açılan tazminat davasının kabulüyle karar itası nakzı müstelzimdir. (Temyiz Birinci Hukuk 9/3/1939 1590).
…
Köy halkının hayvanları aç kalarak perişan bir duruma düşebilir. Meraların ekilemeyeceği ve üzerlerinde tarla açılamayacağı ise esaslı ve değişmez bir hukuk kaidesidir. Bu sebeple bu gibi hallerde hâkim etraflı ve müdellel bir keşif ve tetkikat yaparak, ekilen yerin, aleyhine tedbir istenen köyün muhassas mer’ası olduğuna kesin olarak kanaat getirdiği takdirde, tedbir isteyenin talebini reddetmelidir. Bu takdirde yukarıda işaret ettiğimiz veçhile tohum sahibinin, tohumunun bedelini dâvaya hakkı mevcut olabilir.
Yabancı şahısların merayı ekmelerine karşı, meradan intifak hakkına sahip bulunan köyün bu mahsule el atmadığı hallerde, bilâhare o şahıslara karşı ektikleri yerin kira bedelini talep ve dâvaya hakkı bulunduğu da şüphesizdir. S. 70
Netice
Görüldüğü veçhile mera dâvaları, diğer gayrimenkul dâvalarına nazaran ayrı bir hususiyet taşımaktadır. Bu hususiyet ise meraların karakterinden neş’et etmektedir. Meralar köyler için hayatî bir ehemmiyeti haizdir. Merasız köy payidar olamaz. Bu sebepledir ki her devirde meralar üzerinde önemle durulmuş ve esaslı kaideler vazedilmiştir. Bu hususta en mühim adımlar Kanuni Süleyman zamanında vuku bulmuştu. Büyük bir din ve hukuk bilgini olan merhum Ebussuud, Rumeli vilâyetlerinde yaptığı arazi tahririnde bilhassa meralar üzerinde durmuş, her köye ait meraları tâyin ve tesit ve tahsis keyfiyetini tevsik ettirmişti. Merhumun vergi sistemi hakkındaki icraatı da cidden takdire lâyıktır.
4/Ekim/1926 tarihinde yürürlüğe giren Medeni Kanunumuzda meralar hakkında hemen hemen hiçbir hüküm yoktur. Her ne kadar 641 inci maddesinde (menfaatı umuma ait malların işletilmesi ve kullanılması hakkında ahkâmı mahsusa vazedileceği) işaret edilmiş ise de, meralara mütedair hükümler şimdiye kadar vazedilmemiştir. Bu sebeple mera, yaylak ve kışlaklara ait içtihatlarda tam bir istikrar hasıl olmamakta ve bilhassa bu vadide adli kaza ile idarî kazanın sınırları kesin olarak çizilememektedir. Bu yüzden mesleğe yeni intisap etmiş bulunan hâkimlerimiz müşkülâtla karşılaşmakta ve bu gibi dâvalar süratle intaç edilemeyerek uzamakta ve bunun neticesi olarak bazı köylülerimiz suçlu vaziyetine düşmektedir.
Her ne kadar gerek Çifçiyi Topraklandırma Kanunu ve gerek arazi kadastro ve tahriri ve tapulama kanununda serpinti halinde meralara müteallik bazı hükümler mevcudsa da, bunlar çok noksandır ve bütün anlaşmazlıkları giderecek şekilde değildir. Halbuki bilhassa son yıllarda mera davaları geçen senelere nazaran birkaç misli artmıştır. Bu itibarla en kısa bir zamanda Medeni Kanunumuzun 641 inci maddesi uyarınca düzenlenmesi icap eden kanunların, memleketimizin örf ve adetleri ve ihtiyaçları ve mazideki tecrübeler nazara alınarak tedvin edilmesi şayanı temennidir.”
Meraların Hususiyetleri
Meraların karakterini ve mera dâvalarında göz önüne alınacak hususları şu suretle sıralayabiliriz.
A – Merada tahsis şarttır.
Bir yere mera denilebilmesi için o yerin otlak ve yaylıma elverişli olması kâfi değildir. Aynı zamanda oranın salâhiyetli bir merci tarafından muayyen bir kasaba veya köye mera olarak (tahsis) edilmiş olması lâzımdır. Tahsis demek; o saha üzerinde mülkiyet veya hükümranlığı bulunan hak sahibinin, bu hakkını bir daha kullanmamak üzere, o yeri muayyen bir kasaba veya köy halkının intifaına terk etmesi demektir. Eskiden bu tahsisler Kadı ve naiplerin inhaları üzerine zamanın padişahları tarafından sâdır olan fermanlarla vuku bulurdu. Bu fermanlar tapu senedi hükmünde değildir. İhtilâf vukuunda tahsis keyfiyetini ispata yarayan vesikalardandır. Ve bunların birer örnekleri Hazinei evrakta mahfuz bulunsa gerektir. Bununla beraber, bu tahsisin her halde bu neviden resmî vesaikle ispatı icap etmez. Böyle ferman, senet gibi yazılı bir vesika yoksa, ihtilaflı yerin, o köye mera olarak minelkadim tahsis edilmiş olduğunu, o mera ile alâkadar olmıyan diğer köyler ahalisinden ikame olunacak şahitlerin demeçleriyle ispat mümkündür. Hâlen bu tahsisler iycabı halinde hükümet tarafından yapılmaktadır. Ancak köylere ait meraların hudutları tâyin edilirken Maliye Hazinesi mümessilinin tasdikına lüzum bulunduğuna dair Devlet Şurası Genel Kurulunun 20/10/1934 tarihli bir mazbatası mevcut bulunmaktadır.
Bu itibarla böyle bir dâva zimnında yargıcın arayacağı ilk şık böyle bir tahsisin bulunup bulunmadığıdır. Yüksek Temyiz Birinci Hukuk Dairesi de 18/6/1936 tarih ve 1001 No.lu kararlarında bu gibi dâvalarda mücerret tasarruf ve işgalin meralık iddiasının sübutu için kâfi olmayıp, o yerin dâvacı köye mera olarak tahsis edilip edilmediğinin araştırılması gerektiğini işaret etmiştir. Bu yönden dâvanın sübutu için meralık iddiasında bulunulan müddeabih sahanın behemehal dâvacı köyün hudutları dâhilinde bulunması da şart değildir. Her hangi bir yer, o yere sahip çıkan köyün hudutları haricinde kaldığı halde, yine o köyün merası olabilir. Zira, tahsisin bu şekilde yapılmış olması mümkündür. Temyiz Birinci Hukuk Dairesi 9/12/1938 tarih ve 450 sayılı kararlarında (münazaalı mahallin köy hududu dâhilinde bulunmaması meralık iddiasına mâni değildir). İçtihatında bulunmuştur.
Bununla beraber bu tahsisin tek bir köye değil, birkaç köye birlikte yapılmış olması da mümkündür. Bu hususta eski Arazi kanunu 97 inci maddesinde: (İki veya üç veyahut daha ziyade karye ahalisi beyninde müşterek olan mera hangi karyenin hududu dâhilinde bulunursa bulunsun o karyeler ahalisi hayvanlarını birlikte ra’y ettirip, yekdiğerini ra’ydan menedemezler) hükmünü muhtevi bulunmakta idi. Bu suretle bir mera, birkaç köye müştereken tahsis edildiği takdirde, o köyler ahalisi muhassas meradan (iştirak halinde) intifada bulunurlar. Burada (Müşterek mülkiyet) hükümleri değil, (iştirak halinde mülkiyet) hükümleri cereyan eder. Zira muhassas meranın her zerresinde, her köy ahalisinin intifa hakkı vardır. Tatbikatta bu gibi hallerde, çok kere mahkemelerden yanlış kararlar çıkmakta olduğu görüldüğünden bunu bir misal ile canlandırmağı faydalı buluyoruz: Köse Dağ ismini taşıyan mera A, B, C köylerine müştereken muhassas bulunmaktadır. Böyle olduğu halde son zamanlarda B ve C köyleri (A) köyünün bu hakkını tanımamakta ve (A) köyü halkının intifaina mâni olmaktadır. Bu sebeple (A) köyü mahkemeye başvurmuş ve (B ve C) köyleri hakkında men’i müdahale dâvası açmıştır. İmdi: dâvanın sübutu halinde müddeabih merada (A) nın 1/3 hakkı olduğu kabul edilerek (müddeabih meranın üçde birine vâki (B) ve (C) köylerinin müdahalelerinin men’ine) şeklinde karar verilmesi katiyen caiz değildir. Zira (A) köyünün müddeabih meranın yalnız üçte bir parçası üzerinde değil, bütün meranın her zerresi üzerinde üçte bir intifa hakkı mevcuttur. Bu sebeple verilecek kararın (B ve C köylerinin, müddebih sáha üzerinde mevcut (A) köyünün iştirak hissesine vâki müdahalesinin önlenmesine) şeklinde olması icap eder. Nitekim Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi 16/11/1944 tarih ve 3652/3524 sayılı içtihatlarında bu gibi hallerde (iştirak hissesine vâki müdahalenin önlenmesine karar itâsı icabedeceğini) işaret etmiştir.
Ancak şunu da işaret icabeder ki, birkaç köye muhassas bulunan mera bilahare salahiyetli merciler tarafından taksim edilerek her köye ait kısım ayrı ayrı tesit edilmiş ise, bu takdirde artık (iştirak hissesi) bahis mevzuu olamaz. Taksime uğrayan parçalardan her biri hangi köye tahsis edilmiş ise, o kısmın tamamı o köye ait olur. Temyiz Birinci Hukuk Dairesi yukarıda tarih ve No.su gösterilen kararlarında (müşterek meranın taksime tâbi tutulduğu sabit olmadığından) dedikten sonra, müddeabih mera üzerinde ismi geçen köylerin (iştirak hissesi) bulunduğunu tebarüz ettirmiştir.
B – Tahsis meçhul kaldığı takdirde kıdeme itibar olunur:
Kadimin, kıdemi üzre terk olunması esaslı bir hukuk kaidesidir. Kadim, başlangıcı bilinmiyecek kadar eski demektir. Mera davalarında (Tahsis) keyfiyeti meçhul kaldığı, yâni müddeabih såhanın mera olarak dâvacı veya dâvalı köye tahsis edilip edilmediği aydınlanmadığı takdirde, müddeabih sâhanın kadimden beri mera olarak hangi köyün intifainda bulunduğunun tahkikı ve ona göre karar itası icap eder. Zira dâva konusu olan yerin kadimden beri herhangi bir köy tarafından fâsılasız ve nizasız olarak mera halinde intifa edilmekte olması (Tahsis) makamına geçer. Bu kaideye mebni bir köy ahalisi kadimden beri hayvanlarını diğer bir köyün merasından otlata gelmiş ise, ikinci köy halkı bunları intifadan menedemez.[9] Bu bakımdan meselâ bir köy, diğer bir köyün sınırı içindeki merada hakları olduğunu ve kadimden beri hayvanlarını otlattıklarını iddia ve diğer köy halkı inkâr eder de ihtilâfı halle medar olabilecek bir vesika ve delil olmazsa, kıdem meselesi tahkik olunmak icabeder. Neticede müddei köyün kadimden beri intifaları tahakkuk ederse, müddeilerin kadim vechile intifaları olduğuna ve müddealeyh köyün muarazasının men’ine, ve bilâkis sonradan vuku bulduğu sabit olursa, dâvanın reddine karar verilmek icap eder.
C-Meralar temellük edilemez:
Medeni kanunumuzun 639 uncu maddesi mucibince tapu sicillinde mukayyet olmayan bir gayrimenkulü nizasız ve fasılasız 20 sene müddetle ve malik sıfatiyle yedinde bulundurmuş olan kimse, o gayrimenkulün kendi mülkü olmak üzre tescilini istemek hakkını haizdir. Medeni kanunun bu hükmü tapuca müseccel olmıyan bilûmum gayrimenkullerde caridir.
Hatta Temyiz Birinci Hukuk Dairesi 8/1/1952 tarih ve 132/121 sayılı kararıyla; ziraata elverişli olmayıp Devletin tasarruf ve hükümranlığı altında bulunan yerlerde dahi M.K.nın 639 uncu maddesinin uygulanabileceği içtihadında bulunmuştur. Bununla beraber; Medeni Kanun’un bu hükmü meralar hakkında hiçbir zaman uygulanamaz. Bir başka söyleyişle, meralar hakkında zilyetlik iddiaları dinlenemez ve meralar üzerinde hiçbir suretle iktisap zaman aşımı cereyan edemez. Bu bakımdan herhangi bir şahıs, merayı bozarak tarla haline gelirse veyahut meradan bir kısım yeri kendi tarlasına katsa, aradan ne kadar zaman geçerse herhangi yeri namına tescil ettiremez ve meradan intifa hakkına sahip bulunan köy, her zaman mütecavize karşı men’i müdahale ve iptal dâvası ikame ederek meralarını istirdad etmek hakkını haizdir.
Eski Arazi Kanunumuzda bu cihet müstakil bir madde halinde tedvin edilmiş bulunuyordu. Arazi kanununun 102 inci maddesinde (Bir karye veya müteaddit karyeler ahalisine ait olan koru ve orman ve tariki ám, panayır ve pazar ve harman yerleri ve MERA ve KIŞLAK ve YAYLAK misillu minelkadim ahaliye TAHSİS ve TERK edilmiş olan ve menafii umuma ait bulunan arazii metrukeye mütaallik dâvalarda mürürüzamana itibar olunmıyacağı tasrih edilmişti. Mecellenin de 1675 inci maddesinde (Tariki âm ve nehir ve MERA gibi menafii umuma ait olan yerlerin dâvasında müruruzamana itibar olunamayacağı) bildirilmiş ve aynı madde altına verilen meşruhatda (mesela bir karyeye mahsus merayı bir kimse bilâ niza elli sene zabit ve tasarruf ettikten sonra karyesi ahalisi ol merayı andan dâva etseler istima olunacağı) açıklanmıştı. (Mecelle 1322 tab, s 547)
Arazi Kanununun 102 ve Mevellenin 1675 inci maddelerindeki bu hüküm, halen de hukuki bir kaide halinde kıymetini muhafaza etmekdedir.
Filhakika meralar hakkında zilyetlik iddiaları mesmû olamıyacağı ve meralara karşı iktisap zamanaşımı cereyan etmiyeceği hakkında Temyizin de yüzlerce içtihadı mevcuttur. Bunlardan en mühimlerini aşağıya dercediyoruz:
- Meradan açılan tarlada tasarruf süresine bâliğ olursa olsun işgal eden adına tescili caiz değildir. (Temyiz Birinci Hukuk Dairesi – 6/5/1940 – 2808/1046).
- Mera gibi umuma ait yerler zilyedlikle iktisab edilemez. (Yargitay Birinci Hukuk Dairesi – 24/12/1949 – 3295).
- Bir köye mera olarak usulüne uygun şekilde terk edilen yerlerin başkaları tarafından ihya suretiyle tarlaya çevrilmesi ve adlarına tapuya tescili caiz değildir. (Hukuk Genel Kurulu – 14/11/1945 – 8/70).
- Köye ait merada hark açmak suretiyle irtifak hakkı tesisi istenemez. (Temyiz Beşinci Hukuk Dairesi – 23/3/1951 – 986/1703).
- Davacının iktisap zamanaşımına istinaden mülkiyet iddiasında bulunduğu bağın evvelce mera olduğundan kadastroca Hazine namına kaydedildiği anlaşılmasına ve mera kabilinden umuma ait mahaller imar ve işgal suretiyle hususi mülke inkilap ettirilemiyeceğinden evvelemirde nizalı mahallin aslında mera olup olmadığının tesbitiyle sonucuna göre karar itası lâzımdır. (Temyiz Birinci Hukuk Dairesi 12/11/1951 – 4881).
- Müddeabih yerin bir kısmının köye ait mera olduğu şahadetle sabit olmasına ve mera olduğu tahakkuk eden yerler hakkında müruruzaman bahis mevzuu olamayacağına göre müddeinin ibraz ettiği ilâm ve senetlerinin tetabuk ettiği yerlerin kati olarak tesbiti ile bunların haricinde kalan senetsiz yerler için şahadet veçhile hükmolunmak lazım gelirken bundan zühul edilmesi bozmayı muciptir. (Temyiz Birinci Hukuk Dairesi – 26/9/1941 568/1988).
- h) Belediye hududu dâhilinde olup, kasaba ahalisinin intifana mahsus mera olduğu anlaşılan arazinin başkasına temlik ve tapuya raptı gayri caizdir. Bu gibi meraların ahali namına idare ve tasarruf hakkı Belediye kanununun 159 uncu maddesi uyarınca Belediyeye aittir. (Temyiz Birinci Hukuk Dairesi – 30/11/1936 968/2964).
- k) Dâvacı namına tescili talebolunan tarlaların Tatlı Kuyu köyüne mahsus ve metruk mera olduğu tarafların ikame eyledikleri şahitlerin şahadetinden anlaşılmış ve bu sebeple dâvacının mezkûr tarladaki tasarrufu her ne müddete baliğ olursa olsun müddei namına tescili için kanuni bir sebep teşkil etmeyeceğinden, dâvanın reddine dair verilen karar doğrudur. (Temyiz Birinci Hukuk Dairesi 6/5/1940 – 2808/1046).
- m) Dâva konusu yerin köye ait mera bulunduğu tanıkların beyanlarıyla gerçekleşmiş olmasına ve mera gibi umuma ait yerler zilyedlikle iktisab edilemiyeceğine ve Maliye kayıtları tasarrufa bir delil olamayacağına göre (Temyiz Birinci Hukuk Dairesi 24/12/1949 188/3295).
- p) Mahkemece deliller takdir olunarak münazaalı yerin mera olduğu kabul edilmiş olduğuna ve meraların ancak 2510 sayılı kanun veya Toprak Kanunu hükümleri dairesinde tevzie tâbi tutulabilecekleri ve usulü dairesinde meralıktan çıkarılmayan yerlerin hususi mülk olarak Hazine veya şahıslar adına tescil edilemiyeceğine göre (Hazinenin davacı köye ait müddeabih meraya vâki müdahalesinin men’ine dair olan) hükmün onanmasına…… (Temyiz Birinci Hukuk Dairesi 22/12/1950 – 3370/ 4947).
- t) Dâva konusu olan yerin öteden beri köye ait mera olduğu dinlenen tanıkların beyanlarıyla ve davalılardan bir kısmının ikrarıyla anlaşılmasına ve bu gibi yerlerde müruruzaman işlemiyeceğine göre yerinde olmıyan itirazların reddiyle hükmün tasdikına… (Temyiz Birinci Hukuk Dairesi – 19/10/1950-1721/3871).
- z) Umuma ait yerlerin merciinden tahsis şekli usulüne uygun bir kararla tebdil olunmadıkça hususi mülkiyet mevzuuna intikal ile iktisabolunamıyacağından kadastroca bir mahallenin merası olarak kaydedilmiş olan yer hakkındaki iktisabi zamanaşımına müstenit mülkiyet iddiasında, evvelemirde bu yerin hususi mülk mevzuu olup olmadığının tesbitiyle ondan sonra iktisap zamanaşımı cihetinin tahkikı icabeder. (Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi – 2/11/1951924/4671).
Tapu sicillinde müseccel olmayan mer’a ihtilaflarının tanıkla isbatı caiz olmasına ve esnayı keşifde tarafların ittifakla seçtikleri bilirkişiler; müddeabihin kadimden beri mustakillen dâvacı köye aidiyetini ve davalı köyün sınırnamesinde yazılı meranın nizali mera ile alakası bulunmadığını beyan ve dâvacı köy tarafından tesmiye ve ikame edilip mahkemece dinletilen tanıklar keşif tutanağı münderecatını teyiden dåva konusu mahallin 40 senedenberi aralıksız ve nizasız davacı köyün zilyedliği altında bulunduğunu ifade etmelerine ve mahkemece dâvacı köyün tanıklarının ihbaratı gerekçelerle davalı köyün tanıklarının beyanatına takdiren tercih kılınmasına ve takdirde de bir yolsuzluk görülmemesine ve dâva köy şahsiyeti maneviyesi aleyhine ikame edilmiş bulunmasına nazaran dâvalı köy; şahıslara ait tapuları mahkemeye ibraz etmek selâhiyetini haiz olmamasına ve bu bakımdan sözü geçen şahsa ait tapuların mahallen uygulanmasını da talep edemiyeceğine ve ihtilafli meranın sınırları keşif yerinde ehli fen tarafından usulen bir kroki ile tahdit ve tesbit kılınmış olmasına göre varit olmayan itirazların reddile tasdikına 30/9/1952 tarihinde karar verildi. (Birinci Hukuk Dairesi Esas: 951/6648 – Karar: 3668).
Dâva köye ait otlakiye ve yaylakiye ye vâkı müdahalenin önlenmesi isteminden ibaret bulunmasına ve otlakiye, yaylakiye arasında şahısların mülkiyet veya zilyedliklerinde bulunan yerlerin bulunması davaya engel teşkil etmyieceğine ve dava dilekçesinde sübut delili olarak tanık da gösterilmiş olmasına göre gösterilen deliller incelenerek davacı köye ait otlakiye ve yaylakiye bulunup bulunmadığı tesbit edilmeksizin malik ve zilyedlerin dava hakkı bulunduğundan bahisle davanın reddi cihetine gidilmesi yolsuzdur. (Birinei Hukuk Dairesi. Esas: 3854-Karar: 1610-7/12/1950.
Meraların temellük edilememesinin tabii bir neticesi de şudur: Hudutlarından biri mera olan herhangi bir bağ, bahçe, tarla gibi bir gayrimenkulün hudutlarına değil, tapuda yazılı miktarına itibar edilmesi icabeder. Zira tarla sahibinin meradan bir kısım yeri tarlasına katmış olmasi mümkündür. Nitekim Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi 1947 tarihli kararlarında bunu belirtmiş ve (dâvacıların dayandıkları tapunun şark sınırı (mera) deye yazılı olmasına göre, bu sınır sabit sınırlardan olmadığından bu itibarla sınırlara değil, tapuda yazılı bulunan miktara itibar edilmesi icap edeceğini) işaret etmiştir.
C- Meralar hakkında Medeni Kanun’un 650 inci maddesi uygulanamaz:
Medeni Kanunumuzun 648, 649 ve 650 inci maddelerine göre bir kimse kendi levazımıyla, başkasına ait arsa üzerine bina inşa eder ve bu binanın kıymeti arsanın kıymetinden açıkça ziyade bulunur ve kendisi de hüsnü niyetle hareket etmiş olursa, muhik bir tazminat mukabili mecmuunun mülkiyetinin kendisine verilmesini isteyebilir. Bir kimse başkasının inşaat levazımıile kendi arsası üzerine yahut kendi levazımı ile başkasının arsası üzerine bina yapmış olsa bu levazım, arsanın mütemim cüz’ü olur. Şu kadar ki levazım, malikin rızası olmaksızın alınıp kullanılmış ise kal’i fahiş bir zararı müeddi olmadıkça maliki onun kal’ile istirdadını talep edebilir. Eğer bina arsa sahibinin rızası olmaksızın levazım sahibi tarafından yapılmış ise kal’i fahiş bir zararı müeddi olmadıkça arsa sohibi kal’ini isteyebilir. (Medeni Kanun madde – 648
Ebniye kal’ olunmadığı takdirde arsa sahibi inşaat levazımına mukabil muhik bir tazminat vermeğe mecburdur. Arasa sahibi inşaatı suiniyetle yapmış ise diğer tarafın bütün zararını tazmin ile mahkûm edilebilir. Eğer bina levazım sahibi tarafından suiniyetle yapılmış ise, arsa sahibinin levazım için vereceği tazminat levazımının en az kıymetini geçmiyebilir. (Medeni Kanun- Madde- 649).
Binanın kıymeti açıkça arsanın kıymetinden ziyade ise hüsnüniyetle hareket eden levazım sahibi muhik bir tazminat mukabilinde mecmuunun kıymetinin kendisine verilmesini isteyebilir. (Medeni Kanun Madde- ‘650).
Medeni Kanunumuzun bu hükmü meralar üzerinde tatbik edilemez. Bu itibarla, bir şahıs meranın bir kısmını arsa haline getirerek üzerine büyük bir ağıl inşa etse ve bu ağıl kendisini taşıyan meradan çok fazla kıymette bulunsa ve kal’ında fahiş zarar mevcut olsa, dâva vukuunda her halde kal’ine karar itası icab eder. Ağıl sahibi inşa ettiği yapının kıymetinin çok fazla olduğunu ileri sürerek Medeni Kanun’un 650 inci maddesine istinaden muhik bir tazminat mukabili mecmuunun mülkiyetinin kendisine verilmesini isteyemez. Nitekim Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi de 10/4/1951 tarih ve 8661/1918 tarihli kararlarında (tahliyesi istenen mahal umumun intifaina mahsus yerlerden olduğu tahakkuk ettiği takdirde, üzerine bina yapan kimsenin her ne suretle olursa olsun bina yaptığı yerin kendisine temlikini istemeğe hakkı olamayacağından yer ile bina kıymetinin mukayesesine girişilmeden binanın yıkılmasına karar itası icap edeceği) içtihadında bulunmuştur. Bu da pek tabiidir. Zira meralar karakter itibariyle daima umumun intifaina hasr ve terk edilmiş yerlerdir. Bu bakımdan bulundukları hal üzre muhafaza edilmeleri icabeder. Bu gibi yerler hakkında Medeni Kanun’un 650 inci maddesi uygulanacak olursa zamanla mera, meralıktan çıkar ve nesli âti büyük bir sıkıntıya düçar olur. Bu cihet eski Arazi kanununun 97 inci maddesinde açık olarak gösterilmiş ve: (Meralar üzerine mandıra ve ağıl ve ebniye ve saire ihdas olunamaz ve gürüm ve eşcar garsıyla bağ ve bahçe ittihaz kılınamaz. Ebniye, eşcar ve gars eden olursa cemi zamanda (yani her ne zaman olursa olsun) ahali hedim ve kal’ettirebilir) denilmişti. Hattâ burada köy halkının müsaadesi dahi bir kıymet ifade etmez. Yâni bir kimse mera üzerine köyün müsaadesine tevfikan ebniye ihdas etse, aynı köy bunun kal’ını dâva edebilir. Zira mera, o tarihte yaşayan köy halkının değil, müstakbel köy halkının da merasıdır.
D- Mera satılamaz:
Mera; hangi kasaba veya köye tahsis edilmiş ise, o kasaba veya köy halkının o saha üzerinde daimi bir intifa hakkı mevcuttur. Fakat bu intifa hakkı Medeni Kanunumuzun (Intifa hakkı) deye adlandırdığı ihtisasa benzemez. Bu ihtisas hiçbir zaman hukuki tasarruf derecesine çıkamaz.
Bu itibarla meradan intifa etmek hakkını haiz bulunanlar, merayı veya bir kısmını satamazlar. Satacak olurlarsa, bu satış muteber olamaz. Hatta satın alan şahıs, hüsnüniyetle hareket etmiş olsa dahi netice aynıdır. Nitekim Yüksek Temyiz Hukuk Genel Kurulu 1932 tarihli kararında Ammenin menfaatine tahsis edilip, tescile tabi olmayan gayrimenkul mallar müruruzaman haddine baliğ bir müddet tasarruf edilse bile iktisab edilemeyeceğini belirttikten sonra (bu suretle tapuca vâkı olan tescile istinat ile iktisap ve tasarrufta da hüsnüniyet mevzuu bahis olamaz). Içtihadında bulunmuştur.
Bunun gibi, mera lüzumundan ziyade de olsa müfrez bir parça halinde elden çıkarılamaz.
Meraların satılamayacağı Eski Arazi Kanununun 97 inci maddesinde açık olarak tasrih edilmişti. 97 inci maddenin dördüncü fıkrasında: (………ve böyle bir karye ahalisine bilistiklâl veyahut birkaç karye ahalisine bil iştirak mahsus olan kadim mera yerleri alınıp satılamaz) denilmişti.
Bunun gibi meralarda mübadelede caiz değildir. Mera teberru dahi edilemez.
E-Meranın vasfı değiştirilemez:
Meranın kadim vasfının değiştirilememesi esaslı bir hukuk kaidesidir. Zira meranın, bütün intifaa rağmen yine mera olarak kalması gerekmektedir. Bunun için de meralar üzerinde fiili tasarruflara müsaade edilmemek icap eder. Bu sebeple, meradan intifa hakkını haiz karye veya köy ahalisi dahi meradan tarla açamaz. Hattâ bu tarla açma, bütün köy ahalisinin muvafakati ile olsa dahi yine caiz değildir. Çünkü müstakbel nesil
de bu meradan istifade edecektir. Bu itibarla açılan tarla kaç senelik olursa olsun dâva vukuunda yine meraya kalbi icap eder. Bunun gibi mera hiçbir zaman mandıra, bağ ve bahçe haline de getirilemez. Meradan intifa hakkını haiz şahıslar dahi bunu yapamazlar. Bu husus Arazi Kanununun 97 inci maddesinin 5 ve 6 incı fıkralarında açık olarak gösterilmiştir.
Bununla beraber, meranın daha verimli olması için icap eden tedbirlerin alınabileceği şüphesizdir. Bu meranın vasfını değiştirmek değildir.
F- Mera büyültülemez:
Meradan bir kısım yer; tarla, bağ, bahçe haline getirilerek veya satılarak mera küçültülemeyeceği gibi, sınırları kaydırılarak, ham toprak meraya katılmak suretiyle genişletilmesi de caiz değildir. Ne miktar yer mera olarak tahsis edilmiş ise, o miktar yerin mera olarak kalması ve intifa edilmesi icap eder. Zira herhangi bir şahsın tasarruf ve işgali altında olmayan ve köyün merasına dâhil bulunmayan yerler hükümet tarafından iskân edilen şahıslara tevzi edilebilir. Hatta bu yerlerin Medeni Kanununun 639 uncu maddesine tevfikan iktisabı da mümkündür.
Eski Arazi Kanunu da meraların büyütülmesine müsaade etmemişti. 98 inci maddede: (Minelkadim ne miktar arazi muayyene mera olmak üzere terk ve tahsis kılınmış ise, o miktar arazii muayeneye mera denilip muahharan tâyin ve ihdas olunan hudut ve sınıra itibar kılınmaz) denilmişti. Bu itibarla muayyen hudutlar dâhilinde on bin dönümlük yer, mera olarak herhangi bir köye tahsis edildikten sonra, köy ahalisi müttefikan bu yer haricinde kalan kır halindeki beşbin dönümlük sahayı zam ve ilâve etse, bu kısım mera sayılamaz.
Hülasa, meraya zam ve hudutlarının tebdili caiz değildir. Zira Mecellenin 6.ncı maddesinde beyan edildiği veçhile kadimin kıdemi üzere terki lâzımdır.
G- Mera dâvalarında sulh caiz değildir:
Mecelle sulhü, (Bitterâzi nizaı ref’eden bir akittir ki icap ve kabul ile münakit olur) diye tarif eder (Mecelle M. 1531). Filhakika sulh, dávaci ile dâvalı arasında vukubulan bir akitten başka bir şey değildir. Meselâ (A) adındaki şahıs (Koca tarla) namiyle mâruf bir tarlanın mülkiyetinin kendisine aidiyetini iddia ederek (B) adındaki şahsın vâki müdahalesinin önlenmesini istiyor. (B) ise, bu tarlanın kendisine aidiyetini iddia ediyor.
Muhakeme sırasında taraflar bu tarlanın mülkiyeti yarı yarıya kendilerine ait olmak üzere anlaşsalar, bu sulhtur. Bu şekilde tescil kararı dahi verilebilir. Umumiyet itibariyle mevaddı hukukiyenin kafesinde sulh caizdir. İcra ve İflâs Kanun’un 38 inci maddesi, mahkeme huzurunda vâki sulhların ilâm hükmünde olduğunu açıkça tasrih etmiştir. Ahkâmı İslâmiyede vakıflarda dahi sulh caizdi. Vakfa ait bir dâvada mütevellinin beyyine ikamesinden aczi ve müddeaaleyhin de yemin edeceğinin mütehakkak bulunması halinde, vakıf hakkında sulha mesağ vardı. Meselâ bir vakfın mütevellisi diğerinin yedinde olan bir akarı vakfın malıdır diye açtığı davada durum işaret olunan tarzda ise, mütevelli bu dâvada az veya çok bir mal üzerinde sulh olsa, bu sulh sahih addolunurdu. Böyle olduğu halde meralarda sulh caiz değildir. Bunun sebebi şudur: Sulh az çok fedakârlığı tazammun eder. Sulhta her iki tarafta iddiasından bir miktar karşı taraf lehine feragat etmiştir. Halbuki meralarda böyle bir fedakârlık ve feragat caiz değildir. Zira meranın hudutları değiştirilemez ve meradan hiçbir yer terk ve teberru edilemez. Diğer taraftan, sulh bâzan da beyi makamına kaim olur (Mecelle. M. 1548). Meselâ bir kimse bir şahıstan bir ev dâva etse, ve dâvalı etse kendisine on bin lira verilecek olursa müddeabih evi davacıya teslim ve bu suretle sulhu kabul edeceğini beyan ve davacı da bu teklife uysa taraflar arasında bir beyi akdi vukua gelmiş olur. Halbuki meraların satılması caiz değildir. İşte bu sebepledir ki meralarda sulha cevaz verilmemiştir. Bu kaide hilâfına yapılan sulhler kanunen hiçbir kıymet ifade etmez. Bâtıldır. Bâtıl olan bir akit üzerine ise hüküm terettüb etmez.
Tatbikatta bu gibi mera dâvalarında köy muhtarlarının müddeabih üzerinde karşılıklı fedakârlıkta bulunarak sulh oldukları ve mahkemelerin de (sulhun tescili) yolunda karar verdikleri görülmektedir. Bu doğru değildir ve bu şekilde verilen kararların da hiçbir kıymeti yoktur.
K- Meralar tescil edilemez:
Muayyen bir karye veya köye terk ve tahsis edilmiş yerler için eskiden Defterhanede tahsise ait kadim kayıtlar mevcut bulunuyordu. Fakat bu kayıtlara istinaden tahsisi gösteren senet verilmezdi. Köy halkı arzu ederse defterdeki kaydın musaddak bir suretini alırdı. Bugün de kural olarak meraların herhangi bir karye veya köy adına tescil edilerek tapu senedi itâsına imkân yoktur. Tatbikatta her ne kadar köy muhtarları tarafından meralar hakkında men’i müdahale dâvaları açılırken, aynı zamanda tescil talebinde de bulunulmakta ise de, mahkemece bu tescil taleplerinin reddine karar verilmek icabeder. Nitekim Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi tescile mütedair kararı doğru bulmamış ve 22/10/1948 tarih ve 4849 sayılı kapariyle, (Meralarda Medeni Kanun’un 639 uncu maddesi hükmü uygulanamayacağı) gerekçesiyle, bu kararı bozmuştur.
5602 sayılı Tapulama Kanunu da 14’üncü maddesinde, tüzelkişiler üzerinde yapılacak tespitin (tescil mahiyetinde olmadığını) açıklamıştır.
L-Mera hangi köye tahsis edilmiş ise, o yerde, yalnız o köy ahalisinin intifa hakkı vardır:
- Mera, hangi kasaba veya köye tahsis edilmiş ise, oradan yalnız o kasaba ve köy halkı hayvanlarını otlatmak hakkını haizdir ve bu hak mutlaktır. Yani, herhangi bir şahıs tarafından menedilemeyeceği gibi, intifa hakkını haiz ahali de birbirini bundan menedemez.
- Diğer bir kasaba veya köy ahalisi, bu meradan intifada bulunmak, oraya hayvanlarını sokmak hakkını haiz değildirler. Hatta kendi meraları olmasa veya dar bulunsa dahi yine hayvanlarını oraya sokamazlar. Böyle bir tecavüzde bulunurlarsa, hak sahibi olan kasaba veya köyün, mahkemeye müracaat ederek men’i müdahale ve icabı halinde tazminat dâvası ikamesine salâhiyeti vardır.
- Hak sahibi olan köy, kendi meraları üzerinde, diğer bir köye, hayvanlarını otlatmaya izin verse, bu izni her zaman geri alabilir. Ancak bu takdirde tazminat veya ecrimisil davasına hakları bulunmaz.
- İki veya daha ziyade kasaba veya köy ahalisine müştereken tahsis edilmiş olan merada -o mera hangi kasaba veya köyün hududu dahilinde olursa olsun-hak sahibi olan karyeler ahalisi hayvanlarını müştereken otlatıp, yekdiğerini ra’yden menedemezler (Arazi Kanununun 97. maddesine bakınız).
- Bunun gibi, bir kasaba veya köye mahsus veyahut birkaç kasaba veya köy arasında müşterek bulunan merada, o yerler ahalisinden bir kimsenin ne miktar hayvanları yayılıp otlamakta devam edegelmiş ise, o hayvanların bilahare hâsıl olan füruu yâni dölleri dahi, orada otlatılmaktan menedilemez. Hatta bu yüzden darlık vukua gelse bile yine menedilemez. Bu da pek tabiidir. Zira hayvanat füruuyla tekessür eder. Hattá denilebilir ki hayvanattan fürusuz intifa çok kere mümkün olamaz. (Arazi Kanununun 100’üncü maddesine bakınız).
- Ancak kasaba veya köy halkının hayvanlarına müzayaka verecek bir şekilde hariçten hayvan getirilerek (meselâ satın alınarak) merada otlatılması caiz değildir. Böyle bir müzayaka ve darlık hâsıl olduğu takdirde, hariçten hayvan getirerek meraya sokan şahsa karşı, diğer şahısların dâva ikamesine hakları vardır. Bununla beraber burada dikkat edilecek cihet, yukarıda da işaret olunduğu veçhile hariçten hayvan getirilmesi sebebiyle (müzayaka ve darlık) husule gelip gelmediğidir. Eğer müzayaka ve darlık vuku bulmuyorsa, hariçten hayvan tedarik edilerek meraya sokulmasında hiçbir beis yoktur. Hatta bilahare o hayvanlar yavrulayarak çoğalsa ve bu sebeple müzayaka ve darlık husule gelse bile, bu
hayvanlar raiyden menolunamaz. Zira Mecellenin 54’üncü maddesinde işaret edildiği veçhile, bizzat tecviz olunmayan şey bitteba tecviz olunmak icap eder.
- Ve herhangi bir kasaba veya köye hariçten gelerek yerleşen kimse, o yer ahalisinin hayvanlarına müzayaka vermemek ve darlık getirmemek üzere, hariçten bir miktar hayvan tedarik ederek o yerin merasında otlatmak hakkını haizdir (Arazi Kanununun 100’üncü maddesine bakınız).
- Ve yine o kasaba veya köyde eskiden beri ikamet eden şahsın hane ve ağılını satın alarak onun yerine oraya yerleşen kişi de, yerine kaim olduğu şahsın daha evvelce sahip bulunduğu hayvanları adedince o merada hayvan otlatmak hakkiyle mücehhezdir. Çünkü müşteri bâyi makamına kaim olup, bayiin otlatma hakkı kadar, müşterinin de otlatma hakkı bulunmaktadır.
Eski Arazi Kanununun 97 ve 100 üncü maddelerinde bu cihetler açık olarak tebarüz ettirilmiştir. İsmi geçen 97 ve 100 üncü maddelerin hükümleri Medeni Kanun ve Tatbikat Kanununun hükümlerine aykırı bulunmadığından Tatbikat Kanununun 100’üncü maddesi mucibince mülga değildir. Bu itibarla bir ihtilaf vukuunda uygulanmak icap eder. Arazi Kanununun 97. maddesi: (Bir karyeye minelkadim mahsus olan merada yalnız ol karye ahalisi hayvanatını raiy eder ve âhar karye ahalisi ol meraya hayvanat süremez. İki veya üç veya daha ziyade karye ahalisi beyninde minel kadim müşterek olan mera herhangi karyenin hududu dâhilinde bulunursa bulunsun o karyeler ahalisi hayvanlarını müştereken ray ettirip yekdiğerini rayden menedemezler ve böyle bir karye ahalisine bil istiklal veyahut birkaç karye ahalisine bil iştirak mahsus olan kadim mera yerleri alınıp satılamaz ve üzerinde mandıra ve ağıl ve ebniye vesaire ihdas olunamaz ve gürum ve eşcar garsıyla bağ ve bahçe ittihaz kılınamaz. Ebniye ve eşcar ihdas ve gars eden olursa cemi zamanda ahali hedim ve kal’ettirebilir ve arazii mezrua misillu hiçbir kimse tarafından sökülüp ziraat ve hirasete izin ve ruhsat verilmez ve ziraat eden olursa men olunup her ne vakit olsa mera olmak üzere ipka olunur).
100 üncü madde: (Bir karyeye mahsus veyahut birkaç karye beyninde müşterek olan merada karye ahalisinden bir kimsenin ne miktar hayvanatı ra’y olunagelmiş ise, ol hayvanatın muahharan hâsıl olan füruu yani dölleri dahi ol merada ray’dan men olunamaz ve ahalii kuranın hayvanatına müzayaka verecek olduğu halde hariçten ilâve ederek hayvanat getirip ra’y ettirmeğe ahalii karyeden bir kimsenin salâhiyeti yoktur ve bir karyeye hariçten gelip müceddeden yurt bina ederek tavattun edecek kimse ahalii karyenin hayvanatına zaruret ve müzayaka vermemek üzere hariçten bir miktar hayvanat tedarik ve celp ederek ol karyenin merasında ra’y ettirebilir. Ahalii karyeden bir kimsenin ol karye merasında ne miktar hayvanatı ra’y olunagelmiş ise muahharan ol kimsenin yurdunu alan kimsenin dahi ol miktar hayvanatı ra’ydan men olunamaz.
Not. Mezkûr maddelerde sözü geçen (cemi zamanda) ibaresinden maksat (her ne zaman olursa olsun) dur. Kanun vâzu meraların zamanaşımı ile iktisap olunamayacağını (cemi zamanda) kelimeleriyle ifade etmek istemiştir. Filhakika meralarda iktisap zamanaşımı cereyan etmeyeceği hakkında Yargıtay’ın da müteaddit kararları mevcuttur. Bu kararlardan en mühimlerini eserin üçüncü kısmına dercetmiş bulunuyoruz.
- k) Herhangi bir kasaba veya köy dâhilinde (hususi çiftliği) bulunan şahıs da, o kasaba veya köyün merasında çiftliğinin hayvanlarını otlatmak hakkını haizdir. Çünkü çiftlik sahibi, umumi merada hakkı ra’yi bulunan ahaliden birisi demektir. Bu itibarla kasaba veya köy halkı (senin hususi çiftliğin vardır, umumi meradan istifade edemezsin) diyemezler (24). Ancak çiftlik sahibinin bu hakkı eskiden beri otlatmakta olduğu hayvan miktariyle mukayyettir. Hariçten hayvan getirmek suretiyle bunların miktarını çoğaltamaz.
Not Meralar hakkında izah ettiğimiz hükümler, herhangi bir karye veya köy ahalisine minelkadim terk ve tahsis edilmiş olan harman yerleri hakkında da caridir. Bu yerler de alınıp satılamaz; temellük edinilemez, bu yerlerde de zamanaşımı cereyan edemez ve haklarında Medeni Kanun’un 650nci maddesi uygulanamaz. (Bu hususta Arazi Kanununun 96’ncı maddesine bakınız:
Arazi Kanununun 96incı maddesi: (Bir karyenin umum ahalii müctemiasına minelkadim terk ve tahsis kılınan harman yeri alınıp satılamaz ve sökülüp ziraat ve hiraset olunamaz ve üzerine bir gûna ebniye ihdas ve inşasına ruhsat verilemez ve müstakillen veya müştereken tapu senediyle tasarruf kılınmaz. Tasarruf eden olursa ahali cemi zamanda meneder ve bu makule harman yerine diğer karye ahalisi mezruatını naklederek dökemez.
Not: Buna rağmen kasaba ve köy ahalisi, çiftlik sahibinin hususi merasından istifade edemezler. Zira hususi meralar arazii metrukeden olmayıp, arazi emiriyeye tabi tutulan topraklardandır.”[10]
Vahşi Madenciliğe Geçit Yok
Meralarımız hakkında onları layık-ı veçhile kullanan kahraman ecdadımızın bu kullanma hakkına riayet ettiği müddetçe toprağa bağlı bereket ve verim ekonomisini – huzur iklimini yaşadığını söyleyebiliriz. Riayet etmediği dönemler de vardır ve çöküşü onlar hızlandırmıştır. Biz burada meralarımızın tarih içinde nasıl muhafaza edilmeye çalışıldığını, bunun bir kadim felsefeye dayandığını mera hukukunun da bu temelle örüldüğünü anlatmaya çalıştık. Gerek tımar sisteminin çöküşü gerekse fütuhata dayalı sistemin yeni fetihler olmayınca kabuğuna çekilip çürüdüğünü söylemeye hacet yok. Arazilerin önceleri öşür ve haraç araziler ve yürüyen bir miri sistemle idare olunduğu malum. 1858 yılında çıkarılan Arazi Kanunnamesi ile birlikte hukuk sistemimizde de bir yenilenme söz konusu. Artık ondan sonra tasnif de farklılaştı ve çoğaldı. Fakat mera ve orman gibi ortak kullanım alanlarının kamu yararına korunmaya çalışılması kadim felsefeye uygun olarak devam etti. Böylece Cumhuriyet’in kuruluşuna gelindiğinde birçok savaşlara ve yorgunluklara rağmen meraların yine de o kadim felsefesine uygun olarak korunduğunu söyleyebiliriz. 1945’teki Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu bu felsefeye aykırı bir zihniyet taşımıyordu elbette. Fakat giderek meralarımızda çarpık kentleşme ve sanayileşme ile de birlikte azalma meydana geldi. 1998’deki olumlu hamle sağlam bir Mera Kanununa sahip olmamızı sağladıysa da vahşi madenciliğe ram olan siyasal iktidar yüzünden meralarımızda son on yıldaki azalma had safhada. Bir yandan meralar azalırken diğer yandan da hayvancılığı tarımdan ayrı bir sektör imiş gibi addetmek isteyen ve hiçbir yem bitkisi arazisine ve meraya yani otlatmaya ihtiyaç duyulmayacağı zannıyla inek fabrikaları ile ülkenin kurtulacağını ve insanımızın et ihtiyacının karşılanacağını sananlar var maalesef…
Yazımızın sonunda tekrar hatırlatmak istiyoruz.
Ormanları, zeytinlikleri, meraları, tarım alanlarını, su ve toprak kaynaklarını muhafaza etmeden ve geliştirmeden, doğru yönetmeden iklim değişikliği ile, küresel ısınma ile, açlıkla kuraklıkla, gıda krizi ile mücadele edilmez.
Emisyon borsasına girdim diye karbon salınımını azaltamazsınız. Karbon emiliminde ormanlar kadar değerli bir varlığımız da meralardır. Otun kıymetini bilmeyen ot beyinlilerle bir yere varamayız.
Mera kadimden beri meradır, hususiyeti değiştirilemez ilkesini yeniden hayata geçirmeliyiz.
Yeniden 1998’de çıkardığımız Mera Kanununa kavuşmalıyız. Vahşi madencilik yerine yeşile duyarlı madenciliği öncelemeliyiz. Meralarımızda yönetişim de önemlidir. Aşırı otlatmanın ve kötü yönetimin önüne geçmeliyiz. Çobanlık müessesini yeniden canlandırmalıyız. Unutmayalım ki köy hayatı da mera konusundaki o kadim felsefe gibi bir hayat anlayışına dayanmaktadır.
Köyleri mahalle yaparak, tarımı hiçe sayarak, yer altı ve yerüstü servetlerimizi yabancıya peşkeş çekerek gideceğimiz hiçbir kalkınma hedefi olamaz.
[1] Prof Dr Cemil Çalgüner, Arazi Mülkiyet Rejimi ve Türkiye’deki Durum, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Yayınları 437, Ankara 1970 s.64-69
[2] Prof Dr Ömer Tarman, Yem Bitkileri Çayır ve Mer’a Kültürünün Türkiye’nin Bugünkü ve Yarınki Varlığı Bakımından Önemleri, S. 51-53, Ankara, 1968
[3] Çalgüner, age
[4] Prof. Dr. Ömer Lütfi Barkan, Türkiye’de Toprak Meselesi, Gözlem Yayınları, İstanbul 1980, s. 337-338
[5] Ziraat Vekaleti, Birinci Köy ve Ziraat Kalkınma Kongresi Ankara 1938, Kongre Yayını A Serisi Takım 3, Ankara 1938
[6] Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, 1. Tarım Şurası Sonuç Raporu, 25-27 Kasım 1997, Ankara
[7] Hadiye Tuncer, Osmanlı İmparatorluğunda Toprak Kanunları, Tarım Bakanlığı Mesleki Mevzuat Serisi 9, Güneş Matbaacılık Ankara 1965, s. 177
[8] M Zerrin Akgün, Mer’a Hukuku – Mer’a Yaylak ve Kışlaklar, Ankara Yeni Cezaevi Matbaası, 1953
[9] Akgün, age, s. 13-27
[10] Akgün, age, s. 13-27