İslamcı popülizmin dramatik hikâyesi

Tam boy görmek için tıklayın.

 

Şule DEMİRTAŞ

Siyasal iradesizlik aslında bir çeşit bağımsızlık yitimidir. Toplumların çöküşü çoğu zaman savaşla değil kendi iç sesine, kendi yön duygusuna yabancılaşmasıyla başlar.

Atasoy Müftüoğlu’nun “yapısal iradesizlik” tespiti, yalnızca politik bir teşhis değil, aynı zamanda vicdan kaybının adıdır. Çünkü irade, iktidar kudreti olduğu kadar inancın da omurgasıdır. Bir toplum, başkalarının kelimeleriyle kendini anlatmaya kalktığında, önce dilini, sonra yönünü kaybeder. İşte o andan itibaren bağımsızlık yalnızca sınırların değil, bilincin de meselesi olmaktan çıkar. Bugün İslam dünyasının en temel sorunu, kendi değerleriyle değil, emperyal düzenin onayladığı sınırlar içinde var olmaya çalışmasıdır.

İslamcı popülizmin dramatik hikâyesi, işte tam olarak bu kırılmada başlar. Zira gördük ki bir dönem adaletin sesi olarak yükselen bu siyasal damar, zamanla iktidarın sürekliliğini koruma refleksiyle kendi değerleriyle çatışmaya başladı. Gücü adaletin önüne koyan bu zihniyet, her sıkıştığında yeni bir düşman icat ederek toplumsal öfkeyi diri tuttu. Her seçim döneminde “ümmetin onuru” söylemiyle vicdanları harekete geçirdi; ancak zamanla bu söylem, dış politika hamlelerinin arkasında duran bir meşruiyet zırhına dönüştü. Bir zamanlar “dünya beşten büyüktür” diyen siyasi jargon, bugün o beşi temsilen masada oturanlarla fotoğraf vermekte, el sıkışmakta, samimi olmakta sakınca görmüyor. Hatırlayınız, Amerika bir dönem “büyük şeytan” ilan edilmişti, bugünse uluslararası düzenin vazgeçilmez ortağı olarak takdim ve taltif ediliyor. Bu dönüşümü salt politik bir zorunlulukla açıklayamayız çünkü burada mesele çıkar değil, tutarlılıktır.

Daha da sarsıcı olan bu politik zikzakların sembolik karşılığıydı. Kayyumla değil, halkın iradesiyle kazanılacak seçimlerin yapıldığı dönemlerde, meydanlarda “Binali mi Sisi mi?” diye sorarak darbelere karşı direnişin sembolü haline gelen bir liderliğin, yıllar sonra “dostum Sisi” ifadesiyle anılması bizatihi yaşarken gördüklerimiz arasındaydı. Oysa bu ülkenin meydanlarında, darbelere karşı ne bedeller ödenmişti. Seçim meydanlarında dört parmağımızı havaya kaldırarak, Esma Biltaci’ye ağlayarak geçirdiğimiz günlerin tortusu hâlâ tazeyken, seçimle gelmiş bir yönetimi deviren generalin misafirliğinde barış görüşmeleri yapmak, elini sıkmak yalnızca diplomatik bir görüntü değil, hafızanın içinden geçmekti. Ama ne yazık ki daha beterlerini gördüğümüz için bu duruş dahi devede kulak kaldı.

Sonra bize hatırlatıldı: “Devletler konuşur, temas kurar, müzakere eder.” Denildi ki susmanız gerekir. Oysa bu ülke, darbelerin gölgesinde nesiller kaybetti; 1960’tan 1980’e, 1997’den 2016’ya uzanan her kırılma bir kuşağın sesini susturdu. Dolayısıyla darbe karşıtlığını siyasal kimlik olarak büyütmüş bir iktidarın, bugün darbeci bir isme “dostum” diyebilmesi yalnızca siyasetin değil, tarihin de ağırlığını taşır. Ne getirirse getirsin, hangi anlaşmayı, hangi yatırım vaadini masaya koyarsa koysun, o fotoğrafın ardındaki etik çelişki silinmez. Hem bizler şunu da biliyoruz; diplomasi sadece çıkar değil, değer de taşır.

Bu zihniyet yalnızca siyasal değil, kültürel bir deformasyon da üretti. Finans sisteminden enerji hatlarına, savunma sanayiinden medya diline kadar her alanda Batı’nın onayına mahkûm bir düzen kuruldu. Halk, bu bağımlılığı “dünya liderliği” propagandasıyla görmezden gelmeye çağrıldı. Oysa bağımsızlık propaganda değil, altyapı meselesidir; dış borcun arttığı, üslerin çoğaldığı, ithalatın büyüdüğü bir ülkede dik duruştan söz etmek, ancak kitle psikolojisini yönetmeye yarar.

Bu tablonun en çıplak tezahürlerinden biri Trump örneğidir. Dün Kudüs’ü İsrail’in başkenti ilan eden, Filistin direnişini terörizmle özdeşleştiren, İslam coğrafyasına aşağılayıcı yasaklar getiren bir lider bugün “dostum” diye anılıyor. Şarm el-Şeyh’te yaptığı son konuşma, bu ahlaki çöküşün diplomatik sahnesiydi. Trump orada bir siyasetçiden çok bir tiyatro figürü gibiydi; her ülkenin temsilcisine iltifatlar yağdırıyor, adeta ulufe dağıtır gibi övgüler sıralıyordu. Her “değerli dostum” hitabı bir pazarlığın parçası, her tebessüm hiyerarşiyi yeniden kuran bir jestti. Konuşmasında dostluklar, eşitler arasında değil, güçlüyle zayıf arasında, patronla memur arasında kurulmuştu. Trump’ın narsizmi emperyalizmin yeni dilidir. Güç artık işgalle değil, övgüyle tesis ediliyor; minnettarlık bağımlılığın yeni biçiminin en zarif halidir.

Bu gösteri siyasetinin en kanlı izdüşümü ise Filistin’de sürüyor. İsrail, 1982’den beri aynı senaryoyu oynuyor: yorulduğunda ateşkes ilan ediyor, dinlendiğinde yeniden başlıyor. Dünya bu döngüye alıştı; her katliamdan sonra birkaç cümlelik kınama, ardından sessizlik. “Somut adım” dedikleri şey, suçun tekrarı için zaman kazandıran diplomatik parantezden ibaret. Artık kimse bu suçu gerçekten durdurmak istemiyor; herkes, kendi çıkarını bu kanın üzerine inşa ediyor.

Kulluk bilinci bu koşullar altında soyut bir kavram olarak kalamaz. Çünkü zulme itiraz etmeyen toplumlar o zulmün tedarikçisine dönüşür. Savaş uçaklarını ondan alır, yakıtını onun rafinerisinden temin eder, istihbaratını onun sisteminden geçirir. Güce tapınmak artık ideolojik değil, ekonomik bir tercihtir. Böylece dindarlığın içi boşaltılmış, ibadet itirazın yerine konmuş, adaletin dili ticaretin lügatine çevrilmiştir. Bugün siyasal iradesizlik stratejik bir körlüğün sonucudur. Washington ile Moskova arasında denge ararken kendi iradesini yitiren yönetimler, Filistin’deki zulme öfkelenirken aynı anda İsrail’in damarlarını kendi topraklarından geçiriyor. Savunma sanayileri yabancı lisanslara, bütçeler Batı finansına, siyaset dış onaylara bağlı hale geldi. Sistemin dışına düşülmedi, sistemin parçası olundu. Bir zamanlar adalet adına kurulan cümleler, şimdi düzenin sürmesi için söyleniyor. İtiraz eden değil, uyum sağlayan makbul. Bu yüzden ahlaki çürüme artık bir istisna değil, sistemin doğal işleyiş biçimi. Hiçbir ideolojik kılıf, bu teslimiyetin ağırlığını hafifletemez. Gerçek sorun, söylenmeyen değil; söylenirken inanılan yalandır. Çünkü insan bazen susarak değil, konuştuğu her cümlede kendini kaybeder.

Bağımsızlık, artık yalnızca bir siyaset değil, bir hafıza meselesidir. O hafızayı koruyabilmek için, önce kiminle dost olduğumuzu değil, kimin acısına sessiz kaldığımızı hatırlamamız gerekir. Hatırlamayanlara hatta unutanlara da hatırlatmamız gerekir.

————————————

Kaynak:

https://www.karar.com/yazarlar/sule-demirtas/islamci-populizmin-dramatik-hikayesi-1605529

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen