Saray Yahudileri ve Lanet Döngüsü

Tam boy görmek için tıklayın.

Galip TÜRKMEN

(E. Başmüfettiş)

Giriş: Borcun Yükü, Günahın Taşıyıcısı

Tarih, yalnızca olayların kronolojisi değil; aynı zamanda ahlaki ve ekonomik borçların, kurbanlaştırma mekanizmalarının ve siyasi ikiyüzlülüğün de muhasebe defteridir. Bu muhasebe, kimi zaman faiz oranlarıyla, kimi zaman katliamlarla, kimi zaman ise kutsal metinlerle tutulur. Yahudi halkı, bu defterin hem borçlu hanesinde hem de alacaklı sütununda yer aldı. Faizin ahlaken reddedildiği bir dünyada, bu reddin yarattığı pratik boşluk, Yahudiler aracılığıyla dolduruldu; ancak bu aracılık zamanla metafizik bir suç ortaklığına dönüştürüldü. Yahudi toplumu, iktidarın borçlarını finanse ederken aynı zamanda onun ahlaki yükünü de taşımakla cezalandırıldı.

Bu makale, Orta Çağ’da Saray Yahudisi figüründen başlayarak modern dönemde İsrail devletine uzanan bir çizgide, Batı’nın tarihsel suçlarını nasıl ihraç ettiğini ve bu ihraç mekanizmasının nasıl yeni kurbanlar yarattığını incelemektedir. Nietzsche’nin Schuld/Schulden kavramı bu çözümlemede anahtar rol oynar: İktidar, kendi suçunu ödeyebilmek için kurban yaratır; Yahudi, tarih boyunca bu kurban olmuştur.

Faiz, Günah ve Dışlama: Saray Yahudisi’nin Doğuşu

Eski çağlardan beri faiz her toplumda hoş karşılanmayan bir uygulamaydı. Sümerlerden Roma’ya, Hint dinlerinden İslam’a faiz ya sınırlandırılmış ya da tamamen yasaklanmıştı. Kur’an’ın (Bakara 275) “faiz yiyenler ancak şeytanın çarptığı kimseler gibi kalkarlar” uyarısı, bu evrensel reddiyeyi yansıtır.

Orta Çağ Avrupa’sında ekonomik yaşam, 305’de Elvira Konseyi ve 325’de İznik Konseyi kararları çerçevesinde oluşan Kilise’nin faiz yasağı (usura) tarafından şekillendiriliyordu. Ancak krallar ve aristokratlar, savaşlar ve saray yaşamlarının yüksek maliyetlerini karşılamak için büyük kredilere ihtiyaç duyuyordu. Bu durum, finansal riskin ve ahlaki günahın toplum dışına itildiği bir mekanizma yarattı. Hristiyan toplum faizi “günah” ve “şeytanın işi” olarak görürken, Yahudi cemaatleri, kendi dini yasaları (Kardeşinize para, yiyecek ya da faiz getiren başka bir şey ödünç verdiğinizde, ondan faiz almayacaksınız. Yabancıdan faiz alabilirsiniz ama kardeşinizden almayacaksınız. Tevrat, Tesniye Bölümü, Bab: 23, âyet: 19-20)  çerçevesinde Hristiyanlara faizle borç verebiliyordu.

Bu çelişkili yapı, Saray Yahudisi (Hofjude) figürünü ortaya çıkardı: Hem iktidarın mali yükünü taşıyan bir banker hem de ahlaki suçlamaların hedefi olan bir günah keçisi.
Bu figür, sadece mali değil, teolojik ve ontolojik bir taşıyıcıydı; onun varlığı hem borcun yükünü hem de inancın çelişkisini somutlaştırıyordu.

Saray Yahudisi: İktidarın Finansal Kalkanı ve Toplumsal Hedefi

12.yüzyıldan itibaren, özellikle Alman prensliklerinde ve Avusturya’da, Saray Yahudileri kralların ve soyluların mali sisteminin merkezine yerleşti. Görevleri şunlardı:

  • Savaş Finansmanı: Acil ordu harcamaları ve kalelerin inşası için nakit sağlamak.
  • Vergi Tahsilatı: Yerel vergileri toplayarak soyluları halkla doğrudan çatışmadan korumak.
  • Lüks Tüketim: Sarayların değerli taş ve lüks eşya ihtiyaçlarını karşılamak.

Bu konum, onlara kraliyet koruması ve getto dışına çıkma gibi ayrıcalıklar sağlasa da, aynı zamanda halkın ve soyluların nefretini üzerlerine çekiyordu. Saray Yahudisi, efendisinin gözdesi olduğu kadar, onun günahlarının simgesi olarak da algılanıyordu. Toplumsal bellekte bu figür, adaletle değil, ayrıcalıkla; sadakatle değil, ihanetle anılır oldu. İktidarın kalkanı olmak, aynı zamanda onun kılıcının ucunda durmak anlamına geliyordu.

Kıyımın Finansal Anatomisi: Borç İptali ve Teolojik Linç

Saray Yahudisi’nin rolü çifte bir simgeye dönüştü: İktidarın hizmetkârı ve halkın düşmanı. Bu pozisyon, özellikle ekonomik krizlerde Yahudi bankerlerin linçle “tasfiye edilmesi” gibi kanlı çözümlere yol açtı. Bu mekanizma şu üç aşamada işlerdi:

  1. Dini Kışkırtma: Papazlar ve rahipler, Paskalya dönemlerinde “İsa’nın katilleri” retoriğiyle Yahudilere karşı dini nefreti alevlendirirdi.
  2. Halkın Tepkisi: Faiz borçları, ekonomik sefalet ve vergi yükü ile birleşerek Yahudi karşıtı öfkeyi büyütürdü.
  3. Şiddet ve Borç İptali: Yahudiler öldürülür, kovulur, ardından borç senetleri “Tanrı adına” iptal edilirdi.

Bu yöntemle Yahudi bankerler yalnızca bir finansör değil, aynı zamanda iktidarın borcuna karşı “canlı sigorta poliçesi” olarak konumlandırıldı. Kral borcunu ödeyemediğinde, günah keçisini kurban ederek halkı rahatlatırdı.

Kara Veba ve Günahın Biyopolitikası

1347–1353 yılları arasında Avrupa’yı kasıp kavuran Kara Veba, Yahudilere yönelen nefreti zirveye taşıdı. Bilinmeyen bir tehdide karşı çaresiz kalan halk, kuyuları zehirledikleri iddiasıyla Yahudilere saldırdı. Bu, yalnızca maddi değil metafizik bir borç temizliği girişimiydi. Tanrı’nın öfkesini yatıştırmak için “bozulmanın sembolü” olarak görülen Yahudi bedeni yok edilmeliydi.

Ruhban sınıfı, Tanrı’nın gazabını önleyememenin suçunu kendi üzerine almak yerine, bu suçu Yahudilere yükledi. Veba’nın biyolojik tehdidi, bir teolojik arınma ayinine dönüştü. Böylece şiddet, çözüm değil bir tür “arındırıcı ritüel” olarak yeniden üretildi.

Batı Dışsallaştırırken Osmanlı’nın İçselleştirmesi

1492 El Hamra Fermanı ile İspanya’dan kovulan Yahudiler, Batı’nın günah keçisi mekanizmasının zirvesini temsil ederken, aynı yıl Osmanlı İmparatorluğu bu dışlanan topluluğa kucak açtı. Sultan II. Bayezid, İspanya Yahudilerini ülkesine davet etti ve onların göçünü kolaylaştırmak için donanmalar tahsis etti. Bu davet, sadece dini hoşgörünün değil, Osmanlı devlet aklının stratejik bir kararıydı.

Osmanlı, Batı’dan farklı olarak:

  • Yahudileri faiz günahının taşıyıcısı olarak değil, ekonomik ve kültürel birikim taşıyıcısı olarak gördü.
  • Onlara millet sistemi çerçevesinde özerklik tanıdı.
  • Ticaret, tıp, matbaacılık ve finans alanlarında Yahudilerin bilgi ve emeğinden yararlandı.

Bu yaklaşım, Batı’nın dışlayıcı antisemitizmine karşı İslam medeniyetinin tarihsel bir farkını ortaya koydu. Avrupa’da Yahudiler kıyımlarla, gettolarla ve zorla vaftizle karşı karşıyayken; Osmanlı topraklarında dinlerini, dillerini ve kültürlerini koruyabildiler.

Ancak bu fark yalnızca bir medeniyetler karşılaştırması değil; aynı zamanda Batı’nın tarihsel utanç borcunu sıfırlamak için yaptığı coğrafi transferin bir öncülü olarak da okunmalıdır. 1492’de Yahudileri dışlayan Batı, onları Osmanlı’ya “ihraç etmiş”; böylece günah keçiliği mekanizmasını, hem maddi hem sembolik olarak coğrafya dışına taşımıştır.

Osmanlı, bu ithal edilmiş halkı kendi içinde asimile etmeye çalışmamış; aksine çok dinli yapısının bir parçası olarak dâhil etmiştir. Bu, Yahudi tarihinde bir nefes alma aralığı, Batı tarihinde ise yükten kurtulma manevrası olmuştur. 20. yüzyılda İsrail’in kurulmasıyla yeniden günah keçisi döngüsüne sokulan Yahudiler için, Osmanlı dönemi hâlâ bir tür “karşı hafıza” olarak varlığını sürdürür.

Rothschildler ve Döngünün Kurumsallaşması

18. yüzyıldan itibaren, Avrupa’da feodal yapılar çözülmeye, ulus-devletler doğmaya başladıkça, geleneksel Saray Yahudisi figürü dönüşüm geçirdi. Bu dönüşümün en somut örneği Rothschild ailesi oldu. Mayer Amschel Rothschild’in Frankfurt’taki bankacılık faaliyetleri, oğullarının Londra, Paris, Napoli ve Viyana’da kurduğu şubelerle uluslararası bir finans imparatorluğuna dönüştü.

Rothschildler, parayı artık doğrudan nakit üzerinden değil, senetler, bonolar ve devlet tahvilleri üzerinden dolaştırarak sermayeyi coğrafi değil kurumsal olarak yaygınlaştırdı. Artık sadece bir kral değil, birden fazla ülke borçlanıyor; sermaye sadece bir kişiye değil, uluslararası sisteme borç veriyordu.

Bu yöntem, geleneksel Saray Yahudisi’nin taşıdığı ölümcül riski ortadan kaldırdı. Ancak bireysel başarı, Yahudi halkının üzerindeki kolektif laneti silemedi. Halkların belleğinde Yahudi figürü hâlâ “sistemin taşıyıcısı”, “gizli güç” ve “ahlaki çürümenin simgesi” olarak yaşıyordu. Rothschild ailesi ve diğer bankerler kurtulmuş olabilir, ama Yahudi halkı bu kurtuluşun bedelini başka biçimlerde ödemeye devam etti.

Holokost: Günah Keçiliğinden Endüstriyel Yok Oluşa

1933–1945 arasında Nazi Almanyası, Yahudi karşıtlığını tarihsel örneklerden farklı bir boyuta taşıdı. Bu kez hedeflenen, Yahudilerin dönüştürülmesi veya sürgün edilmesi değil; biyolojik olarak yok edilmesiydi. Orta Çağ’daki dini-dışlayıcı retorik, modern dönemde bilimsel ırkçılık ve endüstriyel imha programına dönüştü.

Yahudiler:

  • Kapitalizmin simgesi olarak (bankerler, sanayiciler),
  • Aynı anda komünizmin taşıyıcısı olarak (Marksizm),
  • Almanya’nın I. Dünya Savaşı’ndaki mağlubiyetinin suçlusu olarak kodlandı.

Bu çelişkili ithamlar, Nietzsche’nin Schuld/Schulden kavramını doğrular nitelikteydi: Suçun rasyonel temeli yoktu. Suç, duygusal, teolojik ve psikolojik borçların dışsallaştırılmasıydı. Yahudiler, Alman toplumunun hem maddi krizinin hem de metafizik günahlarının bedelini ödemek için endüstriyel bir kıyıma tabi tutuldu.

Holokost, yalnızca bir nefretin değil; borçtan arınma fantezisinin nihai formuydu. Bu defa Yahudi banker değil, Yahudi halkı topyekûn tasfiye edilmeye çalışıldı. Bu kıyım, Batı’nın utanç borcunu başka bir forma soktu: Artık geçmişin günahı, başka bir halkın üzerine yıkılacaktı.

1948: Yahudilikten Yahudi Devletine — Batı’nın Suç Transferi

Holokost’un ardından Avrupa’nın vicdanı, bu sefer başka bir mekanizmayı devreye soktu. Yahudi halkına bir “devlet” vadedilerek tarihsel suçlar telafi edilmeye çalışıldı. 1917’deki Balfour Deklarasyonu, Rothschild ailesine verilen diplomatik bir taahhüttü. Ancak bu vaat, gerçekleşme imkânını 1948’de, Batı’nın suçunu “coğrafi olarak ihraç etmesiyle” buldu.

Gönüllü Göç Maskesi Altında Zorunlu Tahliye

  1. Dünya Savaşı ardından oluşan tablo zayıfı korumaktan ziyade yükünü başkasına devretme psikolojisini içeriyordu. Holokost sonrası Avrupa’da yerinden edilmiş yüz binlerce Yahudi vardı; ancak bu toplumlar, Batı ülkeleri tarafından tam olarak kabul görmedi.

 - Birleşik Devletler’in Kapalı Kapıları

ABD, savaş sonrası Yahudi göçmenler için göç kotalarını esnetmekten kaçındı. İç politikadaki ırk/etnik gerilimler ve antisemitik eğilimler, ABD’yi “fazla alma” yönünde sınırladı. Dolayısıyla ABD, büyük sayılarda Yahudi mülteci alımına yanaşmadı; bu yük başka bir coğrafyaya yönlendirildi.

– Avrupa’nın İsteksizliği

Avrupa ülkeleri de yıkım sonrası yeniden yapılanma sürecindeydi ama Yahudi topluluklarını yeniden entegre etmek için istekli değildi. Örneğin Polonya’da 1946 Kielce Pogromu yaşanmış, antisemitizm yeniden su yüzüne çıkmıştı. Bu kapsamda Yahudiler Avrupa’da hâlâ “istenmeyen azınlık” olarak algılandı.

– Siyonizm’in Batı’ya Sunduğu “Çözüm Paketi”

Bu koşullarda Siyonizm Batı için iki yönlü bir çözüm sundu: Yahudilerin Avrupa’dan “gönüllü göç” adı altında çıkarılması, Batı kamuoylarına ahlaki bir temizlenme hissi verilmesi ve Yahudi sorumluluğunun başka yere yönlendirilmesi. Böylece Batı, tarihsel suçluluğunu Yahudi varlığı üzerinden coğrafi olarak devretti. İspanya sürgünü kısmiydi, İsrail sürgünü kıtasal (tüm Avrupa’dan) oldu.

Evanjelik Siyonizm: ABD’nin Stratejik Günah Temizleyicisi

ABD’nin İsrail’e koşulsuz desteği yalnızca stratejik çıkarlarla değil; Evanjelik Hristiyanların İsrail yanlısı teolojisiyle de meşrulaştırıldı. Bu inanç sistemine göre, Yahudilerin Filistin’e dönüşü Mesih’in (Hz. İsa’nın) ikinci gelişinin ön koşuluydu. Dolayısıyla İsrail’e destek — yalnızca diplomatik değil — “kutsal görev” hâline geldi.

Evanjelik destek sayesinde ABD yönetimi, İsrail’in insan hakları ihlallerine dair eleştirilerde şekilsel olarak mesafeli görünürken, Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen gerçek anlamda “kredi açmaya” devam etti. Bu kredinin ardında, “Tanrı’nın planına hizmet ediyoruz” söylemi vardı; bu da ABD’yi hem vicdanî bakımdan koruyor hem de politikasını sürdürmesine imkân tanıyordu.

Amerika Birleşik Devletleri başta olmak üzere Batılı ülkeler, Yahudi mültecileri toplu şekilde kabul etmek yerine, onları yeni bir devletin inşasına yönlendirdi. Bu durum üç yönlü bir “temizlik” stratejisine hizmet etti:

– Vicdani temizlik: Batı, Yahudilere içinde yer vermese de dışarıda (Filistin’de) bir “yurt” verdi.

– Demografik temizlik: Avrupa’dan Yahudileri “gönüllü göç” adı altında çıkardı.

– Siyasi temizlik: Yahudi sorunu, artık Avrupa’nın değil, Ortadoğu’nun sorunu hâline geldi.

Bu süreçte mağdur rolü üstlenen Yahudi halkı, devletleşmeyle birlikte araçsallaştırılan bir aktöre dönüştürüldü. Batı, tarihsel suçunu temizlemek için yeni bir halkın, Filistinlilerin sırtına yük bindirdi. 1948 Nakbası (“Felaket”), bu yükün ilk şiddetli yansımasıydı.

İsrail ve Yeni Günah Keçisi Döngüsü

İsrail 1948’de ABD desteğiyle kuruldu. Ancak bu, Yahudilerin çilesini sona erdirmedi; aksine, Filistin’in işgali ve Gazze’deki yıkım, yeni bir günah keçisi döngüsü yarattı.

Batı, İsrail’in yıkım ve şiddet politikalarını destekleyerek kendi tarihsel suçlarını (aslında Yahudiler de masum değil söylemiyle) aklama yoluna giderken, Yahudileri tarihte kendilerine hiç zulmetmemiş olan Müslümanlarla karşı karşıya getirdi. Batı bir yandan Müslümanları kendi sabıkalı geçmişine ortak edecek provokasyonlar üretirken Yahudileri de şiddeti artıracak şekilde manüpile etmektedir.

İsrail’in Gazze’ye yönelik insanlığa karşı suçlar barındıran saldırıları, Batılı hükümetler tarafından ya görmezden gelindi ya da doğrudan desteklendi. Batı kamuoyu ise yönetimlerinden ayrışarak insani tepkilerini yükseltti. Tüm dünyada vicdanlar harekete geçti, İsrail’in saldırılarını aktif olarak kınamaya başladı. Bu tepkiler şimdilik İsrail yönetimine (Saray Yahudilerine) yönelik olarak devam ediyor, Yahudi kimliğine yönlendirilecek uygun ortam ise oluşmaya başladı.

Schuld/Schulden: Nietzsche’nin Aynasında Tarihsel Arınma İllüzyonu

Nietzsche’nin Schuld (suç) ve Schulden (borç) kavramları, bu tarihsel döngüyü anlamak için merkezi bir teorik çerçeve sunar. Nietzsche’ye göre:

  • Toplumlar, kolektif borçlarını günah kurbanları yaratarak öder.
  • Suçun maddi değil, ahlaki ve ontolojik bir boyutu vardır.
  • Bu suç, bedensel şiddet yoluyla “silinemez”; yalnızca yeni kurbanlar yaratılarak

Bu bağlamda Yahudiler, önce borcun taşıyıcısıydı. Ardından suçun bedensel hedefi oldular. Modern dünyada İsrail devleti, Yahudi halkının suç statüsünden çıkarılması için bir araç gibi sunuldu. Ancak bu “çıkış” bir başka halka borç yüklemekle mümkün kılındı: Filistinliler artık Batı’nın tarihsel günahının yeni muhasebe nesnesidir.

Bu denklemde:

  • Borç silinmiyor, yön değiştiriyor.
  • Suç ödenmiyor, kurban değişiyor.
  • Ahlaki çürüme çözülmüyor, coğrafi olarak ihraç ediliyor.

Sonuç: Ahlaki Borcun Coğrafi Aktarımı ve İnsanlığın Vicdan Yarası

Saray Yahudisi, Orta Çağ’dan modern döneme uzanan bir süreçte, iktidarın ekonomik ihtiyaçlarını karşılayan ve aynı zamanda onun ahlaki suçlarını yüklenen trajik bir figürdür. Borç iptali için kıyımlara, Kara Veba’da metafizik günah keçiliğine, Nazizm’de biyolojik imhaya ve İsrail-Filistin meselesinde yeni bir araçsallaştırmaya maruz kalan Yahudiler, sermayenin ve iktidarın lanetini taşımışlardır.

Rothschildler kendi adlarına (ve modern Saray Yahudileri olan Bankerler adına) bu döngüyü kırmış olsa da, Yahudi toplumunun geneli, Batı’nın tarihsel suçlarını aklama çabasının kurbanı olmaya devam etmiştir. Yahudi tarihi, sadece zulüm değil, iktidarın kendi içsel krizlerini ihraç etme stratejilerinin tarihidir. Nietzsche’nin Schuld/Schulden kavramı, bu sürecin özünü ortaya koyar: İktidar, kendi suçunu ve borcunu ödeyebilmek için bir kurban yaratır ve bu kurban, tarih boyunca Yahudiler olmuştur. İsrail’in kuruluşundan itibaren kendine zulmedenlere giderek benzemeye başlasa da başka bir araçsallaştırmadan kurtulamamıştır.

Bu döngü, yalnızca ekonomik bir mesele değil, insanlığın ahlaki ikiyüzlülüğünü ve siyasi manipülasyonun karanlık yüzünü yansıtan evrensel bir trajedidir. Faizin ahlaken reddedildiği bir dünyada, bu reddin yarattığı çelişki pratik bir çözümle aşıldı: Günah, onu doğrudan uygulayamayanlar adına taşıması için Yahudilere yüklendi. Bu ikiyüzlü düzen, sadece ekonomik bir çıkarı değil, ahlaki yükü ve toplumsal öfkeyi de aynı bedene yöneltti. Böylece bireysel bir günah, sistemli bir lanete; banker figürleri üzerinden ise tüm bir halkın tarihsel kurbanlaştırılmasına dönüştü. Saray Yahudisi’nden Gazze’ye uzanan çizgi, bu çelişkinin dramatik sürekliliğini ortaya koyar. Bu adaletsizlik, şimdi Gazze’de zulüm üreterek, insanlık vicdanında kapanmayan bir yara olarak yaşamaya devam etmektedir.

Yazar
Galip TÜRKMEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen