“Git, Peygamber-i Ekbere var.
Ben geldim de.
Dedelerim çoban oğlu çobandı.
Çok yüksekleri, Köroğlu zirvelerini yurt tutmuşlardı.
Ben de onlara özendim gökleri yurt tuttum de.
Sonra git, Ali Koç emmiye, Mehmet Ali dedeye uğra.
Sonra tüm akrabalara var; selam söyle. Ben geldim de.
Sonra da peygambere var aguşunda sana ayrılan yere otur.
Ah! Mekânın cennet olsun canım.
Mahşerde görüşmek üzere…”
İLGEN

Cihan Harbi yılları. Bizim oralardan da her yerden olduğu bölük bölük asker gitmiş. Yemen’e, Galiçya’ya, Sarıkamış’a, Çanakkale’ye. Her ocağa bir ateş düşmüş. Gelen olmuş, kalan olmuş. Toprak, bir kızıl goncaya dönmüş.
Arkada ağlayanın bile kalmadığı bir kıyamet, bir mahşer yeri her taraf. Kitap, “çocukları bile ak saçlı ihtiyara çevirecek bir günden” bahseder (Müzemmil/17). Cihan Harbi de öyle bir mahşer. Umumî Seferberlik ilan edilmiş, memleket bir can pazarına dönmüş.
O harbe bizim köyden de 90 delikanlının gittiği söylenir. Biraz abartılı olsa da demek oluyor ki herkes seferber olmuş. Bu ifade bunu anlatıyor. Bizim de iki dedemiz katılmış bu harbe. Ali’yle Mehmet Ali. İkisi de Hacı Köse torunu. Biri, Mahmut’un, diğeri Süleyman’ın oğulları.
Gel gör ki, büyük bozgun başlayıp ordu ricat etmeye başlayınca bu ikisi de dağınık ordunun bir parçası olarak kendi imkânlarıyla ana birliğe çalışırlar ama ne çare. Ali yaralı, çöl zorludur. Önde kaynayan bir çöl, arkada ganimet peşindeki eşkıya ve İngilizler. Epey yol aldıktan sonra Ali, Mehmet Ali’ye, “Emmioğlu sen git, anlaşıldı, biz burada kalacağız” der.
Mehmet Ali, çaresiz emmioğlunu orada bırakır. Çölde kalan Ali dedemiz orada bir başına kalır, toprağa düşer ve isimsiz kahramanlar kervanına katılır. Bu Ali dedemiz annemin amcası, Mehmet Ali dede de babamın amcası olur. Ali dede şehit düşünce anneannem, kendinden sekiz yaş küçük kaynıyla evlendirilir. Ondan da annem, dayım ve teyzem olur.
Mehmet Ali dedeye anneannem, Ali’ye ne oldu diye sorunca, O kendisine, “Ali’yi Şam’da hastanede bıraktım” diye cevap verirmiş. Anneannem rahmetli de “Mehmet Ali bunu bana söylerken, yüzünü çevirdi, bana bakamadı” dermiş. Mehmet Ali dede de akrabalara “Döndü geline işin aslını söylemedim. Ali çölde kaldı, işin aslı bu” dermiş.
Mehmet Ali dedemiz 38 yaşında ölmüş.
Göklerdeki Kartal
Aradan yıllar geçiyor. Mehmet Ali dede biricik oğluna, çölde kalan bu emmioğlunun adını veriyor. Bu Ali emmiyle babam öpe öz emmioğlu olurlar. Babamla Ali Koç emmi diğer halalarımızla birlikte aynı büyümüşler. Yaşları da birbirine yakın. Sonra dedem Kamalı Mustafa, atalar evini biraderi oğluna bırakarak, hemen onun yanı başında yeni bir ev yaptırmış.
Fakat evler ayrılsa bile, bunlar kendilerini kardeş gibi bilmişler. Biz de çocukken öyle hissettik, öyle büyüdük. Bu Ali emmimizin beş oğlu oldu. Dördüncüsü Şeref. Şeref’le biz çocukken çok koç güttük. Bizim oralarda “koç katımı” diye bir deyim vardır. Yayla inişi koçlar davardan ayrılır ve belli bir süre sürüden ayrı güdülür. Biz de son yaz bu koçları otlatır, okul öncesinde bu meşgaleye katılırdık.
Fakat babalar birbirilerini çok sever, gidip gelmeler; gidip gelmelerde yatsılıklar, kuşanalar, sini sini acem pilavları, pişmaniyeler birbirini takip ederdi. Biz çocuklar da bir kenarda, hayatlarda, masallar, bilmeceler, koşuşturmacalar, kendi dünyamıza dalardık. Sonra da (çoğu kez bu kışın böyle olurdu) Koca Harmandan annemin sırtında eve gitmeler.
Çocukluğumuz böyle geçti.
Aradan yıllar geçti. Hepimiz ayrı ayrı yerlere dağıldık. Babam rahmetli erken göçtü. Biz yetim kaldık ve Ankara’ya amcamızın yanına okumaya gittik. Kalanlar başka yerlere dağıldı. Bu alan daha çok Anadolu’nun asıl hikâyesi olarak köy sosyolojisi ve çarpık kentleşmenin alanına girse de bu alandaki çalışmalar kuru anket paketlerine sıkıştırılmış olarak güdük kaldı.
Herkes, hayatın kendisini savurduğu denklemde başka başka sosyolojilerin muhatabı oldu. Buradan çok ilginç sonuçlar çıktı. Bizde milliyet teorisi ve sosyoloji çalışanlar her nedense bu tarz konuları anket gibi tuhaf yöntemlerle anlamaya çalışıyor. Oysa sosyoloji, hakikati, doğa bilimlerinde olduğu gibi bütünün cüzlerinde değil, bütünün kendisinde arar. Çünkü bütün ve nihaî hasıla, parçadan çok daha farklı bir şeydir ve o yüzden kendisini oluşturan parçalar içinde değil, o andaki ve tarihî süreklilikleri içindeki bağlamı içinde sunar ve o şekilde anlaşılır.
Her neyse, Ali emminin dördüncü oğlu Şeref’in de iki oğlu oldu: Nihat ve Fuat. Nihat okudu hava pilot, Fuat da veteriner oldu.
Derken haberlerde Gürcistan üzeri Azerbaycan’dan gelen kargo uçağının düştüğü duyuldu. Bu durumda kimse kendi yakınına ölümü yakıştıramaz. Tereddütler, umutlar gelip gider. Burada da öyle oldu.
Ama olan olmuş, gencecik fidanlar toprağa düşmüştü. Bunlardan biri de Cihan Harbi gazisi Mehmet Ali dedemizin torunu Hava Pilot Binbaşı Nihat İLGEN’di. Kaderin ne garip tecellisidir ki o da büyük dedesi gibi 38 yaşında aramızdan ayrıldı.
Anne baba, demin hafiften dokunduğum bir sosyolojinin parçası olarak köyden kopmuş ve şehre, oranın hayatına girmiş ailelerdendi. Baba uzun yıllar Köy Hizmetlerinde mevsimlik işçi olarak çalışmış, anne de hastanelerde temizlik işleri yaparak bu iki çocuğu hayata hazırlamış, varını yoğunu onlara vermişlerdi. Ben, çocukları ve torunlarıyla bu kadar ilgili çok az kimse gördüm. Bizim Şeref de öyle, çocuklar ve torunlar tarafından “çıt” diye bir ses gelse hemen o tarafa yönelen bir duyarlılık.
Ateş işte buraya, bu eve düştü.
Kader, o her şeyin üzerinde hükmünü icra eden nihaî merci, mukadderatın o çelik kanatlı kuşu, gün geldi, göklerde uçan o kartalı, Cihan Harbi gazisinin torunu Nihat’ı aramızdan aldı.
Yükseklerde uçan kartalın kolları gevşedi. Süzülerek toprağa düştü.
Ölüm bu ne denir. Biz de şehidi toprağa verdik.
O gün yer ağladı, gök ağladı.
Ne demişti Kitap:
“Siz şehitleri ölmüş sanırsınız oysa onlar diridirler ve rableri katında sonsuz nimetler içinde rızıklandırılıyorlardır, lakin siz bunun farkına varmaz, bilincine erişemezsiniz”. (Bakara/154).
O şimdi başka bir yerde, Rabbin huzurunda gülümsüyor.
Anne
Sonra eve dönüyoruz. O acılı eve.
Anneyi görüyorum, Meryem’i. İçinde kaynayan bir yürek. Yılların ıstırabı. Kırık bir kalp. Tevekkülü rehber edinmiş bir iman. Orada, o anda Anadolu Mayasını gördüğümü hissediyorum. Şu rasyonellikler, şu bin bir kılığa girmiş gerekçeler, şu bilmişlikler, şu benim demeler, hesaplar kitaplar, makyajlar, göndermeler, dokundurmalar; hepsi küle dönüyor ve önümde saf ihlastan yapılmış granit bir anıt yükseliyor.
Bir mimar veya sanatkâr olsaydım o anıtı dikmek isterdim. Sonra gözlerimin önüne, oraya gelen sivil ve resmi apoletler taşıyan kimi aktörlerin tiyatro sahneleri geliyor. İçlerinde bazı örneklerinde görüldüğü gibi o ritüelin göstermelik icabına bile riayeti çok gören nadanların ahvali. Birde şehidin arkasından sessiz sedasız yürüyen Anadolu insanının o vakur yürüyüşü.
Anlıyorum ki milletleri millet yapan bu hissiyattır. Nitekim çok uzun zaman önce bu milletin, Türk Milletinin kurucu düşünürü Gökalp de bu hususa parmak basmış, bunu teyit etmiş.
“Siyasî inkılâbın icrası için hürriyet, müsavat, uhuvvet gibi meşrutiyetin ruhunu temsil eden kuvvet-fikirlerin intişarı kâfiydi. Hâlbuki içtimaî inkılâp kuvvet-hislerin inkişaf ve teâlisine bağlıdır. Fikirlerin kabul ve reddi zihnin iradesi dâhilindedir. Hisler, asırlarca süren içtimaiyatların izleri olduğundan kolayca istihale edemez” (Gökalp,2022: 245)
Ben o gün orada şehit annesi Meryem’in tavrında, edasında, hasılı her şeyinde o havayı gördüm. Bu hava bizi biz yapan maya, insan tarafımızın en kuvvetli olan saf merhamet ve teslimiyetin özü, usaresiydi. Sonra babaya, çocukluğumuzu beraber geçirdiğimiz emmioğlu Şeref’e baktım. Onda da bu memleketi yurt yapan atalar mirasının bütün kudret ve metanetini gördüm.
Ve bir daha inandım, iman getirdim ki bu millet yıkılmaz. Yüzeyde görünen o çer çöp, kıymık parçalarının hiçbir önemi yok. Değil mi ki bu maya, Anadolu Mayası sağlam ve ben de tıpkı içinde doğup büyüdüğüm bu büyük millet, Türk Milleti gibi bu mayanın bir parçasıyım, bu cephe çökmez.
Bunu, bilincimizle değil, bilinçdışımızın doğası olan hissiyatımız ve eğilimlerimizle yaşıyoruz. Ve bu miras, atalar mirası, hayatımızın asıl mücevheri, üstündeki bütün köpüklere rağmen hâlâ diri, hâlâ canlı.
O gün bir daha anladım ki bizi ayakta tutan güç bu.
Nihat, güzelim, ölümün bile bin nasihat oldu bize. O bile milletin harcı oldu.
Sen o kubbenin kilit taşlarından biri oldun.
Ne demişti gelenek,
“Her koçtan kurban olmaz olmaz!” Sen, o oldun…
Kasaba gidenlerden değil, kurban olan koç yiğitlerden biri.
Mekânın pür nur olsun…
