Atsız’la Fatih’in Türbesinde – Altan Deliorman

Tam boy görmek için tıklayın.

Altan DELİORMAN

Cağaloğlu’ndan gelen caddenin Divanyolu’na ulaştığı yerde, sol köşede eski bir kıraathane vardı, “Pehlivanlar Kahvesi” olarak tanınırdı. Duvarlarındaki eski ve namlı pehlivanların boy boy renkli resimleri asılıydı. Hemen her tabakadan insanların, fakat daha ziyade yaşlıların ve özellikle emeklilerin geldiği bu kahve, geniş ve yüksek tavanlıydı. Sonraki yıllarda yıkıldı ve arsasına bir iş hanı yapıldı.

Atsız’la burada buluşmak üzere sözleşmiştik. Bir yaz günüydü. 1952’nin Temmuz’u, belki de Ağustos’u. Ben, liseden sıra arkadaşım Erk’i de yanıma alarak gittim. Biraz sonra Hoca da geldi (Atsız’ın adı aramızda artık ‘hoca’ydı. Gıyabında nadiren Atsız Bey diye bahsettiğimiz de olurdu).

Düşünüyorum: Niçin buluşmuş olduğumuzu şimdi hatırlayamıyorum. Fakat ayrılacağımız sırada O’nun, her zamanki gibi Köprü istikametine değil, Aksaray tarafına doğru yöneldiğini gördük.

-Hocam nereye?

-Fatih’e gidiyorum. Bugün Fatih Sultan Mehmed Han’ın türbesinde çalışacağız.

Erk’le birbirimize bakıştık ve aynı anda, ikimiz birden:

-Bizi de götürmez misiniz? diye sorduk. Gelmemizde bir mahzur var mı?

Memnun olmuştu.

-Hayır, hiçbir mahzur yok, dedi, beraber gidelim.

Duraktan Edirnekapı-Bahçekapı tramvayına bindik. Biraz sonra Fatih’teydik.

Türbeye vardığımız zaman, orada bizi küçük bir grubun beklediğini gördük. Bunlar, Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar ve hanımı Reşide Sançar, Atsız’ın hanımı Bedriye Atsız ve o sırada galiba Diyarbakır’da lise öğretmeni olan Kırzıoğlu Fahrettin Bey’di. Biraz vakit geçince İsmail Hâmi Dânişmend de geldi.

İsmail Hâmi gelene kadar Atsız, Kırzıoğlu’na takıldı durdu. Kırzıoğlu, Kürtlerin menşei üzerinde çalışmalar yapıyordu. Kürt adıyla anılan topluluğun bir Türk boyu olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Onun ileri sürdüğü ilmî iddialara ve delillere Atsız başka delillerle cevap veriyor, sakin ve sağlam Kırzıoğlu’nu kızdırmak istiyordu. Fatih’in kapalı türbesi önünde yarım saat kadar bu ilmî tartışmayı dinledik.

İsmail Hâmi Dânişmend, o sıralarda Milliyet gazetesinde günlük yazılar yazıyordu. Ayrıca Fetih Cemiyeti’nin de başkanıydı. İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü için hazırlıklar yapılıyordu. Bu yıldönümünün büyük törenlerle kutlanması için gayret gösteriyordu.

Cumhuriyetin ilânından sonra çıkarılan bir kanunla bütün türbeler kapatılmıştı. Bu arada Fatih Sultan Mehmed’in türbesi de kilitlenmniş, kendi hâline terk edilmişti. Dışardan bakıldığı zaman âdeta bir izbeye dönmüş, yer yer harap olmaya yüz tutmuş görünüyordu. Pencere parmaklıklarına birkaç bez parçası bağlanmıştı. Türbe kilitliydi, ziyaret yasaktı ama Müslüman İstanbul halkı, Fatih’i evliyadan sayıyor, onun ruhundan istimdatta bulunuyor, bu yüzden türbenin pencereleri önünde dua ediyor, hatta adaklar adıyordu.

Türbedar, türbe kapısını açmaya bir türlü yanaşmıyordu. Nihayet İsmail Hâmi, otoriter ve tehditkâr bir tavır takındı. Fetih Cemiyeti, gereken izni almıştı, türbeye girilecekti. Türbedarın gözü o kadar korkutulmuştu ki, türbeden içeri bir canlının adım atmasını affolunmaz bir suç gibi görüyordu.

En sonra karşısındaki adamın doğru söylediğine kanaat getirmiş, biraz da hatırı sayılır bir kimse olduğunu anlamış olacak ki, eski, kocaman bir anahtar getirdi, kapıyı açtı.

Hep birlikte içeri girdik. Önce burnumuza bir küf ve pas kokusu çarptı. Loşluğa ve bu tuhaf kokuya bir süre sonra alıştık. Anlaşılan, İsmail Hâmi ile Atsız önceden konuşmuş, gerekli tertibi almışlardı. Bedriye Atsız’ın yanında elektrik süpürgesinden bez parçalarına, küçük süpürgelerden parlatıcı maddelere kadar gerekli her şey vardı.

-Şimdi burasını temizleyeceğiz.

Kolları sıvadık. Kimimiz süpürme, kimimiz toz alma, kimimiz parlatma, cilâlama işlerini üzerimize aldık. Yılların tozu, pası birikmişti. Sildikçe çıkıyor, bir türlü temizlenmek bilmiyordu.

Hey koca Fatih! 21 yaşında İstanbul’u fetheden, ulaşılması güç Konstantıniyye Kızılelması’na erişen yüce dâhi! Büyük Sultan! Bu ne nankörlük! Biz evlâtların mı, senin türbeni bu hâllere getirmişiz? Sana olan şükran borcumuzu, türbeni zamanın tahribatına terk ederek, âdeta senden intikam alır gibi mi ödemeye kalkışmışız? Bizi bu hâle nasıl getirmişler? Hangi bilinmez eller bizi sana yabancı, hatta düşman kılmış?

Eski bir dolabı temizlemeye çalışırken bunları düşünüyor, garip ve acı kaderimize lânetler savurarak gözyaşlarımı içime akıtmaya çalışıyordum.

O gün, diyebilirim ki, Fatih’in ağır bir havayla dolu türbesinde, yüz kitap okusam alamayacağım ibreti aldım.

Atsız’ın belki bilerek, belki farkında bile olmadan verdiği derslerin en değerlisi, orada geçirdiğim beş-altı saatlik zamana sığmıştır.

Sandukanın örtüsü yırtılmış, kirlenmiş, solmuştu. Sanduka çevresindeki parmaklıklar eskimiş, dökülmüş, paslanmıştı. Örtünün ölçüleri alındı, civardan bir usta getirildi, parmaklığın tamiri için anlaşmaya varıldı. Atsız’ı alış-veriş ederken hiç görmemiştim. İlâç ve kitap alımlarının dışında, bir daha da görmeyecektim. Ama ne yaman bir pazarlıkçı olduğunu orada anladım. Birkaç lira eksiğine yaptırabilmek için, usta ile dakikalarca pazarlık etti, dil döktü. İnsaflı ve vicdanlı bir adammış. Bu sözlere mi kandı, yoksa Fatih’in türbesindeki harâbîye mi içi yandı, bilemiyorum; sonunda âzamî indirimi yaptı.

O yaz akşamının alacakaranlığı perde perde inerken, türbeden çıktık. Fatih’e kadar yürüdük. Orada ayrıldık.

Atsız’ın o günkü ıstırabını unutmak kabil değil. Türbenin acıklı görünüşü, terk edilmiş hâli onun gönlündeki yarayı büsbütün kanatmış olmalı, diye düşünürüm.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen