Sözlükler, “bir şeyi başka bir şeye tutturmak için kullanılan ip, sicim, tel gibi düğümlenebilir nesne” veya onlarla yapılan düğüm olarak tanımlıyor. Bu tanımın akılda kalıcı örneğini de “ayakkabı bağı” olarak veriyor.
Ayakkabı bağına, halkın bildiği ve kullandığı pek çok bağın en küçüklerinden ve en incelerinden biri olduğu için “bağcık” da deniyor. Kunduradan çizmeye, krampondan potine kadar onlarca çeşit ayakkabının yüzlerce çeşit bağı, bağlama modeli ve “potin bağım çözüldü/bağla sevdiğim bağla” diyen türküleri vardır.
Ancak ayakla ilgili başka bir bağ, zengin bir deyim ve mecaz dünyasına sahiptir. Yaşına geldiği hâlde yürümeyen çocukların iki ayağına bağlanan ve törenle kesilen “köstek”, mahkumlara vurulan “pranga” veya otlatılan hayvanlarda kullanılan benzerlerinin genel adı “ayak bağı” olup “ayak bağını kesmek”, “ayak bağı olmak”, “köstek olmak”, “köstek vurmak” veya “prangaya vurmak” gibi deyimler yaratmıştır. “Destek olmuyorsun bari köstek olma” sözü ve Ahmet Arif’in “hasretinden prangalar eskittim” mısraı ayak bağıyla ilişkilidir.
Hem geceyi köyde güven içinde geçirmek hem de tan vakti yaylada otlamak mümkün değildir anlamına gelen “hem köy koyunu olacaksın hem örüm yayılacaksın” atasözü, konar-göçer kültürün verdiği bir hayat dersidir. Geceyi dağda, yaylada, açık alanda geçiren ve tan vakti otlayan sürüye “kurt girmesin” diye tedbir alan çoban, delibaş bir koyunu Anadolu ağızlarında “bağcak” denilen bir iple koluna bağlayıp uyurdu. Diğerleriyle birlikte bu koyun da kurttan ürküp kaçmak isteyince çobanın kolunu çeker ve uyandırırdı. Yani “bağcak” denilen bu küçücük kök boyalı örme ip, koca bir sürüyü hayata bağlardı.
Yayık yastığı denilen bir yükseltinin üzerinde yatırılan ve iki kulpundan tutularak öne arkaya doğru sallanan yayığın ağzındaki deri kapağı tutması için kullanılan ipe “yayık bağı” denirdi. Ancak Anadolu’da o kadar çok yayık çeşidi vardır ki “yayık yaydım kolum şişti/kolumdan kol bağım düştü” diyen türkünün fotoğrafı çekilseydi nasıl bir etnofotografi konusu olurdu bilemedim. Derisi, ahşabı, toprağı ile yayık türleri, türküleri, deyimleri, atasözleri hele Sümbülzade Vehbi’nin rücu şiirini andıran bilmeceleri araştırılsa kuşkusuz çok zengin bir kültürün düğümü çözülürdü.
Eskiden buğday, arpa, çavdar gibi tahılların saklanmasında, satmak için pazara veya öğütmek için değirmene götürülmesinde daha çok evde kendirden dokunan çuvallar kullanılırdı. İçi tahıl dolu bu çuvallara “seklem” denir ve ağzı bağlanarak, iki kişi tarafından “elleşerek” eşek sırtına veya yatay olarak kağnıya, at arabasına veya traktör römorkuna yüklenirdi. Çuvalların ağzına bağlanan iplere “ağız bağı” denirdi. Çuval, seklem ve ağız bağı bilinmezse Nasreddin Hoca’nın inince tamam dediği binince sırtında olduğunu saymadığı on eşekli değirmen macerası nasıl anlatılır?
Destana göre kağnıyı ilk bulana Oğuz Kağan “Kanglı” adını vermişti. Genelde öküzlerin nadir de olsa mandaların çektiği kağnılarda hayvanın boynu boyunduruğun iki yanındaki zelvelerin arasına sokulur ve boyunduruktan çıkmasın diye “zelve bağı” ile alttan birbirine bağlanırdı. Anadolu’da 19. yüzyılda yaygınlaşan at arabası ve 20. yüzyılda hayatımıza giren motorlu araçlar öncesinde iki öküzün çektiği kağnılar vardı ve yakın zamana kadar da kullanılırdı. Kurtuluş Savaşı’nın cephanesini taşıyan Fazıl Hüsnü’nün Elif’i gibi kahraman kadınların kağnıları, “bir nal” benzetmesindeki gibi “bir bağ” ile vatan kurtarmıştı.
Kaşgarlı Mahmud’un naklettiği “kuş kanadı ile Türk atı ile” atasözüne de yansıdığı gibi ömürleri at üstünde geçen Türkler arasında hem erkekte hem kadında bugünkü pantolonun atası sayılan ve yaygın adı şalvar olan iki paçalı giysiler tercih edilirdi. Gelenekte uçkur denilen “şalvar bağı” ise bugünkü pantolonun kemeri gibiydi ve geniş bir mecaz dünyası vardı. Çözülürse başka, bağlanırsa başka anlamı ve halk arasında “uçkuru gevşek”, “uçkuru düşük”, “uçkuruna sağlam” veya “harama uçkur çözmek” gibi onlarca deyimi vardı. Günümüzde kemerin bağlanması “takmak” fiili ile ifade edilse de çıkarmak için kullanılan “çözmek” fiilinin uçkurla bağı vardır.
Eskiden kâğıt para yoktu. Herkes beline sardığı kuşakta kese denilen madenî para, pul ve altın torbası taşırdı. Bunlar şimdiki sarrafların hediye ettiği küçük keselerin daha büyüğüydü ve ağzı bağlıydı. Para harcamak veya vermek “kesenin ağzını açmak” deyimiyle anlatılırdı. Aile büyükleri düğünde dernekte; devlet büyükleri cülusta sûrlarda kesenin ağzını açarlardı. Bugün de vermenin deyimi “kesenin ağzını açmak” değil midir?
Kadınların “iğ” veya “arşak” ile incecik eğirdikleri yün iplikle ördükleri atkı veya kaşkole halk arasında “boyun bağı” denirdi. Halk sonradan tanıştığı kravata argoda “medeniyet yuları”, günlük dilde “boyun bağı” derdi. “Eski köye yeni icat” olarak görülen kravata “medeniyet yuları” denilmesi eleştiri amaçlıydı. Mesela Osman Yüksel, sevmediği kravatı boynuna değil de beline bağlarken, bir Fransız tarihçinin bir dönem Hırvatların Osmanlı toplumu olmasını ima ederek “kravatı başımıza siz Türkler bela ettiniz” demesi ilginç bir “boyun bağı” hikâyesidir.
Âşık Reyhanî ile özdeşleşen “böyle bağlar/yar başını böyle bağlar” mısraları, şiiri ve hikâyesiyle eşarptan baş örtüsüne zengin bir baş bağlama geleneğinin kapısını aralardı. Özellikle genç kızlarda eşarbın altından bele doğru sarkan ince örgülü kırk beliğin ucu “saç bağı” ile bağlanır, “bugün ayın on dördü/kız saçını kim ördü” veya “saçları senden/saç bağı benden” diye başlayan türkülere ilham verirdi.
Türkü deyince onlarca vurmalı, üflemeli veya telli saz içinde “bağlama” ilk akla gelendir. Belki de hikâye anlatıcısı âşıkların elinde sözü saza, mensuru manzuma bağladığı için ona bu ad verilmiştir kim bilir?
Bağlamada görüldüğü gibi bağ her zaman ip şeklinde karşımıza çıkmaz. Bir bakarsınız “bir bağ nane”, “bir bağ kekik” veya “bir bağ dereotu” şeklinde Türk mutfağının ölçü birimi oluverir ve maharetli ellerde mis kokulu yemeklere lezzet katar.
“Günümüzün kentli Türkçesinde Batı dillerindeki “kontekst” kelimesinin karşılığı olarak kullanılan “bağlam”; kırsalda “bir bağlam odun”, “iki bağlam ot” şeklinde “deste”, “demet” veya “şelek” anlamıyla cefakâr Anadolu insanının sırtında bir adanmışlık ve fedakârlık yükünün adı olur.
“Bağ” sadece nesneler için kullanılmıyor. Mesela kişiyi veya topluluğu diğerine ebedî veya uzun süreli olarak ya “kan bağı” ya “evlilik bağı” ya da “dostluk bağı” bağlıyor. Bu bağların da her toplumda herkesin bildiği ve onayladığı bir hukuku, töresi ve ahlakı bulunuyor. Klanik çağrışımları olan “kan bağı” günümüz kent toplumunda önemini yitirirken onun yerini daha kültürel bir ifade olan “akrabalık bağı” almış görünüyor. Günden güne artan “aile içi” cinnet hâllerinden uzak tutulabilirse geleceğin akrabalık bağının bir kuşak üstü ve bir kuşak altıyla “çekirdek aile bağı” olacağı anlaşılıyor.
Dostlukta, arkadaşlıkta, akrabalıkta ilişik kesmek, yüz çevirmek, görüşmemek “bağları koparmak” deyimi ile anlatılır. İşin sonunda geçmişiyle bağını koparıp köksüz kalmak da vardır; bir belâdan ve belki ölümden kaçıp kurtulmak da… Yani “bağ” böyle durumlarda masalların “kırk katır mı kırk satır mı” sorusunun trajik cevabı gibidir.
Türkçede nişanlı veya evli olmak “başı bağlı olmak” deyimiyle anlatılır; “bir yastıkta kocayın” duası, “pişirdiğim aşla, bağladığım başla” diye tamamlanırdı. Bu şekilde başı bağlanan kişi “birini bağladığını” değil, “birine bağlandığını” düşünür, “benimsin” demekten çok “seninim” derdi. Yani bu söyleyişteki adanmışlıkta “kurban olmak” vardı ama “kurban etmek” yoktu. Bunun için Dede Korkut’ta “göz açıp gördüğüm gönül verip sevdiğim” hitabı, ilhamını “gönülden bağlı olmak” deyiminden alır; türküler “benim sana bağlanan sen beni bağlamadın” diye söylenirdi.
Ne yazık ki günümüzde bazı kadınlar, gönlü gönle bağlayan hoşgörü kültürüyle yetişmemiş saplantılı, sevgisiz, özgüvensiz, başarısız, “hayatla bağları kalmamış” eski sevgililerinden, eşlerinden isteseler de bir türlü bağlarını koparamıyorlar ve “hayatları pamuk ipliğine bağlı” olarak yaşıyorlar. Bazen de keskin bir bıçak tutan bu hoyrat el o ipliği kesiyor. Keşke onları hayata gemici halatıyla bağlayacak bir sosyokültürel, sosyoekonomik “bağlam” oluşturabilseydik.
Türkçede çaresizlik belki de en iyi “yolları bağlanmak” veya “eli kolu bağlanmak” deyimleriyle anlatılabilirdi. Karacaoğlan’ın “bağlandı yollarım kaldım çaresiz” veya Ferdi Tayfur’un “elim kolum bağlı oturamam böyle” diye seslenişi, insanın “dizinin bağını çözen” çaresizliğin ve isyanın hikâyesidir.
İnternet dünyasında “bağlanmak”, sanal ortama girmek anlamına geliyor. Komutu “bağlan”; tanımı “ağ bağlantısı”; durumu “bağlantı var”, “bağlantı yok” veya “bağlantı zayıf” olan bu âlemde ne yazık ki karşılıklı sevgi ve güvenin ifadesi olan “bağlılık” yerini tek taraflı “bağımlılığa” bırakabiliyor.
Son zamanlarda sıkça karşımıza çıkan “madde bağımlılığı” ve epeydir var olan “uyuşturucu bağımlılığı” veya “alkol bağımlılığı” yanında insanın keşke her “bağımlılık” internetteki gibi bağlantı kesilince ötelenebilen “alışkanlık” düzeyinde olsa diyesi geliyor. Bir de birinin, bir toplumun veya bir ülkenin diğerine bir ihtiyaca, mecburiyete dayalı “bağımlılığı” var ki insana Allah bağlayana merhamet; bağlanana sabır versin dedirtiyor.
“Bağımlı” ve bağımlılık” böyle olumsuz anlamlar içerirken onlarla aynı kökten türeyen “bağımsızlık”; “özgürlük, bağlantısızlık ve istiklâl kelimelerine yakın anlamıyla hem birey hem de toplum olarak kararlarını serbestçe verebilmek olarak karşımıza çıkıyor. Atatürk’ün “karakterimdir” dediği “bağımsızlık”, halk arasında “kurda sormuşlar ensen niye kalın diye o da kendi işimi kendim görürüm de ondan demiş” şeklinde ifade ediliyor.
Adi düğümden ilmeğe bütün düğümleri bağlama ve çözme iradesi elinizde olsun; düğümleriniz kördüğüm olmasın diyerek sözü bağlayalım.
[i] Prof.Dr., Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Halk Bilimi Bölümü Öğretim Üyesi, UNESCO Türkiye Millî Komisyonu Başkanı.
