Prof. Dr. Mehmet ÖZ
Bu yazı dergimizde yayımlandığında yeni bir yıla girmiş olacağız. 2025 yılında Türkiye, gerek iç gerekse dış sorunlar bakımından çok yoğun ve bir o kadar da ilginç gelişmeler yaşadı. Yıllardır süren ekonomik sıkıntılar, hayat pahalılığı vb. yıl boyunca halkın gündemindeydi. Öte yandan nüfus ve aile konularında gelinen noktada 2025’in “Aile Yılı” ilan edilmesi, bu çerçevede bazı yeni düzenlemelerin yapılmasının yanında siyasi alanda da çok sarsıcı gelişmelere şahit olduk. 2024 yılı Ekim ayında başlayan ve adına “Terörsüz Türkiye” denilen süreçte, Meclis’te kurulan komisyona katılan partilerin raporları tamamlandı. Bu satırlar yazıldığında henüz ortak metin konusu görüşülmeye başlanmamıştı. Geçen yılın bir başka önemli ve Türkiye’de büyük gerilimlere yol açan olayı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere CHP’li belediyelerde yürütülen yolsuzluk ve rüşvet soruşturmaları ve neticede pek çok belediye başkanı ve görevlisinin tutuklanmasıyla devam eden yargılamalardı. Her ikisi de 2026 yılında, Türkiye gündeminin ana tartışma konuları olmaya devam edecek gibi görünüyor.
Bir başka konu da yılın son ayında uyuşturucu temin ve kullanımı etrafında yürütülen operasyonlarda, daha önce başka konulardaki iddialardan dolayı TMSF’ye devredilen Habertürk TV’nin Genel Yayın Yönetmeni’nin tutuklanması ile başlayan, Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı’na kadar uzanan gözaltılar ve iddialardı. Bu konu da gündemi işgal etmeyi sürdürecek gibi görünüyor. Türk futboluna da sıçrayan yasadışı bahis yanında futbolcu ve hakemler açısından yasak olan yasal bahislerle ilgili operasyonlar ve Federasyonca uygulanan yaptırımlar da yoğun bir şekilde tartışıldı.
Belediyelere yönelik soruşturma ve operasyonlarda, haklarında iddialar bulunan muhalefet partisi belediye başkanları ve meclis üyelerinden bazılarının partilerinden istifa edip iktidar partisine katılmaları, muhalif çevrelerde yürütülen soruşturmalarda sadece muhalefet partilerinin hedef alındığı iddialarının ileri sürülmesine yol açtı. Ancak Aralık ayında yapılan uyuşturucu bağlantılı soruşturma ve operasyonlarda, iktidar partisine yakın olduğu ileri sürülen kişi veya grupların yer alması, bu defa da iktidar hizipleri arasında güç savaşı veya bazı odakların tasfiyesi şeklinde yorumlandı. Kısacası, içerideki siyasi mücadele, yargı erkinin yürüttüğü soruşturma ve açılan davaların da etkisiyle sertleşti ve önümüzdeki yılda da bu şekilde devam edecek gibi görünüyor.
Türkiye’nin iç sorunlarını, dünyadaki gelişmelerden ve çevremizde yaşananlardan soyutlayarak anlayamayız. Bu bakımdan görünüşte, ABD’de yaşanan başkan değişikliğinden kaynaklanan yeni bir durumla karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Donald Trump, 2024 yılındaki seçimleri kazanarak Ocak 2025’te ikinci kez göreve başladı. Trump’ın yeniden başkanlığa gelmesi, hem dünya politikasında hem de Türkiye-ABD ilişkileri ve o bağlamda Suriye sorununda yeni bir dönemin başlaması demek oldu. Gelir gelmez, çatışmalı bölgelerde barışı sağlayacağını iddia eden Trump, İsrail’in hem Gazze’ye yönelik acımasız soykırımına karşı hiçbir eleştiride bulunmadı hem de İran’ı vurmasına destek oldu. Gazze harap olduktan sonra sağlanmasına katkıda bulunduğu ateşkes döneminde dahi İsrail, Gazzelilere her türlü zorluğu çıkarmaya ve sebepsiz yere insanları öldürmeye devam ediyor. Trump’ın hem İsrail hem de Rusya karşısında yeterince “cesur” davranamamasının arkasında, son günlerde yeniden gündeme gelen “Epstein Dosyaları”nın etkisi olduğu yaygın kanaat. Bununla birlikte, göreve gelişinin akabinde hazırlanması mutat olan ama Trump’ın gecikmeli olarak açıkladığı Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’ne yakından bakıldığında, “İsrail’in güvenliği” ve kendi ulusal çıkarlarının gerektiği durumlar dışında, ABD’nin artık dünyanın jandarmalığından çekilmeye karar verdiği anlaşılmaktadır. Bu noktada hiç şüphesiz ABD’nin Çin ile olan rekabetinde, gereksiz veya yararsız saydığı yükümlülükleri sırtından atarak gücünü stratejik hedeflere yoğunlaştırmaya karar vermesi söz konusudur.
Strateji belgesinde; ABD’nin yarım yüz yıldır, diğer bölgelere oranla Orta Doğu’ya daha fazla öncelik verdiği, bunun Orta Doğu’nun dünyanın en önemli enerji tedarikçisi olması ve bununla bağlantılı olarak süper güçlerin rekabet alanı hâline gelmesi ve çatışmalarla dolu olmasından kaynaklandığı; hâlbuki artık enerji kaynaklarının çeşitlendiği, süper güçlerin rekabetinin yerini büyük güçlerin yarışının aldığı, bunda da ABD’nin en gıpta edilecek durumda olduğu vurgulanmaktadır. Orta Doğu’da hâlâ çatışmalar devam etmekle birlikte medyada aksettirilenden farklı olarak sorunun artık eskisi kadar sıkıntılı olmadığı belirtilmekte; ABD’nin İsrail-İran ve Gazze meselesindeki rolü vurgulanmaktadır. Türkiye bağlamında ise Suriye’nin potansiyel bir sorun olmaya devam ettiği ama Amerikan, Arap, İsrail ve Türk yardımıyla Suriye’de istikrarın sağlanabileceği ve Suriye’nin bölgede tamamlayıcı, pozitif bir oyuncu olarak haklı yerini tekrar alabileceği ifade edilmektedir.
ABD’nin bölgemize yönelik ve dolayısıyla Türkiye’yi birinci derecede ilgilendiren stratejisinin bizim açımızdan çok kritik bir sürece işaret ettiği açıktır. 2024 Ekim’inde başlatılan süreç, muhtemelen coğrafyamızda şekillenecek yeni yapılanma ile ilgili bazı öngörülere dayandırılmış olmalıdır. Ardından Suriye’de Esad rejiminin birdenbire çökmesi, Ukrayna ile savaşında arzu ettiği hedeflere kısa sürede ulaşması mümkün olmayan ve epeyce beşerî, askerî ve maddi kayıplara muhatap olan Putin Rusya’sının buna itiraz etmemesi, aynı süreçte İsrail’in Suriye’ye yönelik politikası Türkiye açısından son derece önemli bir sürece girildiğinin işaretiydi.
Türkiye açısından; Suriye meselesinde Türkiye’nin bütünlüğü ve güvenliği açısından öncelikli hususun, farklı adları olsa da Suriye PKK’sı olduğu açıktır. Krizin başladığı dönemde, ABD başta olmak üzere IŞİD’i sahaya sürerek PKK’nın Suriye kolunun meşruiyet kazanma politikasına destek veren birtakım ülkeler, hiç şüphesiz ne yaptıklarını çok iyi biliyordu. Ancak o dönemde “Paralel yapı” konusuyla fazlasıyla başı dertte olan Türk Hükûmeti, Suriye PKK’sının sivil kanadının (PYD) başındaki Salih Müslim’i devlet protokolü ile ağırlamıştı. 15 Temmuz sonrasında başlatılan operasyonlarla önü kesilen, Akdeniz’e ulaşma girişimine rağmen şimdilerde SDG olarak formatlı bulunan Suriye PKK’sı, ABD’nin desteği ile varlığını sürdürdü. Suriye’de meydana gelen rejim değişikliğinden sonra da elinde bulundurduğu bölgede âdeta fiilen bağımsız hâlini sürdürmeye devam ediyor. Türkiye, bu süreçte ısrarla Suriye’nin üniter yapısını savundu. Son dönemde, Türkiye’deki süreci doğrudan ilgilendiren bu konuda, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın açık ve kesin tutumuna karşı DEM Parti çevrelerinden, hatta Ak Partili bazı bölge siyasilerinden gelen tepkiler son derecede anlamlı ve kritiktir.
Malum sürecin başından beri Suriye PKK’sı dâhil, “Bölücü Terör Örgütü”nün bütün unsurlarının tasfiye edilmediği bir tabloda, “Terörsüz Türkiye”den bahsedilemeyeceğini vurguladık. Yine, Türkiye’nin temel meselelerini ancak Cumhuriyet’in kuruluş ilkeleri, üniter millî devlet yapısı temelinde çözmesinin mümkün olduğunu, Anayasa’nın ilk dört maddesiyle eğitim dili, yerel yönetimler ve vatandaşlık tanımı gibi konuların müzakereye açılması hâlinde devletin temelinin sarsılacağını ikaz ettik. Bugün gelinen noktada, süreçle ilgili komisyona partilerin sunduğu raporlarda bağdaştırılması imkânsız görüş ve önerilerin olduğu ortaya çıkmıştır. Buradaki temel problem, gerek tiyatro gösterisiyle silah yakan teröristlerin söylemlerinde gerekse bir takım DEM Partili siyasilerin beyanlarında açıkça ifade edilen yasal ve anayasal statü (Kürtlerin Anayasa’da anılması, Kürtçenin ikinci resmî dil olması, bölge kaynaklarının yerel yönetimlere tahsisi vs.) hususudur. Suriye’de elde ettiklerini sandıkları “kazanım”dan ise gelecekteki “Dört Parça Kürdistan” hayali yüzünden asla taviz vermeyeceklerini ifade ediyorlar.
Bugün Türkiye’de ana dillerin öğrenilmesi ve kullanılması ile ilgili bir sorun yoktur. Farklı din, mezhep ve etnik kökene mensup vatandaşlara sahip olan Osmanlı Devleti’nin 1876 yılında ilan ettiği Kanun-ı Esasî yani Anayasa’da resmî dil Türkçe idi. Türkçenin resmî dil oluşu, bu toprakların bin yıllık tarihinin ve bu topraklarda inşa edilen Türk-İslam medeniyetinin doğal bir sonucudur. Türk milleti, Birinci Dünya Savaşı sonunda galip devletlerin dayattığı Sevr projesine karşı Gazi Mustafa Kemal Paşa liderliğinde destansı bir Millî Mücadele vermiş ve neticede Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atmıştır. Cumhuriyet de bu tarihî mirası devraldığı için Türk dilini devlet dili olarak kabul etmiş ve bu topraklarda yaşayan halkı da etnik ve mezhebî kökenine bakmadan “Türk Milleti” olarak tanımlamıştır.
Bugün Türkiye Cumhuriyeti, yeniden şekillenen ve çok kutupluluğa giden dünyada; denge siyaseti çerçevesinde tarihî mirasının ona yüklediği görev istikametinde Türk Devletleri Birliği, İslam Dünyası ve Balkanlar ekseninde bir güç merkezi olmak için gerekli ve yeterli imkân ve kabiliyete sahiptir. Türkiye’nin bölünmesi, coğrafyamızda ulus-devlet yapılarının çözülmesi, İsrail’den başka hiçbir bölge unsurunun lehine değildir. Bin yılı aşkın bir süredir bu coğrafyada yaşayan ve ortak kültür değerlerini paylaşan unsurlar arasına nifak sokma girişimleri karşısında Türk milleti ve Türkiye olarak, üniter millî devlet yapımızı güçlü tutmak, etnik ve mezhebî farklarına bakılmaksızın bütün yurttaşlarımızı Türk millî kimliği etrafında toplamak için yeni ve yaratıcı stratejiler geliştirme yükümlülüğü ile karşı karşıyayız.
Türk Yurdu Aralık 2025
