Ahmet Yesevi Üniversitesinde Öğrenci Olmak veya Olamamak-İkbal VURUCU

Türk Dünyasına bir öğrenci gözüyle bakmak elbette önemlidir. Hele bu şahsiyet çok iyi bir gözlemci, araştırmacı ve sosyolojik bakış açısını okuyucuya başarıyla aktarabilen biriyse daha da önemlidir anlattıkları. İkbal Vurucu böyle bir değer. Üniversite eğitimi almak için Türk Dünyasına adım atacak olanların mutlaka bu yazıyı okuması ve buradaki gözlemleri ve tespitleri aklında bulundurması gerek.

Cemal Şafak

 

Ahmet Yesevi Üniversitesinde Öğrenci Olmak veya Olamamak

İkbal Vurucu
Yazar-Sosyolog

Ahmet Yesevi Üniversitesi benim hayatımda özel bir önem taşır. Normal bir üniversite hayatı değildi çünkü. Türkiye’de üniversite okuyan bir öğrenci, hocalarla tanışır, derslerini alır, öğrenci kulüplerine üye olup etkinlik düzenler, iyi kötü pek çok arkadaşınız olur ve nihayetinde mezun olup hayatın zorluklarına bir giriş yaparsınız. Bu Türkiye’de üniversiteye giden herhangi bir gencin eğitim sürecinde karşılaştığı olağan durumdur. Ama AYÜ’de öğrenci olmak herhangi bir üniversitede okumanın çok ötesinde bir anlam taşır. Öncelikle Türkiye’deki öğrencilere kıyasla bir “Türk”, bir “Türkiyeli” olma bilincinde farkındalık yaratmak zorunda kalırsınız. Bu zeminden hareketle de öğrenciliğin verdiği olağan durumun çok ötesinde bir sorumluluk ve misyon bir kimlik olarak üzerimize yapışır.

Bilinmesi gereken AYÜ Türkiye’de eğitim öğretim yapmamaktadır. Kazakistan’da Türk Dünyası düşünülerek kurulmuş ilk (Kırgızistan’da da Manas Üniversitesi var) üniversite olması özelliğini kendinde taşımaktadır. Ve bu duruma bağlı olarak Türk dünyasında kurulan bir yüksek öğretim kurumunun kendini diğer muadillerinden ayıran pek çok niteliğe sahiptir.

AYÜ bir misyonun sonucu olarak kurulduğu kurucu belgelerinde yer alır. Bu misyon Türkiye’yi, Türkleri Kazak kardeşlerimize tanıtmak ve uzun vadede bir Türk Birliği ülküsünün temellerinin atılması olarak önümüze konmuştur. Bu strateji doğrultusunda Türk dünyasının farklı bölgelerinden otuzdan fazla Türk topluluğuna mensup öğrenci Türkiye’nin imkânlarıyla okutulmaktadır. Bu Türk dünyasının coğrafi genişliği bu gençler arasında bir tanıma, kaynaşma gibi işlevleri haiz olur. Gelecek açısından önemli bir politika.

Türk dünyası dediğimiz Kazaklardan Kırgızlardan ibaret değildir. Türk olan bütün coğrafyalarda yer alan Türklerden bahsediyoruz. Bulgaristan, Kosova, Makedonya, Irak Türkmenleri, Azerbaycan, Kafkas halklarını her birinden Çerkes, Abaza, Nogay, Karaçay, Kabartay, Balkar, Dağıstan halkları, Kuzey Türklüğünden Başkurt, Tatarlar; Sibirya’dan Altay, Tuva, Teleütler; bugün etnik soykırıma maruz kalan Uygurlar; Afganistan Özbekleri, Özbekistan, Türkmenistan ve daha niceleri…

Üniversitede Türk Birliğine giden bu yolda ülkünün işlerlik kazanması için merkezi bir değer ve önem taşıyan kültürel ve siyasi nitelikli unsur dil olduğu için bu eksende Doğu Türklüğü için Kazakça Batı Türklüğü için Türkiye Türkçesi bütün Türk Dünyasının arasındaki iletişim ve etkileşimin sağlanması için öğrenilmesi temel amaç olarak belirlenmiş. Amaç ve strateji açısından çok yerinde olan bir karardır. Türkçenin bu iki lehçesi Doğu-Batı Türklüğü arasındaki ilişki ve iletişimin önündeki engelleri uzun vadede bertaraf edebilecek bir işleve sahiptir.

AYÜ’nin amaçlarından olan 1- Eğitim dili Türkiye Türkçesi ve Kazak Türkçesidir; 2- Her iki devletin vatandaşları eğitim dillerini öğrenmek zorundadır, ilkeleridir. “Üniversiteden mezun olan öğrenciler Kazak Türkçesini ve Türkiye Türkçesini iyi derecede bilmek zorunda” olması da önemli bir kazanımdır.

Üniversitede bulunduğumuz dönemde çok ciddi sıkıntılara neden olan “dil öğrenme” sorunu da bu ilkelerin tek yönlü olarak sadece Türkiyelilere uygulanmasıydı. Çünkü, bu durumda bir anlaşma ve etkileşim için gerekli olan dillerin her üç taraf (Türk, Kazak, Türk Dünyası) içinde en iyi şekilde öğretilmesi mecburidir. Yani Türkiyeliler Kazakça öğrenmek zorunda, Kazaklar ise Türkçe öğrenmek zorundadır. Türk dünyasının çeşitli bölgelerinden gelerek bu eğitim sistemine dâhil edilen öğrenciler olan ve Türk tarafının bursu ile okutulan öğrenciler ise her iki dili öğrenmek zorundadır. Bu Türk Dünyası kategorisindeki öğrenciler bu iki dile ek olarak

İngilizce de hazırlık sınıfında okumaktadır. Ama Kazaklara Türkiye Türkçesi hazırlık sınıfı olarak okutulmamaktaydı.

Elbette Cemal Hocamın eseri için kaleme aldığım bu kısa yazıda üniversiteyi tanıtmayacağım. Ayrıca, aşağıda yaşadığımız çatışmalardan da söz edeceğim ama bunlar bir şikayet değil, Türkistan’da okuyan bir neslin karşılaştığı ve eğitimden başka neleri dert edindiğini tarihe mal etme kaygısı var. Bu yaşananların bizim için önemli olduğunu her bir günümüzün bu sorunlarla yaşadığımız ve kimi zaman eğitimimizi bile aksatmak zorunda kaldığımızı hatırlayınca neden böyle sorunlarla bu özgün üniversiteyi özgünlüğüyle değil de içimizde derin yaralar bırakan sorunlara değindiğimi daha iyi anlarsınız. Çünkü, Türkiyeli öğrencilerin büyük bir bölümünün üniversite bünyesinde Kazaklara düşman gözüyle bakmaktadır. Bu tepki Kazaklara; Kazakçayı öğrenmeyerek, hazırlık sınıfında öğrendiği Kazakçayı unutarak ve Rus diline muhabbet duyarak telafi edilmektedir. Türk idarecilere olan kırgınlık ve öfkenin başlıca sebebi ve Türkiye’den gelirken yüreklerinde taşıdıkları aşk ve şevki kıran eylemlerinin temelinde de Türkçenin öğretilmemesi başka bir deyişle bu konuda üzerlerine düşen görevi yerine getirilmemesi vardır.

Bir Türk milliyetçisi olarak sosyolojiyi çok önemsedim. Okumaya gittiğim Türk dünyasının ilk ortak üniversitesindeki Türkiyeli öğrencilerin bitmişliğinin, yılgınlığının, umutsuzluklarının, hayal kırıklıklarının sebeplerini ve çözüm önerilerini yazarak bu idealime ulaşmanın bir adımı olduğunu düşünerek daha öğrencilik yıllarımda kendimce “rapor yazarak” bu “sorunları” çözmek için uğraştım. Bugün öğrenci olmanın ne demek olduğunu yaşayan gören insanlar için benim bu tavrımın nasıl bir ruh halini gösterdiğini takdirlerinize bırakıyorum.

Türkiye’den Türkistan’a gelen öğrencilerin büyük çoğunluğunu milliyetçi hatta ülkücü olması bu hareketin felsefesinden gelen bir gelenekle Turancılık arasında realistlikten çok duygusallığa dayanan bir bağlantı vardı. Buraya gelen fert büyük bir Türk dünyası sevgisiyle gelmekteydi. Birazda bu duyguyu okşayarak yapılan propaganda burada büyük bir hayal kırıklığına sebep oluyordu. Bunun neticesindeyse öğrenci hedeflenenin tam tersi bir düşünceye sahip olmakta hareket ve davranışlarını bu duruma göre ayarlamaktaydı.

Mesela Kazak halkı hakkında verilen: esirlikten yeni kurtuldukları, fakir oldukları, bizi çok sevdiklerine dair bilgiler, üniversitemizin Türkiye’deki önde gelen üniversitelerle denk gösterilmesi örnek kabilinden olup fakat öğrencinin burada karşılaştığı aksi tablo büyük bir hayal kırıklığı yaşatmaktaydı.

İyi ve güzel düşüncelerle gelen bütün hazırlık sınıfı öğrencileri yatakhanedeki ilk gecelerinde de üst sınıflar tarafından verilen olumsuz bilgilerle ilk izlenimlerini edinmekteydi. Kendi ülkelerinin dışına ilk defa çıkan, büyük çoğunluğu küçük bölgelerden gelen arkadaşların artık kolay kolay etkisinden kurtulamayacakları bir ön yargıya mahkum oluyorlardı. Böylece Kazakistanlılar, yöneticiler ve üniversite hakkındaki bu olumsuz bilgi aktarımı öğrenciyi geldiği gecenin sabahı geri dönme konusunda ciddi ciddi düşündürmekteydi. Düşünün ki, imkân olsa hemen Türkiye’ye geri dönecektir.

Üst sınıfların öğrencilere anlattıkları Üniversite yönetiminde hep Kazakların sözünün geçtiği; Türklerin formalite icabı durdukları; onlara karşı gelemedikleri; Kazakların Türkleri hiç sevmediği; Kazaklarla Türklerin her mevzuda (özellikle kavgalarında) hep Kazakların haklı olduğu; Kazakların çok ahlaksız oldukları; Üniversitenin çok kalitesiz olduğu; hocaların sürekli 80 dakika yazı yazdırdığı; sınavlarda kendi fikirlerinin yazılmasına izin verilmediği gibi bilgilerle öğrencinin kendisi iyi kötü yargısı yapamadan kötü damgasını vurmak veya benimsemek zorunda kalıyordu. Üst sınıfların sanki yapmak zorunda oldukları bu şoklama bilgileri kendileri için yaşanılmış bir tecrübe niteliği taşımaktaydı.

Kitaplarda okuduklarına benzemeyen bir Türk halkıyla karşılaştıkları üst sınıfların propagandası ile oluşan imaj Türkiye’de okuduklarıyla hiç uyuşmamaktaydı. Bundan sonra Kazaklara olan bakış açısı yönlendirilmiş akılla olmakta bunun sonucunda da hiçbir olumlu sözün sarf edilmediği hep olumsuz bir yönlendirmeye tabii tutulan öğrenci geleli bir hafta olmadan Kazakları yıllardır tanıyormuş gibi onlar hakkında artık konuşabilmekteydi. Okudukları tarih kitaplarının ve buraları görüp hatıralarını yazanların hep olumlu düşünceler dolu kitapların etkisiyle buraya gelen öğrenci gerçekte olan toplumla karşılaşınca kafasındaki Turan halkı arasında büyük bir uçurum doğmakta ve iki farklı karakter arasında en ufak bir bağlantı kuramamaktaydı.

Türkiye’de ben Kazağım, Özbek’im, Türkmen’im diyen ülkücü Turancı bir genç onları artık bambaşka bir millet saymaktadır. Bu durum yüzyıllarca ayrı kalmış olan toplumları kaynaştıramamakta tersine keskin ve katı bir şekilde ayrıştırmaktaydı. Buraya gelen Türkiyeli öğrencinin kafasındaki imaj börklü at üstündeki Asya Türkleri olarak oluştuğu için buradaki insanların bizim büyük şehir insanlarınınkine benzeyen giyim kuşamları ve kendi toplumuna göre ahlak dışı sayılan bazı hareketleri görmesi üst sınıf propagandası için doğrulayıcı bir unsur olarak algılanmakta ve yabancılaşma hızlanmaktaydı.

Türkiyeli öğrencinin kendi içine kapanması ve yabancılaşmasında halkın Türklere olan olumsuz bakışı da büyük rol oynamaktaydı. Mesela pazarda alış-veriş yaparken kendinden değil de yanındakinden aldı, diye “Türk” adını kullanarak küfretmesi; malları Türkiyelilere yüksek fiyatla satmak istemeleri; sebebi sorulduğunda da sizin paranız çok denilmektedir. Sarhoşların Türkler diye başlayan küfürleri buradaki Türkiyeli öğrencinin kafasındaki Kazak imajını olumsuz bir kimliğe bürünmesine sebep olmaktaydı. Türkiye’de iken buradaki halkı hep Türk diye okuyan ve bilen öğrencinin buraya geldikten sonra halkın kendisini Türk olarak vasıflandırmadığını görmekteydi.

İlk tanıdığı ve temasa geçtiği Kazak Türk’ü olan hazırlık sınıfı Apaylarına (hocalarına) “sizde Türksünüz” sözüne karşı “biz Türk değiliz Kazağız” demesi sonra da burada bütün Türk dünyası öğrencilerinin kendilerini boy ismiyle tanıtmaları sadece Anadolu halkını ifade etmek için Türk ismini kullanmaları Türkiyeli öğrencilerin kendi konumunu Türk dünyası içerisinde belirlemekteydi. Bu ilk temas intibalar artık Türkiyeli öğrencinin kafasında “Ben Türküm” onlar Kazak, Özbek, Tuvalı, Kırgız düşüncesi yerleşmekteydi.

Bütün bunlardan sonra Türk dünyasının kendilerine mahsus güzel gelenek ve görenekler görmemezlikten gelinmekteydi. Artık Türkiyeli öğrencilerin büyük çoğunluğu Kazak ve Türk dünyasına sınır koymuştur. Biz farklı onlar farklıdır. “Onlar Türk değildir” yargısına bile varılmaktaydı.

Fakat “belki 30 yıl sonra düzelirler” gibi düşünceler her şeye rağmen umut kırıntıları olmaktaydı. Yirmi yıl oldu acaba durum nedir, çok merak ediyorum.

****

Ben Türkistan’a giderken Turancılık duygularım belirleyici idi. Orada bulunduğum süre zarfında ise bu duygularımı ve düşüncelerimi asla kaybetmedim. Peki kaybetmek mi gerekiyordu?

Burada karşılaştığımız temel bir sorun, Türkiyelilerle Kazaklar arasındaki çatışma idi. Kaynağı belirsiz bir şekilde diyeceğim ama aslında belli olan bir çatışma iki öğrenci grubu yanında halkla da öğrencileri sürekli bir gerginliğe sahne oluyordu.

Zaman zaman üst düzey yöneticilerin de müdahale etmesine sebep olan çatışmalar yaşanıyordu. Kimi zaman bu kavgalar fiili çatışmaya da dönüşüyordu. Özellikle yurtta çıkan kavgalar bir anda kıvılcım ateşe dönüşüyordu. Ben de bir öğrenci olarak beş altı sayfalık bir rapor dahi hazırlamıştım. Burada öğrenci olarak biz gelirken sadece öğrenci değil aynı zamanda Türkiye’yi temsil eden bir misyon sahibi de oluyorduk. Ama misyonda bize verilen ve anlatılan halk ile gerçek olan arasında ciddi bir uçurum vardı. Turan için mücadele edecek bizler bizden nefret eden bir halkla karşılaşmıştık. Bizden neden nefret ediyorlardı? Zamanla düşündüğümde farklı farklı nedenleri vardı. Ahmet Yesevi türbesini restore etmek için gelen işçilerin halkta bıraktığı olumsuzluğun yanında biz Türkiyelilerin ekonomik durumlarının görece iyi olması, fazla para harcaması, halkın imrenerek baktığı öğrenci yurtlarında kalıyor olmamız gibi pek çok etken vardı. Kimi etnik, ama büyük ölçüde ekonomik sınıf farklılığından kaynaklanan sebepler.

Bütün bu çatışma alanları da zamanla öğrencileri kendi içine kapalı bir grup haline getiriyordu.

***

Kazaklar konusunda Türk dünyasının önemli bir parçası olarak ilk önceleri büyük bir heyecan, sevgi, saygı duydum. Velakin, üst sınıfların sürekli kendi tecrübe olarak aktardığı ve kazaklarla kavgaları, çatışmaları, hocaların bize olan düşmanlıklarını anlatan hikâyelerinin de etkisi ile ön yargı ile yaklaşmaya başladık. Elbette bütün öğrenciler düşmanca yaklaşamıyordu ama büyük çoğunluğu maalesef böyleydi.

Her ne kadar bu kavgalara, çatışmalara kafa yorsak da beni asıl ilgilendiren bu yeni dünyayı tanımaktı. Ben hep iyimserdim. Yapım gereği bu karakterimi Kazaklara karşı da hep sürdürdüm. Kimi zaman bana bu davranışımdan dolayı “yönetimin adamı” gibi etiketler de yapıştırıyorlardı. “Kazakçı” bile diyenler çıkıyordu. Ne demekse? Kazakların kızdığımız bu huylarının aslında bizde de olduğunu, insan olan herkeste görülebileceğini düşünüyor ve sürekli duruma olumlu bir gözle bakmaya çalışıyordum.

Kazaklar geleneklerini, Nevruz’u yaşıyorlardı. Hala korunan bu gelenek ve kutlamalar Türkiyeli öğrencilerin de dikkatini çekiyordu. Demek ki, güzel bakınca güzel görebiliyorduk. Asıl olan bu güzellikleri çoğaltmaktı. Biz onların yoksul da olsalar bütün modern yaşayışı gösteren kaygılarına rağmen bir güzel yön arıyorduk. Kavgadan uzak, çatışmadan uzak.

Kazaklar elbette 150 yıllık işgalin bir sonucu olarak Rus etkisi bariz şekilde görünüyordu. Bu etki Ruslaştırma olarak tanımlamak yanlış olabilir. Çünkü modernleşmenin bir aracı olarak Ruslar Kazakların modernleşmesinde aracı bir rol oynuyorlardı. Fakat, Rus çarlığının ve özellikle Sovyetlerin Ruslaştırma, asimilasyon politikalarının varlığını da inkar etmemek lazım.

Ana dilini büyük ölçüde unutup Rusça konuşmak da bunun bir tezahürüdür. Kazakça özellikle küçük köylere sıkışıp kalmıştı ve Kazakça köylülerin dili hale gelmişti.

****

Ben içine kapanık biriydim. Çok okuyordum. İyi bir Kazakça öğrenmeye çalıştım. İlk sınıftan itibaren Kazakça metinler çevirmeye başladım. Tanınmış hocalarla söyleşiler yapıyordum. Hedefim bir kitap çıkarmaktı. Özgün fikirleri ortaya koymak, Türkiye’de ilk olarak Türk Dünyasının düşünce dünyasını Türkiye’ye tanıtan bir eser ortaya koymak istiyordum.

Sempozyumlar, çalıştaylar için gelen hocalarla söyleşiler yapıyordum. Bu söyleşileri Türkiye’de milliyetçi bildiğim gazete ve dergilerde yayımlatıyordum. Bu da beni inanılmaz mutlu ediyor ve kendimi öğrenmeye, tanımaya vakfetmeye başlıyordum.

Elbette böyle bir durumda kim çatışmalardan, kavgalardan, nefretten bahsedebilirdi bana. Güzel bak güzel düşün temel ilkem olmuştu.

Cemal Hocam benim Türkistan’da yaşamamın temel motivasyon kaynağım olmuştu. Kentav’a gittiğimde ve orada kalmaya başladığımda her gün yanına uğruyordum. Onu ne kadar sıktığımın farkında değildim. Sonradan anladım. Tabi o bana bir şey demedi, hissettirmedi bile. Bugün belirli bir yaşa gelince ancak anladım. Ama o dönem belki de bilinç dışı bir şekilde rahatsızlık verdiğimi düşünmüyordum. Çünkü bahsettiğim içime kapanıklık durumu beni sevdiğim birine bağlı kılmaya zorluyordu ve bu kişi de Cemal Hocamdı. Onun beni bir kucaklaması, bana gülmesi bile yetiyordu.

Sık sık evine konuk olduğum Kenan Yavan hocam ve muhterem eşi Selin Hanımefendi unutamayacaklarımın başında gelir. Kentav’da bulunduğum süre ve sonraki dönemlerimde benim Kazak gazete ve dergileri, kitapları konusunda bilgimi artıran, aile çevresi ile beni tanıştıran Kenan hocam, ağabeyimdi. Kentav’dan Türkistan’a her gün onun arabasıyla okula gidiyorduk. Türk devletleri bağımsız olur olmaz Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı adına Türk Dünyasına gelmişti. Ahmet Yesevi Üniversitesi kurulduğunda Türkistan’a gelmişti. Olgundu, güven veriyordu. Bilim, sanat ve edebiyat dünyasını yakından tanıyordu. Beni ilk tanıştıran Ufuk Tuzman hocam olmuştu. O da Yesevi’de okumuş ve burada çalışmaya başlamıştı.

Türkiye’ye döndüğümde Kazakistan’ın toplumsal ve tarihsel yapısı üzerine bilimsel makaleler yazdım. Bunları dergilerde yayımlayıp bilgi şölenlerinde sundum. Sonra bu çalışmalar ilk kitabım olarak yayımlandı. Tanınmış bir yazar olmayınca, konu da Kazakistan olunca yayımlama sorunu yaşadım. Bu esnada karşıma Türkistan kardeşliği çıktı. Orada kazandığım güzel dostluklardan birinin sahibi olan aziz dostum Mehmet Ali Arslan çalıştığı Ceyhan belediyesinin desteği ile ilk kitabım yayımlandı.

İmkânım olsa bugün de Türkistan’a gitmek isterdim. Elbette öğrenci olarak değil, bir hoca olarak. Öğrenci iken yaptığım bilimsel çalışmaların çok daha fazlasını artık bir akademisyen olarak ortaya koymak kim bilir ne kadar mutluluk verici bir gelişme olurdu.

Her şeye rağmen, Türkistan’da kazanılan dostluklar ebedidir.

Yazar
Cemal ŞAFAK

Cemal ŞAFAK 1952 yılında Ardahan ili, Çıldır ilçesi, Aşık Şenlik köyünde dünyaya geldi. İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimini Kars’ta tamamladı. Erzurum Kazım Karabekir Eğitim Enstitüsünden mezun oldu. Eskişehir Anadolu Ünive... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen