Atalarımızın Konuştuğu İlk Dil Hakkında

Tam boy görmek için tıklayın.

 

 

Kırmızılar’da daha önce yayımlanmış olan yazılarımızda temas ettiğimiz dillerin kökeni hakkındaki bahislere tekrar dönüyoruz. Elbette bizim burada yazacaklarımız amatörce meraklardan kaynaklanan popüler değerlendirmeler ve yorumlardır. İlk insanların ne zaman ve nasıl konuşmaya başladıklarını pek çoğumuz merak etmişizdir. Tanrısal bir kudret mi insanlara konuşmayı öğretmiştir? Şöyle de tahmin yürütebiliriz: Tanrısal bir kudret insanlara konuşma yeteneğini bahşetmiştir fakat onlara herhangi bir dil öğretmemiştir. İlk insanlar kendilerinde var olan konuşma yeteneğini işleyerek bugün konuşmakta olduğumuz dillerin tohumlarını ekmişlerdir. Konuşma yeteneğimizi işlememize benzer şekilde ilk dilleri de işleyerek geliştirdiğimize şüphe yoktur.

Bakara Sûresi 31. Âyet şöyledir: “Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.”[1]

 

Yuhanna’ya Göre İncil’in başlangıcı ise şöyledir: BAP 1: “Kelâm (söz) başlangıçta var idi, ve Kelâm Allah nezdinde idi, ve Kelâm Allah idi.”[2]

Biz ilâhiyatçı olmadığımız için yukarıdaki ifadeleri yorumlama imkânına sahip bulunmuyoruz. Bu nedenle bu yazımız ilâhiyat çerçevesi dışından yürüyecektir. Dil bilimcilerin hâkim kanısına göre, yeryüzündeki bütün ölü diller ve yaşayan diller tek bir dilden türemişlerdir. Hâliyle bu tek dil çekirdek dildir. Yani ilk dildir. İlk dilin mâhiyeti bilinmiyor çünkü elimizde ilk dile ait yazılı bir metin yok, elimizde hiçbir veri yok. Bu nedenle bazı dil bilimciler ilk dili hiçbir zaman ortaya çıkartamayacağımızı düşünüyorlar. İlk dil dediğimizde modern insanın atalarının (Sapien ırkının) konuştuğu dili kasdetmiş oluyoruz. Yeryüzündeki bütün dilleri doğuran çekirdek dile Proto-World (ana dünya dili) denmektedir. Sapien öncesindeki Neanderthal ırkının Sapien ırkı gibi konuşup konuşamadığı bilinmiyor. Kimi bilim adamları Neanderthal ırkının da Sapien ırkı kadar olmasa da Sapien ırkına yakın bir şekilde konuşabildikleri görüşündedirler. Biyolojik ve kültürel senaryoların ışığından bakarsak ilk dilin şafağını 100.000 ilâ 50.000 yıllık zaman aralığında gösterebiliriz. Elbette bilimsel veriler çoğaldıkça bu tarihler geçersiz hâle gelebilecektir. Yeryüzündeki bütün dilleri doğuran çekirdek dile Proto-World (ana dünya dili) dendiğini tekrar belirtelim. Tabii ki ana dünya dili de bir senaryodur. Kimi dil bilimciler Proto-Worldadı verilen ana dünya dilinin hiç var olmadığını, farklı zamanlarda (veya eş-zamanlı olarak) birkaç çekirdek dilin birbirlerinden bağımsız şekilde ortaya çıktığını düşünüyorlar. Yani bu düşünüşe göre birkaç Proto-World (ana dünya dili) söz konusudur. Bununla birlikte, tekrar söylersek, hâkim görüş, bugün yeryüzünde konuşulan bütün dillerin tek dilden türedikleri yönündedir. Neanderthal ırkı şayet konuşabiliyor idiyse (ve onların konuşma biçimi bir dile dönüşebildiyse) bu Neanderthal dili yok olmuştur (kim bilir belki de Sapien dilinin içinde eriyerek birtakım izler bırakmıştır); çünkü Neanderthal ırkının büsbütün yok olmazdan önce Sapien ırkıyla kaynaşıp melezleştiği tahmin edilmektedir; bu durumda Neanderthal ırkının konuşma tarzı ucundan kıyısından Sapien ırkının konuşma tarzına bulaşmış olacaktır.

Bugün yeryüzünde konuşulan bütün dillerin tek dilden türemiş olmaları ne derece mümkün ise, farklı zamanlarda (veya eş-zamanlı olarak) birkaç çekirdek dilin birbirlerinden bağımsız şekilde ortaya çıkması da aynı derecede mümkündür. Çünkü insan beyni, zekâsı, anatomik yapısı ve hançeresi buna müsaittir. Bilim tarihçimiz Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı bilimsel faaliyetlerin zaman, ulus, ırk, din ve dil sınırlarını tanımadığını söylüyor. Bilim birdir. Dünyanın bir kıtasındaki bir ülkenin laboratuvarında veya kütüphanesinde sessizce çalışan bir bilim adamının başarısını dünyanın çok uzak başka bir köşesindeki diğer bir bilim adamı tamamlar ve bilim bu surette ilerler. Bilimde ilerleme zinciri vardır. Bilim adamları yalnız birbirlerinin keşiflerini tamamlamakla kalmazlar, aynı keşifleri birbirlerinden habersiz olarak da yaparlar. Birbirlerinden uzak yörelerdeki bilim adamlarının birbirlerinden habersiz olarak aynı sonuçlara varabilmeleri mümkündür.[3] Buradan yola çıkarak yine kabaca bir benzetmede bulunursak, dünyanın farklı köşelerindeki bilim adamlarının aynı keşifleri birbirlerinden habersiz olarak yapabilmeleri gibi, atalarımız da dünyanın farklı yerlerinde birbirlerinden kopuk bir şekilde, farklı zamanlarda (veya eş-zamanlı olarak) birkaç çekirdek dilin tohumlarını atmış olmaları imkân dâhilindedir. Gelgelelim birbirlerinden bağımsız meydana gelen bu çekirdek diller göçler yoluyla erinde gecinde karşılaşacaklar ve birbirlerine nüfuz edeceklerdir. İşte böylesi bir durumda muayyen bir çekirdek dilin iki veya daha çok kökeni olacaktır. Bu birden fazla kökenleri saptamak muhtemelen imkânsızdır çünkü on binlerce yıl öncesinden hiçbir yazılı metne veya başka bir göstergeye sahip değiliz. Farazi konuşursak, iki çekirdek dilin birbirlerine nüfuz etmesiyle meydana gelmiş olan melez çekirdek dildeki bir sözcüğün veya bir gramer unsurunun hangisine ait bulunduğunu hiçbir şekilde ayırt edemeyiz. Zorluktan öte, imkânsızlık buradadır. Ancak bir mucizeyle kırk bin yıllık bir yazıt elimize geçerse dilbilimcilerin hareket alanı genişleyebilir.

Dillerin başlangıcında toplulukların nüfusları az olduğu gibi, o toplulukların konuştuğu dillerdeki sözcük dağarcığı da kısıtlıydı. Az sayıdaki kelimelerin pek çok anlamları vardı. Meselâ, farazi konuşursak, uçabilen hayvanların ortak bir adı bulunuyordu. Türkçeye bakarak bu ortak adın kuş olduğunu varsayalım. Az sayıdaki kelimeyle konuşan atalarımız gökte uçarken gördüğü her hayvana kuş demişti. Atalarımız doğayı çok daha özenli bir şekilde gözlemleyince uçabilen hayvanlar arasındaki farkları saptamaya koyuldular. İşte bu saptayışın peşi sıra uçabilen hayvan türlerine ayrı ayrı adlar vermeyi öğrendiler. Böylelikle sözcük dağarcığı genişledi ama uçabilen hayvanların ortak adı unutulmadı. Türkçede kuşsözcüğü hâlâ yaşıyor. Kuğu’nun ilk hecesi ku- yine kuş sözcüğü ile kökteştir. İşte başlangıçtaki az kelimeye pek çok anlam yüklemek keyfiyetine dil hastalığı deniyor. Aslında bugün de böyledir. Konuşmayı yeni yeni öğrenen küçük çocuklar uçabilen her hayvana kuş derler, büyüdükçe her kuşun başka bir adı olduğunu öğrenirler, (veya konuşmayı yeni yeni öğrenen küçük çocuklar her otomobile araba derler ya da bebek dilinde araba anlamına gelen bir sözcük uydururlar, büyüdükçe her otomobilin bir özel adı, yani markası ve modeli bulunduğunu keşfederler). Az kelimeye pek çok anlam yüklemek keyfiyetine dillerin her evresinde tesadüf edebiliyoruz, bu alışkanlığımızın kökleri on binlerce yıl öncesine yaslansa bile her dilin her çağında iz bırakarak varlığını korumuştur. Bir örnekle bunu gösterebiliriz: Hunlar çağındaki eski Çin dilinde sığır, manda ve yak öküzü aynı sözcükle (aynı işaretle) gösteriliyordu.[4] Demek ki Çinliler kuzey ülkelerinde gördükleri birtakım büyükbaş hayvanları tam ayırt edemeyerek bu hayvanları birbirlerine benzetmişlerdi ve hepsini birden tek işaretle tanımlamışlardı; oysaki Çinliler bunu yapıyorlarken ilk dilden çok uzaklaşılmıştı, medeniyetler kurulmuş, insanlık tekâmül etmiş, diller gelişmişti. Keyfiyetin böyle sürmesinin bir sebebi de herhâlde, başlangıç evresinde kelime sayısının az olması gibi, yine başlangıçta eşya çeşidinin de fazla olmamasıydı. Bugünkü ve elbette dünkü mutfaklarımızda çanak, çömlek, tabak, kâse, tas, tencere, tava gibi pek çok yemek kabı bulunuyor. Hâlbuki başlangıçta, insanoğlu doğada hazır bulduğu hammaddeden eşya yapmayı öğrendiğinde ilkel mutfaklarda bu kadar çeşitli yemek kabı yoktu. Herhâlde yalnızca içine yemek konabilecek çukur bir eşya olarak tas vardı. İşte bu çeşitsizlik nedeniyle tek sözcük türetilmesi zaten mecburiydi. Atalarımızın tasarım yetenekleri gelişince tas çeşitleri çoğalacak ve buna koşut olarak kelime sayıları da artacaktı. Doğan Aksan, Çincede vurgunun çok önem taşıdığını, tek bir sözcüğün değişik tonlarda söylendiğinde birçok farklı anlamlar yansıttığını, bir sözcüğün değişik tonlarda söylenmesiyle 10 veya 15 anlama gelebildiğini belirtiyor.[5] Çincedeki bu durumu (tek bir sözcüğün değişik tonlarda söylendiğinde birçok farklı anlamlar yansıtması durumunu) uzak geçmişteki dil hastalığının bir kalıntısı olarak yorumlayabiliriz.

Buradan yola çıkarak konuşma yetisinin başlangıç evresinde atalarımızın küçük çocuklar gibi az sözcükle konuştuklarını tahmin edebiliriz. Tabii ki konuşma yeteneğimiz geliştikçe buna koşut olarak diller (aslında ilk dil) de gelişecektir ve sözcük dağarcığımız zenginleşecek, sözcük dağarcığının zenginleşmesi sürecinde dilin grameri de oluşacaktır. Hiç kuşkusuz başlangıçta gramer yoktu, doğanın seslerini taklit ederek konuşmayı öğrenen atalarımız basit sözcükler üretiyorlardı. Bu basit sözcükler önlerine veya sonlarına ek almıyorlar, herhangi bir gramer kuralına tâbi bulunmuyorlardı. Zaman kipleri, düzenli zamirler, fiiller, yüklemler, edatlar henüz yoktu. Önce söz (parole) vardı; sözler çoğaldıkça ve hem düşünme hem konuşma yetisi gelişince dil (langue) oluştu; yani sistematik dilden önce sözcükler vardı. Kısacası cümle kuruluşu henüz belirmemişti. Varsayımda bulunursak, dip atalarımız kuşların ötüşlerini ku ku sesiyle algıladıklarında buradan kuş sözcüğünü üreteceklerdir. Dilbilimciler ilk sözcüklerin tek heceli oldukları kanısındadırlar. Gelgelelim insan zekâsı ve insanın konuşma yetisi buzul çağı sonrasında çarçabuk tekâmül ederek çok heceli sözcükleri fazla gecikmeden üretebilmiştir. Şayet ilk dilde tek heceli kuş sözcüğü varsa, bunun yanına tek heceli öt sözcüğü konacaktır ve böylece kuş ötüyor (veya öt kuş=ötüyor kuş) anlamını taşıyabilecek olan ilk basit cümle kuruluşu ortaya çıkabilecektir. Gelgelelim, başlangıçta zaman kipleri bulunmadığı için kuş öt dendiğinde kuşun şu an ötmekte olduğu, geçmişte öttüğü veya gelecekte öteceği belirsiz kalabilir. İnsan zekâsı bu belirsizliği ortadan kaldırabilmek amacıyla zaman kiplerini üretmeyi de peyderpey öğrenecektir. Tek heceli sözcüklerin ardı sıra doğanın seslerini taklit ederek çift tekrarlara dayanan şırıl şırıl, parıl parıl, bıcır bıcır gibi yansıma sözcükler ortaya çıkacaktır. Yine varsayımda bulunursak, suyun akış sesini atalarımız şırıl şırıl, güneş ışığının yansımasını parıl parıl, iki taşı birbirine sürttüklerinde çıkan sesi bıcır bıcır olarak işitmişlerdir (burada verdiğimiz örnekler konunun rahat anlaşılması bakımından farazi örneklerdir).

Sözünü ettiğimiz dil hastalığı nedeniyle, hem konuşma yetimizin tekâmül etmesiyle hem de doğanın seslerini ve doğadaki varlıkları daha bir dikkatle işitip gözlemlememiz nedeniyle bir sözcük kendi içinde çoğalarak diğer sözcükleri doğuracaktır. Örnek: ak (suyun akması), akıntı, akak, akıcı, akıncı, akışkan gibi sözcükler tabii ki tek heceli ak sözcüğünden türeyeceklerdir. Kelime sayısı çoğaldıkça dil hastalığı elbette gerileyecektir. Burada asıl değinmek istediğimiz husus daha farklıdır: Atalarımız her bir parçayı ait oldukları bütünün içerisinde görmüşlerdir. Şöyle ki: Atalarımız bir dağa baktıklarında bu dağda bulunan her göze çarpan unsuru (ağaçları, kayaları, yamaçları, mağaraları ve diğerlerini) ayrı birer varlık olarak düşünmemişler, ait bulundukları dağın bütünü içerisinde tanıyıp değerlendirmişlerdir. Bu keyfiyeti bütün uçarların kuş olarak tanımlanması keyfiyetine benzetebiliriz. İşte bu durumda, tekrar söylersek, ağaçlar kayalar mağaralar birer müstakil varlık değildirler, onlar dağın organları gibidirler. İnsan bedenindeki el, kol, göz, baş, kulak vesaire bağımsız varlıklar değildir, onlar bedenimize ait varlıklardır. İşte buradan yola çıkarak, ilk önce dağ sözcüğü türetildi ise, dağın bünyesinde yer alan bütün unsurları atalarımız dağ sözcüğüyle tanımlamış olabilirler mi? Zaman içerisinde dağın bünyesindeki unsurları tefrik ederek başka adlar vermeyi öğrendikleri düşünülebilir. Fakat başlangıçta her unsurun müşterek adı dağ idiyse, bu müşterek dağ sözcüğünden diğer unsurları adlandıracak sözcükler doğmuş olabilir. Bu herhâlde mümkün ve mantıklıdır. Alman felsefeci Erich Neumann atalarımızın vahşi doğa içerisinde korunmak amacıyla dağlardaki mağaralara sığındıkları olgusundan yola çıkarak bazı sözcüklerin birbirleriyle kökteş oldukları sonucuna varıyor ve buna Almancadan güzel bir örnek gösteriyor.[6] Mağaralar dağların içindeki oyuklardır, yani mağaralar dağın bünyesinde yer alırlar, yani mağaralar birer parçadırlar ve dağ dediğimiz bütünün unsurlarıdırlar, şu hâlde temel sözcüğümüz dağ sözcüğüdür. Türkçedeki dağ sözcüğünü Almancada berg sözcüğü karşılıyor. Atalarımız mağaralara sığındıkları içindir ki Almancada sich bergen ‘sığınmak’ anlamındadır. Burada apaçık görüldüğü üzere bergen sözcüğü dağ anlamındaki berg sözcüğünden türemiştir. Biz insanlar köylere, şehirlere, kalelere sığınırız. Mağaralar ilk evlerimizdir. Mağaralardan çıktığımızda evler topluluğu olarak köyleri ve şehirleri kuruyoruz. Dolayısıyla köyler ve kentler büyük sığınaklardır. İşte bu nedenle Almancadaki burg sözcüğü kale ve kent anlamına gelmektedir. Örnek: Hamburg, Augsburg, Oldenburg, Nürnberg, Würzburg ve İsveç’teki Göteborg veya İsviçre’deki Waldenburg gibi. Kent anlamındaki berg, borg, burg sözcükleri de dağ anlamındaki berg sözcüğünden doğmuştur.

Her bir parçayı ait oldukları bütünün içerisinde görüyor olmamız nedeniyle başlangıç evresinde kadın ve erkek ayrımı bulunmuyor gibidir, yani insan bir bütündür, nitekim her insan bir kadının içinden çıkıyor, bu nedenle bebek ile anne bir bütündür, şu hâlde başlangıç evresinde yalnızca insan anlamına gelen tek sözcük vardı, atalarımız varlıkları tefrik etmeyi öğrendikçe kadın, erkek ve çocuk sözcüklerini üretti. Bugün hâlâ insanoğlu veya kişioğlu dediğimizde cinsiyet veya yaşlılık-gençlik ayrımı gözetmeksizin bütün insanları kasdediyoruz. Bilim adamı dediğimizde erkek veya kadın ayrımına gitmiyoruz. Buradaki adam sözcüğü insan anlamındadır. Zaman içerisinde adam sözcüğü erkek anlamında kullanılma eğilimi göstermiştir. Âdem erkektir. Türkçedeki ata sözcüğü de erkeği tanımlıyor. Başlangıç evresinde belki ata ve ana ayrımı yoktu. Başlangıç evresinde muhtemelen yaşlı-genç, çocuk-yetişkin gibi ayrımlar da bulunmuyordu. Kültür genişledikçe sözcükler de çoğalmıştır ve insanoğlu varlıkları ayırmayı öğrenmiştir.

Zamanda geriye doğru inildiğinde kelime sayısı azalıyor ve kültür genişledikçe sözcükler çoğalıyor. Paleolitik çağ (yontma taş devri) günümüzden aşağı yukarı iki milyon yıl önce başlıyor ve 12.000 yıl önce son buluyor. Yani buzul çağı sona eriyor. Paleolitik çağın ardından Holosen dönemi gelmektedir. Holosen döneminin günümüzden 12.000 yıl öncesinde başladığını tekrarlayalım; Göbeklitepe ise günümüzden yaklaşık 11.500 yıl önce kurulmuştur; yani bu iki tarih örtüşmektedir. Buzul çağı sona erer ermez rahatlayan atalarımız Göbeklitepe kültürünü başlatmışlardır. İklimin değişmesiyle, yani buzul çağının yıldırıcı ortamının son bulmasıyla atalarımızın psikolojilerinde ve bünyelerinde önemli değişmeler vuku bulacaktır. Atalarımız Göbeklitepe kültürünü başlattıklarında yazmayı bilmiyorlardı ama gelişkin bir dilleri vardı. Sözcükler çoğalmaya yüz tutmuştu. Arkeolojik buluntulara nazar attığımızda kullanılan objelerin çeşitlendiğini görebiliyoruz.

Paleolitik çağda ve sonrasındaki Holosen döneminde süs eşyası olarak kemikten iğneler, delinmiş hayvan dişleri, küpe hâline getirilmiş kemikler, yine delinmiş hayvan kabukları, toprak boyası yığınları, bıçaklar, keskiler, baltalar, tabii ki çömlekler; bilhassa kadın mezarlarında boncuklar, tunç bilezikler, bakırdan halkalar, yüzükler, altın kaplama halka küpeler, ayak bileklikleri ve benzeri objeler karşımıza çıkıyor. Milâttan Önce 2000’e kadar indirilebilen Andronovo kültürü Güney Sibirya’daki Yenisey havzasından Ural dağlarına kadar uzanıyor. Yenisey nehri, Angara ve Selenga kollarıyla birlikte hesap edildiğinde dünyanın en uzun beşinci akarsuyu sayılmaktadır. Andronovo kültürü yerleşimlerindeki evler biraz çukurluktur ve toprak bir buçuk metre kazılarak inşa edilirler. Bu çukur evlerin zemini hâliyle topraktır, çukurun etrafı kille sıvanıyor, çökmeyi durdurmak için kazıklar çakılıyor, evlerin tepesi saman ve kamışla örülüyor ve böylece çatı çatılmış olunuyor, dumanın çıkması için boşluklar bırakılıyor. Andronovo kültürü evlerinin kalıntılarında tahıl öğütme taşları ve değirmenleri, çakmak taşından kazıyıcılar, deri işleme gereçleri, ok uçları, inek kemiğinden yapılmış oraklar ve benzeri objeler çıkabilmektedir. İşte bütün bu insan yapımı nesnelere ad verildiğinde dilin kelime dağarı peyderpey zenginleşecektir.

[1] Tanrı Buyruğu (Kur’an-ı Kerim’in Tercüme ve Tefsiri), Birinci Cilt, Tercüme ve tefsir eden: Ömer Rıza Doğrul, Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitapçılık ve Kâğıtçılık, İstanbul 1955.

[2] Kitabı Mukaddes (Eski ve Yeni Ahit), Kitabı Mukaddes Şirketi, İstanbul 1976.

[3] Aydın Sayılı, Bilim Tarihi – Hayatta En Hakiki Mürşit İlimdir, Gündoğan Yayınları, İstanbul 2010.

[4] Bahaeddin Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Cilt 1, sayfa 238, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2022.

[5] Doğan Aksan, Her Yönüyle Dil – Ana Çizgileriyle Dilbilim, Cilt 1, sayfa 104, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 2020 (tıpkıbasım).

[6] Erich Neumann, Büyük Ana – Dişilin İmge ve Simgeleri, sayfa 36, (Çeviren: Zehra Aksu Yılmazer), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2024.

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen