Aydın Sayılı ve Nusret Çam İzleminde “Batı Karşısında Doğu’nun Yenik Düşmesi”

Türk Yurdu dergisinin Temmuz 2023 tarihli sayısındaki Din, Türk Milliyetçiliğinin Neresinde?[1] başlıklı makalesinde Prof. Dr. Nusret Çam “Ne oldu da Batı karşısında Doğu yenik düştü?” sorusuna birtakım yanıtlar getirmektedir. Biz bu yazımızda Nusret Çam’ın söz konusu makalesindeki görüşlerini Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın meşhur bir makalesindeki görüşleriyle kıyaslayıp tartmaya çalışacağız. Fakat daha öncesinde Nusret Çam’ın sorusunu hiçbir sözcüğüne dokunmadan aktaracağız: “Gerçekten de ne oldu da bir zamanlar dünyanın en kuvvetli devletlerinden biri olan Osmanlılar, Avrupa’dan neredeyse tamamen geri çekildi, doğuda Türk dünyası Çin ve Rus hâkimiyetine girdi ve güneyde Babürlü devleti Hindistan’da İngilizler karşısında eridi?”[2]

Batı karşısında Doğu’nun yenik düşmesinin sebeplerini araştırırken Nusret Çam, ilk olarak, bugünkü anlamda bir milliyet ve Türkçülük kavramının olmamasını gösteriyor. Nusret Çam’ın bu saptamasına anakronizm (tarihsel gerçekliğe uygun düşmemek) gerekçesiyle karşı çıkanlar olacaktır fakat bu karşı çıkışlar yersizdir çünkü milliyet düşüncesi Batı’da Doğu’ya nazaran erken başlamıştır. Yani milliyet düşüncesi o kadar da yeni bir düşünce veya his değildir. Milliyet hissinin kabarmasında İncil’in Avrupa dillerine tercüme edilmesinin büyük rolü vardır. Halil İnalcık bu rolü şöyle ifade etmektedir: “Erasmus’un yayımladığı eleştirel Almanca İncil’in Alman tarihinde büyük bir yeri vardır. Öncelikle, Almanya’da Protestanlar ruhlarını bu İncil ile beslemişlerdir… Öte taraftan bu İncil tercümesi, modern Alman edebiyatının ilk şaheseridir. Luther, Saksonya devletinde kullanılan sade bir dil tercih etmiş ve bu dili yaşayan halk kelimeleriyle zenginleştirmiştir. Onun eseri sayesinde yeni yukarı Almanca, Almanya’nın edebî dili haline gelmeye başlamıştır. Luther, bu sayede ortak bir yazı dilini kullanıyor ve Almanya’nın ulusal birliğine büyük bir katkı sağlıyordu.”[3]

Batı karşısında Doğu’nun yenik düşmesinin sebeplerinden biri olarak bugünkü anlamda bir milliyet ve Türkçülük kavramının olmaması etnogenez meselesidir. Dr. Ömür Kızıl etnogenez kavramına şu karşılığı vermektedir: “Etnik sistemlerin türeyiş anından başlayarak, hırs ve enerji kaybının sonucu olarak yok oluşlarına kadarki gelişmelerin tümü. Milletlerin hayatı.”[4] İbn Haldun’un asabiyet dediği de aşağı yukarı aynı şeydir. Bir etnos (kabile, din veya millet düzeyindeki sosyal bağlarla bir araya gelmiş insan topluluğu) çözülme sürecine girdiğinde asabiyesi zayıflamış demektir. Yani hırs ve enerji kaybına uğramıştır. Aydınlanma dönemi Avrupası’nda yaşananlar bir nevi restorasyondur, hırs ve enerjinin yeniden birikmesi veya toplanmasıdır. Bu sayede Batı Avrupa toplumları yeni hayata uygun bir atılım gerçekleştirmişlerdir. Bergson buna hayat hamlesi diyor. Katolik Kilisesi karşısında Batı Avrupa halkları kendi benliklerini keşfederek modern anlamda milletleşme süreçlerini başlatıp hızlandırmışlardır. Böylelikle onlarda millet şuuru (asabiyesi) güçlenmiştir ve bütün dünyaya rehberlik etmişlerdir. Bu bakımdan milliyetçilik tastamam ithal bir kavram ya da ithal bir düşünce sistemi değildir çünkü milliyet duygusu her toplumun nüvesinde zaten vardır. Doğulu halklar milliyet sistemine geç girdikleri (bir çözülüş yaşadıkları) için Nusret Çam, Batı karşısında yenik düşmenin sebeplerinden biri olarak bugünkü anlamda bir milliyet ve Türkçülük kavramının olmamasını gösteriyor.

Doğu’nun çöküşüne bir diğer sebep olarak Nusret Çam taht kavgalarını ve hâkimiyetin sadece askerî üstünlükten ibaret sayılmasını, çağın gereklerinin anlaşılmamasını, aşırı özgüveni, yeni hammadde kaynaklarının edinilmemesini, mevcut kaynakların iyi değerlendirilmemesini, yeterli coğrafi keşiflerin ve istihbaratın yapılmamasını, bilimden uzak kalınmasını veya bilim ve felsefedeki yetersizliği işaret etmektedir. Nusret Çam’ın işaret ettiği taht kavgaları ve hâkimiyetin yalnızca askerî üstünlükten ibaret sayılması hususunda Eric Hoffer şöyle bir yaklaşımda bulunuyor: “Asya’daki milletler yüzyıllar boyunca topraklarını fetheden bir hükümdardan bir diğerine boyun eğmişler, gıklarını çıkarmadan yerli, yabancı zorbaların kendilerini kötü yönetmesine, yağmalamasına ve canlarını acıtmasına izin vermişlerdir.”[5] Büyük Selçuklu Devleti karşısında Oğuz isyanlarını, Türkiye Selçukluları Devleti karşısında Babai isyanlarını ve Osmanlı Devleti karşısında Celali isyanlarını göz ardı etmeyecek olursak Eric Hoffer’a bütünüyle hak veremeyiz, bununla birlikte Hoffer’ın büsbütün haksız olduğu da söylenemez. Taht kavgaları da zaten bilhassa Türk devletlerini çökerten en belirgin etkenler arasındadır. Nusret Çam’ın gerekçeler arasında saydığı aşırı özgüven konusunda ise Mustafa Kemal Atatürk 29 Ekim 1923 tarihinde Fransız muharrir Maurice Pernot’ya verdiği demeçte şöyle konuşmuştur: “Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sukutu, Garb’e karşı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağrur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz.”[6]Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz diyen Mustafa Kemal Atatürk aynı demecinde Türklerin asırlardan beri istikrarlı bir şekilde Doğu’dan Batı’ya doğru yürüdüklerini fakat son yıllarda şayet yön değiştirdi isek bunun suçlusunun Batı olduğunu söylüyor ve Fransız muharrire şöyle diyor: “Bizi siz mecbur ettiniz!” Atatürk’ün bu söyleminden anlıyoruz ki Türk milletinin Batı karşısında iki tavrı mevcuttur. Bunlardan ilki aşırı özgüven, ikincisi ise asrileşme çağında bile Batı’nın kesilmeyen Türk düşmanlığına tepkidir.

Batı karşısında Doğu’nun yenik düşmesine yol açan başlıca etkenlerden biri olarak bilimden uzak kalınmasına Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı da Ortaçağ İslam Dünyasında İlmî Çalışma Temposundaki Ağırlaşmanın Bâzı Temel Sebepleri[7] başlıklı makalesinde uzun uzadıya değinmiştir. Aydın Sayılı’ya göre, dinin insan düşünce ve davranışlarına çok büyük ölçüde hâkim olması nedeniyle ilmî çalışmaların seyrine de dinin etkisi büyük olacaktır. Fakat bu etkiye bakılarak İslam’ın ilmî çalışma seyrinde menfi roller oynadığı düşüncesini Aydın Sayılı doğru bulmuyor. Çünkü daha erken çağlarda İslam dünyasında önemli gelişmeler yaşanmıştır. Şu halde ilmî çalışmaların seyrinde dinin olumsuz etkisini genelleştirmeyerek tarihsel olgularla sınırlı tutmak gerekmektedir. İslam dünyasının çevre şartları her çağda farklı olduğu için ilmî çalışmaların seyrine din bazen hız kazandırmış bazen ise sekte vurmuştur. Aydın Sayılı ilimlerin yükselişi için şuurlu heyecanın ve ortak çevrenin müsait olması gerektiği düşüncesindedir. Kimi zaman taassup nedeniyle şuurlu heyecan sönebiliyor ve ortak çevre ilmî çalışmalar için elverişli olmaktan çıkabiliyor.

Nusret Çam aynı probleme değinirken Aydın Sayılı’nın görüşleriyle çelişmeyecek şekilde insan düşünce ve davranışlarına dinin etkisini apaçık belirtiyor: “Şunu kabul etmek gerekir ki İslam dini dünya hayatından nasiplenmeyi tavsiye etmiş ve ruhbanlığı yasaklamış olsa da Yahudiliğin aksine ahiret hayatına daha çok vurgu yapan bir dindir. Yine Kuran’ın ‘oku’ emri ve düşünmeye, tefekküre yönelik çok sayıda emir ve tavsiyeleri de siyasi çekişmelerin ve cennet hayatını kazanmanın garantisi görülen ibadetlerin gölgesinde kalmıştır. Buna rağmen 10-13. yüzyıllar arasında İslam dünyası pozitif bilimlerde ve felsefede en parlak devirlerini yaşamıştır.” Görüldüğü üzere Nusret Çam’ın saptamaları Aydın Sayılı’nın görüşleriyle uyuşmaktadır. Ahiret hayatına daha çok vurgu yapılması, felsefenin ihmal edilmesi ya da tefekkürün çığırından saptırılması, cennet hayatının nimetleri karşısında dünya hayatının gözden düşürülmesi, siyasi çekişmeler ve ibadetlerin şekilcilik dürtüsüyle üstün tutulması İslam dünyasını Batı dünyası karşısında geriletmiştir. 10-13. yüzyıllar arasında İslam dünyasında pozitif bilimlerde ve felsefede en parlak devirlerin yaşanmış olmasına rağmen peşi sıra çöküşün vuku bulmasının nedeni ise Nusret Çam’a göre bu parlak çalışmaların kitlelere mal edilememesi ve kurumsallaşmanın sağlanamamış olmasıdır. Nitekim parlak devirlerde elde edilen sonuçlar teknolojiye dönüştürülememiştir. Yani diyebiliriz ki bütün çalışmalar ve başarılar havada kalmıştır. Aydın Sayılı gerek İslam dünyasında ve gerekse Batı Avrupa’da geç-ortaçağlar başında mevcut olan ilmî bilginin Yunan ilmi veya bunun daha gelişmiş bir şekli olarak on birinci yüzyıl İslam dünyası ilmi olduğu görüşündedir.[8] Bu üstünlüğe rağmen İslam dünyasının Batı karşısında geriye düşmesinin sebeplerinden başlıcası olarak Aydın Sayılı da kurumsallaşma eksikliğinin altını çiziyor. Medrese sisteminin başlangıçta kayda değer başarılar yakaladığını belirten Sayılı felsefe ile dinin uzlaştırılması bakımından yetersiz kalındığı görüşündedir. Bu yetersizliğin nedeni ise o zamanki düşünce adamlarının kendi fikirlerini yine kendi gayretleriyle yaymak zorunda bırakılmalarıdır. O zamanki düşünce adamları kendi başlarına tutunmaya çabalamışlardır ve arkalarında kurumsal bir destek bulamamışlardır. Oysaki Batı’da bunun tersi olarak düşünce adamları Katolik Kilisesi kurumlarının desteğini (engizisyona rağmen) arkalarında bulmuşlardır. Kısaca söylersek Batılı düşünce adamları yalnız bırakılmamışlardır.[9] Nitekim yukarıda görüldüğü üzere Nusret Çam da bilimden uzak kalınmasına ve felsefedeki yetersizliğe işaret etmektedir. İslam dünyasındaki medrese sisteminin gerileyişi, hayat gerçekliğinin dışında kalması, dünyadaki gelişmeleri takip edememesi ve kendisini yeni koşullara uyumlu şekilde yenilemek iradesini gösterememesi konusunda çok şeyler yazılıp çizildiği için burada tekrar etmeye lüzum görmüyoruz. Aydın Sayılı’nın söz konusu makalesinin adında yer alan Ortaçağ İslam Dünyasında İlmî Çalışma Temposundaki Ağırlaşma ifadesi zaten yeterince açıklayıcıdır.

Batı karşısında Doğu’nun yenik düşmesini araştırırken Nusret Çam şu kıyaslamayı da yapıyor: “Üstelik Avrupa, kendisini dogmatik zincirlerden kurtaracak Rönesans ve Reform hareketlerini yaptığı halde İslam dünyası probleminin kaynağını sorgulamakta bile yetersiz kalmıştır. Sünniliğin dışındaki fikir cereyanlarına hep şüpheyle ve olumsuz bakmıştır. Kendi doğrularına aşırı güven, dinden çıkma, zındık olma, günaha girme korkuları ve boş işlerle meşgul olma ayıbı, yeni düşüncelerin ve keşiflerin önünde daima en büyük engel olmuştur… Bu sebeple Doğu dünyasında, 16. yüzyıldan itibaren Batı’da görülen bilimsel gelişmelere ve fikir zenginliğine benzer bir gelişme yaşanmamıştır.”[10]

Batı’da görülen fakat Doğu’da yeterince görülmeyen birtakım gelişmeler arasında ulusal dillere yöneliş etkeni hemen göze çarpmaktadır. Miguel de Cervantes’in Don Kişot adlı İspanyolca romanı ulusal dillere yönelişin mihenk taşıdır diyebiliriz. Bilhassa kutsal metinlerin Avrupa halklarının dillerine tercüme edilmesiyle canlılık baş gösteriyor. Aydın Sayılı bu konuda İslam dünyası halklarının başat ana dilleri olan Arapça, Farsça ve Türkçenin hep farklı dil ailelerini temsil etmelerine karşın Avrupa dillerinin Latince ile aynı aileden olduklarına dikkat çekmektedir. Avrupa dillerinin aynı dil ailesine mensup bulunmaları onların kalkınma yolundaki hamlelerini kolaylaştırmıştır. Aydın Sayılı alfabe konusuna da değinmektedir: “Latince ve Batı Avrupa dilleri için kullanılan alfabenin Arapça albabesine kıyasla daha basit ve öğrenilmesi daha kolay olduğu da burada dikkate alınabilir ve bunun da okur yazarlığın yaygınlaşması bakımından Avrupa için avantajlı bir durum sağlamış olduğu söylenebilir.”[11] Aydın Sayılı bunun devamında Farsça ve Türkçe kitapların sayısının Arapça kitaplara oranla düşük kalması yüzünden ilmî bilginin İslam dünyasındaki geniş halk kitlelerine sınırlı bir şekilde yayılabildiğini ve ilim adamları sayısının düşük kaldığını belirtiyor. Arapçanın tahakkümü nedeniyle İslam dünyasında ilmî kitaplara yönelik merak ve talep de arzu edilen seviyeye çıkamamıştır. Diyebiliriz ki bütün bu eksikliklerden ötürü teorik bilgi İslam dünyası halkları içinde pratiğe dökülememiştir.

Ana dillerin ihmal edilmesi ve pratik alfabe yoksunluğu konusunda Hakan Kırımlı da (Kırım’ın geleneksel-skolastik eğitim sistemini eleştirirken) benzer görüşler ortaya atmaktadır. Hakan Kırımlı geleneksel-skolastik eğitim sistemini ele alırken Kırım’daki mekteplerde standart bir müfredatın bulunmadığından yakınıyor. Bu mekteplerde umumiyetle din dışı konuların öğretilemediği gibi, yazı yazmanın dahi öğretilemediğini, her hocanın kendi mektebinde keyfi bir şekilde kendi seçtiği kitapları okuttuğunu, müfredatın ezberciliğe dayandığını, Türkçe ya da Tatar Türkçesi derslerinin olmadığını, Arapçayı ise doğru dürüst Arapça bilmeyen hocaların öğrettiğini, mektep eğitiminin sonuç vermeyecek biçimde yıllarca sürdüğünü, talebelerin anadillerinde okumak yazmak öğrenemediğini, zaten gayet zor olan Arap dilinin öğretilmesini âdeta büsbütün imkânsız kılmak istercesine bazı medreselerde Farsça anlatılarak Arapça okutulduğunu yazıyor. Mekteplerde ve medreselerde on yıldan fazla dirsek çürütüldüğü hâlde Türkçe tek bir kitap yahut yazı okumaktan aciz öğrencilere tesadüf edilebildiğini belirten Kırımlı mektep ve medreselerde bir öğrencinin 15 veya 20 yıl kalabildiğini, gençliğinin heba olduğunu, yirmi yıl boyunca dünyadan tecrit edildiğini, zaman kaybının yanı sıra talebenin hiçbir pratik kazanç getirmeyen beyhude çabaya saplandığını gözler önüne seriyor. Bu öğrenciler sıkı disiplinli kışla hayatına benzeyen mektep ve medreselerden çıktıklarında dış dünyaya uyum sağlayamıyor, bocalıyor ve hem bağımsız şahsiyetten hem de medeni cesaretten yoksun kalıyorlardı. Bu itibarla da onlardan entelektüel yahut bilgin olmaları beklenemezdi.[12] Ana dilde eğitim konusunda Aydın Sayılı’nın söylediklerini aktararak bu yazımıza son noktayı koyalım: “Arapça takriben on birinci yüzyıldan itibaren Şuubiye hareketi dolayısıyla hâkimiyetini kısmen Farsça ile, on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllarda başlamak üzere de Türkçe ile paylaşmak zorunda kalmıştır. Bunlarla paralel olarak Farsça ve Türkçede ilim kitaplarının yeter sayıda yazılmış olması gerekmekteydi.”[13] Fakat hepimiz biliyoruz ki ulusal dillerin bilim ve felsefe alanlarında canlılık kazanmaları İslam dünyasında Batı dünyasına oranla epeyce gecikmeli olmuştur.

Dipnotlar

[1] Nusret Çam, “Din, Türk Milliyetçiliğinin Neresinde?”, Türk Yurdu, sayfa 19-30, sayı 431, Temmuz 2023.

[2] Nusret Çam, adı geçen makale, sayfa 19.

[3] Halil İnalcık, Rönesans Avrupası, sayfa 175, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2014.

[4] Ömür Kızıl, “Türk Etnogenezi ve Yeniden Yükseliş”, Türk Yurdu Dergisi, sayfa 10-16, sayı 430, Haziran 2023.

[5] Eric Hoffer, Değişim Sancısı, sayfa 11, Dergâh Yayınları, İstanbul 2017.

[6] Zafer Toprak, Atatürk – Kurucu Felsefenin Evrimi, sayfa 1, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2022.

[7] Bu makale muhtevası Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı’nın İngilizce ve daha kısa olarak The Observatory in İslam adlı kitabında zeyil olarak yayınlanmıştır (Aydın Sayılı, Ankara 1960, sayfa 407-429).

[8] Aydın Sayılı, adı geçen makale, sayfa 21.

[9] Aydın Sayılı, adı geçen makale, sayfa 30.

[10] Nusret Çam, adı geçen makale, sayfa 20.

[11] Aydın Sayılı, adı geçen makale, sayfa 60.

[12] Hakan Kırımlı, Kırım Tatarlarında Millî Kimlik ve Millî Hareketler, sayfa 27-33, TTK Ankara 2010.

[13] Aydın Sayılı, adı geçen makale, sayfa 47.

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen