Giriş veya Ağaç, Ziraat, Batum
Kara, deniz, hava kuvvetlerinin uyumu, birbirini desteklemesi ve tamamlaması iledir ki hayat sürdürülebilir ve yaşanılabilir hâle gelir. Şiirsel bir dille söylemek gerekirse toprakta koşarak, denizde yüzerek, gökte uçarak (veya hayallerini uçurarak) gelişir, serpilir ve büyür insan. Bu birlikteliğin, insan veya insan dışı unsurlarca sekteye uğratılması dengeleri bozar ve hayatı olumsuz yönde etkiler.
Karadan kastımız her şeyden önce toprak ve onunla bir şekilde ilgisi bulunan varlıklar. Denizden kastımız tuzlu ve tatlı, toprağın içindeki veya üstündeki su kütlelerinin canlılara sunduğu imkânlar. Havadan kastımız ise oksijenden bulutlara, güneşe, uzaya kadar canlı/cansız varlıkları besleyen unsurlar toplamı.
Bu yazıda ayaklarımız yere basacak ve daha çok karadan hareketle bir şeyler söylemeye çalışacağız. Kara, toprak demek, toprak da her şeyden önce ağaç ve ziraat. İnsanlığın ilk mesleği nedir, diye sorsalar hiç düşünmeden çiftçilik derim ve Mehmet Âkif’ten bugünlere de mesaj veren bir örnekle devam etmek isterim.
Âkif, 1913 yılı başlarında ve Balkan Savaşı henüz devam ettiği yıllarda Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti bünyesinde kurulan ve Millî Mücadele’de önemli hizmetleri görülen Heyet-i İrşâdiyye’nin üyesidir. Toplumu aydınlatmak için oluşturulan bu cemiyette; Abdülhak Hamit, Recaizade, Süleyman Nazif, Hüseyin Cahit, Mehmet Emin, Cenap Şahabettin ve Hüseyin Kâzım Kadri gibi dönemin önde gelen aydınları vardır. Derneğin genel sekreterliğini yapan Âkif bir gün eğitim bahsinde ufuk açacak bir hadiseyle karşılaşır. Hüseyin Kâzım Kadri[1] (1870-1934) ziraatla ilgili bir kitabının dernek tarafından bastırılıp halka bedava dağıtılmasını ister. Recaizade (1847-1914) bu eseri en fazla on, on beş kişinin okuyacağını, bu kadar az insan için kitap bastırıp dağıtmanın doğru olmadığını söyleyerek teklifi geri çevirir. Olumsuz cevaptan sonra Hüseyin Kâzım, kitabının da konusu olan ziraatla ilgili bir örneği, biraz da dernekteki dostlarının ricası üzerine, Ekrem ve yanındakilere anlatır: Tabiatta kendi kendine biten bitkiler vardır. Bunlar her sene milyonlarca tohum dökerler. Bu tohumların küçük bir kısmı yeşerir, fakat mühim bir bölümü zayi olur. Asıl önemli olan tohumların hepsinin yeşermesi değil, o bitki türünün devamının sağlanmasıdır. Fakat bir bitki türünün devamını sağlamak için milyonlarca tohuma ihtiyaç vardır. Tabiat bu davranışıyla biz insanlara ders vermektedir. Burada tabiat kendi diliyle; “Siz bütün çabanızı sarf edin, bunların büyük bir kısmı boşa gidebilir ama nesli devam ettirmenin başka yolu yoktur.” der. Hüseyin Kâzım; “Bu kitapların büyük bir kısmı zayi olacaktır, ama okunanlar devamlılığı sağlayacakları için önemlidir.” diyerek sözü bağlar. Başlangıçta kitabın basılmasına karşı çıkan Ekrem, bu savunmadan sonra fikrini değiştirir ve kitap bastırılarak halka dağıtılır.
…
Toprakla haşır neşir bir çocukluk ve gençlik geçirdiğimi söyleyebilirim. Adapazarı florasında yetişen bitkilerin çoğuna aşina sayılırım. Meşe, gürgen, çınar, kavak, kavlağan, söğüt gibi meyve vermeyenlerin yanı sıra erik, kiraz, üzüm, dut, incir, ceviz, armut, elma, fındık bunların başında gelir. Fena sayılmayacak ağaç kültürümün zayıf halkalarının da olduğunu 2016 yılında bir bilimsel faaliyet için gittiğim Batum’da fark ettim. Dedelerimin doğduğu topraklarda “okaliptüs” ağacıydı karşıma çıkan, hem de hiç yabancısı olmadığım bir hikâyeyle. 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi’nden sonra aile büyüklerim Batum’dan Adapazarı’na göç etmişler ve uzun sayılabilecek ömürlerinde bir daha Batum’u görememişler. Zihnimde bir türküsü vardı Batum’un,
Ben giderim Batum’a
Batum’un batağına
Pencereden içeri
Al beni otağına
Bataklıkmış Batum.
Çoruh Nehri’nin taşıdığı alüvyonlar, suyun hızı azaldıkça birikmeye başlamış ve zamanla kocaman bir bataklık çıkıvermiş ortaya, tıpkı Adapazarı Ovası gibi. Su oburu okaliptüsler yetişmiş Batum’un imdadına. Yüzlerce litre su emme özelliğine sahip bu dev ağaçlar çamurun inadını kırmış ve zamanla bataklığı yeşil bir ovaya çevirmiş. Türkü bu değişimi anlatıyormuş, öğrenmiş olduk.
Batum su içen, çamur kurutan “okaliptüs”leri soktu hayatıma. Adapazarı da bir bataklıkmış büyüklerim Batum’dan buraya göç ettiklerinde.[2] O bataklığı kurutmak için insanlar çalıştırılırmış günlük küçük küçük yevmiyelerle. Sırt sepetiyle taşınan kuru ve sert topraklarla bataklığın suyu, çamuru örtülmeye, kapatılmaya çalışılıyormuş. Bir süre sonra Batum’daki okaliptüslerin yerini akasyalar almış gibi geliyor bana Adapazarı ve çevresinde. Kaynaklar bu iki ağacı akraba sayıyorlar:
“Akasya, saha olarak, hızlı gelişen yapraklı türler arasında okaliptüsten sonra, dünyada
ikinci sırayı alır. Odun açığının süratle arttığı günümüz dünyasında hızlı gelişme vasfı bu ağaç türüne ayrı bir önem kazandırmaktadır.”[3]
Biraz Ara veya Bataklığa Övgü
Eko-eleştiri kuramının ortaya çıkışından sonra hayatın doğallığının farkına varılması ve korunması olarak düşünebileceğimiz yabanıllığa yapılan vurguların artması sonucunda bataklık güzellemesi olarak düşünebileceğimiz bir anlayışın birçok düşünür, edebiyatçı ve aktivistin hayatında uç vermeye başladığını görüyoruz. Bunların başında gelenlerden biri 19. yüzyıl Amerika’sının önemli çevreci ve aktivistlerinden biri olan Henry David Thoreau (1817-1862) olsa gerek. Yazar Yürümek adlı kitabının yine aynı adı taşıyan denemesinde yabanıllığın merkezine bataklık kavramını koyar ve bu nitelikteki doğa parçalarını hayatın ve canlı türlerinin yaşam kaynağı olarak öne çıkarır ve kutsar:
“Yaşam yabanıllıkla uyumludur. En yabani olan en yaşam dolu olandır. İnsana henüz boyun eğmemiş varlığıyla onu tazeler. Harıl harıl çalışan, hiçbir işten kaçmayan, hızlı gelişme gösteren ve yaşamdan beklentileri bitip tükenmeyen biri, kendini mütemadiyen yeni bir ülkede ve yabanıllığın ortasında hayatın en ilkel hâli tarafından kuşatılmış olarak bulur. Muhtemelen el değmemiş ormanlarda ağaçların yorgun gövdelerine tırmanıyor olacaktır.
Bana göre umut da, gelecek de çimenliklerde, ekilmiş tarlalarda, kasaba ve şehirlerde değil; üzerinde bitkilerin titreştiği geçit vermez bataklıklardadır. Vaktiyle satın alma niyetinde olduğum çiftliğe olan düşkünlüğümü şöyle bir düşündüğümde, aslında, bir tarafında doğal bir çukur oluşmuş, birkaç metrekarelik yer kaplayan dipsiz bir bataklığa tutuluverdiğimi fark ettim. Gözümü kamaştıran mücevher işte buydu. Beni yaşama tutunduran şey kasabanın ekilmiş bahçelerinden çok, anayurdumu çevreleyen bataklıklardır.”[4]
“Bir kasabayı koruyan, içinde yaşayan erdemli insanlardan ziyade onu çevreleyen ormanlar ve bataklıklardır. Bir kasabanın topraklarının üstünde yabani bir orman dalga dalga salınıp altında başka bir yabani orman çürüyorsa, o topraklarda sadece mısır ve patates değil gelecek çağların şairleri ve filozofları da yetişir. Homeros, Konfüçyus ve diğerleri işte böyle toprakların ürünüdürler ve keçiboynuzu ve yanan balı yiyen reformcu böyle bir yaban doğadan gelmiştir. ”[5]
Goethe, Faust’unda “Geliyoruz biz bataklıktan / Doğduğumuz topraklardan” derken ontolojik anlamda insanın/varlıkların yaratıldığı kaynağa işaret eder.
Selahattin Enis’in Bataklık Çiçeği ile Rus Konstantin Paustovski ve Japon Cuniçiro Tanizaki’in aynı adı taşıyan Bataklıkromanları, ayrıca Ömer Bedrettin Uşaklı’nın “Bataklık Güneşleri” şiiri bu bahiste akla gelen diğer metinler.
Bir Metafor Olarak Akasya
“Akasya ağacı Türkiye’ye 1850’li yıllarda gelmiş ve ilk geldiği yer Ege Bölgesi olmuştur. O yıllarda fazla ilgi gösterilmediği için bu ağaç türü yaygınlaşmamıştır. Bursa Ziraat Mektebi ile İstanbul Halkalı Ziraat Mekteplerinin açılmasından sonraki senelerde okul idarelerinin diğer ağaç tohumları ile birlikte Avrupa’dan getirttiği akasya tohumları bu türün Bursa ve İstanbul bölgesinde çoğalmasına, bunların peş sıra İzmir, Adana, Edirne, Erzincan, Çorum, Konya, Kastamonu gibi illerde açılan ziraat okulları bu ağaç türünün ülke sathına yayılmasına kapı aralamıştır. Zaman geçtikçe tohumu ve fidanı vilayetten kazalara hatta köylere varıncaya kadar dağıtılmış ve bu tür bugünkü halini almaya başlamıştır.”[6]
Türkiye’ye 1850’lerde gelen akasya köyüme (Karaçam) ne zaman geldi?
Akasyaların aile büyüklerimin hayatına girmesinde çamuru kurutma, erozyonu önleme çabaları etkili olmuş gibi geliyor bana. Karaçam’ın ve Geyve Boğazı’nın akasyayla tanışmasının geçmişi demiryolunun ve sonrasında karayolu güzergâhının bu bölgeden geçmesine kadar iner. Bu yolların yapımında bölge halkının istihdam edilmesi, bu türün buralarda çalışan insanlar eliyle farklı bölgelere taşındığını bize düşündürüyor. Babam ve birçok arkadaşının tren ve kara yollarının yapımında çalıştığını biliyorum. Hemen her iklimde yetişmeleri, toprak kaymasını önlemeleri, düzgün ve uzun bir şekilde büyümeleri, suyu/bataklıkları kurutma işlevleri ve en önemlisi hızlı büyüyüp bol tohum saçmaları nedeniyle okyanus ötesinden ithal edilmiş gibi görünüyor bu ağaçlar. Bir de günümüzün bir gerçeği var ki o da “akasya balı”, bu balın Karaçam’daki hikâyesini Ali Köseoğlu’ndan dinleyelim: “Akasya balı her arıcının harcı değil şöyle ki; akasya baharın ilk çiçek açan ağacı. Çiçekler açar açmaz arının çalışmaya başlaması lâzım, bunun için de arı kolonisinin kıştan hazır olması gerekir. Kışın arı kolonisini tam tekmil hazır tutmak için birçok zirai mücadele gerekiyor, arıcılar bu mücadeleyi masraflı ve zor bulduğundan akasya balıyla uğraşmıyorlar. Köyümüzün bal üreticisi olan Taner Özdemir, akasya balının müşteri listesi ve alınacak miktar belli olduğu için üretiyor bu balı. Ben her yıl 13 kavanoz alıyorum. Bir kavanoz da hediye veriyor.”
(Yazıyı okuyan bir meslektaşımdan şöyle bir mesaj aldım: Elinize sağlık kaydetmelik bir yazı olmuş. Akasya’yı Fransa’da tren yolları, yol kenarları ve toprak kayma riski olan yerlere dikiyorlar. Dalları dikine büyüdüğü için sanırım, yolu kaplamıyor diye. Parklarda yok.)
Osmanlı Devleti’nde fethedilen yerlere çınar ağacı dikmek zamanla bir gelenek hâlini almıştı. Dolayısıyla ihtişamlı, gösterişli ve uzun ömürlü çınarların yanında tevazuun sembolü olarak kök salmıştı akasyalar. Hatta kaynaklar, Cumhuriyet’in ilk yıllarında başta Ankara olmak üzere birçok şehirde parkların, yolların, şehir meydanlarının bu ağaçlarla süslenmeye başladığını yazıyor. Demiryoluyla başlayan karayoluyla devam eden bu akasya salgınının (yalancı akasya, Kıbrıs akasyası, top akasya vb.) halkın da dikkatini çekmesi çok gecikmemiş, edebiyatçıların da.
Tanpınar Beş Şehir’de akasyanın adını bir kere anar ama çınara methiyeler düzer. Onun en sevdiği ağaç hepimizin malumu olduğu üzere çınardır. Bu ağaç hemen her yönüyle kadim kültürün taşıyıcısı ve tamamlayıcısıdır.
Türk edebiyatında akasya ile çınar ağaçlarını Osmanlı-Cumhuriyet ikileminde çınar lehine metaforlaştıran yazarların başında Tarık Buğra gelir. Yazarın Yağmur Beklerken adlı romanının özellikle ilk bölümünü bu iki ağaç bağlamında okuyup çözümlemek mümkündür. Buğra’ya göre, park yapımında akasya ağaçlarının kullanılmaya başlaması çok yerinde bir tutum değildir. Fasulye sırığına benzeyen akasyalar taşıdıkları özellikler bakımından daha uzun ömür daha koyu gölge oluşturmaları bakımından -çınar, ardıç, kestane gibi ağaçlar karşısında- yetersizdir. Buğra, Rıza Efendi’nin ağzından bu iki ağacı “Dedelerimiz yol kıyılarına, meydanlara, mesire yerlerine, bizim için çınarlar, kestaneler, ardıçlar, gürgenler dikmiş; biz de parklara kendimiz için akasyalar dikiyoruz.” şeklinde karşılaştırır.[7] Yazarın, gelecek ve bugün tasavvurundan hareketle yaptığı bu değerlendirmenin bir yönü geçmişe (Osmanlı’ya) bir yönü hâlihazıra (Cumhuriyet’e) çıkar. Ağaçlar üzerinden yapılan bu gönderme, dönem aydınları arasındaki düşünsel kırılmanın derinlere indiğini gösterir.
Yakup Kadri’nin Panorama’sında Ankara’nın bir akşamüstü manzarası anlatılırken ışık oyunları arasında “akasyaların çınarlaşması” ibaresi kullanılır ki bu betimleme iki ağaç arasındaki görsel ve içeriksel bağlamı göstermesi bakımından buraya alınmayı hak eder:
“… O yetim anıtların başları yanardöner halelerle süslenip şanlanırlar. Bodur akasyalar serilip serpilen gölgeleriyle insana yıllanmış çınarlar gibi heybetli görünür ve çepeçevre boz tepeler, öbek öbek mor salkımlarla örtülür.”[8]
Buğra’nın Yağmuru Beklerken’de “Artık her şey düzelmiş, güzelleşmiştir; pis akasya ağaçları zamanla çınar olacak gibidir.”[9]şeklindeki ibaresi Karaosmanoğlu’nun betimlemesini akla getirir.
Ankara üzerine -özellikle roman türünden hareketle- yapılan çalışmalarda (Sezin Seda Altun Evren, Esra Sazyek) akasya ağacıyla ilgili betimlemelere ve metaforik bağlamlarda göndermelere sıkça rastlanır. Yine bu araştırmacılardan yola çıkarak eserlerinde akasyaya bir şekilde yer veren yazarların başlıcaları Aka Gündüz, Dikmen Yıldızı (1927), Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna (1943), Ayşe Kulin, Nefes Nefese (2002) ve Umut (2008), Attilâ İlhan, Reis Paşa (2002), Fakir Baykurt, Keklik (1975) ve Kara Ahmet Destanı (1977), Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal Barış 4 (2010), Erhan Bener, Böcek (1982) ve Işığın Gölgesi (2000), Turgut Özakman, Cumhuriyet 2 (2010), Sevgi Soysal, Yürümek (1970), Nazlı Eray, Aşkı Giyinen Adam (2001), Ayla Kutlu, Kaçış(1979), Peride Celal, Gecenin Ucunda (1963), Mustafa Necati Sepetçioğlu, Karanlıkta Mum Işığı (1979) şeklinde sıralanabilir.
Cemal Süreyya bir şiirinde akasyayı (veya bitkileri) Cumhuriyet döneminden sonra yapılan/yazılan anayasalarla birlikte kullanıp metaforlaştırmış:
Üç anayasa
ortasında büyüdün:
Biri akasya
Biri gül
Biri zakkum.[10]
Süreya’nın dizelerinde “akasya” 1924, “gül” 1961, “zakkum” 1982 anayasasını simgeler. Süreya akasya metaforuyla okuru 1920’li yılların ortalarına, caddeleri, istasyonları, bulvarları akasyalarıyla dünyaya gülücükler dağıtan Ankara’sına götürür. Bu akasya saltanatının sonraki yıllarda değişik yazarlar/araştırmacılar tarafından eleştirilmesi bahsi ayrı bir yazı konusu olacak kadar çoktur. Ama bu eleştirilerin bir kısmına Gülhane Parkı’ndaki ceviz ağacı bile güler. Her milletin, ideolojinin, dinin kendine göre kutsal ağacı, hayvanı, ritüeli olagelmiştir. Bunlar bazen kolektif bilinçdışı unsurlarıyla yaldızlanarak insanlara, hatta edebî metinlere ilham verebilirler ama akasya ile ilgili aşırı ve haddi aşan yorumlar sahiplerini vebale sokar ki mütedeyyin bir insan olan babam akasya dostuydu gövdesinden yaprağına, dikeninden çiçeğine kadar…
(“Ankara ve çevresinden başlamak üzere Anadolu’nun birçok yerinde özellikle bulvar ve köy ağaçlandırmalarında, kışlalar civarında ağaçlıklar tesisinde kullanılmıştır. Türkiye’de orman idaresi dışında ağaçlandırma yapan müesseselerden biri olarak Devlet Demiryolları yarma ve dolma şevlerindeki toprakların tespiti, istasyon çevrelerinin ağaçlandırmalar yoluyla güzelleştirilmesinde bir yabancı tür olan Yalancı Akasya’yı (Robinia pseudoacacia L.) kullanmıştır.”)[11]
Dıranas’ın akasyalarıyla bu bölüme nokta koyalım:
Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi,
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi;
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede.
Yaz, kış yeşil bir saksı ıtır pencerede;
Bahçende akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun sen, Fahriye Abla!
…
Bir kuş sesi gelir dudaklarından;
Gözlerin, gönlümde açan nergisler.
Düşen öpüşlerdir dudaklarından
Mor akasyalarda ürperen seher.
Ve Babamın Akasyaları
Akasya sevgisi bana babamın hediyesi.
Bazı sevgiler bize/ata baba mirasıdır, insanlar böyle güzellikleri hayatlarında hazır bulurlar. Bu miras, çocukların iç âlemlerinde kök salar, dala budağa, yaprağa bürünür ve günün birinde bir yazıda uç verir. Şimdi sıra bahçemizin akasyalarını, onların bendeki hatıralarını size anlatma zamanı.
Yar yolunu kolladım
İpek mendil salladım
Ona çiçek yolladım
Akasyalar açarken
Geç baharda çiçek açar akasyalar, bu da benim doğduğum zamanlara denk gelir hemen hemen. Her bahar, rengârenk çiçek ve kokularıyla el ele verip doğum günümü kutlayan vefâlı dostlarımdır akasyalar. Yukarıdaki dizeleri şarkı formunda dinlerken, akasyaların çiçek açtığı günlerde sevdiğine çiçek yollayan âşıklar canlanır gözümün önünde. Anadolu veya taşra insanı için her ağacın, meyvenin, ürünün, tabiat olayının ve unsurunun bir şekilde zamanla ve insanla ilgisi vardır. Doğum, ölüm, düğün, askerlik, işe girme, işten çıkma, emekli olma, gurbete gitme gibi hayatın dönüm veya kırılma noktalarını yine hayatın ve tabiatın içinden bir yerlere bağlamayı sever bizim insanımız. Ben akasyalar çiçek açarken doğmuşum mesela, nisan ayının son günleriymiş. Bir ablam kirazlar kızarmaya başladığında, diğer ablam buğdaylar sarardığında, bir kardeşim de ilk cemre düştüğünde hayata gözlerini açmış.
Renk renk çiçek açarlar, ıhlamurlar kadar olmasa da güzel kokarlar. Ağaçların dili olarak düşündüğüm yapraklarının küçüklüğünü ve yan yana dizilmesini seviyorum akasyanın en çok. Bu yaprakların şekli ve büyüklüğü kedi dilini çağrıştırıyor bende. Bir çocuğun oyun oynarken tamamladığı yapboza benziyorlar bir de.
Akasya demek vazgeçmemek demektir bende, ısrar demektir.
Yolunu nasıl ve nereden keserseniz kesin onlar mutlaka bir yerden filiz verir ve muzipçe sizi selâmlar. Bu, gün yüzüne çıkma, maviye göz kırpmayı halk pek sevmemiş olmalı ki “arsız ağaç” demiş ona. Onun bu taşralı tavrını, fakir severliğini ve dostluğunu kötüye yormuşlar. Ne yalan söyleyeyim ben hiçbir arsızlığını görmedim onun. Kusura bakma halkım, seninle aramız her gün biraz daha açılıyor. Buna akasya da eklendi, akasyadan pek haz etmeyenler de.
Gövdesinin ve dallarının dikenli olmasını bile sevimli bulurum ben. Herkese gülücükler dağıtmamasını da, güler yüzlü olmasını da. Her mevsime, iklime, toprağa uyum sağlamasını da. Kesildikten, biçildikten, kırıldıktan sonra dostlarını yarı yolda bırakmamasını da. Bütün bu nedenlerle, meyve ağaçlarından sonra benim için en imtiyazlı ağaç akasyadır. Gücüm yetse, bütün yol kenarlarına, yol boylarına, pencere ve kapı önlerine, kaymayı alışkanlık hâline getirmiş yamaçlara, ırmak kenarlarına, dere yataklarına, kuytu yerlere, doruklara akasya dikerim. Kendiliğinden boy verenlerin de kıllarına dokunmam, dokundurtmam.
Ben hayata gözümü açtığımda karşımda akasyaları buldum.
Bir ömürdür onların gölgesinde yaşıyorum.
Küçük bahçemin de imtiyazlı dostları onlar, hem imtiyazlı hem vefalı.
Babam da çok severdi akasyaları. Onun sevgisi benimkinden daha gerçekçi ve içtendi. Bunu, anlattığı akasya hikâyelerinden biliyorum. Ve zihnimde her gün biraz daha büyüyen bir soru, babam ağaçları ve özellikle akasyaları niçin çok severdi? Hiçbir cevap içimdeki boşluğu tam olarak doldurmuyor. Her yıl, özellikle karlar erimeye başladığında, dere kenarındaki evimizi, bahçemizi basan sulara, sellere karşı cengâverce mücadele ettiği için mi? Hemen evimizin yanında ve arkasında bulunan, bir kazma vuruşta suların fışkırdığı tepelikleri heyelandan, kaymaktan koruduğu, toprağı daha emin ve güvenilir bir dosta dönüştürdüğü için mi? Su değirmenimizin sürekli suya maruz kalmaktan yıpranan, aşınan, çürüyen, aksamlarını onunla ayakta tuttuğu ve onardığı için mi? Deprem sonrası alelacele yapılan ahşap evimizin temelden çatıya kadar hemen her yerinde onun emeği ve dayanıklığı olduğu için mi? Kışın uzun gecelerinde közü sabaha kadar küllenmediği, evi sıcak bir yuvaya dönüştürdüğü için mi? Bunların ve bunlara benzer birçok nedenin ona olan sevgisinde elbette etkisi vardı, ama akasyalar babam için öldükten sonra da devam edecek dostluklarıyla ayrı bir sevgiyi ve saygıyı hak ediyorlardı. Belediyeler bu ihtiyacı karşılamaya başlayana, yani üç beş yıl öncesine kadar, akrabalarımızdan biri vefat ettiğinde, sağlığında elleriyle gösterdiği veya göstermediyse bile o gün için en uygun, düzgün akasya ağacı seçilir, sabah erkenden kesilir ve mezar tahtası/dayama tahtası olarak kullanılmak için biçilir, ölünün gömüleceği zamana kadar hazır edilirdi. Cenaze eller üzerinde mezarlığa doğru götürülürken, ölünün üzerini örtecek bu tahtalar da cenazeye katılanlarca mezarlığa taşınırdı. Akasya, hayattayken kendisini tanımış bu insanlara, hem mezarlığa giderken hem de mezarda eşlik ederdi. Babam için akasyalar kara gün dostuydu. Mezarda bile dostlarını yalnız bırakmayan kötü gün arkadaşı.
Çocuk muhayyileme göre mezara defnedilen kişi, bir an ayağa kalkmak ister ve bu esnada başını dayama tahtasına çarparak öldüğünü anlardı. Uyarıcı ve sakinleştiriciydi de akasyalar. Kolay kolay çürümedikleri için drenaj vazifesi de görürlerdi bir yere kadar. Toprağın üstü nasıl servilerinse toprağın altı da onlarındı. Bütün bu yazdıklarımı babamdan defalarca dinleyerek büyüdüm ve akasya dostu oldum. Benim akasya sevgim;
Bak ben bir caddeyim,
Üzerimden geçtiğin her sabah,
Bir ağacım ben sana, bir akasya,
Gölgemde otobüs beklediğin, diyen Ceyhun Atuf Kansu’nun akasya sevgisiyle yarışır, her ne kadar kızıma onun gibi Akasya adını vermesem de.
“Kutlu” Bir Metaforla “Sonuç”a Yürümek
Adında akasya bulunan çok az kitaptan biri de Mustafa Kutlu’ya ait.
Akasya ve Mandolin adını taşıyan bu kitapta akasya mandolinle birlikte Cumhuriyet dönemi uygulamalarına yapılan eleştirel yaklaşımın iki metaforundan biridir. Yine “Akasya ve Mandolin” bu kitapta yer alan yüzlerce kısa denemeden biridir de. Yazı, 1939 Erzincan Depremi’nden sonra, Fırat Nehri kenarından dağ eteğine doğru kaydırılan şehrin yeni peyzajında sokakların her iki yanına akasya dikilmesine yapılan vurgu ile başlar. O yıllarda, mandolinin eğitim hayatındaki yerini ironik bir yaklaşımla ele alan yazar, bırakın öğrencilerin bu aleti hakkıyla çalmayı öğrenmesini, bu çalgı aletini edinebilecek insanların bile sayılı olduğunu vurgular ki bunlar iki kişidir ve bunlardan biri ağır ceza reisinin oğlu, diğeri Ziraat Bankası Müdürü’nün kızıdır. Böyle bir sınıfta müzik öğretmeni mandolin ile öğrencilere çocuk şarkıları ve memleket marşları çalar. Kutlu ise bu yaşlarda resme meraklıdır ama o da boyalı kalem olmadan icra edilemeyen bir sanat dalıdır.
Kutlu, mandolin bahsini keser ve hiç beklenmeyen bir yerde “Akasyalardan geriye ne kaldı?” diye bir soru atıverir ortalığa. Bu soru, Dergâh’ın Anadolu yakasına taşınmadan önceki yıllarına ait bir hatıranın yolunu açar. Bu anekdotun ana kahramanı elbette akasya olacaktır. Gelin birlikte yürüyelim İstanbul’un şatafatlı caddelerinde bu üç yazarla birlikte:
“Bir Cuma namazı çıkışında (Sultanahmet’ten çıkmıştık, yanımda İsmet Özel ve İsmail Kara), Sağlık Müzesi karşısında (Orası Mehmet Akif Parkı) bir yaşlı ve pörsümüş akasyanın bitlenerek dökülen yapraklarına bakıp, ‘Yahu şunu şuradan sökseler de yerine ıhlamur, kestane veya çınar dikseler’ dedim… İsmet Özel akasyanın Türkiye’ye mahsus bir ağaç olmadığını, Cumhuriyetten sonra ülkeye girdiğini söyledi. Ben demiryolları kenarında (bu yolların inşası sırasında) hep bu ağacı gördüğümü, galiba susuzluğa ve her türlü iklim şartına dayanıklı olduğunu ilave ettim. Ama bilhassa top akasyanın bitlenip çabuk çöktüğünü, etrafı kirlettiğini, bodur kalmaya mahkum olduğunu falan söyledim. Sonra söz mandoline kaydı. Mandolin ile akasyanın bu ülkeye kök salmak üzere getirilen bir düşünce ve sistemin sembolleri olabileceğini konuştuk…”[12]
(Fakir ve toprak dostu baba yadigârım akasyaya hem de İstanbul’un orta yerinde yapılan bu salvolar divan şiirinde lâleye yapılanlara benzediği için olacak, küçük odamda Necatî’nin aşağıdaki iki beytini okudum yüksek sesle, bu yerli entelektüeller sesimi duyar mı veya beni kim duyar bilmiyorum ama bağıra bağıra okudum bu dizeleri:
Lâle-hadler yine gülşende neler etmediler
Servi yürütmediler goncayı söyletmediler
Taşradan geldi çemen sahnına bigâne deyü
Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler
Lâle kaderli akasyam boynunu bükme, bu İstanbul ahalisinin seni ötekileştirmesine bakma, kendilerini gülün ve gülşenin sahibi olarak görmelerine aldırma.)
Ben Necatî’yle hasbihal ederken Kutlu, sözü yine Erzincan’a getirir ve akasyayla mandolinin hikâyesini günümüzün en çok meyve veren “kültürel ve manevi kaynaklar” bahsine bağlar. Erzincan’daki akasyaların da zamanla göçüp gittiklerini, bunların yerine akçaağaç, karaağaç ve kavak falan dikildiğini ama çınar dikmenin akla gelmediğini, oysa bu ulu ağacın gölgesinde serinlemenin ayrı bir güzelliği içinde barındırdığını ima eder ve geçmişin çınarlı, gölgeli parlak günlerine selâm çakar.
Babam akasyaları çok severdi.
Ben de onun bir çocuğu olarak Cumhuriyet sonrasında kazandığı anlamları da bilerek ve kastederek akasyayı seviyorum. Kalbim lâleden yana atıyor ey gül, kusuruma bakma olur mu?
Ek[13]:
“Akasya (Robinia pseudoacacia L.), Kuzey Amerika’dan Avrupa’ya 1601 yılında ithal
edilmiştir… Akasya Amerika’dan Avrupa’ya ithal edilen ağaçların başında yer almıştır. O zamandan beri sadece Avrupa’da değil, dünyanın mutedil iklim kuşağında ve Akdeniz iklim mıntıkalarında büyük ölçüde yayılmıştır. Bu ağaç türü Tropik bölgelerin alçak yerlerine uygun değildir.” (s. 24)
…
“Türkiye, aslında floristik bakımdan zengin bir ülke olması nedeniyle çok sayıda yerli
orman ağaç ve ağaçcıklarına sahiptir. Bununla beraber, bazı özellikleri nedeniyle bazı türler ülkemize ithal edilmeye başlanmış ve zamanla bunların sayıları da artmaya başlamıştır. Akasya (Robinia pseudocacia L.) ve Okaliptus Türkiye’ye öncelikle ithal edilen yabancı türlerdir.” (s. 22)
…
“… Yalancı akasyayı çiftçiler her türlü ihtiyaçlarını karşılayan bir ağaç olarak görürler. Odunu sert, uzun süre dayanabilen ve kolay işlenen bir ağaç türüdür. Diri odunu dar ve sarımsı beyaz renktedir. Öz odunu ise yeşilimsi sarı ile koyu kahverengi arasında değişmektedir. Akasyanın odunu çok sert, çok ağır, çok yüksek mukavemet ve elastikiyete haiz olup, çalışması orta derecededir.
Akasya uygun yetişme muhitlerinde geniş yıllık halkalar oluşturmaktadır. Geniş yıllık halka yapraklı ağaçlarda özgül ağırlığı artırmaktadır. Özgül ağırlık yüksek olunca direnç de yükselmektedir. Akasya odunu tutkallarla iyi bir eskilde birleştirilebildiği halde, zor çivi kabul eder. Bükülme özelliği çok iyidir. Özellikle bükme mobilya imalinde, kayın ve dişbudak gibi eğilebilmekte, bükme esnasında budaklı kısımlardan kırılmamaktadır. Akasya odunu cila, boya ve verniklerle iyi şekilde muamele edilebilmektedir. Öz odun doğal halde termitlere, su içi kullanış yerlerinde de Trodonovalis ve Limnoria’ların tahribine karşı tabii olarak koruntulur. Bütün bu özellikleriyle Akasya odunu oldukça çeşitli kullanış sahası bulmuştur. Basınç altında ses çıkarma özelliği (tehlikeyi bir ölçüde haber vermesi kabul edilebilir) diğer vasıfları ile birleşince maden direği olarak aranan bir türdür. Bunun dışında tel direği, su içi inşaat ve iskele direkleri, çit kazığı, travers, ambalaj sanayii, araba tekerleği yapımı, yapılarda konstrüksiyon materyali olarak kullanılır. Akasya odunu üzerindeki araştırmaların neticesi olarak, çeşitli şartlarda Akasya odununun kimyasal etkilere de dayandığı, selüloz için elverişli olmadığı, elverişli çaplar kazanmış dolgun gövdelerin kaplamacılıkta (soyma sanayiinde) kullanıldığı, Akasya odununun yüksek kalorili ve ıslak iken dahi tutuşma kabiliyetinde olması nedeniyle yakacak odun olarak çok kullanıldığı bildirilmektedir.” (s.23-24)
…
“Akasya gerçek bir ışık ağacıdır. Yetiştirilmesinde ve bakımında bu özelliği gözden uzak tutmamalıdır. Türkiye’de Akasya donlardan zarar görmez.
… Akasyanın kuvvetli kök sürgünü vermesi, kanaatkâr bir tür olması onu erozyon kontrolünde olduğu gibi, kurak bölgelerin tarım alanlarında tesis edilen koruyucu orman şeritleri kompozisyonu içine girmesini de mümkün kılmıştır.” (s. 27)
…
“Akasya, keza, şehir ve yol ağaçlandırmalarında dekoratif bir ağaç olarak geniş kullanış yeri bulmuştur. ‘Bulgaristan’da hiçbir köy ve kasaba yoktur ki çevresinde, yol kenarlarında Akasya olmasın’ denmektedir. Bu sadece akasyanın dekoratif bir ağaç oluşundan değil, mekanik zararları (yara beresini) çabuk kapatması ve budamaya gelmesindendir. Gerçekten ağaçlar meskûn yerlerin ayrılmaz bir rüknüdür. Şehirlere güzellik, canlılık ve ferahlık veren en önemli tesisler, parkları ve ağaçlıklarıdır. Paris, Washington, Londra gibi büyük ve güzel şehirlerin ihtişamında ağaçların da önemli rolü vardır; ancak, Ihlamur, Çınar, Atkestanesi, Akçaağaç gibi daha elverişli ağaçlar varken Akasyayı ön planda düşünmek de pek caiz değildir. Her ne kadar, şehrin dolgu, fakir topraklarına, icabında kuraklık şartlarına dayanıklı olma, geç ilkbaharda açan kokulu salkım şeklindeki güzel çiçeklere sahip olma gibi avantajları varsa da; kalın ve yaygın dallanması, sürgünlerin dikenli oluşu, tipik ışık ağacı olarak seyrek yapraklanması ve bilnetice koyu gölge yapmaması, 30-40 yaşlarda büyümenin hemen hemen durması, kısa ömürlülüğü ve zamanla ortaya çıkan tepe kurumaları şehir ici ağaçlamaları ve cadde kenarı ağaçlamaları için dezavantaj sayılması icap eder. Akasya üzerine top akasya aşılamak suretiyle top akasya fidanlarının dikimi şehir içi ve yol ağaçlamalarında tercih edilmelidir. İbrelilere nazaran genelde yapraklı ağaçların gaz zararlarına daha dayanıklı olduğu bilinir. Akasyanın bu meyanda diğer bazı yapraklılar arasında yer aldığını görüyoruz.” (s. 27)
[1] Hüseyin Kâzım Kadri (1870-1934)’nin ziraatla ilgili kitapları; Bağlar Arasında, İlm-i Zirâat, Çiftlik Nasihatleri, Zirâat Dersleri, Bağcılık, Zirâat Albümü, Çiftçi Çocuğu, Anadolu Köylüsüne Çiftçi Öğüdü, altı kitaptan oluşan Amelî ve Tatbikî Zirâat Dersleri, İlm-i İktisâd-ı Zirâî şeklinde sıralanabilir. (Bilgi için bkz. Nurettin Albayrak, “Hüseyin Kâzım Kadri”, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 18, TDV Yayınları, İstanbul 1998, s. 554-555.)
[2] Büyüklerim Sapanca’nın da bataklık olduğunu anlatırlardı. Ahmet Sarı, Hendek’teki bir köyün kaderini bataklığın belirlediğine vurgu yapar: “Köyün geçmişi, yalnızca dağlardan süzülen suyla değil, göç ve yerleşimle de biçimlenmiş. 1877-1878 yani eskilerin 93 Harbi diye bildiği savaş yıllarında, bugünkü Ordu ilinden gelen insanlar, o dönemde Hendek merkezi yer yer bataklık ve sineklere bağlı hastalıklar yaygın olduğundan Hendek’in yükseklerine yerleşmeyi tercih etmişler. İlk yerleştiklerinde dağlık bir bölge olduğu için geçimlerini hayvancılıkla sağlıyorlarmış. Hayvan gübrelerini de yerleşim yerinin biraz uzağında bulunan boş ve düzlük bir alana dökerlermiş. Tabii gel zaman git zaman yolda karşılaştıklarında selamlaşır, “Nereye böyle?” diye sorarlarmış birbirlerine; hayvan gübrelerini döktükleri yerleri işaret ederek, “Gübreliğe gidiyorum.”, “Gübrelikten geliyorum.” diye cevap verirlermiş. Zaman geçmiş, köy büyümüş, kalabalıklaşmış ve sonunda resmi kayıtlara adı “Gübrelik köyü” olarak geçmiş. Köyün ismi, insanların hem doğayla hem de birbirleriyle kurdukları ilişkilerin hikâyesiyle ortaya çıkmış. 80’lere kadar bu isimle anıldıktan sonra, köyün adı Bakacak olarak değişmiş. Eski adı Gübrelik, yaşamın içinden süzülüp gelen, hikâyesi olan bir isimken; Bakacak ismi, köyün yamaçlarından ovaya bakma, yüksekliğiyle bağlantı kurma arzusunu temsil ediyor olabilir. Her iki isim de bu köyün ayrı bir dönemine ışık tutuyor.” (Bilgi için bkz: https://www.bizimsakarya.com.tr/bir-koyun-yuzyillik-nefesi-dereden-degirmene-ormandan-madene?utm_source=dlvr.it&utm_medium=%5Bfacebook%5D&utm_campaign=bizim%20sakarya )
[3] İbrahim Atay, “Akasya’nın (Robinia Pseudoacacia L.) Önemi ve Silvikültürel Özellikleri, İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Dergisi, Cilt: 35, Sayı: 1, Yıl: 1985, s. 22.
[4] Henry David Thoreau, “Yürümek”, Yürümek, Çev. Selçuk Işık, Can Sanat Yayınları, İstanbul 2019, s. 33-34.
[5] Henry David Thoreau, “Yürümek”, Yürümek, Çev. Selçuk Işık, Can Sanat Yayınları, İstanbul 2019, s. 35-36.
[6] Bilgi için bkz. ( https://bitkitohum.blogspot.com/2011/03/akasya-acacia-ve-baz-turleri.html )
[7] Tarık Buğra, Yağmur Beklerken, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1990, s. 5.
[8] Yakup Kadri, Panorama, İletişim Yayınları, İstanbul 1987, s. 38.
[9] Tarık Buğra, Yağmur Beklerken, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1990, s. 6.
[10] Cemal Süreya, “Kısa Türkiye Tarihi II” (Sıcak Nal), Sevda Sözleri (Bütün Eserleri), YKY, İstanbul 1995, s. 220.
[11] İbrahim Atay, “Akasya’nın (Robinia Pseudoacacia L.) Önemi ve Silvikültürel Özellikleri, İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi Dergisi, Cilt: 35, Sayı: 1, Yıl: 1985, s. 22.
[12] Mustafa Kutlu, “Akasya ve Mandolin”, Akasya ve Mandolin, Dergâh Yayınları, İstanbul 2001, s. 128-130.
[13] Yukarıda künyesi bulunan İbrahim Atay’ın akasya ağacıyla ilgili makalesinin bazı bölümlerini sayfa numaralarını da belirterek, konuya meraklı okurlar için buraya alıyoruz.
