AŞAĞIDAKİ YAZI;
“BAŞÖRTÜSÜ”NÜN; “TARZ” OLDUĞU İÇİN DEĞİL, “FARZ” OLDUĞU İÇİN TAKILDIĞI, BU UĞURDA PEK ÇOK BEDELLER ÖDENİP, ‘ŞUBATLARIN YİRMİ DOKUZ ÇEKMEDİĞİ BİR DEVİRDE’ YÜREK YAKAN NİCE ÇİLELERİN ÇEKİLDİĞİ, TESETTÜRÜN İÇİNİN BOŞALTILIP BİR BEZ PARÇASINA İRC EDİLMEDİĞİ; HÂL, HAREKET, GİYİNİŞ, TAVIR VE DAVRANIŞ ÎTİBÂRİYLE BAŞÖRTÜSÜNÜN HAYÂNIN MÜTEMMİM CÜZÜ OLDUĞU BİR DÖNEMDE (25 yıl önce Kasım 1997’de) “MÜSLÜMAN BACILARIMIZIN BAŞÖRTÜSÜ İÇİN VERDİĞİ ŞANLI MÜCÂDELE” ÜZERİNE KALEME ALINMIŞTIR.
“TÜRBAN”I “FARZ” OLDUĞU İÇİN DEĞİL, “TARZ” OLDUĞU İÇİN TAKAN; HÂL, HAREKET, GİYİNİŞ, TAVIR VE DAVRANIŞ ÎTİBÂRİYLE HAYÂDAN BÎHABER OLAN “GÜNÜMÜZ SÜSLÜMANLARI” BU YAZIDAN VÂRESTEDİR.
Derdimizin hazin hikâyesi bitmek bilmiyor bir türlü… Karanlıklar ufkumuzu sarmış, yaşamak
bir yangın yerinden arda kalan duman bulutu sanki… Fikir tezgâhında çile dokuyanlarla, çile girdâbında inancını yaşamak isteyenlerin ikinci sınıf insan muamelesi gördüğü yerlerden bir yer… Üniversitelerimiz… “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya”[1] olan yine biz… Kalbini ve beynini midesinin emrine vermeyenlere, dinin emirlerini yaşamak isteyen insanlara modern Tâgutlarca revâ görülen haksızlıklar zinciri… İslâm’ın bir farzı olduğu için tesettür emrini yerine getirmeye çalışan ve başörtüsünü ‘inanç sancağı’ olarak takan kız öğrencilere eğitim kurumlarında uygulanan akıl almaz bir mezâlim… Üniversitelerde rektörler ve dekanlar mârifetiyle sık sık tezgâhlanan “naftalin kokulu” oyunlardan bıkkınlık veren bir bölüm… Bu “ilerici yasak” (?!); şimdilik “sakalı” bir “siyasal simge” olarak görmezken, mestûre öğrencilerin; ‘Biz başörtüsünü siyâsal simge olarak değil, inancımızın gereğini yerine getirmek için takıyoruz!’demelerine rağmen; Câhiliye Dönemi’nin asrî versiyonlarınca bu mazlum ve mâsum kızlarımıza yapılan çağdaş (!) bir zulüm… 21. yüzyıla üç kala, “inanç hürriyeti” ve “eğitim hakkına” karşı uygulanan tahâkküm…
Şâir ne kadar da doğru söylemiş;
“Diller, sayfalar, satırlar;
‘Ebû Lehep öldü’ diyorlar:
Ebû Lehep ölmedi, yâ Muhammed;
Ebû Cehil, kıtalar dolaşıyor!”[2]
diyerek…
1982 yılından bu yana değişik şekillerde uygulanıp, gündemden hiç düşmeyen, on binlerce mağdurun oluşmasına yol açan bir yasak; “başörtüsü yasağı…” Başörtülü oldukları için kazandıkları fakültelere kayıtları yapılmayan, İlâhiyat Fakültelerine bile alınmayan, derslerden dışarı çıkartılan ve üniversitelerden atılan mazlumlar…
Üniversite kapılarında mağdûriyetlerini, mazlûmiyetlerini ve mâsûmiyetlerini ‘vicdanı sağırlaşmış elitlere’ anlatmaya uğraşan inanç âbidelerinin verdiği çok meşakkatli ve çok çileli bir mücâdele…
Yaşadıkları dayanılmaz çileyi, uğradıkları haksızlıkları, mâruz kaldıkları zulmü ve içinde bulundukları durumun vahâmetini kamuoyuna anlatmak ve bu çağdışı yasağı protesto etmek için vakur bir şekilde oturma eylemi yapan maznunlar…
Haksızlığa ve zulme uğramalarına rağmen yasalara karşı gelmeden “sivil itaatsizliğin” en güzel örneğini sergileyen, “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsiniz”[3] emr-i İlâhisine îmân eden mağdurlar…
Bu kış mevsiminde, zulmün dondurucu soğuğuna rağmen çiçek açan kardelenler… Kalemimizle, kalbimizle ve duâlarımızla destekliyoruz sizi… Destekliyoruz haklı mücâdelenizi…
Biliyoruz ki, başörtüsü ‘yarım metrekarelik bir bez parçası değildir…’ Öyle olsaydı, İstanbul Üniversitesi’nin o “koskoca” kapısından, şu “küçücük” başörtülerinin geçmesi gerekirdi… Hem de “din ve vicdan hürriyetini” teminat altına alan bir Anayasa varken… Ve yine, İnsan Hakları Evrensel Beyânnâmesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin vazgeçilmez hükümleri arasında “Eğitimin vazgeçilmez bir insan hakkı olduğu” vurgulanırken…
Anayasamızın 42. Maddesi’nde, “Kimse eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamaz.” denilmesine, eğitim hakkının engellenemeyeceğinin kesin olarak deklare edilmesine rağmen “Başörtüsü yasağı” en katı biçimiyle devam ediyor… Ve yine inanç özgürlüğünü vurgulayan; İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi’nin 18. ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 9. Maddelerinde; “Herkes düşünce, vicdan ve din hürriyetine sahiptir. Bu hak, din ve inanç değiştirme özgürlüğü ile açık veya özel biçimde ibâdet, öğretim, uygulama ve tören yapmak sûretiyle tek başına ya da toplu olarak dînini ve inancını açıklama özgürlüğünü de kapsar” denilmesine rağmen… T.C.K.’nın 175. Maddesinde; “Hiç bir kimsenin dini inanç ve ibâdetlerinden dolayı aşağılanamayacağı, kınanamayacağı ve cezâlandırılamayacağı” şeklinde çok açık hükm bulunurken… Bir devlet kurumu olan Diyânet İşleri Başkanlığı’nın 3 Nisan 1993 tarihli fetvâsında; “Kadınlar, vücudun el, yüz ve ayakları dışında kalan kısımlarını, aralarında dînen evlilik câiz olan erkekler yanında, vücut hatlarını ve rengini göstermeyecek bir elbise (örtü) ile örtmeleri; başörtülerini, saçlarını, başlarını, boyun ve gerdanlarını iyice örtecek şekilde yakalarının üzerine salmaları dînimizin, Kitap, Sünnet ve İslâm âlimlerinin ittifâkı ile sâbit olan kesin emirdir. Müslümanların bu emirlere uymaları dînî bir vecîbedir.” denilirken…
Bütün bu âmir hükümler, yasalar ve sözleşmeler olmasına rağmen, dînî inançların gereğini yerine getirmek isteyenlere mânî olan ve eğitim hakkını engelleyen “Başörtüsü yasağı”nın en şedîd bir biçimde uygulaması; din ve inanç hürriyetiyle, eğitim hakkının ihlâl edilmesi değil de nedir acabâ?
Unutmamak gerekir ki, örtünmek ve başörtüsü takmak, Müslüman kadın için bir ibâdettir, “dînî bir vecîbedir…” Tesettür Allah(c.c.)’ın emridir… Bu gerçeğin başka taraflara çekilip, yasağa gerekçe gösterilmesine artık kimse inanmamakta, başörtüsüyle okula gelmenin cumhuriyeti ve devleti yıkmaya mâtuf bir eylem olduğuna dâir görüş ve beyanlar gerçeği yansıtmamakta, gâyesi “üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek” olanların niyetleri de gözden kaçmamaktadır… Bu yasak; inanan insanları dışlama, toplumu bölme ve ülkede kargaşa ortamı yaratma gâyesine hizmet etmekte olduğu artık çok âşikâr olarak görülmeli, millî birlik ve berâberliğimizin çimentosu olan mânevî değerlerimiz zayıflatılmamalıdır. Basit çıkarlar uğruna millî ve mânevî değerlerimiz yıpratılmamalı, siyâsî rant kavgası, makam ve mevkî kaygısıyla “Biz devleti gericilikten kurtarıyoruz!” diyen ‘geri kafalılar’ın, mukaddes değerlerimizin katledilmesine aslâ müsaade edilmemeli, devlet-millet zıtlaşmasına bilerek ya da bilmeyerek çanak tutulmamalıdır…
Hele hele, İmam Hatip Liseleri ve İlâhiyat Fakülteleri’nde de uygulanan bu yasağın hikmetinin (!) neler olduğu hususunda îzahta bulunmak ve kız öğrencilerin başörtüleriyle okullarına alınmamasının mantıklı açıklamalarını (!) yapmak zahmetine hiç kimse kalkışmamalıdır… Zâten “Dînî tedrisat yapsın” diye devletin kendi eliyle açtığı İHL ve İlâhiyat Fakülteleri’nde de, bu “çağdaş yasağın” uygulanması nasıl ve ne gerekçeyle îzâh edilebilir? Semâvî dinlerin tamamında örtünme hükmü vâr olup, din eğitimi yapan dünyadaki bütün okulların hepsinde de kendine mahsus bir tesettür şekli bulunmaktadır… Haydi diyelim ki, bütün dünyadaki “kamusal alanlar” evrensel ölçülere göre şekillenir ve memûriyet için bu kıstaslar geçerlidir. Askerin, polisin, sağlık personelinin ve diğer devlet memurlarının belli bir kıyâfeti vardır. Bu tespiti doğru olarak kabul etsek bile, göz ardı edilmemesi gereken bir diğer doğru daha vardır ki, o da, dünyadaki dînî eğitim yapan bütün okulların öğrencilerinin ve İlâhiyat mensuplarının belli bir kıyâfeti olduğu gerçeğidir. Her konu da Avrupa’yı örnek alanlar neden bu konuda çifte standart uyguluyorlar? Neden râhibelerin kıyâfetini görmezden geliyorlar? Ayrıca bu öğrencilerin devlet memuru olmadığını, “kamusal alanda hizmet vermeyip, hizmet aldığını” neden ve hangi gerekçeyle unutuyorlar?
Evet, bütün bunlara rağmen, bâzı güçlerin emirleri istikâmetinde hareket edenler; dînî eğitim yapan okullarda bile tesettürlü kızlara; “Ya bu deveyi güdersin, ya bu diyardan gidersin!” demektedirler… Yeri geldiğinde fikir hürriyeti şampiyonu kesilenler, insan hakları hâmisi olduğunu iddia edenler, demokrat olduğunu savunanlar, hukukun üstünlüğünden dem vuranlar, “aydın” geçinenler, feministler, hümanistler nerelerdesiniz? Neden sesiniz çıkmıyor, ahraz mı oldunuz, lâl mi kesildiniz, yoksa diliniz boğazınıza mı aktı / akıtıldı?
Ya siz, inancına zulmedilirken susanlar… “Virânelerin yasçısı”[4] olanlar… “Hakkı söylemeyen ve haksızlık karşısında susan dilsiz şeytanlar…”[5] İslâm’ın câmiye hapsedilmesine, Kur’ân’ın “mezarlık kitabı” yapılmasına tepki göstermeyen insanlar… İnanç sancağı olan başörtüsüne sâhip çıkmayan, çık/a/amayan Müslümanlar… Mücâdeleye tâlip olmayanlar, yüzünde çile çizgisi bulunmayanlar… Başörtüsü meselesini, oy simsarlığı adına ya da “tehlikeli lâf-ı güzaflarla” “Bir ateş topu” hâline getirip, çözümsüzlüğün girdabına sokulmasına vesîle olanlar… İslâm ticâretini kimseye bırakmayıp, “ehl-i cihâd” geçinen “ricat erbâbı” yiğitler(!)… “Başörtüsü yasağı sokakta çözülemez, bunun çözüm yeri Meclis’tir!” diyerek mâkul bir mantıkla bu meseleye yaklaşıp, “demokrasiye balans ayarı veren” zinde güçlerin etkisinde kalıp “üç maymun”u oynamak için başkentteki “değişim ve dönüşümden” hissedâr olanlar… Nerelerdesiniz? Neden sesiniz çıkmıyor? Niçin “sağır ve dilsiz” rolünü üstleniyorsunuz?
Evet ya siz Diyânet’in başındakiler… Savunmakla mükellef olduğu “İslâmî değerleri” hakkıyla müdafaa edemeyenler…Ağaç kesme, çevre temizliğine uyma, komşu haklarına riâyet, organ nakline cevaz verme vs. gibi “tehlikesiz” konulardaki İslâm’ın emir ve hükümlerini yüksek sesle îrat edenler… Başörtülü öğrencilerin önleri -Kur’ân’ın emirlerini uygulamak ve inançlarını yerine getirmek istedikleri için- kesilirken; bu konu hakkında konuşmak, İslâm Dîni’nin bu konudaki hükmünü açıklamak, fetvâ vermek sizin göreviniz değil mi? Acabâ bu konuda sizin hiçbir fikriniz ve düşünceniz yok mu? Yoksa Diyânet’in görevi sadece kutsal gecelerde Mevlid oku/t/maktan mı ibâret? Başörtüsü zulmünü duymadınız mı? Niçin “sağır ve dilsiz” rolünü üstleniyorsunuz? Neden sesiniz soluğunuz çıkmıyor?
Bu konudaki diğer bir paradoks da nedendir pek bilinmez (!?) -ya da çok iyi bilinir-; hastabakıcılık, çamaşırhâne görevlisi, müstahdemlik gibi vazifeleri yerine getiren “gerekli eğitimi almamış” devlet memuru hanımlara; halıcılık, biçki dikiş kursu, nakış ve çiçek yapma eğitimi alan Halk Eğitim Merkezi öğrencilerine -başörtülü olmalarına rağmen- yıllar yılı hiçbir problem çıkartılmaması ve onların başörtülerine hiçbir şey söylenmemesidir… Çünkü başörtülü hanımların “âvâma uygun işler yapmaları” veya “biçki-dikiş eğitimi almaları” hâlinde örtünmelerinde hiçbir mahsur görülmemesiydi… Ancak zaman içinde; “Yeterli tahsili yapan, lisans veya lisansüstü eğitim alan” ve her geçen gün üniversitelerde sayıları artmaya başlayan başörtülülerin bürokraside de “âmir” konumundaki makamlara gelmesi; sistemden beslenen kesimlerde sıkıntı, kıskançlık ve hazımsızlık meydana getirmiştir / getirmektedir… Çünkü yüksek tahsil yapmak, devleti idâre etmek, bürokraside üst görevlere gelmek, etkili ve yetkili makamlarda bulunmak, Anadolu insanının değil, “Batıcı aristokrat sınıfının” tekelindeydi senelerdir… Onlara “âmir” olma sıfatları, hep babalarından mîras kalırdı… Makam ve koltuklar, kürsü ve enstitüler, dekanlık ve rektörlükler; umerâ, ulemâ ve diğer üst düzey mevkîler, “vazgeçilmez ve devredilmez bir hak” olarak görülmüş ve gösterilmişti onalara… Kendi kast ve ekollerinin, loca ve mahfillerinin, ilke ve görüşlerinin dışında kalanlar için, bu görevlerin ifâsı gayrı kabil (!) ve kabul edilemezdi… Çünkü onlar; “halka rağmen halk adına” (?!) hareket etmeye alış/tırıl/mış “halkçılar”, milleti millet yapan millî ve mânevî değerlerin hilâfına davrana, dîni “afyon” (!?) olarak gören ve gösteren “ateistler” ile millî münafık ulusalcılar insanımızı tepeden şekillendirmek için uğraşan jakobenler ve her doğruyu kendileri bilen, okumadan âlim ve her geçen gün daha zâlim olan “diplomalı despotlar” ile alın teri dökmeden servetlerine servet katan “tûfeyli tâifeleri”ydi… Çünkü onlar; yüzlerine “demokratlık pudrası” süren, insan hakları kremiyle alınlarını beyazlaştıran (!), laiklik kisvesi altında din düşmanlığı yapan, hukuk adına hukuku çiğneyen kanunsuzluk müdâvimleri, ilmî formasyonları seminerlerle, brifinglerle artan (!), bilgi ve görgüleri ideolojik yönlendirmelerle fazlalaşan (!) “çakma demokratlar” ve “çağdaş hukukçular”dı… Çünkü onlar; Hakk’tan ve halktan yana olamayan, zâlimlerin yanında yer alan ve haksızlığı şiâr edinen “karanlık ve kızıl aydınlar”dı… Çünkü onlar; Türk değil, Jöntürktü… Çünkü onlar; başörtülüyü, sakallıyı, takkeliyi, tespihliyi hep “hizmetkâr” olarak görmenin rahatlığı ve hazzı içinde olan “Batıcı laikçiler” ve “ilericiler”di… Çünkü onlar, “yüzde doksan dokUzu Müslüman olan” milletin “yüzde birlik” kesimini temsil eden “azgın azınlık”tı…
İşte; “halkçılar”, “materyalist ulusalcılar”, “ateistler”, “diplomalı despotlar”, “tûfeyli tâifesi”, “çakmademokratlar”, “çağdaş hukukçular”, “karanlık ve kızıl aydınlar”, “Batıcı laikçiler” ve “ilericiler”den (!) oluşan“azgın azınlık” yıllarca “Bu Ülke”de hükümrân oldular ve Müslüman mahallesinde salyangoz sattılar / sattırdılar… Ve azgın azınlık, bizleri; “Uyu, uyu; yat, uyu!” ninnileriyle yıllar yılı uyuttular tâ ilkokuldan başlayarak…
Yetti artık bu kirli tezgâhlar ve yıllar süren gaflet uykusu… Bu asil ve azîz millet; tepeden inmeci zihniyetin zulmü altında çok çileli yıllar geçirse de, millî ve İslâmî şuurla hareket etmeye başladı çok şükür…
Dünyaya “Allah(c.c.)’a hakkıyla kul olmak” için gelen; hayâtının her ânına Kur’ân hükümlerinin hâkim olmasını isteyen, bu vatan için hep veren hiç almayan insanlar, yıllardır ev sâhibiyken kiracı muamelesi görülme yanlışlığını idrâk edip; hademeliğe değil hizmet vermeye, memurluğa değil âmirliğe, emir almaya değil emretmeye, yönetilmeye değil yönetmeye tâlip olmaya başlayınca “mutlu azınlık”ın huzûru kaçmıştır… Zîrâ bürokratik makamlar ve devlet sermâyesinin kullanımı, onlar için tevârüs edilmiş “Zâta mahsus!” temelli bir mülk (?!) ve devredilmez bir hak (!) olarak görülmüştür / görülmektedir… Hâl böyle olunca (!) “Batının yeniçerisi” olanlar, localara ve “Boğazdaki Aşiret”e mensup bulunanlar, yâni kendilerini “Sâhip”, Türk Milleti’ni “Kunta kinte” olarak gören “beyaz Türkler”; çalışkanlığı, ehliyeti, liyâkati, bilgisi, becerisi, zekâsı, göz nûru ve alın teriyle bu makamlara ulaşmaya başlayan Anadolu insanının yollarını kesmek istemişlerdir / istemektedirler… Bu “yol kesme” işini yapanlar; kimi zaman “kesintisiz-yasakçı” dayatmalarla, kimi zaman “çağdaşlık” şablonuyla, kimi zaman “ilericilik” yutturmacasıyla, kimi zaman “devrimcilik” ayaklarıyla, kimi zaman “irticâ” masallarıyla, kimi zaman “demokrasiye ayarsız balans ayarları vererek” amaç ve hedeflerini gerçekleştirmenin hesabı içinde olmuşlardır / olmaktadırlar…
Ülkemizde uzun zamandan beri İslâmî hassasiyetleri engellemek, dînî akâidi insan ve cemiyet hayatından uzaklaştırmak için; açık ve gizli tertip, provakasyon, iftirâ, aşağılama, dışlama ve “dîni mihraptan yıkma” faaliyetleri sürüp gitmektedir… Özgürlük, uygarlık, hümanizm, bilimsellik, akılcılık, laikçilik, sanatsal etkinlik, sekülerizm, pozitivizm, Batıcılık vs. adı altında milletimizim millî ve mânevî değerleri inkâr ve reddedilmektedir… Hristiyan Batı kültürünün kör taklitçileri, materyalizmin tetikçileri, gayrımillî düşüncelerin temsilcileri, paradoks yaklaşımlı ve çifte standartlı -bu tâbirin İslâm lügatindeki anlamı münâfıklıktır- kalemşörleri hem Batı’yı bize örnek olarak göstermekte, hem de Batı’nın din, vicdan ve ibâdet hürriyetine tanıdığı hakları görmezlikten gelmektedir… Avrupa Birliği’ne girmek için uğraşan zihniyet; Batı’daki üniversitelerin şekille değil ilimle alâkadar olduklarını da ne hikmetse (!) gözardı etmektedir… Avrupa’daki yükseköğretim kurumlarında insanların giyim, kuşam, saç, sakal ve dış görünüşlerine değil, bilgi ve çalışmasına; kılık ve kıyâfetlerine değil yetenek ve başarısına önem verilir… Başı kapalı olanlar değil, ufku kapalı olanların değeri yoktur onlar için… Ancak “bizimkiler”, ilim adamı yerine “manken” ya da “mankurt” yetiştirme arzusunda olduklarından dolayı “bilimsel ölçüt”ü değil; ön yargıları, artistik atraksiyonları, ateist argümanları, siyâsî şovları, dış görünüşü, rozet ve politik akrabalığı, birâderlik ve yoldaşlığı ön plânda tutmaktadırlar… Bundan dolayı Batı’da dünya çapında araştırmalar yapılıp, yeni buluşlar ortaya çıkarılırken, uzayı fethetme yolunda çok önemli mesâfeler kat edilirken; “bizimkiler” ilmî bakış açısını değil, laikçi kafayı önemsedikleri, manken ajansı gibi hareket ettikleri, ezbercilik, mütercimliğin ve mâlumatfuruşluğun ötesine geçemedikleri için; ne dünya çapında bir araştırma, ne yeni bir buluş, ne de ilme ve tekniğe bir katkı gerçekleştirebilmişlerdir… Bilemiyoruz, belki de başörtülü kızlarımız; üniversitelerimizdeki “bilim adamlarının” fezâya gönderdikleri (!) uzay mekiklerini, türbanlarını birbirine bağlayarak uzun ve kalın bir ip hâline getirip, bu uzay araçlarına kement atıp yakaladıkları için (!), üniversitenin dekan ve rektörleri mestûre öğrencileri okullara almıyorlardır belki de (!)… Kim bilir?
Başörtüsü yasağına bulunan bahâneler; yasağı koyanların düşünce ve niyetlerini ortaya koyması bakımından oldukça düşündürücüdür. İnançları doğrultusunda -Allah(c.c.)’ın emri olduğu için- başlarını örtmek isteyenlere, “din ve vicdan hürriyeti” tanımayanların yasak koyma bahânesi; “üniversitelerdeki kızların başlarını ideolojik nedenlerle örttükleri”, “türbanın siyâsî bir simge olduğu” gerekçesidir. Halbûki tesettür, bidâyette de ifâde ettiğimiz gibi dînî bir vecîbe olduğu hâlde, sistemin efendileri tarafından art niyetli bir düşünceyle; laik cumhuriyet ilkelerine karşı çıkmak olarak değerlendirilmektedir… Bu çarpık anlayışa göre; “yüksek öğrenim yapmış olanların” kurban kesmeleri, cenâze namazlarını kıl/dır/maları, dînî bayramları kabullenip tebrikleşmeleri, çocuklarını sünnet ettirmeleri ve Müslüman mezarlığına gömülmeleri de “laik cumhuriyet ilkelerine karşı çıkılması” ve “dinsel devlet düzenini benimsediklerini göstermesi” amacına mâtuf bir “siyâsî simge” olarak yorumlamak gerekmez mi?
Şu husus iyi bilinmelidir ki, başörtüsü bir politik kimliğin işâreti değil, Müslüman hanımın inanç sancağıdır. Başörtüsü; “bir aksesuar” olarak mevsim şartlarına göre takılan ‘modern bir tarz’ değil, ‘İslâm’ın emri olan bir farz’dır. Başörtüsü, Allah(c.c.)’ın emridir ve uymayan günahkâr olur; inkâr ve reddeden îman dairesinden çıkar… Tesettür; İslâmî hayat nîzamını yaşamak, Kur’ân ve Sünnet hükümlerini hayatının bütün safhalarına hâkim kılmak, yâni İlâhî emirlere “kısmen” değil, “tamâmen” uymak isteyen ve “Müslümanım” diyenlerin tâbî olacağı kesin bir mükellefiyettir. Ancak şunu da unutmamamız gerekir ki, tesettür; sâdece yarım metrelik bir bez örtmek değil; hâl, hareket, tavır ve davranışlarıyla da tepeden tırnağa hayâya bürünmektir. Bu îtibarla dîni bütün her Müslüman hanım için başörtüsü, başında taşıdığı bir inanç sancağıdır ve sâdece bir bez parçası aslâ değildir…
“Yüzde doksan dokuzu Müslüman olan” bir ülkede, üniversite çağına gelmiş, imtihanları kazanıp fakültelere kayıt yaptırma hakkını elde etmiş kızlarımıza -sırf başörtülü oldukları için- üniversite kapılarında envâi çeşit “bilimsel (!), laik (?) ve demokratik (!?) uygulamalar” revâ görülmektedir. Nasıl mı? Başörtülü öğrencilerin kayıt yaptırılmayarak, okula alınmayarak, iknâ odalarında mankurtlaştırılmak istenerek ve başörtülü resimle kimlik verilmeyerek vs. vs. gibi “üniversal (!) yöntemlerle” öğrenim hakları ellerinden alınmakta ve onlara “demokratik (!) bir tarzda”; “Müslümanlığınızı üniversite kapılarının dışına bırakmanız gerekir” denilmekte ve başörtüsü takanların üniversiteye giremeyeceği lisân-ı münâsiple (!) söylenmektedir…
Hâl böyle olunca; YÖK Başkanı, rektörler, dekanlar ve onların kuyruk sallayıcıları; çağdaş kıyâfet, siyâsî simge, gericilik, kökten dincilik, irtica, şeriat, yobazlık vs. yakıştırmaları bir tarafa bırakıp, âşikâr olarak YÖK yasasına bir madde konulmalı ve açıkça; “Türkiye’deki üniversitelerde İslâm Dîni’nin emrettiği kıyâfetlerle okunamaz.” denilmeli, millet de bu durumu açık ve net olarak görmelidir. Yok, böyle değilse hiç kimse; devleti milletle, milleti de devletle kavga ettirmemelidir. Bu nasıl bir paradokstur ki; erkek kardeşi Güneydoğu’da “Dîn ü devlet mülk ü millet” için şehit olurken, şehidin yükseköğrenim gören kız kardeşi; sırf Allah(c.c.)’ın emrini yerine getirebilmek için başörtüsü takması sebebiyle üniversite kapılarında mağdur edilmektedir…
Ülkemiz, ‘mücrimlere Cennet, mü’minlere Cehennem’ hâline getirilmemelidir… Geldiği nokta îtibâriyle bu yasak tahammül sınırlarını çoktan aşmıştır. Artık, akl-ı selim yeniden avdet etmeli, sağduyu tekrar hâkim olmalı, din ve vicdan hürriyeti ile eğitim hakkına konulan yasaklar kaldırılmalı, milleti devletin duvarına tırmandırmak isteyenlerin art niyetli oyunlarına gelinmemeli, yasal olmayan, hukuk dışı bu anlamsız “Başörtüsü yasağına” mutlaka son verilmelidir.
Bu problemi kökünden çözmenin bir başka yolu da, mâdem ki bu ülkede demokrasi var ve gerçekten; “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” deniliyorsa, o zaman dolanbaçlı yollara, gidilmemeli, ali cengiz oyunlarına baş vurulmamalı, bu konudaki karar milletin kendisine bırakılmalı ve; “Üniversitelerde başörtüsü yasaklansın mı, serbest mi bırakılsın?” diye bir referandum yapılarak kangren olan bu mesele kesin bir biçimde çözüme kavuşturulmalıdır. İşte o zaman etkili ve yetkililer, yetki makamındaki yetkisizler bu milletin ne istediğini net olarak anlarlar ve mâşerî vicdânın sesini iyice tercüme ederler…
Yok; eğer hukukun üstünlüğü, insan hakları, din, vicdan ve eğitim hürriyeti, Batıdaki üniversitelerde uygulanan yönetmelikler geçerli olsun deniliyorsa, o zaman zâten mesele kalmaz… İsteyen mini etekli, isteyen başörtülü, isteyen sakallı, isteyen kimonalı, isteyen sarıklı olarak üniversitelerdeki eğitimlerine devam eder… Yükseköğrenim seviyesine gelmiş bir insanın sırf dış görünüşüne bakılarak okumasına izin verilmemesi belki de “çağdaş (!) bir anlayışla”bağdaştırılabilir? Ya da yükseköğretim kurumlarındaki “Kılık Kıyâfet Yönetmeliği” gibi abesle iştigâl, herhâlde“bilimsel yobazlık” göstergesi olarak îzah edilebilir?
Mestûre kızlarımız “ya okul, ya başörtüsü” gibi bir tercih yapma durumunda bırakılmamalı, İslâm Dîni’nin vecîbelerini yerine getiremeyen ikinci sınıf insan, bir başka ifâdeyle ‘Beyaz Zenci’ muamelesine tâbi tutulmamalı, öz yurdunda kendini gurbette veya “düşman elinde” hissetmemelidir…
* * *
Örtüyle, başörtüsüyle alâkalı olarak İslâm tarihinde iki önemli hâdise cereyan etmiştir:
Bu olaylardan birisi Medîne-i Münevvere’de, Hicret’in ikinci yılı (M. 624) Şevvâl ayında vukû bulmuştur. Benî Kaynukâ Yahudilerinden bir kuyumcunun dükkânına, ziynet yaptırmak için Ensar’dan bir sahâbî hanım gelmiş, Yahudi kuyumcu, kadından yüzündeki örtüyü açmasını istemiş; ancak mü’mine hanım Müslüman olduğunu söyleyerek peçesini açmaya kararlı bir tavırla karşı çıkmıştır. Bu sırada Yahudi kuyumcunun yanında çalışan bir Benî Kaynukalı, kadıncağızın arka eteğini ona hissettirmeden bir dikenle sırtına iğnelemiştir. Alış verişini bitiren sahâbî hanım gitmek için ayağa kalktığında eteği açılmış ve mahremi görünmüştür. Kadın feryat edip bağırmaya başlamış, bu sırada oradan geçen bir Müslüman olaya müdâhale etmiş ve çıkan kavgada sahâbî erkek Yahudi kuyumcuyu öldürmüştür. Bunu gören çevredeki Benî Kaynuka Yahudileri de Müslüman erkeğin üzerine saldırmış ve onu şehit etmişlerdir.[6] Bu olay neticesi kan dökülünce Yahudilerle Müslümanlar arasında husûmet başlamıştır. Çünkü Benî Kaynuka Yahudileri, Allah Resûlü (s.a.v.) ile yaptıkları “Medîne Sözleşmesi”ni ihlâl etmiş ve Müslüman bir kadının örtüsüne müdâhalede bulundukları gibi, bir sahâbîyi de şehit düşürmüşlerdir. Bu hâdise sonrası Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Beni Kaynuka Yahudilerine, akitlerine ihânet ettiklerini söyleyerek once onları İslâm’a dâvet etmiş, kabul görmeyince de Kaynukaoğullarına karşı savaş açmıştır. İslâm tarihine “Benî Kaynuka Gazâsı” diye geçen cihat neticesi Kaynukaoğulları esir edilmiş, mallarına el konmuş ve bu kabile Medîne’den sürülmüştür.[7]
İslâm tarihindeki başörtüsüyle alâkalı ikinci hâdise ise, Millî Mücâdele’de düşman işgalinden ilk kurtulan şehir olan (12 Şubat 1920) ve isminin önüne “Kahraman”[8] sıfatı verilen “Maraş” ilimizde vukû bulmuş ve olayın gelişimi şu şekilde olmuştur:
Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’ında mağlup olmuş ve Îtilaf Devletleri’yle 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Mütârekesi’ni imzalamıştır. Bu antlaşma gereği Anadolu’nun birçok yeri gibi Maraş da düşman işgaline uğramıştır. Ve 22 Şubat 1919’da İngilizler Maraş’a girmiş, ancak İngilizler 29 Ekim 1919 tarihinde -Sykes-Picot Anlaşması gereğince- şehri, Fransızlara teslim etmişlerdir. Fransız birliklerinin şehre girmesinin ardından, Maraş’taki yerli Ermeniler, Fransızlardan güç ve destek alarak taşkınlık yapmaya ve Türklere sataşmaya başlamıştır. 31 Ekim 1919 günü ikindi vakti sarhoş Fransız ve Ermeni askerleri çarşıdan kışlalarına dönerken, Uzunoluk Hamamı’ndan çıkan yüzleri peçeli üç Türk kadınını görünce onları tâciz etmeye kalkışmıştır. Bu askerlerden Ermeni olan bir kişi hamamdan çıkan kadınlardan birisinin başörtüsüne el atıp peçesini yırmış ve; “Artık burası Türk memleketi değildir, Fransız müsteklemesinde peçe ile, örtü ile gezilmez!” diyerek kadıncağıza sarkıntılık etmek istemiştir. Peçesi yırtılan ve zor durumda kalan kadınlar da bağırarak yardım istemiştir. Olay yerine ilk müdahale eden Çakmakçı Sait; “Gâvur çocukları! Dokunmayın bacılarıma!” diyerek Fransız Ermeni lejyonerlerinin üzerine yumruklarıyla yürümüş, yanında silah olmayan Çakmakçı Said, düşman askerlerininm açtığı ateş sonucu şehit olmuştur. Bu sırada; asıl adı “İmam” olan -isminin İmam Ali olduğu da mervîdir-, ancak Uzunoluk Caddesi’ndeki dükkânında süt satarak geçimini sağlayan, aynı zamanda Uzunoluk Camii’nin imamlığını da “Allah rızâsı” için yapan bu sebeple de “Sütçü İmam” nâmıyla tanınan Maraşlı İmam; Karadağ tabancasını alarak dükkânından hızla olayın olduğu yere gelmiş ve “Durun bre dinsizler, durun bre densizler. Yaptığınız yetti artık!” diyerek silahını Müslüman Türk hanımın peçesini yırtan Ermeni lejyoneriyle ve Çakmakçı Said’i vuran Fransız askerinin üzerine boşaltarak, birisini öldürmüş, diğerini de ağır yaralamıştır. 31 Ekim 1919’da, düşmana ilk kurşunu atıp Kahramanmaraş’taki istiklâl mücâdelesini başlatan Sütçü Imam’ın silahı ile yaralanan Ermeni askeri arkadaşlarının yardımıyla kışlaya götürülmüş, yaralı asker 1 Kasım 1919 günü ölmüş, Sütçü İmam ise yakalanmamak ve çetelere katılmak için Bertiz’e kaçmıştır. İşte 31 Ekim 1919 Maraş’ta târihî Uzunoluk Hamamı’ndan çıkan Müslüman Türk hanımlarının örtülerine el uzatan Fransız destekli Ermeni askerlerinin beynine büyük bir gürültüyle patlayan Sütçü İmam’ın elindeki Karadağ tabancasından çıkan ateş, İstiklâl Harbi’nin ilk kıvılcımı olmuştur. Sütçü İmam, Maraş’ta da Müslüman Türk hanımlarının örtüsüne uzanan eli kırmış ve Ermeni askerlerini hâk ile yeksân ederek, onlara anladıkları dilden gerekli cevâbı vermiştir. Uzunoluk Caddesi’ne 1936 yılında Belediye tarafından yaptırılan bir âbideye şu sözler yazılmıştır: “31 Ekim 1919” da Sütçü İmam, Türk namusunu burada silahıyla korudu.”
Netice olarak, tarih şahittir ki, Müslümanın örtüsüne uzanan eller Hilâl’e düşman gayrımüslimler ve Türk Milleti’ne diş bileyen Batı’nın yeniçerileridir…
* * *
Sizler, zulüm düzenine karşı başkaldıran cümle ‘Kardelenler…’ Bahtı kara insanların yüz akı olan, karanlık bir dünyanın aydınlık tebliğcileri olan ‘Beyaz Zenciler…’ Selâm olsun hepinize… İnanç Âbideleri olan sizler; eğitim hakkınızın engellenmesi karşısında göstermiş olduğunuz dayanışmanızdan, vakur tavrınızdan, tepkilerinizdeki ağırbaşlılıktan, ortaya koyduğunuz medenî protestodan dolayı takdir ve tebriklerimi belirtmek istiyorum… Hakkınızı alıncaya kadar, yüreğimiz, bileğimiz, kalemimiz, kelâmımız ve duâlarımız sizinledir… Haklı davanızda sonuna kadar yanınızdayız… Âkif’imizin; “Ne gurbettir çöken İslâm’a, İslâm’ın diyârında” diye târif ettiği bir zaman diliminde yüzümüzü ağartan Âsım’ın nesli olan genç insanlar… Biz sizleri, zemherideki kıştan, şubattaki fırtınadan koruyamadık… Sizin, okullarınıza rahat rahat girmenizi temin edemedik… Siz, vizenizi alamadınızsa da, sınıflarınıza giremedinizse de, inanç imtihanınızı başarıyla geçtiniz; ama biz, a’rafta kaldık…
‘İnanç sancağı’ olan örtülerini başlarında taşıyan ve “Ben bu ülkeye kara sevdalıyım” diyen mağdurlar; şunu hatırınızdan asla çıkarmayın: Hiçbir kış mevsimi yoktur ki, bahara gebe olmasın… Hiçbir karanlık dönem yoktur ki bir nur şerâresiyle aydınlanmasın… Ve hiçbir gece vâkî değildir ki, karanlıkları yırtan müjdeli bir şafakla sabâha ulaşmasın. Çekilen sıkıntılar, yaşanan sancılar yeni bir îman çağının geleceğinin habercisidir… Kulak ver, ne demiş şâir;
“Deli gönül ne gamlanın,
Dolacaktır çile bir gün…
Süre süre bahar gelir,
Bülbül konar güle bir gün…”[9]
Feleğin çarkı, her şeye rağmen bize doğru dönmeye başlamıştır, karanlık fecr-i kâzipten fecr-i sâdıka doğru yol almıştır, Şubat ayazlarına rağmen güneşin parlak ve sımsıcak şuâları buzların eriyeceğini müjdelemiş ve Hz.Ali (r.a.) Efendimiz’in dediği gibi; “Gözü olana gün ışımıştır!..” Dayanılmaz bir çileyi göğüsleyen aydınlık yarınlarımızın nur yüzlü habercileri, emîn olunuz ki;
“Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir!”[10]
Bahtı kara insanlara, hiç sönmeyecek İslâm’ın ebedî nûrunu sunacak olan îman âbideleri… Başörtüsü; kimliğimizdir, onurumuzdur, inanç sancağımızdır. Kimliğimizi kaybetmeyeceğiz, onurumuzu çiğnetmeyeceğiz… İnanç sancağımızı madde ve mânâ plânında yere düşürmeyeceğiz… Unutmayın ki, istikbâl inananlarındır… Yarınlar, inancı için her türlü çileyi göze alanlarındır… Yarınlar, “inanç sancağı” olan başörtülerini şerefle dalgalandıranlarındır… Ve inşallah, yarınlar sizindir… Yarınlar bizimdir… Çünkü Kerîm Kitabımız; “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz”[11] müjdesini on dört asır önceden bizlere vermiştir.
Bugünkü yenilgimiz, yarın ki zaferlerimizin habercisidir… Zîrâ;
“Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur, geceyi onaran bir mîmar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır ”[12]
Şimdiden zaferiniz kutlu olsun…
Hepinize bâkî selâm olsun…
Allah (c.c.) yâr ve yardımcınız olsun…
Dr. Mehmet GÜNEŞ
(Nizâm-ı Âlem Dergisi, Kasım- 1997, Sayı: 32, Sayfa:12)
[1] Necip Fâzıl Kısakürek, Çile, Sakarya Türküsü, 398-400
[2] Ârif Nihat Asya, Duâlar ve Âminler, Naat, 62-74
[3] Âl-i İmrân, 3/139
[4] Ehmet Âkif Ersoy, Safahat, Safahat Dışında Kalmış Eserler, Kıt’a, 585
[5] İbn Kayyim, el-Cevabu’l-vafî, 136
[6] M.Âsım Köksal, İslâm Tarihi, II, 236
[7] M.Âsım Köksal, İslâm Tarihi, II, 237-241
[8] Sütçü İmam, 31 Ekim 1919 günü düşmana ilk kurşunu sıkarak Maraş’ta Millî Mücâdele’yi başlatmış ve “Maraş bize mezar olmadan düşmana gülzâr olmaz” diyen Maraş halkının tamamının gece gündüz demeden verdiği çete savaşları neticesi 12 Şubat 1920 tarihinde de Fransız askerleri şehirden kaçmak mecburiyetinde bırakılmıştır. İstiklâl Harbi’nde kendi kendini kurtaran ve 7’den 70’e halkının tamamı Millî Mücâdele’ye katılan ilk şehir olan Maraş’ı taltif etmek için, Büyük Millet Meclisi tarafından 5 Nisan 1925 günü şehir halkının tamamına münhasır olmak üzere -bu dünyada ve Türkiye’de ilk ve tektir- “Kırmızı Şeritli İstiklâl Madalyası” verilmiştir. Ayrıca TBMM 7 Şubat 1973’te aldığı bir kararla, Maraş’a “kahramanlık” unvanı lâyık görmüş ve şehrin ismi de “Kahramanmaraş” olarak değiştirilmiştir.
[9] Kasım Kazancıklıoğlu
[10] Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Zindandan Mehmed’e Mektup
[11] Âl-i İmrân, 3/139
[12] Sezâi Karakoç, Şiirler – V (Zamana Adanmış Sözler), Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine, 76