Bugün dünyâda herkes en derin çelişkinin ABD-Çin arasında yaşanmakta olduğunu, eğer bir 3.Dünyâ Savaşı çıkarsa bunun Çin-ABD Savaşı olacağını gâyet iyi görür. Ama ne tuhaftır ki, ABD için bu gerilim, tıpkı Soğuk Savaş devrinde olduğu gibi sağlam bir doktriner temele asla oturtulmamıştır. Çünkü süreç, yâni Çin’in yükselişi ABD’nin sermâye ve teknolojik kaynaklarının Çin tarafından yutulmasına dayanıyor. Askerî bir hesaplaşma ise, netice ne olursa olsun ABD’nin bir daha belini doğrultamayacağı bir tablo doğuracaktır. ABD’nin sıkışmışlığı işte tam da burada somutlaşıyor. Evet, artık bir düşmanları var, var olmasına. Ama bu düşman, zamanında ABD tarafından semirtilen ama artık ABD’yi dışarıdan tehdit eden değil, bizzat içinden kemiren bir düşman.
*****
Süleyman Seyfi ÖĞÜN
Biden’ın Münih konuşması üzerine
Biden nihâyet Münih Zirvesi’nde yüzünü gösterdi. İlk defâ dünyâ kamuoyuna izleyeceği dünyâ siyâsetleri hakkında bilgi verdi. Aslında konuşmanın içeriği tahminlerden pek de farklı değildi. Konuşmanın ehemmiyeti bu tahminlerin somutlaştırılması oldu.
Konuşmayı tâkip ettikten sonra sanki bir “dejavu” yaşıyormuşum intibası edindim. Soğuk Savaş devrini bilfiil yaşamış olan birisi olarak o günlerin iklimine geri döndüm. Biden’ın konuşması kesin bir ayırımdan hareket ediyordu. Dost-düşman ayırımıdır bu. Bir tarafta ABD ve “dostlarının” bulunduğu “Hür Dünyâ”, diğer taraftan “Kötücül-Şeytânî dünyâ” nın yer aldığı siyah-beyaz karşıtlıklara dayanan bir dünyâ tasavvuru bu. Biden tabiî ki “Hür Dünya” lâfı etmedi. Bunun yerine “Demokratik Dünyâ” vurgusu yaptı. Ne fark ediyor ki?
Dünyâdaki hegemonik oluşumlar bütün coğrafyaları kapsamaz. Bu kapasitede bir hegemonik tecrübe yaşanmış değildir. Hegemonik merkezin ya rakipleri yahut düşmanları olmak zorundadır. Düşmanları olmayan, düşmanlıklar üzerine kurulmamış bir hegemonya yoktur. Ancak bu sâyede kendisini tahkim etmek imkânını bulur. Birleşik Krallığın dünyânın hegemonik merkezi olduğu dünyâda, uzun zaman dilimleri içinde savaşarak gerilettiği İspanya, Hollanda, Fransa gibi rakip-düşman devletler mevcuttu. ABD’nin kurduğu hegemonik düzende ise işin rengi biraz değişti. Yalta’da şekillenen dünyâ karşılıklı nükleer tehdit ihtimâli üzerinden savaşı büyük ölçüde devre dışı bırakmış, bir dehşet dengesi üzerine kurulmuştu. Doğu Bloku, Demir Perde gibi lânetli sıfatların târif ettiği kapalı devre, izole etmiş veyâ kendisini izole eden bir karanlık dünyâydı bu. Aydınlığın güçleri ile karanlığın güçleri arasındaki savaş efsânelerin, destanların kurgusudur, Ama modern dünyâyı da karakterize etmekten geri kalmaz. İdeolojilerin köpürmesi de bu sebepten ileri gelir. İdeolojiler, efsânelerin modern yorumları olarak tıpkı Eflâtun’un meşhûr mağara benzetmesinde olduğu gibi gerçekliğin çarpıtılmış yansımalarıdır. Aradaki fark, olsa olsa başta destanlar olmak üzere efsânelerin edebî yeşermeler üretmesine mukâbil ideolojilerin çoraklığı, kuruluğudur. İdeolojik sanatların zavallılığı da bunu gösterir. İşin gerçeğine bakacak olursak yaşananlar tekmil bir dünyâ düzeni, daha doğrusu “işbölümü” tutturmak içindir. ABD-Sovyetler Birliği gerilimini de bir dünyâ işbölümü kavramı üzerinden anlamak gerekir.
Sovyetler’in çökmesi birden olmadı. 1970’lerde Hür Dünyâ, sermâye üzerindeki ağır devlet baskıları ve işçi sınıflarının konfora ermesiyle ağır bir bunalıma girdi. Sovyetler ise bir üretim gücü olarak “Hür dünyâyı” solladı. Bu krizi, Çin’i dönüştürerek aşmak istediler. Kissenger’ın yaptığı buydu. Ama Sovyetler de, nihâyetinde aynı işbölümünün bir parçasıydı. Sermâye ve emek verimliliğindeki düşüşler onun da başını yiyecekti. Devletin ekonomiyi mutlak mânâda kontrol edişinin, vergisizliğin ve yeniden bölüşüm yollarının tıkalı olması kendisine kısmî bir avantaj sağlıyordu. 70’lerdeki ekonomik başarıları Samuelson gibi iktisatçıların gözünü alması dikkât çekicidir. Ama bu avantajlar 1980’lerde birer dezavantaja dönüştü ve sosyalist blok hızla çöktü. Bu, zâten zor duruma düşmüş ABD için hem sevindirici, hem de düşündürücü oldu. Düşmanın bozguna uğraması sevindiriciydi; ama düşmansız sistemi nasıl ayakta tutabileceklerdi? Yeni bir düşman yaratılmalıydı. Bir süre İran ile vaziyeti idâre ettiler. Ardından İslâmî terör umacası türetildi. Ama bunların içi boştu. Çünkü sistemi sistem dışı unsurlarla ayakta tutmak mümkün değildir. Sovyetler sistem-içi bir düşmandı. Bir devlet ve ekonomi olarak somuttu. Ama İslâmî terör düpedüz sistem dışıydı.
Bu arada gerçek rakip Çin yükselmekteydi. Bugün dünyâda herkes en derin çelişkinin ABD-Çin arasında yaşanmakta olduğunu, eğer bir 3.Dünyâ Savaşı çıkarsa bunun Çin-ABD Savaşı olacağını gâyet iyi görür. Ama ne tuhaftır ki, ABD için bu gerilim, tıpkı Soğuk Savaş devrinde olduğu gibi sağlam bir doktriner temele asla oturtulmamıştır. Çünkü süreç, yâni Çin’in yükselişi ABD’nin sermâye ve teknolojik kaynaklarının Çin tarafından yutulmasına dayanıyor. Askerî bir hesaplaşma ise, netice ne olursa olsun ABD’nin bir daha belini doğrultamayacağı bir tablo doğuracaktır. ABD’nin sıkışmışlığı işte tam da burada somutlaşıyor. Evet, artık bir düşmanları var, var olmasına. Ama bu düşman, zamanında ABD tarafından semirtilen ama artık ABD’yi dışarıdan tehdit eden değil, bizzat içinden kemiren bir düşman. Böylesi görülmüş değil. Yapacakları fazlaca bir şey yok. Biden bir hedef saptırma ile üç ayaklı yeni bir Soğuk Savaş kurguluyor. Transatlantik projesi, AB ile Rusya’nın bağını koparmayı hedefliyor. İkinci olarak Rusya ile Çin’i karşı karşıya getirmek gündeminde. Üçüncü ayakta ise Asya’yı istikrarsızlaştırarak Çin’in açılımlarını baltalamak gayretinde.
Pekiyi, başarabilir mi? Hayır… Bunlar nâfile girişimler olarak kalacak… Marx’ın dediği gibi üretici güçlerin gelişim dinamiklerinden uzak düşenler târihin gerici güçlerine dönüşürler. Süreçleri boşuna durdurmaya çalışırlar. Neticede kaybedenler de onlar olur…
———————————————-
Kaynak:
https://www.yenisafak.com/yazarlar/suleymanseyfiogun/bidenin-munih-konusmasi-uzerine-2057737