Bölücü hareket, 1850’li yıllardan buyana, emperyalistler tarafından bir koçbaşı olarak kullanılıyor.
Amaçları üzüm yemek değil.
Bölücülerin önüne beyaz bir kâğıt uzatsanız ve “istediğinizi yazın, fazlasını vereceğiz” deseniz, yine de -adı üzerinde mutabakat sağlanamayan- bu sorunu çözemezsiniz, onları tatmin edemezsiniz.
ABD büyükelçisi, belki bilerek, belki bir gaflet ânında, baklayı ağzından çıkardı; bölgedeki ulus-devletler İsrail için bir tehdittir, deyiverdi. Bölgemizde, Türkiye’den başka ulus-devlet var mı? Sözün muhatabı belli. Amaç, Bölgenin en güçlü ülkeleri olan Türkiye ve İran’ı -Lübnan benzeri- parçalı bir yapıya büründürmek.
Ulus-devletin karşıtı, Lübnanlaşmadır.
Lübnan örneğini, 1995 Dayton Antlaşmasıyla Bosna’da, Saddam sonrasında ise Irak’ta uyguladılar.
Toplumun köken ve inanç itibariyle gruplara ayrıldığı bu sistemde, millet inşâsı ebediyyen imkânsız hâle getiriliyor, toplumdaki iç çatışmalar kalıcı-süreğen hâle geliyor. Bu durumdaki bir toplumun “tasada ve kıvançta” bir araya gelebilmesi, güçlükleri birlikte göğüsleyebilmesi, sevinçleri müştereken yaşaması kabil değildir. Lübnan, Irak, Bosna toplumları bunun en bâriz örnekleridir.
Ulus-devlet, kamusal hak ve yükümlülüklerin vatandaşlık bağı, liyâkat, toplumsal imkân ve ihtiyaçlar gibi, objektif kıstaslara göre belirlendiği; “askerlik, vergi mükellefiyeti, işyeri açma, meslek edinme, mülk sâhibi olma, seçme ve seçilme hakkının kullanılması, kamu hizmetine giriş” gibi konularda, köken ve inanç gibi subjektif kıstaslara göre vatandaşlar arasında ayrım yapılmasına izin verilmeyen; vatandaşların -köken ve inançları sebebiyle- ayrıma tâbi tutulmadığı, hak ve yükümlülükler bağlamında eşit kabûl edildiği devlet sistemidir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en önemli özelliklerinden birisi ulus-devlet olarak tesis edilmiş olmasıdır. Lâiklik, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi ilkeler, ulus-devletin temel özelliklerindendir.
Uygulamada ortaya çıkan ve “çocukluk hastalığı” olarak değerlendirebileceğimiz hususlar bir yana bırakılırsa, Devletimizin nazârî esasları son derece sağlam bir şekilde tesis edilmiştir.
Binlerce yıllık târihinde, kapsayıcı-kuşatıcı bir millet anlayışı inşâ etme olgunluğuna erişen Yüce Türk Milleti, bu özelliğini Cumhûriyetin kuruluşunda da muhafaza etmiş, 1924 yılından itibâren, Anayasalarımıza “Türkiye Cumhûriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” maddesi konulmak sûretiyle, bu kucaklayıcı anlayışı -anayasa hükmü ile- tescillemiştir.
Bu anayasa hükmü, Cumhûriyetimizin bânisi Gâzi Mustafa Kemál Atatürk’ün “Türkiye Cumhûriyetini kuran ahâliye Türk Milleti denir.” sözü ile de uyumludur.
Devlet, sözkonusu madde hükmü ile, bütün vatandaşlarına taahhütte bulunmaktadır; hiçbir vatandaş, kökeni ya da inancı sebebiyle, meselâ Türk olmadığı gerekçesiyle, ayrımcılığa uğramayacaktır, hiç kimseye de Türk olduğu gerekçesiyle ayrıcalık tanınmayacaktır. Bu anlayış, modern ulus-devletlerin en mütekâmil hâlini ifâde etmektedir.
Bölücü hareketi başımıza musallat edenlerin amacı, Türkiye’nin huzur ve sükûn içinde olması için çözümler önermek değildir. Amaçları, Türkleri/Türkiye’yi meşgûl etmek, kaynaklarını/enerjisini ve vaktini hebâ etmesini sağlamak, İmparatorluğumuzun son ikiyüz yılında olduğu gibi, bütün dikkatimizi ve enerjimizi iç sorunlara hasretmemizi/harcamamızı sağlamaktır.
ABD, müttefiki olan Türkiye’nin parçalanmasını neden istesin?
ABD’nin küresel belirleyici güç olma vasfının ciddî mânâda zayıflamaya başladığı görülmektedir. Bilim ve teknolojideki üstünlüğünü yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. ABD’nin en önemli diğer güç unsuru, doların rezerv para niteliğinde olmasıdır. Bu sâyede, dünyânın en borçlu ülkesi olmasına rağmen, dünyânın en düşük fâiz oranıyla, üstelik de çok uzun vâdeli olarak borçlanabilmektedir. Ancak, Çin’in küresel bir güç olarak ortaya çıkması ve ABD ile bilek güreşine tutuşmasıyla birlikte, başta Çin ve diğer BRİCS ülkeleri olmak üzere, dolardan kaçış başlamıştır.
BRİCS ülkeleri, hâlihazırda Dünyâ ekonomisinin yarısına yakın bir büyüklüğe erişmiştir. Yakın gelecekte, BRİCS’in ekonomik büyüklüğü, ABD+AB ikilisinin büyüklüğünü aşacak gibi görünmektedir. BRİCS ülkeleri, alternatif bir rezerv para arayışını sürdürmektedir. Şimdilik, sözkonusu ülkeler, dolar yerine altın ikame etmekle yetinmektedir. Bu eğilimin giderek hızlanması, birkaç yıl için altın fiyatlarında astronomik artışların yaşanmasına yol açmıştır. Bu artışın önümüzdeki yıllarda da devâm edeceği tahmin edilmektedir.
Doların “rezerv para” özelliğinin zayıflaması, ABD için vahim sonuçlar doğurabilecek niteliktedir. Her yıl trilyon doların üstünde bütçe ve dış ticâret açıkları veren, buna rağmen -dünyânın en borçlu ülkesi olduğu hâlde- neredeyse yüzde sıfıra yakın fâiz oranlarıyla borçlanabilen bu ülkenin, parasının rezerv para olma vasfını yitirmesi durumunda, başat küresel güç olarak varlığını sürdürebilmesi zorlaşacağı gibi, toplumun refahında da kaydadeğer gerilemelerin olması kaçınılmaz hâle gelecektir. Ekonomik olarak zor duruma düşen bir ülkenin, küresel operasyonlarını aynı etkinlikte sürdürebilmesi kabil değildir.
ABD, bu gidişi durdurmak amacıyla, rakiplerinin su/gıda/enerji/hammadde ve pazar kaynaklarını kontrol altına almak emelindedir. Bu nedenle, genel beklentinin aksine, Ortadoğu’daki varlığını tahkim etmek, Anadolu ve Kafkaslar üzerinden Orta Asya’ya uzanmak istemektedir. Güçlü bir Türkiye’yi, bu politikası için tehdit olarak görmektedir. Bu nedenle de, Türkiye’nin bütünlüğünün sarsılmasını, millî birliğinin bozulmasını, güçsüz, üçüncü sınıf bir Ortadoğu ülkesi hâline gelmesini sağlamaya çalışmaktadır. İsrâil, bu politikada yalnızca figüran, bâzen de “maşa” durumundadır.
Güçlü bir Türkiye, “bölücülük” dâhil, bütün sorunlarını çözebilir
Türkiye, yıllardan buyana, “Türkiye’yi meşgûl etmek ve kaynaklarını tüketmekle görevlendirilmiş olan” bölücü çevreleri muhatap alarak, onları tatmin etmeye çalışarak, büyük bir hatâ yapmaktadır. Bu politikanın bugüne kadar sorunların çözümüne katkıda bulunmadığı, aksine sorunların giderek daha da ağırlaşmasına yol açtığı, bir vakıadır.
Oysa ki, Türkiye’nin çok hızlı bir şekilde çözüme kavuşturulması gereken son derece önemli sorunları vardır; Devletin kurumsal yapısının tahkim edilmesi, hukuk güvenliğinin sağlanması, eğitimde kalitenin yükseltilmesi, şehirlerimizin yaşanabilir hâle getirilmesi, nüfustaki çöküşün önlenmesi, ‘mâkûl ve nitelikli’ bir nüfus artışını yeniden mümkûn kılacak önlemlerin alınması, istikrarlı ve mâkûl oranlı bir iktisâdî gelişmenin sağlanması, gelir dağılımındaki korkutucu bozulmayı giderecek önlemlerin alınması, kayıt dışı ekonominin ortadan kaldırılması, derin yoksulluğun behemehâl önlenmesi, gelirin âdil bir şekilde bölüşüldüğü müreffeh bir toplumun inşâsı ilh…
Bu sorunları çözmeyi başarabilen bir Türkiye, -terör ve bölücülük dâhil- bütün iç sorunlarını çözebileceği gibi, kardeş Türk ülkeleri için de örnek olacak ve onları yanında görecek; Bunun yanısıra, komşularımız ve kültür coğrafyamızdaki diğer ülkeler ile siyâsî-iktisâdî-kültürel ilişkilerini artırarak, küresel bir güç olma yolunda ilerleyecektir.
Ülkenin en önemli sorunu “entelektüel yetersizlik”
Medeniyetleri, “köleci” ve “özgürlükçü” olarak ikiye ayırabiliriz. Özgürlükçü medeniyet anlayışının tek örneği, Türk Medeniyetidir. Diğer bütün medeniyetler, ‘Çin, Hind, İran ve Arap’ medeniyetleri de dâhil olmak üzere, köleci, yâni kuralları güçlülerin koyduğu, güçlülerin hukukunun uygulandığı, güç ve menfaatin belirleyici etken olduğu bir anlayışın temsilcisidirler. Bu nedenle, Türk Medeniyetinin yeniden neşvünemâ bulması, yalnız Türkleri değil, bütün insanlığı ilgilendiren bir husustur. Türklerin, bütün meselelere, bu büyük sorumluluğun idrâkinde olarak yaklaşmaları lüzumludur. Yüce Türk Milletinin, kurgulanmış ve önüne konulmuş sûnî meselelerle uğraşmaktan bir an önce kurtulması ve asıl sorunlarına odaklanması gerekmektedir.
Sonuç itibâriyle, Türkiye’nin Anayasa sorunu yoktur. Mutlaka bir isim vermek gerekirse eğer, ülkenin en önemli sorunu entelektüel yetersizliktir.
Ülkenin asıl sorunlarını belirlemeye çalışmak, bu konularda çözümler üretmek, ileri sürülen görüşleri aklı selim ile tartışarak ortak aklı inşâ etmek, bu konularda kamuoyu oluşmasını sağlamak, politika yapıcılarına “ortak akıl doğrultusunda davranmak konusunda” tazyikte bulunmak, ülkeyi yönetenlerin çıkarları ile toplumun çıkarları arasında çelişki olduğunda, toplumun menfaatlerini savunmak, bu konuda hiçbir gücün önünde eğilmemek, gerekirse bu uğurda bedel ödemek, çıkar çevreleri ile sureti katiyetle menfaat ilişkisine girmemek, kimlik tartışmalarından kaçınmak, toplumun ortak değerler ve amaçlar etrafında bütünleşmesi için çaba göstermek, entelektüel olmanın başta gelen özellikleri arasındadır. Oysa ki, ülkemizde, kendisine entel süsü veren, ancak bütün bu niteliklerden mahrum olan büyük bir kesim bulunmaktadır. Bu kesim, tam aksi yöndeki davranışları ile, toplumun buhrandan buhrana sürüklenmesindeen büyük pay sâhibidir.
Türk Milletinin, öncelikle entelektüel/aydın sorununu -devletten yardım beklemeksizin- çözmenin yollarını araması, en öncelikli konudur. Yoksa, “kılavuzu karga olanın” gül bahçesine ulaşması, ham hayáldir.
Mustafa TEZEL