Büyük Travma – Tanrılardan Korkmak

Tam boy görmek için tıklayın.

László Rásonyi Tarihte Türklük adlı meşhur yapıtında “destanlardaki kahramanlar ve şamanlar büyük bir görevi başarmak istedikleri zaman hayvan şekline bürünürler” demektedir.[1] Atalarımız, içerisinde bulundukları doğayı gözlemlediklerinde her hayvan türünün belirgin bir özelliğini fark etmişlerdir. Gelişigüzel örnekler verirsek; tilkinin kurnazlığı, çakalın sinsiliği, boğanın cüssesi ve kuvveti, devenin kindarlığı, birtakım kuşların yırtıcılığı, kuğunun zarafeti, keçinin inatçılığı, horozun kavgacılığı, birtakım hayvanların çok uzaktan keskin görüşü, atın soyluluğu, arslanın tahakkümü, kurdun insanlarınkine benzetilen kolektif yaşam tarzı, akbabaların leş yiyiciliği ve diğer hususiyetler atalarımıza doğadaki hayvanlarla bütünleşmeyi ilham etmiştir. Horoz gibi kabarmak, boğa gibi devirmek, kurt gibi ulumak türünden kalıplaşmış sözlerimiz çok eski zamanlardaki gözlemlerimizin ifadesidir. Atalarımız doğayı taklit ederek hayata tutunabileceklerini erken görmüşlerdir. Kurt kılığına büründüklerinde kurtlaştıklarını ve kurdun sahip olduğu imkânlara kavuştuklarını varsaymışlardır. Yalnızca hayvan kılığına bürünmekle yetinmeyip hayvan adlarını kendilerine ve çocuklarına verdiklerinde yine aynı sonuca erişeceklerini düşünmüşlerdir. Alparslan ve Bars (Pars) gibi güçlü hayvanların adları, Şahin, Doğan ve Tuğrul gibi kuş isimleri böyledir.

Çağdaş aklımızla bunun bir yanılsama olduğunu söylesek bile hayvan kılığına bürünmenin veya hayvan adı taşımanın psikolojik boyutunu yadsıyamayız. Bir savaşçı tercih ettiği (yahut büyüsüne kapıldığı) bir hayvanın postuna büründüğünde kendisini o hayvan gibi kuvvetli, kurnaz veya keskin görüşlü hissedecektir. Bu his ona fazladan (ekstra) özgüven sağlayacaktır. Kendisini düşman karşısında daha yıldırıcı, daha donanımlı, daha üstün ve daha cesur hissedecektir. Destanlardaki kahramanların ve şamanların büyük bir görevi başarmak istedikleri zaman hayvan şekline bürünmelerinin temel (ve pratik) sebebi doğrudan doğruya budur. Savaşçılar maddi düşmanla savaşırken, kamlar da cinler ve iblisler tayfasından kötü ruhlarla kapışmak zorundadırlar. Savaşçıların hasımları somut, kamların hasımları soyuttur. Toplumlarını yöneten hâkim kişilerde de aynı psikolojik nedenlerden ötürü tanrılaşma eğilimi belirmiştir. Kağanların, padişahların, kralların, sezarların, firavunların, imparatorların ve hatta cumhurbaşkanlarının kendilerini Tanrı’nın yeryüzündeki vekili, gölgesi (zıllullah) veya kendilerini yarı tanrı saymaları bu psikolojik durumdan kaynaklanmaktadır. Bir hükümdar kendisini İsa’nın temsilcisi, bir diğer hükümdar kendisini bir evliyanın torunu olarak gösterdiğinde bunu salt meşruiyet kazanmak amacıyla yapmaz; aynı zamanda psikolojik ihtiyaçlarla kendisini buna inandırır. Her insanda soylu bir kökene sahip bulunma tutkusu vardır. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump’un sosyal medyada kendisini Hazreti İsa’yla yan yana gösteren bir çizim paylaşması onun siyaseten böyle yaptığı anlamına gelebilirse de inancı gereği kendisini İsa’yla özdeşleştirmiş olması da mümkündür. Şeyh Edabalı tekkesinde Osman Gazi’nin meşhur rüyayı görmesi Türklük ruhu bakımından bir hakikat sayılabileceği gibi mitolojik veya politik ya da psikolojik bir ihtiyaçla o rüyayı görmüş olması da büsbütün ihtimal dışı değildir.

Destanlardaki kahramanların ve şamanların büyük bir görevi başarmak istedikleri zaman hayvan şekline bürünmelerini farklı bir açıdan yorumlamak da mümkündür. Demek ki atalarımız doğanın içinde yaşayan herhangi bir varlık olmadıklarının şuurunda idiler. Atalarımız hayvanlardan ve bitkilerden farklı bulunduklarını muhtemelen idrak edebiliyorlardı. Hayvanlardan ve bitkilerden farklı bulunduklarını idrak edebildiklerinden ötürü kendilerini onlara benzetme veya yakınlaştırma ihtiyacına kapılmışlardı. Bitkileri bir yana koyarsak, atalarımız, bilhassa hayvanlarda bulunan kimi unsurların kendilerinde bulunmadığını, bu eksikliği hayvanlarla bütünleşerek giderebileceklerini düşünmüş olmalıdırlar. İşte bu düşünüş atalarımızın kendilerini doğanın biraz dışında saydıkları anlamına gelebilir.

Şimdi tam bu noktada İmmanual Kant’tan bir alıntıda bulunalım: “Halkların farklı inanç biçimleri onlara içten içe sosyal ilişkilerde zahiri olarak kendini gösteren bir özellik verir, öyle ki bu özellik daha sonra sanki tümüyle bir yaratılış özelliğiymiş gibi onlara atfedilir.”[2]

Demek oluyor ki inanç biçimleri kültür kodlarına dönüşüyor. Kültür kodları bir etnosun varoluş zeminidir. İnanç biçimleri bir topluluğun doğayı ve hayatı yorumlama biçimleridir. Modern insan katında hurafe sayılan bu kodlar atalarımızın gerçekliğidir, bunların birer saçmalık olduğuna atalarımızı ikna edemeyiz. Mesela şamanlar uyguladıkları ritüellerden ötürü birer şarlatan mıydılar yoksa gökyüzüne çıktıklarına, yeraltına indiklerine, iyi ve kötü ruhlarla iletişim kurduklarına gerçekten inanıyorlar mıydı? Onları yaşadıkları ortam içerisinde değerlendirmeyi başarabilirsek yukarıdaki sorunun yanıtını bulmamız herhalde kolaylaşacaktır. Şahsi kanaatime göre, her çağda aykırı kişiler vardı; bu aykırı kişiler birtakım inançların, dogmaların, tabuların, yani birtakım hayat yorumlarının saçmalık olduğunu görebiliyorlardı; fakat bu aykırı kişiler birer istisnadır. Biz bu aykırı kişilere peygamber, elçi, aziz, evliya, eren veya mitik kahraman diyebiliriz. Onların bu işlevini modern zamanlarda yürütenlere entelektüel, münevver, aydın, bilim adamı diyoruz. Filozoflar eskiden beri vardılar ama sistematik düşünce mânâsında felsefenin başlangıcını tâyin etmemiz zordur. Bana kalırsa büyücüler (kamlar) sıra dışı kimseler olmakla birlikte onlar aykırı kişi değildiler. Mesela Korkut Ata’nın aykırı kişi olduğunu söylememiz pek mümkün görünmüyor. Korkut Ata töreyi koruyan ve uygulayan kişiydi. Töreyi değiştiren veya ıslah edenlere (veya mevcut düzene isyan edenlere) aykırı kişi diyebiliriz.

Bir inanç yaratılış özelliği haline geldiğinde onu yıkmak artık pek güçtür. Fakat burada doğal inanç ve mekanik inanç ayrımını gözetmek gerekiyor. Mekanik inanç bir yorumdur. Doğal inanç ise kendiliğinden var olandır. Mesela evin ya da kapının eşiği mukaddestir, eşiğe basmak günahtır veya töreyi çiğnemektir. İşte bu eşik inancı mekanik inançtır. Atalarımız birtakım nedenlerden ötürü eşiğin kutsal olduğuna karar vermişlerdir. Başlangıçta eşiğin kendisinden ziyade eşiğin yüklendiği anlamlar değerliydi fakat eşiğin kutsallığı bir yaratılış özelliğine dönüştüğünde artık eşiğin kendisi de tabu haline gelecektir. Bundan sonrasında artık eşiğin kutsallığını sorgulamak imkânı ortadan kalkar. Bugün bile hâlâ bizlere eşikten içeriye veya dışarıya sağ ayağımızla girip çıkmamız öğütleniyor. Sol ayağın (sağ ayak gibi) normal ve doğal bir organ olduğunu kanıtlamamız inanç boyutundan o kadar da kolay değildir. Mesela adam öldürme yasağı mekanik inanç değil, kendiliğinden var olan doğal inançtır, hakiki ahlâk budur, eşiğin kutsallığına yönelik inancın hakiki ahlâkla hiçbir ilintisi yoktur. Eski zamanlarda okuma yazmayı öğrenme hakkı seçkin kişilerin tekelindeydi, çünkü yazı kutsal sayılıyordu. Kur’an-ı Kerim’in arapçadan başka dillere çevrilmesine hâlâ direnenler vardır, onların bu direnci mekanik inançtan kaynaklanıyor, oysaki günümüzde herkesin okuma yazma öğrenmeye hakkı vardır, çünkü bu hak doğal ahlâktan kaynaklanmaktadır.

Atalarımız her çağda akıllıydı. Bu akıl en iptidai çağlarda bile yürürlükteydi. Bugünden uzak geçmişe bakarak atalarımızın hurafeler bataklığına saplanmış ahmaklar olduğu yargısında bulunursak haksızlık etmiş oluruz. Atalarımız, modern insanı hayranlığa sürükleyen o mitleri, akıllı oldukları için hayal edip üretebilmişlerdi. Bugünkü romancıların ve senaristlerin ilham kaynakları o mitlerdir. Dolayısıyla atalarımızın zekâsını küçümseyemeyiz. Onlar hayatı mitler yoluyla anlamlandırmaya, yorumlamaya ve acımasız doğanın içinde muhtelif sorunlarına çareler bulmaya gayret etmişlerdir. Onların bu gayretleri zaman içerisinde yüksek kültürleri, felsefeyi, tıbbı, bilimi ve sanatı doğurmuştur. Kısacası medeniyetin tohumlarını ilkel saydığımız atalarımız ekmişlerdir. Bugünkü varlığımızı onlara borçluyuz. Saint-Simon’a göre her bilim, bilimsel olmayan yöntemlerle ve adımlarla işe başlamıştır. Örneğin, astrolojiden astronomi doğmuştur.[3]Hekimlerin ataları büyücüler, kamlar, sığacılar ve otacılardır. Modern hukukun başlangıcı töre’dir. Masallardaki uçan halıyı düşleyebilen insanoğlu bu zekâsıyla yeterli birikime eriştiğinde uçağı yapmıştır. Modern tezgâhlarda dokunan halıların sanat değeri bin yıl önceki ilkel tezgâhlarda dokumuş halılardan daha yüksek değildir. Meseleye buradan bakarsak atalarımıza büyük saygı duymamız gerekiyor. Onlarda zekâ bulunduğu içindir ki medeniyetin tohumlarını atarlarken ille de uzaylılardan destek almaları lazım gelmiyordu. Göbeklitepe’yi veya Mısır piramitlerini insan zekâsı kurabilmiştir, bunun için başka gezegenlerden medet dilenmeye lüzum yoktur. Bu demek değildir ki başka gezegenlerde zeki canlılar bulunmuyor fakat buradaki konumuz insanoğlunun zekâsıdır.

Bununla birlikte atalarımızın akılcılık yönünü abartmak da doğru olmaz. Burada tekâmül söz konusudur. Çağımızda artık büyük bir görevi başarmak istediğimiz zaman hayvan şekline bürünmemiz gerekmiyor. Atalarımızdan devraldığımız temel alışkanlıklarımız bizleri atalarımızın davranışlarını taklide sürükleyebilir. Hititler bir doğal âfetle karşılaştıklarında telâşa düşerek tanrıları kızdırdıklarını sanıyorlardı. Birtakım ritüeller yaparak tanrıların öfkesini yatıştırmaya, tanrıların ve tanrıçaların gönüllerini almaya çabalıyorlardı. Bugün bu çabalar bize saçma görünebiliyor ama modern insan da mesela deprem olduğunda günah işlendiğini ve Tanrı’nın gazabına uğradığını düşünebiliyor. Öfkeli tanrıların bizleri cezalandırmasına benzer şekilde, bir deprem vuku bulduğunda Amerikan gemisinin limanlarımıza yanaştığını, yüksek teknoloji sahibi güçlerin bizi yıkıma sürüklediğini varsayabiliyoruz. Demek ki çok eski çağlardan kalma tedirginliklerimiz sürüp gitmektedir.

Burada şaşırtıcı görünen şudur ki, Göbeklitepe toplumu ile mesela Hitit uygarlığı arasındaki yedi bin yıllık farka rağmen tanrılara yönelik korkunun dinmemiş olmasıdır. Modern insanda hayranlık uyandıracak derecede başarılı bir uygarlık kurmuş olan Hititler bine yakın tanrıları bulunmakla övünüyorlardı. Her şehrin tanrısı ayrıydı fakat bu tanrılar aslında birbirlerinin türevleriydiler. Salgın hastalıklara, kuraklık ve deprem gibi doğal âfetlere, savaşlarda yenilgilere uğradıklarında, iktisadi bunalımlara sürüklendiklerinde bu tanrıları kızdırdıklarını düşünerek günahlardan arınma ve gönül alma ritüelleri düzenliyorlardı. M.Ö. 9.500 yılına tarihlenen Göbeklitepe toplumundan (buzul çağının travmasını yeni atlatmış oldukları için) bunu kolayca bekleyebiliriz ama M.Ö. 2000 yıllarındaki gelişmiş Hitit uygarlığındaki çok daha fazla saplantılar ve korkular şaşırtıcıdır. Buradan anlıyoruz ki insanoğlunun tekâmülü çok yavaş ilerlemiştir. Tanrılardan korkmayı bir yana koyarsak, Hititlerin akıllıca bir siyaset güderek Anadolu’daki diğer halkları tanrılar panteonu (yani inanç) üzerinden kucaklamaya çalıştıklarını görüyoruz. Hititler diğer halkların kültürlerini kendi kültürlerine dâhil ederek birleştirici (senkretik) politika izlemişlerdir: “Hititler Anadolu’da, sade ve kendi halinde bir coğrafyada değil, aksine birbirinden farklı çok sayıda yerel kültürün hüküm sürdüğü, çok kültürlü bir manzarada imparatorluk haline gelmiştir. Bunlar arasında Luviler, Anadolu’nun yerel halkı Hattiler, daha küçük bir grup olan Palalar ve özellikle İmparatorluk döneminden itibaren Hitit dinini yoğun bir şekilde etkileyen Hurriler vardır. Kabul etmek gerekir ki ilk etapta karmaşık ve kontrol edilmesi güç gibi görünen bu çok-kültürlülük, Hitit krallarının akılcı politikaları sayesinde avantaja çevrilmiştir. Onlar, devletin kuruluşundan itibaren yapılan seferlerde fethedilen kentlerin ya da ülkelerin tanrılarını kültleriyle birlikte Hitit panteonuna dâhil etmiş, hatta bu tanrılar için başkent Hattuşa’da tapınaklar inşa etmişlerdir. Bu durum, Hitit dinine çok sayıda yerel tanrının katılmasına ve Hititlerin kendilerini ‘Bin Tanrılı Halk’ olarak tanımlamasına imkân sağlamıştır. Dindeki senkretizm Hititlere, Anadolu topraklarında uzun süre hüküm sürmenin de kapısını aralamıştır.”[4]

İşte bu zekâ dolu akıllıca siyasete rağmen Hititler kendilerinden yedi bin yıl kadar önce yaşamış olan Göbeklitepe toplumundan daha cesur değillerdi, tanrıların gazabından ödleri kopuyordu. İnsanlık serüveninde ilkler çağların kültürü çocukluk devresine benzetilir. Çocuklar her şeyden ürkerler ve aynı zamanda her şeyi merak ederler. Bu ürküntüyü ve meraklanmayı çevremizdeki kedi yavrularında kolayca gözlemleyebiliriz. Çocuklar büyüdükçe daha gerçekçi düşünmeyi öğrenirler. Bir çocuğa yıldırımı gökteki öfkeli tanrının çaktırdığına inandırabilirsiniz fakat aklı başında bir yetişkin buna gülüp geçer. Oysaki eski çağların insanları (çocuklar gibi) yıldırımı çaktıran öfkeli tanrıdan korkarlar. İşte bu nedenle eski çağların kültürleri emekleme devresindeki çocuksu kültür olarak kabul ediliyor. Göbeklitepe toplumu ile Hititler arasındaki yedi bin yıllık zaman farkına mukabil inanç yönünden çocuksuluğun pek değişmemiş olması tekâmül sürecinin yavaşlığına işarettir. Buzul çağı sonrasında Göbeklitepe’yi sıfır noktası sayarak bu değerlendirmede bulunuyoruz. Hititleri ise örnek vermek amacıyla seçtik. En doğudan en batıya bütün halklar aşağı yukarı böyleydiler. Acımasız doğanın içine fırlatılmışlık duygusu yüzünden atalarımızın büyük korkuları vardı. Buzul çağının muazzam travması bu korkuların temeliydi. Atalarımızın kendilerini toparlayıp daha akılcı bir merhaleye sıçramaları uzun sürmüştür. Bu korkular bugün de sürüp gitmektedir.

Atalarımızdan devraldığımız korkuları buzul çağının çok uzun sürmüş olan travmasına yüklemek, bütün suçu buzul çağına yıkmak doğru olmayacaktır. Korkularımızı besleyen pek çok unsur sayabiliriz. Gecenin tekinsiz karanlığı, vahşi hayvanlar, salgın hastalıklar ve ruhsal sapmalar, ormanların ve rüzgârların ürkünç sesleri, kuraklık, açlık, topluluklar arasındaki kesintisiz savaşlar ve benzeri sıkıntılar atalarımızın korkularını beslemiştir. Atalarımızın zekâsını küçümseyemeyiz fakat bu zekâyı tanrısal bir güç gibi göklere çıkartmamız da abartı sayılmalıdır. Korkularımızı bilinmezlik, cehalet, önyargılar, kısacası yaratılışımız da besliyor. Doğanın içine mükemmel bir donatılmışlıkla düşmüyoruz. Victor Hugo bir romanında taşra yaşamının önyargılarını betimlerken çarpıcı bir sahneyi okurlarının gözleri önüne serer. Britanya adalarındaki bir sahil kasabasında Gilliatt adında bir delikanlı vardır. Büyücü olduğu düşünülen bir kadının oğludur ve kasaba halkı ona iblisin çocuğu gözüyle bakmaktadır. Günün birinde kasaba halkından birinin bahçesindeki kuyunun suyu kirlenir. Gilliatt ona yardım eder. Evin lağım akıntısı bu kuyuya sızdığı için su kirlenmiştir. Çok kitap okuyan ve aklı başında karaktere sahip bulunan Gilliatt lağım akıntısının yönünü değiştirince kuyunun suyu kısa zamanda temizlenir. Kasaba halkı büsbütün kuşkuya düşer. Gilliatt kuyu suyunu kirletme ve arındırma gücüne sahip ise demek ki iblisin çocuğudur.[5]

Aydınlanmacı Victor Hugo’nun verdiği bu örnek tek başına yeterlidir, atalarımızın zekâsı bilimle donatılmış modern insanın zekâsı derecesinde sınırsızdır fakat bu zekâyı işletmediğimizde körlük baş gösteriyor. Nitekim Victor Hugo söz konusu romanına yazdığı önsözde insanın mücadele ettiği üç alan bulunduğunu söylüyor: Din, toplum ve doğa! Aydınlanmacı yazarımız Notre-Dame’ın Kamburu adlı romanında insanın dinsel bağnazlıkla, Sefiller adlı romanında insanın toplumla ve Deniz İşçileri adlı romanında ise insanın doğayla mücadelesini sergilemek niyeti taşıdığını belirtmiştir.

Metin Savaş

[1] László Rásonyi, Tarihte Türklük, sayfa 43, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1993.

[2] İmmanual Kant, Salt Aklın Sınırları Dâhilinde Din, sayfa 202, Elis Yayınları, Ankara 2021.

[3] Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe Akımları, sayfa 10, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1979.

[4] Sevgül Çilingir Cesur, Hititlerde Ritüel ve Büyü, sayfa 96, VakıfBank Kültür Yayınları, İstanbul 2020.

[5] Victor Hugo, Deniz İşçileri, sayfa 23, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2022.

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen