Çeliğin jeopolitiğine dair kaleme aldığım makaleler dizisinin bu bölümünü, sevgili torunum, gözümün nûru Çınar Alp’e ithaf ediyorum…
Galip TÜRKMEN (E. Başmüfettiş)
“Bu hikâyede kişiler ve olaylar gerçektir;
diyaloglar gerçeğe dayalı kurgudur.
Mesajı, çeliğin jeopolitiğine giriş niteliğindedir.”
Güneş gri bir Pekin sabahında, sisin içinde doğdu. Sanayi bacaları gökyüzünü karbonla beslerken, şehir çeliğin ritmiyle uyanıyordu. Devasa gökdelenler silüet halinde yükseliyordu. Henry Kissinger, otel odasının penceresinden dışarı baktı. Yıllar önce Mao’nun masasındaki çay buharını hatırladı, o zamanlar barışın kokusu vardı buharın içinde. Şimdi ise aynı duman, çeliğin ve çıkarın kokusunu taşıyordu.
Masasında bir dosya: “RIO TINTO – CHINALCO ANLAŞMASI.” Altında kısa bir not: “Chinalco’nun ilave hisse alış talebi reddedildi. Çin’le ilişkiler gergin. Dört çalışan tutuklandı.” Kissinger derin bir nefes aldı. “Demir,” dedi içinden, “her çağın tanrısıdır ve insan hep ona tapar.” Gerilimin merkezinde demirin olduğunu Rio Tinto tarafından kendisine verilen brifingde anlamıştı.
- Gölgedeki Masada
Yıllar önce Nixon ziyaretinin hazırlıklarını görüşmek için 1971’de Pekin’e geldiğinde ağırlandığı 6 numaralı binada, Çin kültürünü güçlü bir şekilde yansıtan ama sadeliğini de korumasını bilen salonda toplantı başladığında, masada üç kişiydiler. Çinlilerin, Diaoyutai Devlet Konukevi’nin kuzeybatı köşesinde yer alan bu binayı seçmeleri görüşmeye verdikleri önemi gösteriyordu ve uzlaşma aradıklarına işaretti.
Diaoyutai Konuk Evi’nin salonu, loş ışıkla aydınlanıyordu.
Masada üç kişi vardı:
Henry Kissinger, gri takımı içinde yılların gölgesi;
Wang Qishan, Çin Başbakan Yardımcısı, yüzünde devletin sabrı;
ve Tom Albanese, Rio Tinto’nun CEO’su, bakışlarında yorgun bir kararlılık.
Wang Qishan: kısa bir hoş geldiniz konuşmasından sonra konuya girdi; “Çin artık dünyanın yarısına çelik üretiyor, Dr. Kissinger. en büyük demir madeni ithalatçısıyız ama demirin fiyatı hâlâ başka kıtalarda belirleniyor. Biz sadece alıcı değil, oyunun kurucusu olmak istiyoruz.”
Tom Albanese başını kaldırdı, sesi dikkatle ölçülmüş bir dengeyle geldi: “Sayın Wang, sizinle 35 yıldır ortak çalışıyoruz. 2008‘den bu yana da yüzde 14,99 hisse ile büyük ortağımızsınız. Biliyorsunuz yıllardır Japonya kontratları küresel referanstır. Bu sistem istikrar sağlar, siz de, biz de bu istikrardan kazandık.”
Wang çayını yudumlarken gülümsedi, fakat gözlerinde yüz elli yıllık sabrın yorgunluğu vardı: “İstikrar mı? Bizim fabrikalarımız spot piyasada yüzde yirmi fazla ödüyor. Bu istikrar değil, zincir. Japonya bizim yarımız kadar demir madeni ithal etmiyor. Üstelik sebep yokken seneye yüzde yüz fazla fiyatı kabul etmiş durumda. Bunu bize dayatmanız adil değil.”
Bir süre sessizlik oldu.
Kissinger gözlüğünü çıkardı, mendiliyle sildi, sonra ağır bir sesle konuştu: “Demir… yalnızca metal değildir. İnsan onu toprağın kalbinden çıkarır, sonra ondan silah, köprü ve zincir yapar. Kimin elindeyse, o konuşur.”
Wang: “Ve şimdi konuşma sırası bizde.” dedi. “Demir çıkaran sizsiniz, çeliği üreten biz.”
Albanese, hafifçe öne eğildi: “Peki ya Stern Hu? Avantaj sağlamak için tutulması haksızlık. Eşi çocukları perişan. Dört çalışanımız hâlâ hapiste. Eğer güven istiyorsak, önce korkuyu kaldırmalıyız.”
Wang’ın dudakları gerildi, “Casusluk, “rüşvet ve ticari sır hırsızlığı” yasalarımıza göre suçtur. Biz sadece ülkemizi koruyoruz. Demir bizim damarımız, hem de stratejik bir damar.”
Kissinger, sessizce çayını karıştırdı. “Ulusal çıkar,” dedi yavaşça, “çoğu zaman korkunun kılığına girmiş çıkarcılıktır. Ama korku, eğer, sarmala dönüşmeden doğru yönetilirse, güvenin habercisidir.”
Odaya yeniden sessizlik çöktü. Sadece çaydan yükselen buhar, geçmişin yankısı gibi havada asılı kaldı.
- Denge mi Zincir mi
Wang, pencereden gölete baktı. Bir bambu yaprağı suya düşüyor, halkalar yayılıyordu. “Biz,” dedi, “artık bu halkaların merkeziyiz, Dr. Kissinger. Suyun nereye akacağına karar vereniz.”
Albanese, yorgun ama kararlı bir sesle: “Tüketimden gelen gücünüzü önemsiz görmek liberal sistemin özüne aykırı. Kabul ediyorum. Arz yönünü de ihmal etmez liberal dünya. Değer zincirinde sizin üretim aksında olmanız doğru olan ama siz artık bize bırakılan halkayı da istiyorsunuz.
Kissinger gülümsedi. “Belki de artık dünya, merkez aramaktan vazgeçmeli. Çünkü kaynak dediğiniz şey, paylaşıldığında güçlenir.”
Sonra bastonuna yaslanarak pencereye yürüdü: “Demir, toprağın kalbidir. Ama kalp yalnızca atarsa anlam taşır. Durursa, bütün beden donar.”
Wang başını eğdi: “Demek ki siz yine denge diyorsunuz, Bay Kissinger?”
Kissinger çayını yudumladı. “Evet. Ama bu kez denge sessizlikten doğacak.”
Rakam konuşulmadı, protokollar imzalanmadı. Mesajlar alındı, verildi. Beklemeye geçildi.
III. Simandou’nun Yankısı
Günler sonra.
Dünya başka krizlerle meşgulken diplomasi, toprağın altındaki damarlar gibi sessiz çalıştı.
19 Mart 2010 sabahı, Afrika’nın batısında, Gine’nin kızıl dağlarında bir imza atıldı. Rio Tinto ve Chinalco, dünyanın en büyük maden sahası olan Simandou demir cevheri projesini birlikte geliştirmek için bir mutabakat zaptı imzaladı.
Kızıl toprak, yılların gerginliğine tanıklık eden bu imzayı sessizce yuttu. O an, çeliğin sesi savaş değil, uzlaşma tonundaydı.
Pekin’de suitinde bekleyen Henry Kissinger haberi aldığı anda bir süre dosyaya baktı. Sonra dosyayı kapattı, gözlüğünü çıkardı. “Demir,” dedi gözleri kısık, “sosyalist emekle kapitalist sermaye arasında bir denge kuruyor, ama kırılgan bir denge.”
- Kuş Bakışı
Rio Tinto’nun kiraladığı özel uçakla New York’a dönüşe geçtiklerinde, okyanusu seyredip viskilerini karşılıklı yudumlayan Kissinger ile Albanese sohbet ediyorlardı.
Kissinger sakin bir sesle: “2009’da Çin, 600 milyon ton çelik üretti. Simandou ile bu rakam 1 milyara çıkacak. Ve 1 milyar ton çelik, 1 milyar ton bağımlılık demektir.” dedi. “Demir artık sadece köprü değil, köprünün altındaki zincir de. Evet, Tom! Biz bir barış sağladık ama bu daha büyük savaşlara hazırlayan bir barış”
Albanese ilk ismiyle hitap etmesine şaşırmıştı. Kaç gündür beraberlerdi ve bu, ilk kez oluyordu. Şaşkınlık ve hayret arasında gidip gelen, saygılı bir bakışla sordu: “Peki efendim! Neden böyle düşündünüz?”
“Dinle Tom! Ejderha uyanıyor. 150 yıl önce siz, Birleşik Krallık onları afyon ile uyuttunuz, bu yüzyıl sürdü. Sonra komünizmi çevreleme politikası ile biz etraflarına demir perde çektik. Bu da 50 yıl sürdü. Birleşik krallık ve bizim Demokratlar neoliberal küreselleşme safsatasıyla ejderhanın zincirlerini gevşettiniz. Bu, afyon günahınızın kefareti miydi yoksa Birleşik Devletlerin hegemonyasına karşı, Sovyet sonrası bir güç çıkarma kurnazlığınızın ifadesi miydi, tarih yazacaktır.”
Kissinger biraz soluklandı, “Dahası var, Tom. Bizim nesil, Çin gibi büyük güçleri kontrol altında tutmanın yolunun, onları endüstriyel çekirdekten uzak tutmaktan geçtiğini bilirdi. ‘Türkleri ve Çin’i küresel güçten uzak tutmak için demir ve çelikten uzak tutmak gerekir’ sözü, o dönemin Washington ve Londra koridorlarında sıklıkla fısıldanırdı. Ancak biz, küreselleşme yanılsamasıyla bu tarihi dersi unuttuk.”
Albanese, diplomasi bilgesi Kissinger’ın bu kadar açık konuşmasına daha çok şaşırdı. Kissinger, muhatabının şaşkınlığının farkında, devam etti. Başını kaldırdı. “Bu” dedi, “çelik koçbaşının ilk güçlü darbesi. Gülen eğri düzleşecek bu gidişle. Çin, demir cevherini sadece satın almıyor, üretim zincirini toprağın altından başlayarak yeniden kuruyor. Ejderha sizin demirleri nefesiyle eritip çeliğe, ileri teknoloji alaşımlara dönüştürüyor ve sizin silahınızı size ve bize karşı kullanıyor. Çin Ergenekon’dan çıkıyor. Türklerin Ergenekon destanını bilir misin Tom?” dedi ve sustu, bakışını okyanusa yöneltti.
Albanese soruya cevap beklenmediğini anladı, sustu.
