“Devlet Zamanında”

Tam boy görmek için tıklayın.

Tahsin BANGUOĞLU[ii]

 

Yayına Hazırlayan: Bekir TURGUT

Arap memleketlerinde rastladım. “devlet zamanında” diyorlar, “Osmanlı devrinde” manasına. Bu deyim orada ciddi ve otoriter idare anlamını taşıyor. Zaten oralarda birçok yerde, bunlar henüz devlet olmamış intibaını alıyorsunuz. Arap bize karşı önce soğuk davranıyor. Ama biraz samimilik kazanınca, hele biraz Arap medeniyetinden bahsederseniz:

– Ama siz bizim ne olduğumuzu bilmezsiniz,

diye kendilerinden şikâyet etmeye başlıyor.

“Devlet zamanında sözünü gençliğimde Makedonya’da bir Sırp işçiden de işitmiştim. O ne devletmiş ki adı bile ayrı lügat manası kazanmış. “Semer değilmiş o rahmetlininki, devletmiş.”  Bu devlet 1918 yılında çökmüş, devlet zamanı sona ermiş bulunuyordu. Biz Türkler, ki onun sahibiydik, onun bütünlüğünü korumak için yüzyıllar boyunca kanımızı son damlasına kadar dökmüştük. Başka bir millet bizim bu vazife ve şeref yolunda yaptığımızı yapmazdı. Sonra Anavatan için de döğüştük ve kabuğumuza çekildik. Şimdi “o çöküşten dersler aldık” diyoruz ve teselli buluyoruz. Ama öyle bir devirdi ki, ondan yalnız siyasetçe değil, kültürce, ahlȃkça, millî maneviyatça daha birçok dersler ve fikirler almamız lazımdı ve mümkündü. İşte bunu yapamadık, veya yanlış yaptık. O fikirlere bugün de muhtacız. Biz yeni zamanlar kültür tarihimizle ilgili yazılarımızda (bkz. S. 63 v.d.) vakit vakit bu ibretli zamanlara dönmekte fayda görüyoruz. Bunların en hareketli, en acı, aynı zamanda en çok fikir veren, uyaran yıllar işte bu çıkış yıllarıdır. Meşrutiyet, tarihimizin en büyük değişikliklerini getirmiş olan devridir. Düşünmeli ki 10 yıl içinde koca imparatorluk ve onu bir anavatan üzerinde yeni bir millî devlet kurulması takip ediyor. Aynı yıllarda rejim, ideoloji ve emeller değişiyor. Meşrutiyet bütün bir Osmanlı devri ile Cumhuriyet devri arasında kısa, ama çok dolu bir intikal devridir. Meşrutiyetin ilanında (1908) Bosna Hersek, Şarkî Rumeli, Girit, Trablus, Yemen henüz bizimdi, Biz bu yeni devri Osmanlı marşlarıyla karşılıyorduk:

“Türk, Ermeni, Rum, Musevi                                           

Yaptık bugün bir ittihat”.

Fakat bütün bunlar, Balkanlılar, üstelik Arnavutlar, Arap kavimleri milliyetçilik humması ile ateşlenmişlerdi. Hıristiyan dünyası da hepsini birden kışkırtıyor ve kesin bir taksime hazırlanıyordu. Türk milliyetçiliği en sona kalmış bir uyanış olacaktı. Bu şartlar altında devleti ayakta tuttuğu sanılan Osmanlı fikrinin yaşaması elbette mümkün değildi. Büyük felaket yılları gelip çatmıştı. Meşrutiyet uzun ve kapalı bir devirden sonra hususiyle aydınlar için bir azat devresidir. Diller çözülür ve her türlü düşünce ortaya dökülür. Bunların kimisi aşırı veya tutarsız fikirler olduğu görülürse de memleket o haldedir ki yeni ve kurtarıcı fikirlere; çarelere ihtiyaç vardır. Bu sebeple hazmedilmemiş de olsa bu hürriyetin havası içinde yeni fikirler doğar ve rağbet görür. Onları sonraki gelişmeler etkili veya esas olmaları bakımından tümü ile incelemeye ve göz önünde tutmaya mecburuz. Çökmekte olan Osmanlı fikri yerine aynı büyüklükte, fakat daha organik temellere dayanan iki akım baş gösterdi;

Ziya Gökalp’ın ve Mehmet Akif’in adlarıyla andığımız Turancılık ve İslam Birliği. Fikri büyük olacaktı, o devirde henüz daha küçüğünü zihnimize sığdıramazdık.

Birincisi milliyet nazariyesine dayanıyordu, fakat modern milliyet fikrini aşıyordu. Irkçılığa dönüşmek istidadındaydı. Bu sebeple ve zaruri olarak sonraları Türkçülük adı ve ölçüsü tercih edildi. Bu güzel bir terkip ve eksiklikleriyle birlikte dört başı mamur bir fikir sistemiydi.

İkincisi, İslam birliği siyasi anlamda ancak İslam’ın ilk devrinde ulaşmış bir idealdi. Gerçi İslam’ın koruyucusu ve kurtarıcısı olmuş olan Türk ırkı ciddî bir dindaşlık duygusu besliyordu, ancak o günün İslam Dünyası’nda böyle bir araya gelmek istidadı yoktu. Bu iki büyük ülküden birincisi felaketlerin getirdiği gerçeklerle yoğrularak modern Türk milliyetçiliğinin temelini teşkil edecekti. Bu öncekiler esasta manevî değerler üzerine dayanan düşünce sistemleridir.

Oysa öbür yandan o tarihlerde Türk aydınları arasında Batı’dan gelen maddeci, materyalist dünya görüşü alıp yürümekteydi. Bunlar siyasî istibdada karşı olduğu gibi dinî istibdada karşı da bir isyan havası içindeydiler. Dinde hür düşünür (Libre penseur) olmak onlara hürriyetin, münevverliğin, alafranganın tabiî bir icabı gibi görünüyordu. Birçokları Mason oluyorlar, bu gizli (!) kuruluşa girmekle hürriyetlerini ilan etmiş sayılıyorlardı. Şunu da kaydetmeliyiz ki, medrese müspet ilimlere karşı olumsuz tutumunu devam ettiriyor, mektepli- medreseli zıtlığı sürüyor ve bu kavga da aydınları daha çok diyanet sınırları dışına itiyordu. Beşir Fuat, Baha Tevfik gibi öncülerinden sonra Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet gibi şöhretler Hürriyet sarhoşluğu içinde Allahsızlığı yaymaktaydılar. Bu kozmopolitlerin belli bir siyasi teklifleri de yoktu. Biri:

“Milletim nev’i beşerdir, vatanım rûy-i zemin”.

Diyor, öbürü soysuzlaşan Türk neslini ıslah etmek için Avrupa’dan damızlık erkek getirmeyi teklif ediyordu. Dünya görüşleri icabı beynelmilelciydiler. Aşırı Batı hayranı, medeniyetçi ve insaniyetçi geçiniyorlardı. Bu zihniyetin hiçbir türlü milliyet ve din anlayışı ile bağdaşacak tarafı yoktu. Ancak “Batı sevdası” ve aşağılık duygusu birçok Meşrutiyet aydınlarında o derce derinleşmiş bulunuyordu ki bu tamamıyla zıt fikirleri bir ilericilik (terakki) kavramı içinde yan yana getirebiliyorlardı. İşte millî devletin, Cumhuriyet’in fikriyatı kaos halindeki bu fikir kargaşasının, bu iman buhranının içinden sıyrılıp çıkacaktı. Kolay değildi. İstiklal savaşı bizim zaferimizle neticelendi ve tam müstakil bir Türkiye Cumhuriyeti gerçekçi ve sağlam temeller üzerine kuruldu. Türkiye yeni bir toparlanma ve gelişme çağına girmişti. Böylece Batı’nın 200 şu kadar yıl süren maddi baskısından kurtulmuştuk. Yorgan gitti, kavga bitti gibi olmuştu. Ancak şimdi galiba içimizden bütünüyle onun kesin manevi baskısı altına düşmekteydik

[i] Bu makale, Yazarın “KENDİMİZE GELECEĞİZ” adlı eserinden alınmıştır. (Derya Yayınları, İstanbul, 1984. S. 92- 95) B. TURGUT

[ii] “1904 yılında Drama’da doğdu. 1948-1950 yılları arasında Milli Eğitim Bakanı, 1943-1950 yılları arasında Bingöl Milletvekili, 1961-1968 yılları arasında Edirne Senatörü oldu. 1955-1959 yıllarında Londra üniversitesinde dersler verdi. 1966 yılında Yeni Türkiye Partisi (YTP) Genel Başkanı seçildi. 1960-1963 yıllarında Türk Dil Kurumu (TDK) Başkanlığı yaptı. Çalışmalarıyla, Türk dilinin kurallarının belirlenmesi ve sorunlarının çözümüne katkı sağladı. 1989 yılında İstanbul’da öldü.” B. TURGUT

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen