Doğayla Barışık Kalkınmanın Yolu: Yerin Altındaki Zenginliği Akılla Yönetmek

Tam boy görmek için tıklayın.

Prof.Dr. Ali KAHRİMAN

Türkiye’de yıllardır aynı tartışma dönüp duruyor: “Ya çevre ya maden.” Bir taraf doğayı savunduğunu iddia ederken, diğer taraf kalkınmanın önünü açmak adına madenciliği öne çıkarıyor. Oysa bu ikilem, çağın çok gerisinde kalmış bir anlayışın ürünüdür. Çünkü madencilikle çevreyi birbirine karşıt göstermek, yalnızca bilime değil, toplumsal akla da haksızlık etmektir. Artık insanlık, bu iki alanı birlikte yürütebilecek bilgiye, teknolojiye ve mühendislik kapasitesine çoktan ulaşmıştır. Asıl mesele, madeni çıkarıp çıkarmamak değil; onu nasıl çıkaracağımız, nasıl işleyeceğimiz ve ortaya çıkan değeri kimlerle paylaşacağımızdır.

Bir ülkenin yeraltı kaynakları zengin olabilir, ancak bu zenginliği ham madde olarak satarak değerlendirmek, aslında ülkenin geleceğini başkalarının sanayisine emanet etmektir. Oysa aynı maden, bilgiyle, teknolojiyle, akılla işlendiğinde bambaşka bir anlam kazanır. Bor yalnızca ton başına satılan bir taş değildir; cam elyafında, bataryalarda, nanoteknolojide stratejik bir girdidir. Nadir toprak elementleri sıradan mineraller değil, elektrikli araçların motorunda, rüzgâr türbinlerinin kalbinde yer alan enerji damarlarıdır. Altın ve gümüş, yalnızca takı değil, elektronik devrelerin, sağlık teknolojilerinin can damarıdır. Görüldüğü gibi, bir madenin gerçek değeri yerin altında değil, insanın elinde, bilimin rehberliğinde ve üretimin içinde hayat bulur.

Bugün artık çevreyle dost madencilik bir hayal değil, bir irade meselesidir. Dünyanın birçok yerinde suyu kapalı devre kullanan, atıkları geri dönüştüren, üretim süreçlerini yeniden doğaya kazandıran tesisler başarıyla çalışıyor. Otonom makineler ve yapay zekâ destekli sistemlerle çevresel etkiler en aza indirilebiliyor. Teknoloji, doğayla kavga eden değil, onunla uyum içinde üreten bir anlayışı mümkün kılıyor. Dolayısıyla asıl belirleyici olan niyettir. Doğayı yok ederek kalkınmak da doğayla birlikte üretmek de insanın tercihidir. Bizim tercihimizi artık açık biçimde ortaya koymamız gerekir: Doğa ile uyumlu üretim.

Ancak çevreyle dost teknolojiler kadar önemli olan bir başka boyut daha vardır: toplumsal adalet. Bugün madencilik projelerine en güçlü itirazın yerel halktan gelmesi tesadüf değildir. Çünkü insanlar çoğu zaman çevresel yükü taşırken, ekonomik kazançtan pay alamamaktadır. Bu noktada yeni bir anlayışa, yerel ortaklığa dayalı bir modele ihtiyaç vardır. Maden işletmeleri yalnızca şirket ve devletin değil, yerel yönetimlerin, köylülerin, kooperatiflerin ve sivil toplumun da paydaşı olmalıdır. Böylelikle elde edilen gelir doğrudan bölgeye döner, altyapıya, eğitime, sağlığa katkı sağlar. İnsan kendi toprağında yabancı değil, üretimin ortağı olur. Zira bir köyün yanı başında maden işletiliyor ve o köy hâlâ yoksullukla boğuşuyorsa, orada sürdürülebilirlikten söz etmek abestir. Gerçek kalkınma, yalnızca madenin değil, insanın da refahıdır.

Bu dönüşümün temeli ise sağlam ve siyaset üstü bir hukuk sistemidir. Türkiye’de madencilik mevzuatının sık sık ve de palyatif yaklaşımlarla değişmesi hem yatırımcıda güvensizlik yaratmakta hem de toplumun devlete olan inancını sarsmaktadır. Bu nedenle, günlük siyasetin etkisinden uzak, istikrarlı ve bilim temelli bir çerçeveye ihtiyaç vardır. Çevresel etki değerlendirmeleri kâğıt üzerinde değil, bağımsız bilim insanlarının sahadaki denetimleriyle gerçeklik kazanmalıdır. Maden ruhsatı verilmeden önce yöre halkının görüşü mutlaka alınmalı, şirketler daha faaliyete başlamadan rehabilitasyon fonlarını oluşturmalıdır. Aksi hâlde doğa zarar görür, toplum mağdur olur, şirketler de itibarını yitirir. Sonuçta herkes kaybeder.

Ne yazık ki ülkemizde madencilik tartışmaları çoğu kez popülizmin gürültüsü içinde kayboluyor. Bir yanda “yeraltı kaynaklarımızı sonuna kadar kullanalım” diyenler, diğer yanda “madenciliği tamamen durduralım” diyenler var. Oysa hayatın kendisi siyah-beyaz değildir. Üretmeden kalkınamaz, kalkınmadan çevreyi koruyamazsınız. Gerçek çözüm, bilimin rehberliğinde orta yolu bulmaktır. Üretimi yasaklamak değil, onu doğru yöntemlerle yönetmektir. Doğayı yok eden değil, doğayla birlikte yaşayan bir kalkınma anlayışını benimsemektir.

Bugün Türkiye’nin önünde net bir tercih vardır. Ya madenleri ham madde olarak çıkarıp satmaya devam ederek kısa vadeli kazançlarla geleceğimizi tüketiriz, ya da çevreye duyarlı teknolojilerle bu kaynakları işleyip katma değerli ürünlere dönüştürür, refahı adil biçimde paylaşırız. Birincisi kolaydır ama sürdürülemez; ikincisi zordur ama kalıcıdır. Çünkü gerçek bağımsızlık, yalnızca siyasi değil, ekonomik özgürlükle mümkündür. Atatürk’ün kalkınma vizyonu, işte bu anlayış üzerine kurulmuştu. Etibank, MTA, Sümerbank gibi kurumlar, doğanın sunduğu zenginliği bilimin ışığında üretime dönüştüren bir aklın eseriydi. O vizyon, bugün de yolumuzu aydınlatıyor: Doğal kaynaklarımızı akıl, bilim ve toplumsal fayda ekseninde değerlendirerek hem çevreyi korumak hem kalkınmayı sürdürmek.

Madencilikle çevreyi karşı karşıya koymak, geleceği karartmak demektir. Oysa bu ikisi bir araya geldiğinde, insanın emeğiyle doğanın gücü arasında kurulacak denge, ülkenin gerçek aydınlığı olacaktır. Maden, yerin altında bir potansiyeldir; ama çevreyle uyum içinde çıkarıldığında, işlenip bilgiyle buluşturulduğunda, kalkınmanın ta kendisidir. Doğa ve maden, birbirinin düşmanı değil; birlikte var olduğunda geleceği aydınlatacak iki dosttur.

———————————————–

Kaynak:

https://www.akademikakil.com/dogayla-barisik-kalkinmanin-yolu-yerin-altindaki-zenginligi-akilla-yonetmek/alikahriman/

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen