Dünyada ve Türkiye’de Dergiciliği Doğuran Zemin

15. Yüzyıl’ın sonlarından itibaren Batı Avrupa’da yeni hayat başlıyor. Bu yeni hayat insanlığın kutsal göklerden daha fazla kopması veyahut da insanlığın kendi dünyasıyla kutsal gökler arasına belirsiz bir mesafe koyması anlamına gelmektedir. Bilinmeyen çağlarda yazının ortaya çıkması mitlerden tarihe geçişi mümkün kılmıştır ama yine de mitle tarih beraber yürümüştür. Yeni Hayat’ı mümkün kılansa yazının yaygınlaşmaya yüz tutmasıdır.

Yeni Hayat nedir? Yeni Hayat yolculuk zevki edinmektir. Buradaki yolculuk zevki kavimler göçünden ve konar-göçer yaşam tarzından bambaşka bir insanlık durumudur. Yeni Hayat’la birlikte sanat da peyderpey genişleyecek, meseleye Hıristiyan Avrupa cephesinden bakarsak, yeni sanat anlayışı sayesinde İsa gökten yere çekilecektir. 17. Yüzyıl’ın Flaman ressamlarından Rembrandt yenilikçi veya dönüştürücü çizimleriyle, Katolik Kilisesi’nin şimşeklerini çekmeyi göze alarak, tablolarında azizlerle beraber İsa’yı ve Meryem’i gündelik hayata indirmiştir. Bundan ne kast ediyoruz? Rembrandt’ın çizimlerinde kutsal kişiler artık erişilmez uzaklıklarda değil, hayatın içindedir. Onlar artık yerler, içerler, üzülürler ve sevinirler. İnsan yaşamı nasıl ise, azizlerin ve peygamberlerin hayatları da öyledir. Meryem Ana sizin sofranıza oturur. Kurtarıcı İsa sizi gökyüzünden değil de bulunduğunuz yerden gözetir. Hâdiseye yüzeysel ya da kulaktan dolma bilgilerle yaklaştığımızda Yeni Hayat’ın dinsizlikle eşdeğer olduğu yargısına çarpıyoruz. Oysaki Rembrand din olgusunu bulutların üzerinden aşağılara kaydırmıştır. Rönesans aydınlanmacılarının pek çoğunun teoloji fakültelerinde dirsek çürüttüklerini burada hatırlamamız gerekiyor. Tabii bütün buraya kadar söylediklerimiz Batı Avrupa’nın parlak yüzüdür. Aynı Batı Avrupa’nın bir de şeytanlık yüklü karanlık yüzü vardır ki asıl konumuzu dağıtmamak için oraya girmeyeceğiz. Aynı şekilde, Rönesans aydınlanmacılarının bağnazlık cephesi de vardır. Buna tek misal göstermekle yetinelim: Onların, Rönesans aydınlanmacılarının çokçası kadın düşmanıdır veya kadını yarım insan olarak telâkki etmektedirler.

Yeni dünyaların keşfiyle birlikte yolculuk alışkanlığı ve buna bağlı Yeni Hayat kendi çehresini kazanmaya koyulmuştur. Hıristiyanlık da hâliyle sorgulanmaya başlamıştır. Paul Hazard, Batı düşüncesindeki büyük dönüşümü izah ederken, Avrupalı aydınların nazarında Müslümanların peygamberi Muhammed artık bir yalancı peygamber değil, insicamlı ve güzel bir dinin kurucusudur diyor.[1] Bundan maksat Rönesans kafasının hem Hıristiyan-Avrupa dünyasını hem de Avrupa dışındaki dünyaları öğrenme, anlama ve yorumlama merakıdır. Rönesans Avrupa’sının tohumlarını nasıl ki Endülüs zekâsında arıyorsak, Oryantalist kafanın tohumlarını da Avrupa dışındaki dünyalara yönelik meraklanmalarda bulabiliriz. Avrupa Rönesansı yalnızca şimdiki bilimsel aklı değil; sömürgeciliği, emperyal zihniyeti ve şimdiki kapitalizmi de bünyesinde tohum hâlinde barındırmaktadır.

Rembrand din olgusunu bulutların üzerinden aşağılara kaydırmıştır fakat İslâm coğrafyası Mushaf’ı duvarların yükseğinden kendi rahlesinin üstüne indirmeyi yeterince başaramamıştır. Bir zamanların karanlıklar içinde boğulan Batı’sının o parlak Doğu’yu birkaç asırlık hamlelerle ezip geçmesinin nedenlerinden biri budur. Söz konusu ezilmişliğe yakın tarihten çarpıcı bir örnek göstermek istersek Rusların Türkistan’ı kolayca işgal edebilmelerini hatırlatmamız yeterli olacaktır: “Buhara Emirliğinde eğitim alanında olumlu gelişmeler yaşanmasına rağmen medreselerde sosyal bilimler ve fen bilimlerinin ihmal edilerek sadece din derslerine ağırlık verilmesi birtakım sorunları da beraberinde getirdi. Bunların en önemlisi, eğitim sisteminin çağın bilgi birikiminden yoksun kalması ve pozitif bilimlere önem verilmemesinden dolayı devletin teknoloji ve sanayi alanlarında kendisini geliştirememesiydi. Bu eğitim sistemi Buhara Emirliği’nin Avrupalı devletlerin gelişmişlik seviyesini yakalayamamasına; Batı’nın sanayi, bilim ve fen, özellikle denizcilikte nasıl ilerlediğini anlamaktan yoksun bir politika gütmesine; Rönesans-Reform hareketlerini kaçırmasına rağmen her alanda kendini geliştiren güçlü bir devlet konumundaki Çarlık Rusya ile girişecekleri mücadeleyi kaybetmesine ve işgale uğramasına neden oldu.”[2]

Bizim burada Buhara örneğini ortaya atmamızın sebebi şudur ki: Buhara Emirliği’nin başkenti Buhara’da 19. Yüzyıl’da birbirinden farklı mimarilerde inşa edilmiş 366 medrese bulunuyor olmasıdır. İkişer katlı bu medreselerin zemin katlarında derslikler, üst katlarında yatakhaneler bulunuyordu. Buhara Devleti başarılı öğrencilere burs veriyordu. Buhara ve Semerkand gibi şehirler bir zamanlar eğitim açısından çok şöhretli idiler ve Türkistan’ın her yerinden, Afganistan’dan, Hindistan’dan, Şam’dan, Türkiye’den ve diğer ülkelerden Buhara medreselerine öğrenciler geliyordu. Bugün nasıl ki İslâm ülkelerinin öğrencileri Avrupa ve Amerika üniversitelerinde okumaya özeniyorlarsa geçmiş asırlarda dünyanın pek çok ülkesinin tâlipleri Buhara Emirliği’nin medreselerini düşlerinde görüyorlardı. Pozitif bilimlerin ötelenmesiyle birlikte yukarıda vurguladığımız hâdise vuku buldu ve karanlıklar içinde boğulan Batı o parlak Doğu’yu birkaç asırlık atılımlarla çiğneyip geçti.

“Yeni Hayat nedir?” sorusunu şöyle de yanıtlayabiliriz: “Dünya mütemadiyen değişiyor; ben de değişip duran bu dünyanın bir üyesiyim; şu hâlde ben de mütemadiyen değişiyorum ve değişmeliyim!” İşte bu zihniyet kökleşince bireyselleşme dediğimiz hâdise de gücünü hissettirmeye koyulmuştur. Bireyselleşme ile modernleşme birbirini doğurup birbirini beslemiştir.

Yeni Hayat hiç kuşkusuz ki (Halil İnalcık’ın ifadesiyle) Yeni Bilgi’nin elde edilmesiyle yahut da Yeni Bilgi’yi elde etme ortamının teşekkül etmesiyle başlamıştır. Bilhassa yolculuk zevkiyle bilgi edinmenin yelpazesi açılmıştır. Fakat tabii ki Batı Avrupa’nın aydınlanma süreci de zorlu geçmiştir. Yeni Bilgi’yi talep edenler ve Yeni Bilgi’yi özendirenler Kilise yandaşlarınca Deccal’ın uşakları yaftasını yemişlerdir. Her zorluğa rağmen Batı Avrupa bütün engelleri aşarak üstün uygarlık konumuna yerleşmeyi başarmıştır. Kendimize bakarak söylersek, aydınlanma dediğimiz Yeni Bilgi atılımları Türklük coğrafyasında doğmuş olsaydı Oxford ve Cambridge gibi üniversitelerin üstlendikleri işlevleri belki de Buhara ve Semerkand üniversiteleri yeniden üstlenmiş olacaklardı.

Halk dillerine yöneliş ve dergilerin ortaya çıkması

Erasmus, “eleştiri/yorum katılmış” Almanca İncil yayımladığında Hıristiyan Avrupa’da patırtı kopmuştur fakat onun bu cesurca çalışması millet kimliklerinin beslenme sürecini de hızlandırmıştır: “Erasmus’un yayımladığı eleştirel Almanca İncil’in Alman tarihinde büyük bir yeri vardır. Öncelikle, Almanya’da Protestanlar ruhlarını bu İncil ile beslemişlerdir… Öte taraftan bu İncil tercümesi, modern Alman edebiyatının ilk şaheseridir. Luther, Saksonya devletinde kullanılan sade bir dil tercih etmiş ve bu dili yaşayan halk kelimeleriyle zenginleştirmiştir. Onun eseri sayesinde yeni yukarı Almanca, Almanya’nın edebî dili hâline gelmeye başlamıştır. Luther, bu sayede ortak bir yazı dilini kullanıyor ve Almanya’nın ulusal birliğine büyük bir katkı sağlıyordu.”[3]

İşte bu halk kelimeleriyle zenginleştirilmiş sade diller sayesinde dergilere ve dergiciliğe lâzım olan zemin hazırlanmıştır. Flaman ressam Rembrandt örneğinde gördüğümüz üzere Hollanda o dönemde fikir hürriyetinin başını çeken ülke konumuna oturmuştu. Kendi çağlarına göre aykırı sayılan başka başka düşüncelerini ifade etmek amacıyla daha rahat ortamlar arayan aydınlar birer birer Hollanda kentlerinde toplanıyorlardı. Gazeteciliğin ve dergiciliğin oluşma zeminini araştırırken o dönemin Hollanda’sı göz ardı edilemez. Dergicilik ise gazetecilikten türediği için ikisini beraber gözetmek gerekiyor.

Mezopotamya’dan Nil Nehri’ne haber içerikli kimi tabletleri gazetelerin ilk örnekleri olarak değerlendirebilirsek de asıl konumuz matbaaya bağlı modern dergicilik çerçevesinde tutulacaktır. İlk gazeteler (ki buna ilkel gazetecilik deniyor) dedikodular ve magazin merakı çevresinde dolanmıştır. Çok gerilere gidersek antik Roma şehri surlarının duvarlarına birtakım şehir dedikodularının ve müstehcen sözlerin yazıldığını görüyoruz. Bu duvar yazılarında falanın kızı filanın oğlunu seviyor tarzında dedikodu fısıltıları seçilebiliyor. Kimi şehir efsaneleri de yine duvarlara yazılıyordu. Şehir içi yazılı haberciliğin (veya haberleşmenin) başlangıcını bu duvar yazılarına bağlayan matbuat tarihçileri çokçadır. Magazin merakını pekiştiren bir tarz olarak ilkel gazetelerde küfürbaz bir dille kaleme alınmış haber metinleri de yer alıyor. Daha ziyade skandal haberleri tercih ediliyordu. İlk gazeteler önce aylık, sonra haftalıktı. Çoğunlukla dörder sayfadan ibaret olan ilk gazeteler mahalle kahvehanelerinde okunuyordu. Bir gazete nüshasını kahvehane ortamında en az on kişi okuduğu için bu ilk gazetelerin tirajlarını okunma bakımından on rakamıyla çarparak gerçek okur sayısına ulaşılabiliyordu. Basit bir misal verirsek, bir gazete bin adet basılıyorsa okur sayısı on bin demekti. Yirmi bin okuru bulunan gazeteler vardı ki gazeteciliğin başlangıcında bu rakam kamuoyu oluşturmada önemli bir sayıydı. İlk gazetelerin kahvehane ortamlarında okunması keyfiyetine İngiltere’de “Penny Üniversitesi” adı veriliyordu: “Londra’da ilk gazeteler açısından, modern yayıncıların ikincil okuyucu adını verdikleri kitle hayli yaygındı; Penny Üniversitesi olarak da bilinen kahvehane kültürünün yarattığı bir durumdu bu; bir kahve için bir peni ödeyip kahvehane sahibinin satın aldığı tüm yayınları okuyabilirdiniz.”[4]

Bu yayınlar zaman ilerledikçe günlük gazetelerin ortaya çıkmasına yol açıyor. Haftalık ve günlük gazeteler sayesinde halkın dedikodularla yetinmeyerek siyaset işlerine akıl erdirmesinin de önü açılmış oluyor. Muhakkak ki okur-yazarlığın yaygınlaşmasıyla beraber gazeteler işlev yüklenebilmekteydi. Matbaanın kök salması öncesinde ilkel yöntemlerle çoğaltılıp dağıtılan gazete benzeri broşürler de yok değildi. Bununla birlikte dörder sayfalık ilk matbu gazetelerin broşürlere veya dergilere daha fazla benzediğini de söyleyebiliriz. Bu durumda, tavuk mu yumurtadan çıkmıştır yoksa yumurta mı tavuktan çıkmıştır söylemine sıvanarak dergiler mi gazeteleri doğurmuştur yoksa gazeteler mi dergileri doğurmuştur şüphesine de düşebiliyoruz.

Fakat daha öncesinde gazete ve dergi okurlarının nasıl ortaya çıktığına bir göz atalım. 17. ve 18. Yüzyıl Avrupa’sında okuma grupları veya klüpleri baş göstermekteydi. Buralarda matbu kitaplar okunuyordu. Okuma grupları bilhassa Fransa ile Almanya’da daha yaygındı. Hollanda kentlerindeki fikir özgürlüğü orta sınıf diyebileceğimiz sıradan insanların da kitaplara alışmasına zemin hazırladığı için söz konusu okuma klüplerinin hızla çoğalması imkânı doğmuştu. Bu okuma gruplarının kabaca iki amacı vardı. Bilgi seviyesi düşük orta sınıfları bilinçlendirmek ve matbaa yoluyla kolayca çoğaltılabilen kitaplara (kitap pazarına) yeni müşteriler edindirmek asıl iki hedefti. Şehirlerdeki okuma klüpleri rağbet gördükçe köylere kadar genişleyebiliyordu. İşte bu okuma gruplarının gazetelere ve dergilere de müşteri kazandırdığını tahmin etmek zor değildir. Dünyadaki ilk derginin ilk sayısı 1692’nin Ocak ayında basılan The Gentleman’s Journal olduğu kabul edilmektedir. Aylık erkek dergisiydi.

Modern anlamda dergiciliğin başlamasını ise düşünce ve kitap sansürünün bulunmadığı Hollanda’yı Büyük Britanya’nın takip etmesinde aramalıyız. John Locke kendi ülkesinde basın özgürlüğü talebinde bulununca onun bu talebi yankı getiriyordu ve Britanya parlamentosu sansürü hafifletiyordu. Hemen ardından tam basın özgürlüğü gelecektir: “Addison ve Steele tarafından (İngiltere’de) yayımlanan ve izleyici anlamına gelen Spectator 1710’dan 1724’e değin geleceğin dergisinin ilk örneğini vermiştir.”[5]

İzleyici (ya da gözlemci) adını taşıyan bu dergi esas itibarıyla Londra’yı gezip görmeye gelen bir taşralı İngiliz soylusunun makale tarzında haftalık raporlarının yayımlanmasından ibaretti. Sir Roger de Coverly ismindeki bu taşralı soylunun dört arkadaşı da Londra izlenimlerini kaleme alıyorlardı. İşte böylelikle Spectator raporları beş yazarlı bir dergi mahiyetinde idi. Spectator dergisinin slogan hâlindeki hedefiyse İngiltere’den kötü alışkanlıkları ve cehaleti sürüp atmaktı. Kısacası aydınlanma yolunun modern anlamdaki ilk dergisiydi. Spectator dergisi ilgi görüp örnek alınınca hemen peşi sıra İngiltere’nin yanı sıra Fransa, Almanya, İsviçre ve İtalya gibi ülkelerde benzer dergiler türemeye, çeşitlenmeye ve gelişmeye koyulacaktır. Her biri de Spectator çizgisinde aydınlanmacı dergilerdir. Bu dergilerde sanat konuları da işleniyor; ilahiyatçılar, hekimler ve akademisyenler de dergilerin yazar kadroları arasına girmeye soyunuyordu.

Aydınlanma hareketinin en verimli kazancı yeni bilgiden korkmamayı Avrupa’daki üst sınıflardan alt sınıflara kadar herkese öğretmiş olması gerçeğidir. Tabiatıyla biz burada konumuzun kapsamında yer alan yukarıdaki bütün bahislere kaba hatlarıyla değinerek geçiştirdik. 16. Yüzyıl Avrupa’sında matbaa dâhil makineleşme, madenlerin daha fazla çıkartılıp işlenmesi, şehirlerin genişlemesi, şehir mimarisiyle birlikte estetik zevkin soyluların tekelinden çıkarak orta sınıflara kayması ve kâğıt üretiminin artması türünden etkenler söz konusudur. Gazeteciliği ve dergiciliği ortaya çıkaran süreç çok daha çetrefillidir. Zorlu bir aydınlanma mücadelesini gerektirmiştir. Kilise’nin bağnazlığının yanı sıra halkların (sıradan vatandaşların) bilinçlenmelerinden ürkenler de olmuştur. Çünkü eski çağlardan beri bilgi ile yazı kutsal kabul ediliyordu ve herkesin öğrenmesi âdeta fitne (günah) sayılıyordu. Bilginin ve yazının ayağa düşmesinin hoş karşılanmadığı yorumu da getirilebilir. Bunun bizdeki tutucu karşılığı herhalde “Kur’an-ı Kerim’i herkes anlayamaz” şeklindeki kıskanç yaklaşımdır.

Türkiye’de ilk dergiler

Osmanlı Türkiye’sinde Batı’dan alınan unsurların adlandırılmaları başlangıçta biraz karmaşıktır. Meselâ o dönemde hikâye dediğimizde hem modern anlamda öykü hem de roman anlaşılmaktadır. Gazete ve dergi için de böyledir. Gazete adının yanı sıra ceride, mecmua, mevkute, risale ve jurnal adları kullanılmıştır. Takvim-i Vekayi, Ceride-i Havadis, Tercüman-ı Ahval ve Tasvir-i Efkâr gibi ilk yayım organlarında gazete/dergi ayrışmasının görüldüğünü söyleyemeyiz. Devletin resmî gazetesi hükmündeki Takvim-i Vekayi’yi saymazsak ilk özel gazete olan Ceride-i Havadis’te, Tanpınar’dan öğrendiğimize göre; bilim, ahlâk, edebiyat ve tiyatro konulu makaleler yer almaktadır. Dünyadan ilginç haberler ise Avrupa gazetelerinden iktibas edilmektedir. Hemen ardından Osmanlı gazetelerinde edebî tefrikalar da belirecektir. Tanpınar, resmî gazete konumunda yer aldığı için Takvim-i Vekayi’nin ufkunun dar olduğunu, buna rağmen Takvim-i Vekayi ve Ceride-i Havadis sayesinde Osmanlı vatandaşlarının ufkunun açıldığını, yalnızca yurt içi haberlere değil yurt dışında olup bitenlere yönelik merakın da doğmaya yüz tuttuğunu belirtir. Yeni nesir dilinin ilk gazeteler yoluyla oluşup tutunduğunu da söyleyen Tanpınar o zamanki münevverlerin sırça köşklerinden çıkarak topluma seslenmeyi öğrendiklerini de ima eder: “Filhakika yeni Türkçe, gazetenin etrafında kendini bulur. Dil o zamana kadar görülmemiş bir sarahatin (açıklığın) terbiyesini alır ve adım adım genişleyen bir dünya görüşü ile beraber kendi de genişler… Hakikat şudur ki, Mahmut II devrinden beri az çok ehemmiyet verilen ilk tahsili gazete tamamlar. Kitleye okuma zevkini o aşılar. Gordlevski, Tasvir-i Efkâr’ın bazı nüshalarının yirmi bin sattığını söyler. Bu rakam hakiki bir miting kalabalığıdır.”[6] Fakat tekrar altını çizelim ki sözünü ettiğimiz ilk süreli yayımlarda kâh içerik itibarıyla kâh sayfa boyutları itibarıyla gazete/dergi ayrımı netleşmiş değildir.

Dergiciliğin gazeteden doğduğu bilgisini yukarıda vermiştik. Nitekim bu konularda araştırmaları bulunan Kenan Demir de bir makalesinde aynı kanaati ifade etmektedir: “Ama bazı süreli yayımlar kendilerini gazete olarak adlandırmakla birlikte ağırlıkla dergi formatında bir yayım politikası izlemişlerdir.”[7] Bunun böyle olmasında yadırganacak bir taraf da yoktur. Yine de gazeteciliğin ve dergiciliğin Osmanlı Türkiye’sinde çok hızlı gelişip yaygınlaştığı da göze çarpmaktadır. Bilhassa İkinci Meşrutiyet ortamı Türkiye basınına daha fazla serpilme imkânları sağlamıştır.

Türkiye’de gazeteden ayrı olarak dergi diyebileceğimiz ilk süreli yayım 26 Mart 1849 tarihinde çıkmaya başlayan Vekayii Tıbbiye’dir. Aylık olarak yayımlanan Vekayii Tıbbiye iki yıldan biraz uzun bir süre içerisinde 28 sayı yayımlanabilmiştir. “Bu dergi devletin ilk resmî gazetesinden (Takvim-i Vakayi) 18 yıl sonra, ilk günlük gazeteden (Tercüman-ı Ahval) 21 yıl önce çıkmıştır. Bir başka özelliği de ülkemizde tıbbi ve öbür konular dahil olmak üzere ilk yayınlanan dergi olmasıdır.”[8]

Görüldüğü gibi Türkiye’deki ilk dergi meslek dergisidir. Vekayii Tıbbiye’nin peşi sıra ikinci Türk dergisi 1861 senesinde Münif Paşa’nın kurduğu Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye Derneği’nin yayım organı olarak yayımlanan Mecmûa-i Fünûn’dur: “Batılılaşma faaliyetleri doğrultusunda Türk toplumuna modern ilim ve kültürü tanıtmak üzere 1861 yılında kurulan Cem‘iyyet-i İlmiyye-i Osmâniyye’nin yayım organı olarak 1279 Muharreminde (Temmuz 1862) neşredilmeye başlanan Mecmûa-i Fünûn, Münif Paşa’nın ilk sayıda yer alan takdim yazısına göre vatan çocuklarını yetiştirmek amacıyla çıkarılmıştır. Dergi, bir ve ikinci yıllar on ikişer sayı olmak üzere düzenli bir şekilde yirmi dört sayı yayımlanır. Üçüncü yılında İstanbul’da baş gösteren büyük kolera salgını ve bazı ekonomik güçlükler yüzünden 33. sayıda yayımını durdurmak zorunda kalır. Muharrem 1283’te (Mayıs 1866) yeniden neşredilmeye başlanan derginin, on dört sayı çıkarıldıktan sonra cemiyet mensuplarının dağılması üzerine beşinci yılında (Safer 1284 / Haziran 1867) 47. sayı ile yayımına son verilir. Münif Paşa, Rebîülevvel 1300’de (Ocak 1883) Mecmûa-i Fünûn’u tekrar çıkarmaya teşebbüs ederse de ilk sayıda (48. sayı) yer alan ‘Bir Yıldız Böceği ile Bir Yolcu’ adlı yazı yüzünden II. Abdülhamid’in emriyle kapatılır.”[9]

Osmanlı Türkiye’sindeki ilk kadın dergisi Terakki-i Muhadderat’dır. Haftalık olarak çıkan bu derginin ilk sayısı 15 Haziran 1285 (1869) tarihlidir ve 48 sayılık ömre sahip olabilmiştir. Müstakil bir dergi değildir. Terakki gazetesinin kadınlara mahsus ekidir: “Terakki-i Muhadderat adı ‘örtülü, namuslu kadınların ilerlemesi’ manasındadır. Ali Raşit tarafından yayınlanan bu ilavede; kadının eğitimine odaklanılmış, ev içindeki konumu pekiştirilmek ve bununla birlikte eş ve anne olmak konusundaki eksiklikleri giderilmek istenmiştir. Bu bakımdan geleneksel bir bakış açısının hâkim olduğu Terakki-i Muhadderat, kadınlara eş olmaları dolayısıyla adap öğreten, kısa, öz makaleler, hikâyeler içermektedir. Ayrıca kadınlardan gelen mektuplara da ilavede sıklıkla yer verilmiştir.”[10]

Bilindiği kadarıyla dünyadaki ilk çocuk dergisi 1772 yılında Leipzig’de yayımlanan Leipziger Wochenblatt für Kinder (Leipzig’in Çocuklar İçin Haftalık Gazetesi) adını taşıyan dergidir. Aynı yıl içerisinde Leipziger Wochenblatt für Kinder dergisine rakip olarak Niedergaschisches Wochenblatt für Kinder (Niedergaschisches’in Çocuklar İçin Haftalık Gazetesi) yayım hayatına atılmıştır. Her iki çocuk dergisi de eşit ömre sahip kalarak 1772-1774 yılları arasında varlıklarını sürdürebilmişlerdir.

Osmanlı Türkiye’sindeki ilk çocuk dergisi ise 1869 yılında yayımlanmaya başlayan Mümeyyiz adlı dergidir. Mümeyyiz dergisi Sıtkı Efendi tarafından aynı isimle yayımlanan günlük gazetenin haftalık ekidir: “Mümeyyiz gazetesinin eki olarak yayın hayatına başlayan Mümeyyiz dergisi 15 Teşrinievvel 1869 tarihli ilk sayısında çıkış amacını şöyle tanımlamaktadır: Çocuklara hüsn-ü ahlâk ve terbiyeye ve tahsil-i maarif ve kemâlât-ı insaniyeye dair büyüklerimizin te’lîfatlarında gördüğümüz bahisleri çocukların anlayabileceği ibarelerle yazmaktır.”[11]

Türkiye dergiciliğinde birer kilometre taşı olan Genç Kalemler ve Türk Yurdu dergilerine hayat sırası gelinceye kadarki süreçte önemli bir sorun olarak dil karşımıza çıkıyor. Halkın anlayabileceği Türkçe meselesine Türk Yurdu da ilk sayılarından itibaren değinmiştir. ‘Türkler Bir Ruh-ı Millî Arıyorlar’ başlıklı yazı dizisinden birkaç cümlelik alıntıyla yetineceğiz burada: “Türkçe kelimeler, edebiyattan merhametsizce çıkarılıp atılıyor. Kullanılan kelimelerin hemen hepsi Arapçadır. Yalnız cümle terkibi, cümlelerin kalıbı ve bir de sonraki fiil Türkçe kalıyor. Fakat bazı muharrirler, anadilinin son nişaneleri olan olmak ve etmek fiillerini bile kullanmakta rahatsızlık duyup, baştan aşağı Arapça yazmayı tercih ediyorlar… Halk okumaktan mahrumdur. Yalnız asilzâdeler, zenginler arasından yetişebilen ulema ve fuzelâdır ki kitaplara el uzatabilirler… En çok okunan bir gazetenin kullandığı kelimelerin bile yüzde yetmişi Arapçadır… Osmanlı Türkçesi bugün taşkın ve karışıktır… Gençlik, milletini asırlarca süren uykusundan uyandırmak, milletine kendisini hatırlatmak için çalışmaya karar vermiştir.”[12]

30 Kasım 1911’de yayım hayatına atılan Türk Yurdu dergisinin ilk sayısı büyük ilgi görünce ardı ardına dört baskı yapmıştır. Osmanlı sınırları dışındaki Türk yurtlarında da karşılık bulan Türk Yurdu ilk hamlede dağıtım ağını genişletmeyi başarmıştır. Bu itibarla da Türkiye’nin uluslararası (daha doğru ifadeyle ülkeler arası) okunan dergisi haline gelmiştir.

Biz bu makalemizde dünyadaki ve Türkiye’deki ilk dergileri uzun uzadıya sayıp dökmekten ve mekanik bilgilerle Türk Yurdu okuyucularını bunaltmaktan kaçınarak dergiciliği meydana getiren Yeni Hayat ortamının manzarasını kısa bilgilerle çizmeye gayret ettik. Buradaki maksadımız dergicilik tarihini anlatmaktan ziyade dergilerin nasıl ve niçin ortaya çıktıklarını izah etmek olmuştur.

Metin Savaş

[1] Paul Hazard, Batı Düşüncesindeki Büyük Değişme, Erol Güngör tercümesi, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1996

[2] Murat Özkan, Buhara Hanlığı, sayfa 115, Selenge Yayınları, İstanbul 2021

[3] Halil İnalcık, Rönesans Avrupası, sayfa 175, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2014

[4] Robert Fulford, Anlatının Gücü, sayfa 69, Kolektif Kitap, İstanbul 2014

[5] Ulrich Im Hof, Avrupa’da Aydınlanma, sayfa 145, Afa Yayıncılık, İstanbul 1995

[6] Ahmet Hamdi Tanpınar, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, sayfa 250, Çağlayan Kitabevi, İstanbul 1997

[7] Kenan Demir, Osmanlı’da Dergiciliğin Doğuşu ve Gelişimi (1849-1923), Iğdır Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 9, Nisan 2016, sayfa 71-112

[8] Berna Arda / Nüket Kutlay, Tıp Yayıncılığı Genelinde A.Ü.T.F. Mecmuası, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Mecmuası, Cilt 49, Sayı 3, 1996, sayfa 121-128

[9] TDV İslâm Ansiklopedisi Cilt 28, Mecmûa-i Fünûn maddesi, sayfa 270-271, Ankara 2003 

[10] Ebru Davulcu / Mustafa Temel, Osmanlı Devleti’nde Yayınlanan İlk Kadın İlavesi Terakki-i Muhadderat’taki Kadın Mektuplarının Tahlili, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, sayı 44 Bahar 2017

[11] Gökhan Demirkol / Gürkan Dağbaşı, Osmanlı Çocuk Dergilerinde Dil Öğretimi: Çocuklara Talim Dergisi (1887-1888), 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum / Eğitim Bilimleri ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Cilt 6, sayı 18, Kış 2017

[12] Türkler Bir Ruh-ı Millî Arıyorlar, Müellifi: P. Risal, Mütercimi: T.Y. Türk Yurdu, Yıl 1, sayı 24, 4 Teşrinievvel 1328 (17 Ekim 1912)

Yazar
Metin SAVAŞ

Metin Savaş, 1965 yılında Balıkesir’de, kalabalık ve nispeten varlıklı, klasik bir taşra ailesinin içinde doğdu. Lise eğitimini Vefa Lisesindeyken yarıda bırakarak çalışma hayatına atılmak zorunda kaldı. Babasının iş dünyas�... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen