Fakirin alkışı, duası ve gözyaşı

Tam boy görmek için tıklayın.

Prof.Dr. Ümit ÖZLALE

Ahmet Ham­di Tanpınar, “Suçüstü” adlı yazısında, o keskin gözlem gücüyle şu cümleyi kurar:

“Çalmak, ser­vet yığmak onlara yetmezdi. Fakirin alkışı, duası ve gözyaşı da lazımdı.”

Bu cümle, sadece dönemin siyaset anlayışını değil, otoriter rejimin evrensel bir özelliğini de özetler: Yoksulluğu ortadan kaldırmak yerine onu yönetmek; ama yönetirken de yoksulun rızasını almak. Böylece hem güç hem meşruiyet aynı anda elde edilir.

Yoksulluğu bitirmek değil, yönetmek

Otoriter rejimler için yoksulluğu tamamen ortadan kaldırmak risklidir. Çünkü yoksulluktan kurtulmuş, kendi ayakları üzerinde duran, eğitimli ve ekonomik açıdan bağımsız birey, iktidarın yanlışlarını sorgular. Talepkâr olur, hak arar, örgütlenir.

Buna karşılık, yoksulluk içinde yaşayan ama devlet yardımlarına bağımlı hale getirilmiş bir kitle, siyaseten pasif kalır. Yaşamını sürdürebilmek için “yardımın devam etmesi” gerekir; bu da yardımı verene karşı bir minnet ilişkisi doğurur. İşte Tanpınar’ın “alkış” dediği tam da budur: Yoksul yalnızca rızkı değil, sevgisi ve onayı da alınır.

Orta sınıfın erozyonu

Demokrasilerin sigortası olan orta sınıf, otoriter rejim­ler açısından potansiyel bir tehdit olarak görülür. Çünkü orta sınıf, ekonomik istikrarı­nı korumak ister, vergilerinin nereye gittiğini sorgular, ço­cuklarının geleceği için eğitim ve liyakat talep eder.

Bu yüzden otoriter yönetimlerde, orta sınıfın erimesi sık rastlanan ve aslına bakarsanız tercih edilen bir durumdur. Ekonomik krizler, enflasyon, vergi yükleri ve iş güvencesizliği, orta sınıfı ya yoksulluğa iter ya da görece sessiz bir konuma sürükler. Geriye iki katman kalır: Üstte ayrıcalıklı bir elit, altta ise geniş bir yoksul kitle.

Bu yapı, toplumu dikey olarak bölmekle kalmaz; aynı zamanda yatay bağları da zayıflatır. Çünkü artık ortak bir “orta sınıf çıkarı” yoktur. Farklı etnik, mezhepsel ya da kültürel gruplar birbirinden kopar; iktidar bu ayrışmayı yönetmenin yollarını bulur.

Fakirin alkışı: Rıza üretmek

Tanpınar’ın sözündeki “dua” ve “gözyaşı”, sadece bireysel minnet ifadesi değildir. Bu, rıza üretmenin kültürel boyutunu gösterir. Yoksulun liderine ya da rejime duyduğu bağlılık, çoğu zaman sadece ekonomik bağımlılıkla açıklanamaz. Dini semboller, milli söylemler, duygusal hikâyeler, yardımların medya üzerinden dramati­ze edilmesi… Bunların hepsi, yoksulluğu bir “sadakat inşası” aracına dönüştürür. Böylece yoksul kitle, hem bağımlı hem de gönüllü bir destekçi haline gelir. Siyasi meşruiyet, fakirin hikâyesinden, onun verdiği alkıştan ve gözyaşından beslenir.

Bağımsız bireyden korku

Otoriter rejimler için en tehlikeli profil, okuyan, kendi geçimini sağlayan, dünyaya açık, ayakta duran bireydir. Çünkü böyle bir birey, iktidarın propaganda meka­nizmasından bağımsız bilgiye ulaşabilir, kendi kararlarını verebilir ve gerektiğinde hesap sorabilir.

Bunun yerine tercih edilen, ekonomik ve sosyal olarak bağımlı, kimlik üzerinden tanımlanan, aidiyetini lider figüründen alan bir toplum yapısıdır. Yani bağımlılık sadece maddi değil, aynı zamanda psikolojik ve kültüreldir.

Libertaryen söylemin tehlikeli kısa yolu

Son yıllarda Arjantin’de Javier Millei gibi isimler, özellikle libertaryen görüşü sa­vunan çevrelerde adeta bir “kahraman” olarak lanse edi­liyor. Devleti küçültmek, mali disiplini sağlamak ve serbest piyasa kurallarını katı biçim­de uygulamak, ekonomik öz­gürlüklerin önünü açacak si­hirli reçeteler gibi sunuluyor.

Ancak bu reçeteler, toplu­mun her bireyini en baştan eşit donanım ve imkânlarla hayata hazırlamadan uygulandığında, ortaya bambaşka bir tablo çıkıyor: Eğitim, sağlık ve sosyal destek mekanizmaları geri çekiliyor; fırsat eşitliği sağlanmadan “herkes kendi yolunu bulsun” deniyor. Böyle bir ortamda güçlü olan daha da güçlenirken, zayıf olan serbest piyasanın acımasız kuralları veya oto­riter yönetimlerin baskısı altında eziliyor.

Libertaryen ekonomi, te­oride bireyi devletten ba­ğımsızlaştırmayı hedeflerken, pratikte devletin sundu­ğu eşitleyici araçlar ortadan kaldırıldığında, bağımsız bireylerin sayısı azalır. Çün­kü yoksul bir ailenin çocuğu kaliteli eğitime ulaşamazsa; kırsalda yaşayan genç iyi bir sağlık hizmetine erişemezse; sosyal politikalarla desteklenmeyen kesimler kendi potansiyellerini gerçekleştiremez. Böylece serbest piyasa, fırsat eşitliğinin değil, fır­sat eşitsizliğinin hızlandırıcısı haline gelir.

Oysa toplumu gerçekten özgürleştirecek yol, bireyleri “devlete bağımlı” olmak­tan çıkarmak kadar, “piyasanın acımasızlığına karşı savunmasız” bırakmamaktır. Eğitim, sağlık ve sosyal politikalar, yalnızca birer kamu hizmeti değil, aynı zamanda otoriterliğe karşı da sigortadır. Çünkü fırsat eşitliği olmadan kurulan bir özgürlük düzeni, gerçekte güçlülerin özgürlüğü, zayıfların ise sessizliği anlamına gelir.

Yoksulluğun siyasallaşması

Ekonomik kalkınma ile yoksulluğun azalması, demokratikleşmeyi destekleyen bir süreçtir. Ancak otoriter sistemlerde, yoksulluk “yönetilen bir kaynak” olarak görülür. Seçim dönemlerinde yapılan yardımlar, af paketleri, kısa süreli istih­dam projeleri, geçici teşvikler… Bunlar yoksulluğu ortadan kaldırmaz, sadece erteler. Bu şekilde yönetilen yoksulluk da hem ekonomik bir araç hem de siyasi bir strateji haline gelir.

Sonuç olarak Tanpınar’ın cümlesi, geçmişteki bir yozlaşma hikâyesi gibi görünse de bugün hâlâ geçerli bir uyarıdır: Yoksulluğu ortadan kaldırmayan ama onu yönet­meyi bilenler, alkış da alır, dua da… Gözyaşını ise toplumun ortak geleceği öder. Gerçek özgürlük, alkışı zorunluluktan değil, saygıdan alan yönetimlerdedir.

———————————————

Kaynak:

https://www.dunya.com/kose-yazisi/fakirin-alkisi-duasi-ve-gozyasi/790571

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen