Geçmişten İstikbale Yadigâr Türküler: Adile Kurt Karatepe ile Söyleşi

Adile Kurt Karatepe ile Dr. Hasan Kızıldağ türkülerimiz ile ilgili konuşmuşlar. Umay İnanç ve Kültür Araştırmaları Dergisi’nde yayımlanan bu sohbeti koyalım bugün.
Türkü, gurbet, sevda, hasret, töre, söz, vefa…

 
 
 
H.K.: Adile Kurt Karatepe kimdir? Kendinizi bize kısaca tanıtır mısınız ?
Adile Kurt Karatepe:
İstanbul’da doğdum. Ata toprağım Elazığ. Yedi kız çocuğu olan bir ailenin üçüncü evladıyım. İlk müzik eğitimime TRT İstanbul Radyosu Çocuk Korosu ile başladım. İlk, orta ve lise öğrenimimi İstanbul’da tamamladıktan sonra yüksek tahsilimi 1993’te İstanbul Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarı Ses Eğitimi Bölümünde 1998’de tamamladım. Konservatuarda Neriman Altındağ Tüfekçi, Bekir Sıtkı Sezgin, Yücel Paşmakçı, Esin Şentürk, Gülher Güney, Tülin Yakarçelik, Süleyman Şenel gibi Türk müziğinin çok değerli hocalarının öğrencisi oldum. 1995’te TRT’de Türk Halk Müziği Sanatçısı olarak göreve başladım TRT kurumunda Neriman Tüfekçi, Nida Tüfekçi başta olmak üzere Mehmet Özbek, Mehmet Erenler, Zafer Gündoğdu, Adnan Ataman, Hale Gür ve Bircan Pullukçuoğlu gibi Türk müziğinin çok kıymetli isimleri ile birlikte çalışma fırsatı buldum. Halen aynı kurumda görevime devam ediyorum. Evli ve bir erkek çocuk annesiyim.
H.K.: Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin kültür üzerine inşa edildiği, Türk Müziğinin bu temellerin vazgeçilmez ögesi olduğu dikkate alındığında türkülerin milli kültür aktarımı hususundaki rolü hakkında neler söylemek istersiniz?
Adile Kurt Karatepe:
Bizler, tarihin en köklü tarih, kültür ve medeniyetine sahip bir milletiz. Dünya üzerinde etkilenmediğimiz, etkilemediğimiz coğrafya ve millet yoktur desek mübalağa etmiş olmayız. Tarihin akışı ve şartları içinde kurmuş olduğumuz biricik cumhuriyetimizin temeli elbette kültürdür. Bu kültürün gök kubbesi, üniter yapısı ile sınırlı değildir. Soydaşlarımız, yaradılışta eş, inançta kardeş dediğimiz gönül coğrafyamız, tarihsel süreç içerisinde temas kurduğumuz muhtelif milletler de bu kültürün gök kubbesine dâhildir. Yemen, Kıbrıs ve Balkan türkülerimiz, Barbaros Hayrettin Paşa tarafından 1517 yılında Ridaniye Savaşı ile Osmanlı Devleti’ne bağlanarak 300 yıllık Osmanlı himayesinde kalan Cezayir’in 1827- 1830 yılları arasında Fransızlar tarafından işgali sırasında Türk askerlerinden çok sayıda şehit verilmesi üzerine yakılmış ağıtlar bu duruma en güzel örnektir. Bu zaviyeden baktığımızda bizim kültürümüz son derece köklü, uzun ve zengin bir projeksiyona sahiptir. Milletimiz bu kültürü şiirle, musiki ile kendine mahsus mimari ile sosyal dokusu ile edebiyat1 ile yaşatmış ve bu güne taşımıştır. Bu bağlamda türkülerimiz, şiirin en hası olarak milletimizin hissiyatını, inancını, tarihini, örfünü, töresini musiki ile bu güne taşıyan en kıymetli kültürel değerlerimizin başında gelir. Cumhuriyetimizle birlikte türkülerimiz devletimizin kültür politikasına dâhil edilmiş, derleme ve notaya alma, yorumlama, seslendirme, kayda alma, arşivleme ve sanatçı yetiştirerek türkülerimizi gelecek kuşaklara doğru aktarma gibi kurumsal düzeyde çalışmalar yapılmıştır, yapılmaya da devam edilmektedir.
H.K.: Türkiye Cumhuriyeti Türk kadınının sesinin duyulduğu ve dünyadaki diğer ülkelerin kadınlarına örnek olduğu bir ülkedir olmuştur. Siz, hem Türk kadınının hem de türkülerimizin sesi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kadınlara verdiği önem hakkında neler söylemek istersiniz?
 
Adile Kurt Karatepe:kirmizilar.com
Bu sorunuza Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş felsefesi perspektifinden ve Türklükten ne anladığımı ifade ile cevap vererek başlamak isterim. Türklük, nasyonal manada bir ırkın ya da soyun adı değildir. Türklüğü belli bir soyun etrafında tanımlayan görüşlere katılmadığımı söylemeliyim. Türklük bir medeniyetin, bir inancın, bir davaya adanmışlığın, bir kimlik ve şahsiyetin adıdır. Türklük bir inanma, anlama ve yaşama modeli, bir ahlakî ve aklî tutumdur; temelinde hikmet, ahlak, aşk, irfan, adalet olan evrensel bir duruştur. Türk, töresi olan demektir. Bu anlamda, farklı soya mensup olan ancak bahsettiğim bu vasıfları taşıyan milletler de Türklük tanımı içine dâhildir. Bizim töremizde, geleneğimizde kadın, erkeğin güç ve ilham kaynağıdır, kadın ve erkek gök ve yerin evlatlarıdır; iyi ata binen, iyi kılıç kullanan, sosyal hayatın her alanında etkin olarak bulunan, hakanın yanında onunla eşit iradeye sahip, yabancı devlet elçilerinin kabulünde hakanla beraber olan, Altay Dağlarının en yüksek tepesine “kadınbaşı” ismi verilerek yüceliği yaşatılan bir varlıktır.
Cumhuriyetimiz de bu değerlerin ışığında Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk olduğunu kabul etmiş, Türk kadınının konumunu bu değerlere uygun olarak daha çok güçlendirmiş, sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel bakımdan çağın gerektirdiği birçok temel hakkı kadınlarımız için kanunla güvenceye almış, kültür ve sanat alanında da Türk kadınının kendisini ifade edebileceği alanları tüm dünya milletlerine örnek olacak şekilde genişletmiş ve güçlendirmiştir. Hatta Medenî Kanunu iktisap ettiğimiz İsviçre’den ve bir çok Avrupa ülkesinden çok önce Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Ben de böylesi bir Türkiye Cumhuriyeti’nin evladı olmakla iftihar ediyorum.
H.K.: Baba yurdundan Elazığ’lı olarak bu bölgenin türküleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Adile Kurt Karatepe:
Anadolu’muzun her yöresinin birbirinden güzel müzikal geleneği vardır. Elazığ’ın da çok eski kültürel bir tarihi vardır. 1085 yılında Türklerin hâkimiyetine geçtikten sonra camileri, medreseleri, hastaneleri, çeşme, türbe ve sarayları ile şehirleşen Elazığ, Anadolu’nun önemli kültür merkezlerinden biri olmuştur. Buralarda yetişen ilim ve sanat insanları Orta Asya’dan getirdikleri kültür birikimini inanç değerleri ile sentezleyerek eserler vermiş, besteler yapmışlardır. Fuzuli, Nedim ve Nevres gibi Divan şairlerinin eserlerinin Harput saraylarında okunmuştur. Harput müziğinde, gazel ve nefeslerde tasavvufi yaşantının etkileri görülür.
Elazığ/Harput yöresinin kendine mahsus enstrümanları , makamları ve icra teknik ve usulleri vardır. Her makam kendi içerisinde bir gazeli, hoyratı ve kırık havayı barındırır. Makamlarının bir bölümü İstanbul veya diğer bölgelerde de bilinmesine rağmen, bir bölümü yalnız Harput’a özgüdür. Harput’a özgü bu makamları; Divan, Elezber, İbrahimiye, Tecnis, Tatyan, Varsak, Muhalif, Müstezat, Kürdî, Nevruz olarak sayabiliriz.
Harput müziği ile alakalı araştırmaları ile bildiğimiz Fikret Memişoğlu’nun; “Harput musikisinde içli bir ibadetin coşkunluğu hissedilir. Bir makama başlanırken söylenen gazellerde, bir ilahî çeşnisi vard1r. Bundan sonra gelen türküler, bu ilahî duyguyu dalgalandıran ve coşturan nağmelerdir. Bestelerin yarattığı manevî coşkunluk, gerçekten insanı maddî âlemden uzaklaşmağa zorlar. Söyleyene ve dinleyene bir uçuş hissi gelir. Bu anda hiçbir istek ve işaret lüzum olmaksızın, içgüdünün şevkiyle sazın kendiliğinden ayak tutması sonunda göklere yükselen bir ezan gibi, yüksek havalara, yerli tabir ile kayabaşı ve hoyratlara geçilir.” şeklindeki cümleleri Elazığ türkülerinin karakteristik yapısını anlatmaya yeterlidir sanıyorum. Ben de ata toprağım olan Elazığ türkülerini icra etmekten büyük haz aldığımı ifade etmeliyim.
H.K.: İnsanlar gençken farklı müzik türlerine meylediyorlar. Ancak yaş ilerledikçe türkü dinleme temayülü daha da artıyor. Sizce insanımızın müzikal anlamda limanı, son durağı türkülerimiz midir?
Adile Kurt Karatepe:
Kısmen haklı olabilirsiniz ancak ben bu sorunun yaş ile alakalı olduğunu düşünmüyorum. Sanayileşme, hızlı ve düzensiz kentleşme ile türküleri doğuran sosyal iklimin bozulması, küreselleşme ve küresel kültürel emperyalizmin etkisi ile oluşan kültürel dejenerasyon, tabiattan, topraktan, Türkçe’den uzaklaşma ile birlikte varlık tasavvurumuzun değişmesi, sosyal medyanın etkisi ile algıların olguların önüne geçmesi, güçlü ve tutarlı bir kültür sanat politikası ile gençlerimize kendi müziğimizi ve enstrümanlarımızı yeterince tanıtmıyor oluşumuzun bunda çok etkili olduğunu düşünüyorum. Etrafımda lise ve üniversite çağında Türk müziğini bilen, ilgi ve sevgi duyan çok sayıda gençlerin olduğunu sevinçle söylemek isterim. Altını çizerek ifade etmeliyim ki gençlerimiz müziğimizi tanımıyor, bilmiyor. Gençlerimize çağın ve vaktin ilhamına uygun güzellikte icralar sunulmuyor. Kanaatim odur ki gençlerimiz bilir ve tanırsa, zaten özüne kodlanmış olan müziğimizi sevmemeleri gibi bir durum söz konusu olmayacaktır. Öte yandan Türkülerin neşet ettiği yer gönül, hitap ettiği yer de gönüldür. Gönül kavramının ancak bizim medeniyetimizde bir karşılığı, bir manası vardır. Kutadgu Bilig’de “Gönül” insanda yanan tanrı ocağı demektir. Türkülerin ekseriyeti yaşanmışlıktan, tarihten, inançtan doğar. Mana itibariyle sembolik ifadeler taşır, ruh itibariyle bir kemal derecesine işaret ve tekabül eder. Elbette ki yaşın kemale ermesi ile türkülere ilgi ve sevginin artması doğaldır.
H.K.: Her türkünün bir hikâyesi var mıdır? Sizi en çok etkileyen türkü hikâyesi hangisidir?
Adile Kurt Karatepe:
Hikâyeli türkülerimiz çoktur. Somut bir hikâyesi olmayan ancak hikâyesi sözlerinde içkin olan türkülerimiz de çoktur. Deyişlerimiz, semahlarımız, nefeslerimiz, uzun havalarımız, bozlaklarımız… Üst düzeyde müzikalite içeren değişik makamlarda çok sayıda müzik eserlerimiz vardır. Hiçbirinin hikâyesini diğerinden ayıramam. Zorla evlendirilen kızlarımızın hikâyesi olan türkülerimiz nasıl beni derindenyaralıyorsa, kan davası hikâyesi olan türküler öyle derinden yaralar. Bir gizli aşkın hikâyesi olan türküler beni nasıl yaralıyorsa, kavuşulamayan akların hikâyesi olan türküler de öyle yaralar. Kına, gurbet, ana-baba-evlat sevgisi ve hasreti, göç, zorunlu iskân, savaş, askerlik… Hangisinin hikâyesini diğerinden ayırabilirim ki. Birini desem diğerinin hatırı kalır endişesi taşırım.
H.K.: Bugüne kadar yaptığınız bütün çalışmalarda ve katıldığınız programlarda yüreğinizden gelen sesle insanımızın duygularına tercüman oldunuz. Çok sayıda uzun hava icra ettiğinizden hareketle türkülerimiz içinde sanki en çok uzun havaları sevdiğiniz hissi uyanıyor. Bu doğru mudur? En çok hangi tür, yöre, makam türküleri seviyorsunuz? Bu sevginin sebepleri konusunda bizi aydınlatabilir misiniz?
Adile Kurt Karatepe:
En çok uzun havaları seviyorum değil de uzun havaları çok seviyorum dersem daha doğru olur. Yöresi, tavrı, konusu, türleri itibariyle çok çeşitli ve çok zengindir türkülerimiz. Ege deyince akla ilk zeybekler, gurbet havaları gelir. Ege ve Akdeniz bölgelerinin özelliğini göstermekle beraber, Burdur yöresi türküleri de yörenin kendine has karakteristik konuşma üslubu ile havalandırılır. Orta Anadolu’da Bozlaklar, Avşar ve Türkmen ağzıyla seslendirilirler. Azerbaycan’da mahnılar Azeri ağzı ve Oğuz Türkçesi denilen bir tavırla, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da özellikle Erzurum, Harput, Eğin, Sivas, Diyarbakır, Erzincan’da yaygın olan bir uzun hava türü olan mayalar ve tatyanlar… Kerkük’te hoyratlar, Karadeniz’de Karadeniz ağzı ile horonlar, yayla havaları, Barak ağzı ile okunan Gaziantep ve Urfa yörelerinde Barak Türkmenlerine mahsus bir uzun hava olan Barak havaları… Malatya yöresine mahsus yöresel bir tavır olan Arguvan ağzı ile okunan Arguvan havaları…
Erzurum yöremize ait bar ağzı, “yar aman, bre gibi mısralarının çok olduğu Rumeli yöresine ait açan (haçan-madem), çaylemek (ağlamak), daylemek (sağlamak), erkes (herkes), hurmak (vurmak), macır (muhacir), üremeli (Rumeli), Sülman aga (Süleyman ağa), oş (hoş) gibi konuşma üslubu ile okunan Rumeli ağzı. Hepsi ayrı bir tahassüs ve telezzüz taşıyan birbirinden güzel, hepsi birbirinden lezzetli yöre türkülerimiz. Yine altını çizerek ifade etmek isterim ki Türk müziğinin bütün dalları aynı varlık anlayışının tezahürüdür. Dili, muhtevası, melodisi, armonisi biri ötekinin sütünü emen ikiz kardeş gibidir. Ancak illa bir ayrım yapmam gerekirse tabii olarak en çok Elazığ/Harput yöresine ait müziğin taşıdığı ruh beni etkiler. En samimi, en mert duyguları Urfa, Elazığ, Erzincan, Malatya, Erzurum türküleri ile kuşanırsınız; Diyarbakır türkülerinin muhabbet, gurbet, umut, acı ve kederi ile Kerkük yollarına revân olursunuz; en gümrah sesinizle Kerkük’ün bize ait olduğunu hoyratlar ile dünyaya duyurursunuz. Sarı gelinin öyküsünü Kafkas halkları ile dostça paylaşır, serin sulu bulaklarla, katar katar turnalarla, yeşilbaşlı sunalarla, Köroğlu’nun Nigârıyla selamlaşır, Azerbaycan diyarında mahnılardan sevda ülkesi kurarsınız. Karadeniz’in sisli yaylalarını, cefakâr kadınlarını lirik yol havalarından, Ege’nin yiğitliğini “ancak yaradanın bir de sevdiğinin önünde eğilen” efelerin zeybeklerinden tanırsınız. Mahlukâtın sırlı dünyasına, göklerin mana deryasına, Ehl-i Beytin kadim hakîkat sevdasına; Sıdkî Baba’nın, Kul Himmet’in, Nesimî, Harabî, Turabî, Fuzulî, Âşık Velî’nin kalbinden geçerek yol alır, Hünkâr Hacı Bektaş’ın bereketli gönül sofrasından fikrinize sürûr, kalbimize nûr bahşeden dergâhında; semahlar, deyişler, nefesler ile Anadolu’nun bütün inanç ve ahlak dünyasını yaşarsınız. “İnsanlar yaradılışta eşim, inançta kardeşimdir” derin gerçeğini, Yunus’un, Sarı Satuk’un ta Balkanlara uzanan ilahilerinden öğrenir, “can ellerinden gelmişem/ fâni cihanı neylerem” düsturunda karar kılarsınız. İstanbul’un dört etrafı meteriz/ Meterizden türlü toplar atarız/B iz üç kardeş bir orduya yeteriz… diyerek vatan savunmasına şahadet aşkı ile kendini feda edişin asil direniş hikâyesini koşmalardan, ağıtlardan öğrenir, yetim kalan yavrulara tevekkülle sarılan annelerin acıyı bal eyleyişini ninnilerden bilirsiniz. Toroslardan esen rüzgârın kokusunu, Yörüklerin yayla kışla kültürünü en çok “çekemedim akça kızın göçünü” türküsünde hissedersiniz. Anadolu’muzu Sivas’tan Elâzığ’a, Erzurum’dan, Diyarbakır’a, Diyar-ı Rûm’dan Asya’ya kadar mayalayan ruhu, bizatihi bu toprakların kalbine yaslanarak idraklerimize seslenen, gönüllerimizi imar ve ihya eden ruha çağıran “maya” türü denilen ezgilerden öğrenirsiniz. Her yörenin tadı, havası beni çok etkiliyor. Elazığlıyım ama Karadeniz insanının hesapsızlığını, engebeli coğrafi yapısının Karadeniz insanına kazandırdığı çevikliği yansıtan türkülerini de çok seviyorum. Sivas’ın, Tokat’ın, Reşadiye’nin semah ve deyişlerini de, Orta Anadolu ve Kerkük insanının tarihi direnişini, bu direnişe eşlik eden derin ve incelikli sevdalarını yansıtan türkülerini de, Türk dünyasının rengârenk türkülerini de, Doğu Güneydoğu Anadolu insanının âhını, eyvâhını, yakıcı tatyanlarını, töresini yansıtan türkülerini de çok ama çok seviyor ve mümkün mertebe her yöreyi kendi tavrı ile okumaya gayret ediyorum.
H.K.: TRT kurumunda görev icra eden bir sanatçısınız. Bu kurumun Türk Müziği ve kültürümüz için yaptığı çalışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Adile Kurt Karatepe:
TRT kurumu; Yurttan Sesler ve diğer koro çalışmaları, çok muhtelif müzik programları, derleme çalışmaları, solo bant çalışmaları, notaya ve kayda alma, arşivleme, TRT çocuk korosu çalışmaları ve müzikli tematik programlar aracılığı ile Türk Müziği’nin doğru kaynaklardan, doğru ses, yorum ve kayıtlarla günümüze taşınması, istikbale aktarılmasına yönelik çok kıymetli çalışmalar yapmaktadır. TRT kurumunun en önemli vizyon ve misyonlarından birisi budur.
H.K.: Türküleri tarihi birer vesika olarak kabul edebilir miyiz?
Adile Kurt Karatepe:
Bu sorunun cevabını tarih yazımı bilimi ile uğraşanlar vermelidir. Şahsi kanaatime göre Türküler bizi biz yapan, bu toprakları bize vatan yapan,üzerinde bütün milletimizin mutabık kaldığı kutsal birer emanettir. Anonim türkülerimizin yanı sıra âşıklarımızın, ozanlarımızın, şairlerimizin, mutasavvıflarımızın türkü olmuş şiirleri de vardır.“ Mızıka Çalındı Düğün mü Sandın”, “Yemen Bizim Neyimize”, Çalın Davulları”, “Karlı Dağlar Karanlığın Bastı Mı”, “Ey Güzel Kırım”, “Göç Göç Oldu”, “Kalktı Göç Eyledi Avşar Elleri”, “Hey On Beşli”, “Gesi Bağları”, “Kürdün Develeri Çekilir Dağa” gibi birçok türkülerin hikâyelerini dikkate aldığımızda türkülerimizin tarihi birer vesika olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimizi değerlendiriyorum.
Zira “Türk insanının yazılmayan romanı türkülerde saklıdır” der; A. Hamdi Tanpınar. Ölen hayvanının arkasından bile ağıt yakmıştır Anadolu insanı. Aşk, kahramanlık, zulme isyan, gurbet, sosyo-ekonomik düzen, doğa sevgisi, ölüm ve ölüm karşısında duyulan elem, tasavvufi ahlak, inanç, örf… Hâsılı insana ve tabiata dair gerek fıtrî gerekse tarihten süzülüp gelen ne varsa hepsi türkülerin ana temasıdır. Bu çaptaki eserlerin sosyal ve tarihsel bakımdan birer vesika olduğunu kabul etmek gerekir diye düşünüyorum.
H.K.: TRT Türkü’de yaptığınız “Yadigâr” programında çok alışık olmadığımız şekilde, okuyacağınız eserin manasını edebi ve lirik cümlelerle şerh ediyorsunuz. Bu fikir size mi ait? Türkülerimiz için “Yadigâr” ifadesini kullanma gerekçeniz nedir?
Adile Kurt Karatepe:
“YADİGÂR” ismi de programın formatı da benim fikrimdi. Programın sanat değeri yüksek olsun, kültürel ögesi yoğun, arşivlik bir program olsun istedim. Biraz yoruluyorum ama aziz milletimizin kültürüne hizmet etmenin manevi hazzı, gönül dostlarımın gönül alkışı bütün yorgunluğuma merhem oluyor. Evet, türkülerimiz ennadi de kültür yadigârımız. Şöyle ki; “Türküz Türkü çığırırız” düsturu ile gönlümüzü mest-i müdâm eden yadigâr türkülerimizdeki söz bayrağımızı Veysel’ce dalgalandırırız, “Sadece türkülere sadakat bile Türkiye’yi kurtarır.” demiş şair Mürsel Sönmez Şairin “Çok insan anlayamaz eski musikimizden/Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden” hatırlatması ile bizi anlatmak, bizi anlamak için çalarız yadigâr türkülerimizin kapısını.
Kavgalar bitsin, acılarımız dinsin, hakikate ağyar kalanın nefesi kesilsin, kardeşliğimiz tazelensin, insanlığa barış gelsin ümidi ile Yadigâr türkülerin irfan sofrasından haykırırız insanlık davamızı.“Bu sazların duyulur her telinde vatan/Sihirli rüzgâr eser daima bu topraktan.” mısralarının işaretlediği, toprağı vatan yapan değerlerin yadigâr türkülerde gizlidir sırrı. Şol Revanda balası kalan anan1n, azgın iştahların yıktığı Kerkük kal’asının, daha can boğazdayken verilen yiğitlerin salâsının, Tuna boylarında göç yollarında yitirdiğimiz canların, “sen bağ ol ki ben bahçende gül olim, sen efendim ben kapında kul olim” teslimiyetine gark olmuş gelinlerin babasının, yadigâr türkülerde içkindir hicrânı. Mızıkanın sesi düğündür, al yeşil sancağımız gelindir duygusu ile yadigâr türkülerle selamlanır, yemen çöllerinde şehit olanların hatırası.Şairi, ne zaman bir köy türküsü duysa şairliğinden utandıran, şiirin hasını türkülerde bulduran, ana sütü gibi candan, ana sütü gibi temiz, dilimizin tuzu biberi bildiğimiz, Memleket ahvalinionlardan sorduğumuz yadigârtürkülerimizin sadâsı.Sevgisini yitirenlere, mâverâ duygusunu unutup dünyanın çöllerini büyütenlere; “Dinle sana bir nasihatedeyim/Hatırdan gönülden geçici olma”“Mecliste ârif ol kelâmı dinle/El iki söylerse sen birin söyle/Elinden geldikçesen eylik eyle/Hatıra dokunup yıkıcı olma” diyerek yadigâr türkülerle seslenir Karacaoğlan mısraları…Rivayet odur ki; “İki Türk oymağı yer meselesi yüzünden kavga ederler. Bunu halletmesi ve anlaşma yapılmasıiçin Dede Korkut’a müracaatederler. Dede Korkut iki tarafı da dinler sonra şunu söyler: “Gelipbakacağım, ihtilafa düştüğünüz o toprakta hangi oymağın türküleri söyleniyorsa o topraklar onlarındır” Ve şair sözü şöyle tasdik eder bu rivayeti:
“Bizim türkümüzde gurbet var artık.
Hasret var, yürek var, toprak var balam
Gönlümüzü sımsıcak alan topraklar
Tiyan-Şan, Kadır-Gan Dağları’na dek uzar
Kim demiş vatanımız Edirne’den Kars’a kadar.”
Bu halet-i ruhiyedeki ecdadımızın, önce gönülleri fetih ruhu ile ayak bastığı, Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar diyar diyar dolaşır, uğradığımız her bağda seher vakti bülbüllere eş olup vecd ile hak hak diye çığrışır, bağbancının gam ve kederini paylaşırız yadigâr türkülerle…
Kırım, Azerbaycan, Vardar ovası ve Selanik’ten aldığımız musiki unsurlarını Anadolu’da cem eder; memleket ahvalini sorarız yadigâr türkülerle…
“Türkiye’m! Hasretim! Kınalı türküm!..
İç içe güzellik, uç uca kahır
Yüreğimi bin parçaya bölseler
Her parçası yine seni çağırır.”
Vatan sevdası böyle vücut bulur sinemizde; yaz gelende yeşeren dağlarımız, çiçek çiçek süslenen yaylalarımız, rüzgâr estiğinde eğilen başaklar misali başları tevazu ile eğilen insanımız, arzımız, semamız, mazimiz, istikbâlimiz aşk ellerine böyle yol olur yadigâr türkülerle…
Aşk ki, âlemin sırrıdır… Aşk ki, âleme sığmayıp gönle sığan varlığın karşılığıdır… Aşk ki, Mecnun’un gönlüne yolunubildiren Leyla’ya çağlarıaşan çağrısıdır…
“Çekme bu dünyanın endişesini
Tamir eyle gönlün dört köşesini
Kem söz ile kırma kalp şişesini
Sonra dönüp derman olsan ne fayda.”
diyen âşığın sözünü ilmik ilmik nakşederiz, gönüllere süt be süt şiir olan yadigar türkülerle…
“Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyare
Düş İbrahim gibi nâre
Bu gülşende yanar olmaz…”
diyen Seyyid Nizam’ın dilinden tâlim ettiğimiz mısralarla girmeyi yeğleriz insanlığın gönlüne medeniyetimizin barış ve kardeşlik dili olan yadigâr türkülerle…Geçmişten yadigâr, şimdiye yadigâr, istikbale yadigârdır türkülerimiz. Göz bebeğimiz gibi üzerine titremeli, can özümüzü korur gibi, vatanı, bayrağı savunur gibi korumalıyız.
H.K.: Dergimizin “Türkiye Cumhuriyeti’nin Yüzüncü Yılı ve Gazi Mustafa Kemal Atatürk” sayısına özel olarak gönlünüzden geçenleri söyleyebilir misiniz?
Adile Kurt Karatepe:
Öncelikle şahsıma gösterdiğiniz teveccüh için çok teşekkür ediyorum. Kültür, sanat, edebiyat dergileri zamanın tanığıdır. Düşünce hayatımıza katkıları büyüktür. Ben bu dergilerin birkaç adanmış ruhun gayreti ile çok zor koşullarda çıktığını biliyorum. Dergi için emeği geçen herkesi yürekten tebrik ediyorum. Bu sayının Cumhuriyet’imizin yeni yüzyılında Cumhuriyet’imizin kurucu lideri Gazi Mustafa Kemal’e ayrılmasının büyük bir yurtseverlik örneği olduğunu düşünüyor, kadirşinaslığınız için sizleri kutluyorum. Bu özel sayıda bir söyleşi ile yer almış olmanın haklı gururunu yaşıyorum.
Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen