Geleneğin Gücü

Houston, Müslüman olmuş, hem Hristiyan, hem de Müslüman ibâdetlerini yerine getirirmiş.

Martin Lings Müslüman olmuş, tenasühe de inanırmış; gelecek hayatta, değişik, daha kötü bir şekilde olmamak için, ibâdetlerini çok ihtimâmla yaparmış.

Yahudiler, en koyu dindar, en mutaassıp kavimdir, geleneklerini, yüzyıllar boyunca israrla, inatla sürdürmüşler: Cumartesi günü, değil ateş yakmak, elektrik düğmesine birisinin basması için asansör kapısında beklemişler. Cuma akşamı, evdeki yedi kollu Menorah şamdanını, âilenin en büyük oğlu yakmış.

Rum gençleri, İstanbul’un fethi üzerinden 572 yıl geçmiş olduğu hâlde, Türk’ün engin müsâmahası sâyesinde, yüzyıllardan beri soğuk kış gününde denize atılan haçı çıkarma geleneğini devâm ettiriyorlar.

Yahudiler, Dünyanın neresinde, hangi ülkesinde olurlarsa olsunlar, birbirleriyle vedalaşırken “Yeruşalim’de görüşmek üzere” derlermiş.

Yola çıkanın arkasından su dökmek, maalesef çoğumuzun unutmuş olduğu pek güzel, târih esintisi getiren bir âdetimizdir: Akına çıkan akıncının ardından “su gibi akıp gitsin” dileğiyle su dökülürdü.

Osmanlı Devleti’nde Avrupa usulü tedâvînin yapıldığı hastaneler başlangıçta askerlere hizmet verdiğinden, günümüzde, sivil hastaların da, tedâvî gördükten sonra hastaneden çıkışı için, “taburcu olmak” deyimi kullanılır.

Türk Millet, İslâmla öyle yoğrulmuş ki, Peygamber Sünneti olan, erkek çocuğun belli organının ucundan derisinin kesilmesi olayına, doğrudan “sünnet” demiş, bu olayı, düğün yaparak kutlamış. Son Peygamber Hz. Muhammed A.S.ı, Medîne’de, evinde konuk etmiş olan Sahâbî Ebû Eyyûb Hâliid bin Zeyd’i “Sultân” ünvânıyla anmışız, üç asır boyunca Yeryüzü’nün En Büyük Devleti olan Osmanlı’nın başına geçen Pâdişahlar, bey‘at töreninde, onun mânevî huzurunda kılıç kuşanmış, İstanbul’da, sünnet olacak çocuklar, evlenecek çiftler onun türbesini ziyâret etmişler.

Peygamberimiz Hazreti Muhammed Aleyhis Selâm’ın hayâtını anlatan mevlid; ülkemizde, doğum, sünnet, Hacc görevini yerine getirme, vefât gibi birçok vesîlelerle, yüzyıllar boyunca okunmuştur. Vesîletun Necât (Kurtuluş Vesîlesi) adını taşıyan, Süleyman Çelebi’nin yazdığı mevlid, mevlidlerin en meşhurudur. Türkler arasında ilk mevlid, Selçukluların Erbil’deki Atabeyi Muzafferuddîn Gökbörü zamânında okunmuştur. Bursa’daki Ulucâmi, kâfir Avrupalı müşterek ordularına karşı Yıldırım’ım 1396 yılında kazandığı Niğbolu meydan savaşı’nda elde edilen ganimetle yapılmıştır. (Avrupalı dostlarımız (!) bunu da affetmezler, Yıldırım’ın türbesine hiç uğramadıklarını, oradaki görevliden işitmiştim). Ulucâmi’deki imam Süleyman Çelebi’nin; eserini, ortaya atılan “bütün Peygamberler eşittir, birbirlerine karşı üstünlükleri yoktur” söylemi üzerine Hz. Muhammed A.S.’ın büyüklüğünü, üstünlüğünü ifâde etmek üzere ortaya koyduğu belirtilir (Peygamberlerin kimini, {verdiğimiz hususiyetlerle} diğerlerinden üstün kıldık. Bakara253). Prof. Dr. Mustafa Karataş; Stalin zâlimi’nin  1944 sürgününe uğramış olan Kırım Türkleriyle yaptığı görüşmede, onların, mevlid geleneği sâyesinde kimliklerini unutmadıklarını anlattıklarını belirtiyor. Mevlid’deki (‘…sana belde kılmışam’ cümlesinde geçen ‘bende’ kelimesinin anlamı, ‘kul’ değildir, ‘bağlı’, ‘tâbi’ demektir, kökü, farsça: benden (bağlamak).

Erguvan rengi, Rum’un sembol olarak kullandığı renk idi; İstanbul’un fethi sırasında öldürülen son imparatorun, ayaklarındaki erguvan renkli çizmelerinden tanındığı belirtilir. İngilizcede kullanılan “to be born in purple” (erguvan/mor renkli (odada) doğmak), (asâlet) deyimi, bunun hâtırası olmalı.

İstanbul’daki Erguvan şenlikleri’nin de, hoşumuza giderek benimsemiş olduğumuz mahallî bir gelenek olması muhtemeldir.

İngiliz müzikolog Dr Picken’den, saf Türk mûsikîsinin Karaman’da olduğunu işitmiştim. Bu müzikolog, sık sık Türkiye gelerek Karaman’a gider, Kaymakam’ın çağırıp topladığı yöre köylülerinden derlemeler, kayıtlar yaparmış. Yine onun dediğine göre, bir topluluk dîn değiştirince, eski dînde kullanılan âletler, çocuklar tarafından oyuncak olarak kullanılır, o toplumda varlığını sürdürürmüş.

***

 Yahudilerin; Yeruşalim dedikleri Kudüs’ü, türlü yolları kullanarak ele geçirmeleri yirminci asrı buldu; meşrû, gayrı meşrû şekilde, ayrı konu. Üzerinde durulan konu: hedef belirleme ve isrârla devam.

Öte yandan, Batılı’ya bakıyoruz: İslâm’ın, Hz. İsâ Aleyhis Selâm çağındaki safhasının tahrîfe uğramış şeklini, isâbetli olarak, haklı olarak tatmîn edici bulmayan Mr Houston (adını yanlış olarak aktarmış olabilirim, mühim olan şahıs değil, vâkıa) araştırıyor, Gerçek Dîn olarak İslâm’ı buluyor, benimsiyor, ama, Hristiyanî tatbîkattan da vaz geçemiyor. Düşündürücü değil mi? dîn değiştirmek kolay değil; kişinin bağlı olduğu değerler sistemi kökünden değişiyor, adam, bambaşka bir şahsiyete kavuşuyor, gelgelelim, eski alışkanlığı, geleneği, değerler sistemi onu bırakmıyor. Bu yeni Müslümanın tavrının, asla “ikisinden biri doğru ise, kendimi garantiye alayım” tavrı olduğuna ihtimal verilmez, ama, “tam oturmayan” bir şey var gibi. Lâ ilâhe: asla yoktur illaAllah: ancak Allah vardır, demenin anlamı üzerinde düşünmek gerek. Adamın tavrı: “Elhamdulillâh Müslümanım, ama, İslâm’ın Hz. İsâ zamanındaki şeklinin ibadetlerini yapmam da, herhâlde günah olmaz” tavrı olmalıdır.

Ebu Bekr Sirâcuddîn adını benimsemiş olan Martin Lings’in esaslı, vakûr bir İngiliz centilmeni olduğu malûmdur. Hz. Muhammed’in hayâtını anlatan kitabı çok değerlidir, (Muhammad, His Life, based on the earliest sources, Türkçeye çevrilmiştir) ilk kaynaklara dayanılarak yazılmıştır. Bu değerli Müslümanın da, ruhların beden değiştirdiği inancı “tenâsüh”e itibâr ettiği naklediliyor. “Aman iyi davranayım, kötülük yapmayım da, rûhum bir hayvan bedeninde ortaya çıkmasın” endîşesinde olduğu anlaşılıyor.

Bu iki mühtedî (hidâyete ermiş, doğru yolu bulmuş) şahsiyet, elbette saygıdeğer kişilerdir, âdetâ kahramandırlar; dîn değiştirmek asla kolay bir iş değildir.

Böyle olayları görünce, bin yıldır İslâmla yoğrulmuş, gelenekleri ona göre teşekkül etmiş, İslâm’ın bayraktarlığını yapmış, birçok kâfir ülkesini İslâm nûruyla aydınlatmış, pek çok kâfirin İslâm’la şereflenmesini ve sonsuz hayatta bahtiyarlar arasında olmasını sağlamış olan bu milletin, gerçekten büyük Türk milletinin bir ferdi olmak şerefini derinden duymamanız mümkün mü?

Kendimizin farkında mıyız?

Taşıdığımız değerlerin bilincinde miyiz?

Türk milleti, yağsız, kalitesiz peynire “îmansız peynir” der. Îmanımız var, eksiklerimiz olsa da, çok şükür Müslümanız, bu durum, Sonsuz Hayat’a umutla bakmamızı sağlıyor.

İki buçuk asırdır etkisi altında kaldığımız, okumuşlarımızın bir bölümünün, artık farkında bile olmadığı kültür istilâsı zemîninde, âdetâ ters devşirilmiş olduğu* günümüz şartlarında, can suyumuz İslâm konusunu NE KADAR biliyoruz? Bu yüce prensiplere ne kadar uyabiliyoruz?

Biz, İslâm’ı, hazır bulduk, değerini tam olarak biliyor muyuz?

Şükr etmek, hamd etmek aklımıza geliyor mu?

*İslâm’dan “Arap kültürü” diye söz eden, ezândan, başörtüsünden rahatsız olan ters devşirilmişler, muhâtap alınmağa değmez:

Arap kıyafeti giymiyoruz, Avrupa kıyâfeti giyiyoruz,

Avrupa’dan tercüme edilmiş olan kanunlara göre yönetiliyoruz:

Cezâ Hukûku’nu İtalya’dan,

İdâre Hukûku’nu Fransa’dan,

Medenî Hukûk’u İsviçre’den,

Cezâ Yargılaması Hukûku’nu Almanya’dan aldık.

Sosyal hayatta da her şeyimiz Avrupa’ya ayarlı.

Ezân; Türkiye’de Türkçe, İran’da Farsça, Pakistan’da Orduca, Arnavutluk’ta Arnavutça, Bosna’da Boşnakça, Fransa’da Fransızca, Almanya’da Almanca, İngiltere’de İngilizce, olmaz, (Evet, bu ülkelerde pek çok Müslüman olmuş Fransız, Alman, İngiliz var).

İbâdet de öyledir. Cihanşumûl (evrensel) dînin dili de öyledir. Protestan İngiltere’de, üniversite öğretim üyelerinin ikamet ettiği, Cambridge yakınındaki Madingley Hall’de, akşam yemek masasına topluca oturulunca, başkan Profesör, Katolikler gibi, Latince “Benediktas Benedikta” diye dua ederdi, yemeğe öyle başlanırdı.

Bu fakîr-i pürtaksîr, şöyle yapmağa da varım: “namaz kılacağım, ama, ibâdetimi Türkçe yapmak istiyorum” diyen kardeşimle birlikte, Türkçe olarak namaz kılmağa hazırım. Bu kişi, sözünde samîmî ise, bir müddet sonra, yaptığı ibâdet içine sinmeyecek, ibâdetini aslî şekliyle yerine getirecektir. Ötesi, gevezeliktir.

1960 darbesinden sonra, Diyânet İşleri Başkanlığı’nın bağlı olduğu Devlet Bakanlığına getirilen Prof. Dr. Adnân Sâdık Erzi, kendisine gelip “Türkçe ezân” isteyen bir grup diploma hâmiline: “peki, gideceğiniz bir câmi belirleyin, orada ezânı Türkçe okutayım” demiş, Türkçe ezân dostları bir daha ortalıkta görünmemişler. Kendisi, Prof. Dr. Hüseyin Yurdaydın’a anlatırken işittim. Bizim, kelimeler dünyâsında gezen, ayakları yere basmayan diplomalımızın durumu, maalesef böyledir; câmiyle ilgisi, Avrupa’lı turistinki kadar olan, câmide neyin nasıl yapılması gerektiği konusunda görüş belirtir.

*** *** ***

25 Ekim 2025

Yazar
Mehmet MAKSUDOĞLU

Mehmet Maksudoğlu, Eskişehir’de Kırım kökenli bir âile içinde doğdu. İnkılâp İlkokulunu, Eskişehir  Lisesini ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesini bitirdi. İzmir İmam-Hatîp Lisesi’nde Meslek Dersleri Öğretmeni olara... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen