Muharrem DAYANÇ
(Ceyhun Atuf Kansu 106 Yaşında)
26 Kasım Çarşamba (2025) günü büyüklerimin1 daveti üzerine katıldığım “II. Erenler Yazarlık Mektebi”nin açılış dersinde gözleri Adapazarı yeşili gibi parlayan otuza yakın lise öğrencisiyle yaptığımız sohbette birçok yazar ve eserden sonra konu döndü dolaştı “Geyve Boğazı”na geldi. En az yarısından olumlu cevap alacağımı düşünerek “Var mı Geyve Boğazı’nı gören?” sorusunu bıraktım Erenler’in Sakar Baba cânibine. Hepsi Adapazarı’nda lise öğrencisi olan gençlerden sadece biri, kısa bir tereddütten sonra elini kaldırdı ve Boğaz’ı gördüğünü söyledi ama bu görmek öyle gözleri ışıldayan, kalbi kıpır kıpır ve kendinden emin bir görmek değildi.
Konum olarak memleketin stratejik şehirlerinden birinde doğacaksınız, büyüyeceksiniz, liseye gideceksiniz ama başından sonuna kadar Millî Mücadele’nin nabzının attığı yerden, Geyve Boğazı’ndan haberiniz olmayacak. Hem de Çanakkale Boğazı’ndan sonra Kurtuluş’un en mühim, en hassas ikinci Boğaz’ından. Osmanlı’nın kuruluş arifesinde, yerel/bölgesel fetih dalgaları olarak nitelendirilebilecek akınlar bu coğrafyayı içine almaya başladıktan sonra Geyve Boğazı ve yakın çevresinde oluşturulan fakat yerleri hâlâ doğru dürüst tespit edilemeyen kaleler bahsine girmiyorum bile.
Fahri Tuna gibi kale kalıntılarından, ilk mimarî yapılardan (Beni Büyükesence Orhan Camii ile tanıştırmıştı…) hareketle Adapazarı’nın fethinin, dolayısıyla tarihinin izini sürenlere buradan selam olsun. Ayrıca, Geyve ve Geyve Boğazı ile ilgili birçok yazısını okuduğum İrfan Özdilek Nişancık’ı da burada rahmetle anmak istiyorum.2
Bu can yakıcı sessizliğin, en masum tarafı elbette gençlerdi. Bir süre ne diyeceğimi bilemedim. Oysa benim eğitim anlayışımda okulların açıldığı ilk birkaç hafta idarecileriyle birlikte öğretmenler, görev yaptıkları mahallenin, beldenin, şehrin ve bölgenin tarihinden, coğrafyasından, kültüründen, sanatından, edebiyatından, kahramanlarından bahsetmeli öğrencilerine.
Gerekirse yerel yönetimlerden, kaymakamlıklardan yardım alarak, şehrin görülmesi, bilinmesi, tanınması, öğrenilmesi gereken yerlerine götürmeli öğrencilerini. Kültürel faaliyet düzenlemede üniversiteleri geride bırakmaya başlayan, hemen her hafta birkaç program yapan ülkemin büyüklü-küçüklü belediyelerinin aslî görevi sınırları içinde yaşayanları (özellikle çocukları ve gençleri) şehrin değerleriyle buluşturmak olmalı. Benim bu yaşta fark edebildiğim yaşadığı şehri tanımama, bilmeme sorunsalını mümkün olduğunca erken yaşta, kısa sürede ve pratik yöntemlerle aşmanın yollarını bulmalıyız. (Bir gün programlara “Kültürümüzde, Edebiyatımızda Adapazarı” gibi bir ders konulursa…)
16 Kasım’da yaşadığım bu hadise bana, doksanlı yılların başında Zeytinburnu’nda (Evet evet İstanbul Zeytinburnu’nda…) öğretmenlik yaparken karşılaştığım başka bir yaşanmışlığı, ilköğretimin orta kısmında okuyan öğrencilere sorduğum soruyu hatırlattı. Derslerine girdiğim öğrencilere, Zeytinburnu’na üç beş tren (şimdi Marmaray) istasyonu mesafesinde bulunan Topkapı Sarayı’nı görüp görmediklerini sormuştum. Her biri elli, elli beş öğrenciden oluşan sınıfların hiçbirinden Topkapı Sarayı’nı ziyaret eden öğrenci çıkmamıştı. Erenler’de olduğu gibi şaşırmış ve üzülmüştüm, sadece tonları, renkleri ve yaşları farklıydı bu üzüntülerin. (Kimse bilmez ama sen bil, ben Zeytinburnu’nda da öğretmenlik yaptım Balım Kız Dalım Oğul.)
Hep tanıtmaktan, anlatmaktan bahsediyoruz ama bunu kim yapacak, nasıl yapacak?
Öğretmenler, uzmanlar rehberliğinde yaşadıkları yerleri önce kendileri tanıyacak sonra derslerine girdikleri öğrencilere tanıtacaklar. Somuttan soyuta doğru takip edilecek bu süreçte şehir önce tüm birikim ve değerleriyle orada yaşayanlarca fark edilecek, hatta keşfedilecek sonra oraya kimlik, değer ve anlam kazandıranlarla ilgili çalışmalara sıra gelecek diye geçiriyorum içimden… Bir gün Adapazarı’nın kaderini aklı ve kalbi başka yerlerde atanlar değil Adapazarlılar belirlemeye başlarsa, o zaman yüksek sesle de konuşurum belki, kim bilir!
Adapazarı’nı bizim gibi uzaktan martaval okuyan değil burada yaşayan insanlara bırakıp gözlerimizi bu şehrin de içinde yer aldığı Anadolu’ya çevirelim ki hüznümüz dağılsın. Bugün olduğu gibi geçmişte de Anadolu’yu karış karış gezip tanımaya çalışan ve sonrasında gördüklerini, yaşadıklarını yazıya, kitaba veya programa dönüştüren birçok yazardan (yahut metin yazarından) bahsetmek mümkün.
Bunların edebiyat yakasına düşenlerde Ahmet Haşim’den Tecer’e, Tanpınar’dan Dıranas’a, Reşat Nuri’den Nahit Sıtkı’ya kadar bir çırpıda yüzlerce yazar sayılabilir.
Bunlar içinde en ilginci, 1970’li yıllarda önce “Anadolu Albümü” adıyla radyo metni olarak hazırlanıp 2005’te kitaba dönüştürülen Ceyhun Atuf Kansu’nun (7 Aralık 1919-10 Mart 1978) Balım Kız Dalım Oğul adlı yapıtı olmalıdır.3 “Muş Ovası” ile başlayıp “Geyve Boğazı” ile biten ve yirmi altı yazıdan oluşan yüz altmış yedi sayfalık bu eserin radyoda okunmak için yazıldığından olacak üslubu süslü ve şiirsel, dili yalın ve akıcıdır. Cümleler akılda kalıcı, sıralı ve secili bir şekilde sıralanır. (Benzer kitaplar olarak aklıma Yakup Kadri’nin Erenlerin Bağından ile Saadettin Yıldız’ın Hasret Damlaları -Mensûreler- geliyor.) Kitabın üslubu ve dili kadar içeriği de benzerlerinden farklı. Bu fark, yazarın ele aldığı yerleri sadece tarihî ve coğrafî yönleriyle tanıtmakla kalmayıp kültür ve edebiyatlarıyla birlikte kaleme alıp işlemesinden kaynaklanır daha çok. Anadolu’nun hemen her yerinden derlenip yine aynı coğrafyayı, hatta radyo frekansının ulaştığı en ücra yerlerdeki dinleyicileri hedef kitlesi olarak belirleyen bu metinlerde her bölgenin, şehrin kendine mahsus hususiyetleriyle birlikte adet, gelenek, görenek, her türlü alışkanlık ve davranışlar da ayrıntılı bir şekilde kendisine yer bulur.
Kitabın temel niteliklerinden biri de, bütün bu tarihî ve kültürel birikimleri Yusuf Has Hacip, Alparslan, Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Orhan Gazi, Eşrefoğlu Rumi, Ahi Evran Veli, Dedem Korkut, Pir Sultan, Karamanoğlu Mehmet Bey, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Nasrettin Hoca, Fatih Sultan Mehmet, Karacaoğlan, Seyranî, Aşık Veysel, Yahya Kemal gibi bu toprağın yetiştirdiği ustalar ve binlerce yıldır nesilden nesile aktarılan Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Kara Donlu Can Baba gibi hikâyeler aracılığıyla hem güne hem gelecek nesillere bal kız, dal oğul’lara aktarmasıdır. Bir bilge (veya dede) ağzından aktarılan bu bilgilerin muhatabı öncelikle kızlı-erkekli gençler, sonra bütün bir halktır.
Buraya kadar ana hatlarıyla hakkında bilgiler verdiğimiz kitaptan birkaç örnek vererek söylediklerimizi örneklendirmek ve somut hâle getirmek isteriz.
İlk söz baba dostu akasyalarda. Fakir ve demiryolu dostu, Ankara çiçeği ak akasyalarda:
“… Ağır ağır akan Porsuk’un kıyısından bir yeşil saz koparalım mı? Biçer istasyonundaki istasyon kahvesinde, akasyalardan ak salkım dökülen gelin kokusunu koklayıp, bir yolcu çayı içelim mi?” (“Sarıköy”, s. 35)
“… Şimdi varıp Ankara kalesinden Ankara ovasına bakalım bir zaman. Halkın gücüyledir ki, ve de Ahilik toprağından beslenmiş bir kardeşlik geleneğiyledir ki, Çubuk suyunu baraja doldurmuş, su demiş Ankara halkına su vermiş; ağaç demiş, dal dikmiş Ankara halkına ağaç vermiş; akasya salkımını mayısa, mavi çam dalını güze vermiş.” (“Ankara Toprağı”, s. 51)
“… Her gün demiryolu bekçileri gece gündüz 8000 km gelir giderler, dağ başlarında, ıssızlarda, akasya ağaçları ya da ceviz ağaçları altındaki küçük kulübelerinden çıkıp, yol boyu yürürler, demiryollarını kollarlar, demiryollarını korurlar. Yolcular ve de buğdaylar, demirler, kömürler, koyunlar güvende gidip gelsinler diye, demiryollarına gözleri gibi bakarlar.” (“Demiryolu”, s. 150)
(Köyümüzün ortasından demiryolu geçerdi. Demiryolu bekçilerini çocukluk yıllarımdan hatırlıyorum. Dikkatlerini yola, traverslere, raylara ve rayların altına serilmiş balast taşlarına verir, mekanik adımlarla robot gibi yürürlerdi. Ellerinde bastona benzer bir alet bulunurdu. Astronotları andıran giysileri vardı. Düşünüyorum da, her türlü hava koşullarında görevlerini yapabilmeleri için hazırlanmış özel giysilerdi bunlar.)
İkinci söz kümbetlerde, taş ustalarında ve son zamanların en dikkate değer kitaplarından birini Bahçıvan ve Ölüm’ü yazan Gospodinov’da:
“… Muş Ovası’ndan Van Gölü’ne, Ahlat’a vardınız mı, kümbet kümbet üstüne. İşte, Selçuklu dendi mi, bir de kümbetler düşer benim aklıma. Selçuklu Türkleri, kervansaray, cami, medrese, sağlık yurdu gibi çok güzel yapıtlar bırakmışlardır, Anadolu’da. Ama ne diyeyim, kümbet, onların ölüme, hayatın kardeşi gibi baktıkları bir güzel dünyanın yapısıdır. Bu kümbetler, Anadolu bozkırının ortasında, bir tepede, bir göl kıyısında, birdenbire bir güneş gülü gibi açılıverirler.
Evet, bunlar mezardır. Bir güneş topacı gibi dönen kubbeleri altında, savaşçılar, akıncı komutanlar, tolgalı Selçuk beyleri yatar. Ne var ki, ölümü bile güzelleştiren ne sadeliktir bu? Anadolu taş ustaları, ölüyü ezmemek için sanki, yonttukları taşı hafifçe yerleştirmişlerdir. Gökyüzünün bir kuş gibi girip çıkacağı aydınlık pencereler açmışlardır, çeper duvarın her bir yanına. Ölümü taşla yumuşatmışlardır. Ak taşlı kümbet temelinin orasında burasında dost çiçekler açar, taşların arasından bahar otları fışkırır. Bir mezar mıdır bu, bir ölü müdür yatan altında, yoksa sarmaşıklı bir ay odası mıdır, belli değil, taş avutur olmuş ölüyü.” (“Muş Ovası”, s. 11)
İkinci paragrafın sonu Âkif’in “Çanakkale Şehitleri”ndeki türbe tasavvurunu getirdi aklıma, bir de Gospo’nun şu cümlelerini:
“Biri, kültür ve uygarlığın ilk gömülen insanla başladığını söylemişti. Bu durumda mezarlık bir kültür müzesidir, hatta bir mozoledir.”4
Üçüncü söz ahilik üstüne. Bahsin, geçmişi bugüne taşımaya pek de niyeti olmayan uzmanları ne der bilmiyorum ama bu toprakların dünya kültür mirasına sunduğu en temel/özgün insanlık projelerinden biridir ahilik. Ahiliğin bu kadar sistematik hâle getirildiği bir başka metin okumadım bugüne kadar, eksiği fazlası ilgi alanımın dışında:
“… Anadolu köylülerinin, zanaatçılarının, esnaflarının babası, Horasan’dan gelme Ahi Evran Veli de güler yüzlü, yiğit, çalışkan, tatlı dilli, açık elli Oğuzlu halkını Ahilik ocağının başına toplamış ki, Ahi demek de eli açık, alnı açık yiğit kişi demek. Bu Ahilik eğitiminde yedi kapı vardır, dördü açık, üçü kapalı. Dört kapıdan girmeli ki, insan insan olmalı, bu dört kapıdan biri el kapısı, elin açık gireceksin o kapıdan, biri yüz kapısı, yüzün açık gireceksin o kapıdan, biri gönül kapısı, gönlün açık gireceksin o kapıdan, biri de sofra kapısı, o kapıdan da sofran açık gireceksin. Üç kapı kapalıdır insanoğluna, insan gibi yaşamak isteyen insana: Göz kapısıdır ki, her bir insanın ayıbını, eksiğini görmeyesin, horlamayasın kimseyi. Bel kapısıdır ki, kızı kadını kardeş bilesin, namusu beline kuşak kuşanasın. Dil kapısıdır ki, dil bıçağını kötü söze bilemeyesin, sözün tartısını şaşırıp gönül kırıcı söz etmeyesin, köyde, kentte, çarşıda, pazarda işi gücü bırakıp dedikodu çamuruna batmayasın” (“Ankara Toprağı”, s. 50-51)
Dördüncü söz bizim oralara odaklanıyor, yani Boğaz’a. Geyve Boğazı’nda Millî Mücadele hikâyeleri dinleyerek büyüdüm ben. Hem de onu yaşayanların gözünden, dilinden. Bir kısmını yazdım da. Son paragraftaki göndermeler hem şiirsel hem gerçek olarak insanın yüzüne yapışıyor:
“… Diyeceğim şu ki, buralara İskender de sahip olamadığı gibi, binlerce yıl sonra gelen Yunan kralı da sahip olamamış. 1921 yıllarında, ‘Anadolu bizimdir’ deyip gelen Yunan oğlu tam burada, Yassıhöyük’ün önünde, Anadolu köylüsü Gordus’un kenti önünde Sakarya’ya dökülüp gitmiş.
Bizim güzel Kurtuluş Savaşımızın en uzun süren kavgası buralarda olmuş ki, Sakarya Meydan Savaşı diyoruz bu savaşa. Bu savaş toprağına bağlı köylülerle, toprak alıcısı saldırganların savaşıdır ki, sen buna iki halkın savaşı de.
Anadolu halkıyla Yunan halkının savaşı, yolsuz kurak, yoksul Anadolu’yla, ardı deniz, askeri semiz, tüfeği İngiliz Yunan ordusunun savaşı.” (“Bozkırdaki Kağnı”, s. 62)
Ve söz demiryollarının. Geyve Boğazı demek yol demek, motorlu/motorsuz araçların yanı sıra tren yolu demek. Kurtuluş Savaşında askerlerle birlikte özellikle yükte ağır teçhizat şimendiferlerle (trenlerle) taşınıyor cephelerden cephelere. Bu nedenle tren yolları ve trenler, bunların geçtiği yerler/geçitler/boğazlar stratejik bir önem taşıyor. Mustafa Kemal’den Âkif’e, Nâzım’dan Turgut Uyar’a kadar birçok devlet adamının, sanatçının yolu Karaçam’dan, Geyve Boğazı’ndan boşuna geçmedi:
“… Cumhuriyetten önce çoğu yabancıların elinde ve yabancıların işlettiği demiryolları vardı. Kurtuluş Savaşı başlayınca, Milliciler bu yollara el koydular. Kimi işler kimi işlemez lokomotifleri yağız Türk makinistleri işletmeye başladı. Kömür yoktu, lokomotif ocağında yaş odun yaktılar, yaş odun da bulamadılar, içleri kanaya kanaya yağlı traversleri söküp ocağa attılar, demiryollarını ıssız komadılar, oradan oraya Kurtuluş Savaşı askerini taşıdılar. Murat Ergun5 adlı bir Kurtuluş Savaşı demiryolcusu, o günlerin anılarını yazıp yayımlamış.” (“Demiryolu”, s. 151)
Demiryollarında seyyar satıcıların kurduğu bir pazar varmış eskiden, öykü yazıp satan Oğuz Atay kurgusunun kahramanlarına inat. Bunu en çok kendi yolculuklarımdan biliyorum. Daha güneşin doğmasına üç saat varken çıkılan yolculukta, seyyar satıcının elinde sepetle koridorlarda dolaştırıp sattığı simit-ayranın tadını başka hiçbir şeyde bulamadım. Mehmet Kaplan da çocukken bir şeyler satmış (süt, simit, ekmek, köpük taşı) trende yolculuk yapanlara ve ailesine katkıda bulunmuş. Kansu da trende satıcılık yapanlara değiniyor ve her bölgenin öne çıkan ürün ve meyvelerine göndermede bulunuyor. Hele bir de Sait Faik’i akla getiren “bahçe gözlü kızlar” ile “ceviz ağacı gölgesi çocuklar” nitelemelerine bayıldım:
“… Bağımsızlığın düdüğünü öttüre öttüre makinistler, yurdumuzun bir ucunu bir öbür ucuna bağlayan trenleri götürürler, getirirler. O güzel istasyonlarımızda duyulan lokomotif düdükleri değildir sadece he ya Balım Kız, Dalım Oğul, bütün bir halkın sesi yankılanır o istasyonlarda. Kuşlarıyla, cıcırböcekleriyle, yolcuların sesleriyle. Bir yurt dalgalanır. Hele kızların, çocukların sesleri. Hereke’de, sarı kırmızı erik satan çocukların sesleri. Yarımca’da ‘Vişne var, vişne!’, ‘Dut var, dut!’ diyen bahçe gözlü kızların sesleri. İzmit’te pişmaniyeciler, Sapanca’da su satıcılar ve ‘Tatlı can erik var!’ diyen ceviz ağacı gölgesi çocuklar. Yurdun sularını, ayranlarını, ekmeklerini, pide kebaplarını, eriklerini, elmalarını, üzümlerini getirirler istasyonlara. Erik biter, bozkırda zerdali başlar.” (“Demiryolu”, s. 152)
Son söz Anadolu kadınına projeksiyon tutsun isterim. Anadolu’nun ilk uyanan, sabahı karşılayan ve hayatı kuran varlıklarına. Annem gibilere.
Bir Emirdağ türküsü şöyle der:
“Al Fadimem bal Fadimem
Yanakları gül Fadimem
Uyan uyan sabah oldu
Namazını kıl Fadimem.”6
Gün sabah ezanıyla ve namazıyla başlar demektir bu Anadolu coğrafyasında. Kansu’nun söyledikleri aynı yere çıkmıyor mu?
“… Orta Anadolu köyü, ilk horozla uyanır. İnce derenin söğütlerinden bir yel eser, toprak damlar üzerine. Ardından… tanyeri horozu öter. İğde ağacı ışır. Sonra ezan horozu öter.
Kapıların önü canlanır. Gün burnu iner, elma ağaçları kızarır. Gün yayılır, tiftik keçilerinin tüyleri ışılar. Mızrak boyudur güneş, tarlalarda, bahçelerde, değirmenlerde, ocak başında, dibek taşında iş çoktan başlamıştır.
… En önce köy kadını uyanır. Tanyerinin ilk ışıltısı onun gözlerine iner. Sessiz çıkar, suya gider. Döner ki, gün köy evini uyandırmıştır. Yatakları kaldırır, tozutur, toprak yeri süpürür. Süt sağmışsa, küçük çömleğe yoğurt çalar.” (“Bir Orta Anadolu Köyü”, s. 155)
Garip şeyler oldu bu yazıyı yazarken Balım Kız Dalım Oğul. Niyetim kitabın son yazısını çözümlemekti ama giriş olarak düşündüğüm bahis o kadar uzadı ki Boğaz ikinci yazıya kaldı. Kansu’nun biyografisinin bir kısmı anne tarafından Geyveli olan Necatigil’inkiyle öylesine benzeşiyor ki bunu, bugüne kadar nasıl fark etmediğime hayıflanıyorum. Edebiyat tarihçilerinin işi zor anlayacağınız. Bu benzerliklerin tek tek çetelesini tutmak zorundalar ki ortaya bilgi kümeleri çıksın. Necatigil ile Kansu her şeyden önce aynı nesle mensup (N, 1916/K, 1919). Enteresandır ki birer yıl arayla ölmüşler (N, 1979/K, 1978). Biri iki, diğeri bir buçuk yaşında annesini kaybetmiş. Annesiz (ilgisiz ve merhametsiz) büyümüşler. İkisi de verem hastalığına yakalanıyor, biri “adenit tüberküloz”, diğeri “kemik veremi”. Ve Anadolu’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Anadolu’ya gelgitlerle yaşanan bir hayat. İkisi de halka yakın duygular ve temler içinde yaşıyor ve yazıyor. İkisi de şair, Atatürk ortak paydaları. İkisi de radyo oyunu yazmayı seviyor…
Burada duruyorum ve söyleyeceklerimin devamını bir sonraki yazıya bırakıyorum. Elbette Kansu’nun doğum gününü kutlamayı unutmadan.
1 Hasan Dardağan, Fahri Tuna, Ercan Zengin.
2 https://geyvemedya.com/nisancikin-kaleminden-geyve-bogazi/
3 Ceyhun Atuf Kansu, Balım Kız Dalım Oğul, Bilgi Yayınevi, Ankara 2025, 167 s.
4 Georgi Gospodinov, Bahcıvan ve Ölüm, çev. Hasine Şen Karadeniz, Metis Yayınları, İstanbul 2025, s. 103.
5 Murat Ergun, Bir Demiryolcunun Kurtuluş Savaşı Hatıraları -Millî Demiryollarımızın Kısa Bir Tarihçesi-. İstanbul Ahenk Matbaası, 1966, 55 s.
6 https://www.emirdag.com.tr/index.php/kueltueruemuez/66-tlerimiz/1390-al-fadimem-evlerinin
