Edebî metinler de tıpkı ağaçlar gibi, yerin üstünde görünürler; fakat kökleri toprağın altında, derinlerde, suyun yakınındadır. Dallar, yapraklar, çiçekler ve meyveler, köklerin ulaşabildiği yerlerden adeta damıtılarak gelen sudan ve toprağın her zerresine sinmiş çok çeşitli “gıda”lardan beslenirler.
Edebî metinlerin köklerini öncelikle sanatçının kendi dünyasında aramak gerekir. Eserin aidiyetini tayin eden ana damar oradadır. Metnin yazardan bağımsız olduğunu ileri süren kuramlar yok sayılamaz ama, bu damardan yeterince gıdalanmamış olan bir edebî metnin aidiyetinde sorunlar çıkabilir.
Ne var ki sanatçının “kendi dünyası”nın şekillenmesinde nasıl başka “kendilikler” etkili oluyorsa edebî metinlerin oluşumunda da başka metinlerin etkili olabildiğini kabul etmek gerekir. Söz, ağızdan çıktıktan sonra boşlukta kalmaz, kısa bir süreliğine bile olsa bir kulağa uğrar; oradan da dimağlara…
Eserin bitip okuyucuya ulaşması, yazarın aradan çekilmesi anlamına gelir. Bu aşamada “yazar ölür” düşüncesinde olanlar varsa da o kadar abartmadan, edebî eserin her okunuşunda tazelendiğini, yaşama gücünü yenilediğini de kabul etmek gerekir. Jung, “Hayat sadece bilindiği zaman gerçek olur.” der. Sanat eseri de okuyucu ile buluşup bilindikçe yeniden doğar.
Ayrıca, sanatın en önemli işlevi hayatın bilinmesini sağlamaktır. Saat eseri bu işlevini duygu ve düşünceleri okuyucuya aktararak yerine getirir. Eserle aktarılan duygu ve düşünceler genellikle ortak, bunların aktarım tarzı kişiseldir. Tarzın da ortak olduğu örnekler de yok değildir. Ortak olsun kişisel olsun, aktarım “hayatın bilinmesi”ni kolaylaştırır. Yukarıda değindiğimiz “yaşama gücünü yenileme” ile kastımız budur.
***
Edebî metin, özel şartları bulunan belirli bir dönemin içine doğar, fakat o dönemle sınırlı kalmaz. Metinlerin, içine doğdukları dönemin öncesinde kökleri, sonrasında da gölgeleri olur. Başka bir deyişle, edebî metin seleflerinden beslenir, haleflerini besler. Bir metnin kendisinden çok önce söylenmiş/yazılmış metinlerin yansıma yeri olduğuna ve kendisinin de çok sonraki metinlerde dirildiğine dair çok örnek vardır. Aile ve akraba çevresinden Yunus ilahileri veya halk türküleri dinleyerek büyümüş olan bir şairin eserlerinde “Yunusça unsurlar”a rastlanması ya da halk türkülerinin ana teması olan “hasret yükü”nün hissedilmesi bu dirilişe örnek gösterilebilir.
Edebî metnin öncelikle bir “dil ürünü” olduğu gerçeğinden hareketle diyebiliriz ki metin, yazıldığı / söylendiği dilin belli bir süreç içinde meydana gelen ürünleri arasındaki kaçınılmaz bağlantılarla zenginleşir. İnsanların atalarından, onların kültürel mirasından beslenmeleri ile bugünkü edebî metinlerin eskilerle olan bağlantıları arasında benzerlikler kurulabilir.
Bu kitapta, işaret edilen benzerlik ve ilişkilerin net bir şekilde var olduğu bazı edebî metinler üzerinde durulmakta, yüzyıllardır akıp gelen Türk edebiyatının, değişik kalemler aracılığıyla kendini yenileme macerasına dikkat çekilmektedir.
***
Bu kitapta yaklaşık 50 yıllık meslek hayatımızda merak ettiklerimizden doğan küçük bir demet yer almaktadır. Bu yazıların tümü, eski metinlerin yenilerde dirildiğini, bin yıl önceki bir metnin bin yıl sonrakilere nasıl can suyu olduğunu gösteren, şekil değişse de ruhun / ana karakterin daha uzun yaşadığını düşündüren metinlerdir. Bazan bir sanatçı, Akif’in İstiklâl Marşı’nda olduğu gibi, belli bir eser ortaya çıkmadan evvel defalarca onun kıyısına kadar gelir, döner; son adımını zamanı gelince atar. Bazan asırlarca önce bir Türk hakanının çektiği toplumsal sancıları kendi duygu ve düşünce dünyasında yeniden yoğurur. Bunu -bir bakıma- edebiyatın kendini zamana göre yeniden yapılandırması olarak düşünmek mümkündür. Dil, bünyesinde taşıdığı büyük enerjiyle, bu yapılanmayı hep teşvik eder. Millî kültür de her zaman dinamiktir, kararlılık ile yenilenme arasında gider gelir.
Çalışmamızın bu gerçeğin aydınlanmasına biraz olsun katkı sağlayacağını umuyoruz.