Hatırlayacaksınız Paris’teki Notre Dame Katedrali 15 Nisan 2019 akşamında büyük bir yangın geçirdi. Duke Üniversitesi’nden sanat tarihi profesörü Caroline Bruzelius bu tür bir yangının Notre Dame katedralinin sahip olduğu türden ahşap çatılarda çıkmasının yüksek bir olasılık olduğunu söylemişti. Yaptığı açıklamada “çoğu insan katedrali ziyaret ederken bunu görmez ama katedralin çatısını destekleyen altmış civarı kalın kalas vardı. Yani tonozlar ve çatı arasında bir kereste ormanı vardı. Bunlar eski, kuru ve gözenekli özellikteydi” diyordu. Fransa da çok hassas, eski, kuru ve gözenekli… Charlie Hebdo, Nice’teki kamyon saldırısı, beyaz külahlılar, sarı yelekliler… Liberté, égalité, fraternité geçmişte kalmış… Birisi çıkıp Paris’in adını değiştirecekmiş gibi bir korku var. Petrograd’ın adını Leningrad yapan bir Lenin, Volgograd’ı Stalingrad yapan bir Stalin bekleniyor sanki.
Dilbilimciler Proto Slav dilleriyle ilgili araştırma yaparken “çam” ve “meşe” karşılığında kullanılan kelimelerin başka dillerden alındığını fark etmiş. Bu da nereden geldikleri konusu bir muamma olan Slavlarla ilgili bir ipucu vermiş onlara… Bu ağaçlar nerede yetişmiyorsa Slavların kökenleri de orasıdır diye bir teori geliştirmişler. Fransa için “çam” ve “meşe” yerine ne var? Fransız’ı nasıl tanımlayacağız biz? Tonozlar ve çatı arasında görülmeyen bir kereste ormanıyla mı? Başka bir yere ve kültüre ait büyük azınlığıyla mı? Goethe “Mahomets gesang” adlı şiirinde İslam peygamberini bir nehre benzeterek övdü. Victor Hugo’nun da peygambere mersiye niteliği taşıyan “L’An neuf de l’Hégire adlı bir şiiri var. Bu iki şiirin Türkçeye harika çevirileri yapılmış, Fransızcadan Yakup Yaşa çevirmişti. Bulup okumanızı tavsiye ederim. Neticede mesele Avrupalıların İslam’a kendi büyük yazarlarının gözünden bakabilmesidir.
Elena Chudinova bir roman yazıp bu romanda Notre Dame Katedrali’nin camiye dönüştürülmesini bir tehdit olarak işlemişti. Aslında yapı geçmişte büyük bir tehdit geçirdi ama bu Müslümanlardan gelmemişti. Fransız Devrimi’nden sonra Notre Dame Katedrali 1793’te Akıl Kültü’ne ve ardından 1794’te Yüce Varlık Kültü’ne adandı. Bu dönemde katedralin hazinelerinin çoğu yok edildi veya yağmalandı. Batı cephesinde bulunan ve Fransız krallarının heykelleri sanılan yirmi sekiz Yahuda ve İsrail kral heykelinin başları koparıldı. Birkaç sunakta Meryem Ana’nın yerini Özgürlük Tanrıçası aldı. Biri ikisi hariç, cephedeki büyük heykellerin hepsi yok edildi. Katedral bu dönemde bir depo olarak kullanıldı. Bugün Notre Dame’da Emmanuel adlı meşhur bir çan var. Eski zamanlardan bugüne sadece bu çan kaldı çünkü diğerleri bahsettiğim dönemde top yapılmak üzere eritilmiş. Katedrale geçmişte revolüsyonistler, devrimciler zarar vermişti yani.
Tarih muazzam bir hadise, tarihi bir hikayeyi okur gibi okuyoruz aslında… Balkan Savaşları’nı, II. Dünya Savaşı’nı… II. Dünya Savaşı’nda 80 milyon civarı insan ölmüş. Tarih dediğimiz şey insanlığın büyük acılarının birikimi, insanı çıldırtabilecek yoğunluktaki bir şey… Biz onu bir hikaye okur gibi okuyoruz. Belgeselleri bir filmi izler gibi izliyoruz. Aslında iyi ki böyle… Olayları hakkıyla bilmek bizim sürekli çığlık atmamıza neden olabilir. Zihnimize gerçekliğin basit, tehlikesiz bir karikatürünü yerleştirmeyi tercih ediyoruz. Sacré – cœur’daki veya Notre Dame Katedrali’ndeki gargoyleler bunun için korkutucu değil, hareket etmeyen, ağzından alev püskürtmeyen, ironi içeren canavar formları… En fazla su akıtıyor. Ne bileyim mesela Casper – Sevimli Hayalet çizgi filmi ölümü bize ironik bir formda gösterebiliyor. Yeni bir anlam katmanı oluşturuyor. Gargoyleler, Casper… Bunlar estetize gerçekliğin özel modeline uygun olarak sunuluyor bize… Zihnimize gerçekliğin tehlikesiz bir karikatürünü yerleştiriyoruz.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başta Rus askerleri, sonra Amerikalı ve Fransızlar Alman topraklarında 1 milyon civarında kadına tecavüz etmiş, 240 bin kişi bu sebeple ölmüş. Bir Hristiyan bunu yapmış olamaz. Ya Stalin döneminde 20 milyona yakın insanın katledilmesi… Komünistlerin de bunu yapması mümkün değildi elbet. Ama 20. Yüzyıl’da böyle birçok olay yaşandı. Ve bütün tarih böyle şeylerle dolu. Buradan şöyle bir sonuca varmak mümkün, insanların gerçekten bir düşünüşü veya inancı olduğundan pek de emin değiliz. Devasa bir mıknatıs var ve büyük kitleleri buradan oraya, oradan buraya hareket ettirebiliyor, bir anda her şey değişiyor… İnsanların kurucu babalara veya liderlere saygı göstermesinde de bir çeşit illüzyon olduğu söylenebilir. Burada güce katılma ön planda olabilir. Güçlüye gösterilene teorik olarak saygı diyemeyiz. Biz Fransız Devrimi’nden de etkilenerek bir cumhuriyet kurduk. Ama bazı şeyleri yanlış ele alıyoruz. Meclis binası çevresinde yirmi tane Atatürk heykeli olmasına rağmen bir tane daha yapıldı mesela. Bu tür tekrarlar modernizm ve akılcılıktan uzaklaşmayı ifade ediyor. Ankara’da Nazım Hikmet adına dört kültür merkezi var mesela.Toplumun önemli bir kesimi kendini modern olarak tanımlıyor ama böyle bir şey yok. Haus Steiner’a veya Villa Savoye’ya modern deniliyor, şu an içinde bulunduğumuz kötü inşa edilmiş apartmana da…