Sonraları kara sevdaya dönüşen Elâzığ sevgisi bende fakülte öğrenciliği yıllarımda aldığım bir plakla başlar. Yıl 1967. İstanbul Radyosu’nda stajyer sanatçıyım. Lâleli Camii altındaki bir kafede kahvemden daha bir yudum almıştım ki aynı mekânda bulunan bir plak mağazasından “Dolan Gözler” diye bir hoyrat yükseldi. Kendimi kaybetmiş, başka bir âleme gitmiştim. Allah’ım bu ne büyüleyici ses, bu ne muhteşem üslup ve bu ne güzel bir eserdi. Hoyratın bitiminde mağazaya gidip tezgahtara “Kim bu okuyan” diye sorduğumda: “Bu Elazığlı Enver Demirbağ” dedi. O zamana kadar biz “varsa yoksa Urfa müziği” derdik, başka müzik pek dinlemezdik. Biri bana, biri arkadaşıma olmak üzere iki plak alarak masama döndüm. Bir ateş düştü içime. Kimdi bu adam? Nasıl tanışırız? Bir kara sevdadır başladı.
Tesadüf bu ya, birkaç gün sonra daima olduğu gibi Radyo’da halk müziği servisinde çalışma saatini beklerken, Nida Tüfekçi Hoca: “Elazığ’dan bir ekip var, çalışma odasındayız, Özbek’in görüp dinlemesini istiyorum” diye servisi aramıştı. Çalışma odasına gittiğimde daha önceleri Türk Folklor Kurumu’ndan tanıştığımız Şükrü Dayıyı (Şükrü Canaydın) gördüm. Sadece selam verebildim. Çünkü hava çok gergindi. Zayıf, gözlüklü, elinde fötr şapkasıyla kâmil ve kibar bir beyle hoca tartışıyorlardı. Nida hoca kaydedilecek olan Elâzığ havalarının klarnetle değil de bağlama eşliğinde olmasında ısrar ediyordu. Ekipten karayağız bir delikanlı sonunda dayanamadı: “Hoca! Elâzığ havaları klarnet olmadan okunmaz. Ya böyle kabul edersin ya da biz okumadan çekip gideriz.” deyince, o kibar beyefendi araya girdi, nihayet hoca mecburen kabul etti ve kayda girildi. Hocanın odasında çaylar içip, yapılan kaydı dinlerken öğreniyorum ki o gözlüklü bey İshak Sunguroğlu, o karayağız delikanlı Enver Demirbağ, olanları sükunetle dinleyen, fakat okuduğu mayayla bir ses abidesi haline dönen bey Paşa Demirbağ, çalınan halayda attığı ritmle devleşen o ufak tefek davulcu ise Hıdır Sezginmiş meğer. O gün dostluğumuz başladı Demirbağlarla.

Enver Demirbağ, ağabeyi Paşa beyle beraber Harput müziğini bugüne taşıyan başlı başına bir ekoldürler. Bugün her biri birbirinden değerli sanatçılardan Hasan Öztürk, Zülfü Demirtaş, Adnan Çilesiz, Madenli Zülküf Altan ve Eğinli Muzaffer Ertürk bu ekolün müstesna sesleridirler.
Enver Demirbağ’ın sesindeki güzellik, üslubundaki asalet oldukça dikkat çekicidir. Aileden gelen soyluluk o muhteşem sesinde de görülürdü. Hoyrat okurken mağrur duruşu, birçok sanatçıya örnek olmalıdır bence. Kırıkhavalardan çok özellikle hoyrat, ağırhava ve makam havalarını (gazelleri) okurken o yanık ve içli sesten, o kıvrak nağmelerden etkilenmemek mümkün değildi. Okuduğu ya da yeniden yorumladığı eserler üzerinde öyle güzel ezgisel buluşları vardı ki her biri halk müziğimiz bakımından üzerinde önemle durulması gereken orijinal motiflerdi. “Köprüden Geçti Gelin” türküsünü “Mendilim işle Yolla” biçiminde yeniden yorumlamasında ortaya koyduğu ustalık bu söylediklerimin belgesidir.
Bizim Klasik müziğimize de âşina olan Demirbağ, müzik sohbetinin en heyecanlı anında, nereden bulur bilinmez, yepyeni bir gazelle seslenirdi âleme. Bu vadide bir ömür çürütmüştü. Yaşamı boyunca çevresindeki insanların mutluluklarını, sevinçlerini, sorunlarını ve acılarını birlikte yaşamış, ömrünü onlara yaşama sevinci vermeye ve iç dünyalarını seslerle süsleyerek zenginleştirmeye adamıştı sanki. Aşk, vefa, sadakat, fedakârlık, pişmanlık gibi konuların işlendiği gazelleri seçer onları büyük bir hazla okurdu. Zevk ve eğlence ortamında geçen ilk gençlik yıllarında olduğu gibi, günümüzün çeşitli yoz müziklerle kirlenen havası içinde yaşadığı olgunluk çağında da o her şeyden çok türküleri, gazelleri sevdi. Yeni neslin, Enver Demirbağ’ın bıraktığı bu mirası daha da zenginleştireceğini ve sonsuza kadar yaşatacağını ümit ediyorum.
Bu kubbeye bıraktığı hoş seda daha yıllarca yankılanacaktır. Ölüm yıl dönümünde üstadı rahmetle anıyorum.
Dr. Mehmet ÖZBEK
