Hindistan Türklerinin Tarihî Köklerine Bakış

Tam boy görmek için tıklayın.

“Hindistan bir anadır. Onun iki çocuğu vardır. Bunların biri Türkler diğeri ise Hintlilerdir”

Mahatma Gandhi

Uğur UTKAN[1]

 

Öz

Türk tarihçiliğinde üzerinde en az durulan ve araştırılan konulardan biri olan Hindistan, Türk umûmî tarihinde önemli bir yere sahiptir. Tarih boyunca âdeta Türk’ün hakimiyet mührünün vurulduğu yer olan Hindistan, İngilizlerce işgal edilinceye kadar Saka İskit uygarlığından Ak Hun’lara, Gazneliler’den Babür’lere kadar Türk tarihinin önemli imparatorluklarına beşiklik eden bir coğrafya olsa da bugün Hindistan’da Türk nüfusu önemli ölçüde azalmıştır.

Anahtar Kelimeler: Hindistan, Türkler, Saka, Hun, İskit, Gazne, Babür, Mughal, Selçuklu

A Look at the Historical Roots of the Turks of India

Abstract

India, one of the least studied and researched subjects in Turkish historiography, holds a significant place in Turkish general history. Throughout history, India has been the place where the seal of Turkish sovereignty was virtually stamped. Until its British occupation, it was a cradle for the major empires of Turkish history, from the Saka Scythian civilization to the White Huns, from the Ghaznavids to the Mughals. Today, the Turkish population in India has significantly diminished.

Keywords: India, Turks, Saka, Hun, Scythian, Ghazni, Babur, Mughal, Seljuk

Türklerin Hindistan’daki varlığını şu aşamalarda incelemek mümkündür:

  1. Türklerin Hindistan’daki En Erken Dönemleri

Hindistan bölgesi, Türk tarihçiliğinde üzerinde en az durulan ve araştırılan konulardan biridir. Bu yüzden pek çok kişi Hindistan ve Pakistan’ın kuzeyi ile Afganistan bölgesinde bir vakitler Türk devletlerinin hâkim olduğundan; bu gün de adı geçen yerlerde unutulmuş Türklerin yerli unsurlar arasında varlıklarını sürdürmeye çalıştıklarından habersizdir. Ancak sevindirici olan şey, son zamanlarda buralarla ilgili Türkiye üniversitelerindeki bilim insanlarının yeni yeni çalışmalara imza atmalarıdır.

Bu durum bir yana bu yazımızda ağırlıklı biçimde Hindistan’daki Türk çağı anlatılmaktadır ve o yüzden bölgenin ilk Türk sakinleri olan ve MÖ 3000 yılından itibaren Babürlü hâkimiyetinin sonuna kadar Türk tarihi özetlenmiştir. Buna binaen Hindistan’daki Türk hakimiyet döneminin en göze batan hanedanının Ak Hunlar olduğuna değinerek, Ak Hun-Avar meselesine de bir pencere açmaya gayret ettik. Çünkü Ak Hunlar dendiğinde Hindistan akla gelmektedir ve bugün oralarda bu Türk topluluğuna ait maddi ve manevi yüzlerce kültür mirasına rastlamak mümkündür.

Milâttan 3000 yıl öncelerine doğru Sint ve Pencapta yaşamış pek parlak bir medeniyetin izleri görülür. Medeniyetleri Sumerlerinkine pek çok benzerlik gösteren bu insanlar da ayni devirlerde yeryüzünün başka köşelerine yayılıp büyük devletler ve medeniyetler kuran Ortaasyalı Türklerdir. Yaptıkları insan heykelleri Sümerdekilere benzer. Tanrıları, kullandıkları tartılar onlarla birdir. Ortaya çıkarılan bunlara ait şehir harabelerinde birçok araştırmalar yapılmıştır. İnsanı hayretler içinde bırakan tuğladan yapılmış 2-3 katlı evler, dümdüz ve biribirini kaimzaviye şeklinde kesen sokaklar, her sokakta lâğım tertibatı, birçok diğer eser, alet ve heykeller bulunmuştur[2]

MÖ 1500 yıllarında şimalden, Pencap üzerinden Hint yeni bir istilâya uğradı. Orta Asya’dan yeni bir göç olmuştu. Bu sırada Hinde gelen bu insanlara Hint Arileri de denir. Yeni gelenler yüzlerce yıl süren bir savaşmadan sonra daha evvel oralara yerleşmiş olanların elinden Indüs (Sint) ve Ganj vadilerini aldılar. Bunlar sayıca eski ahaliden pek azdılar. Onların arasında kaynayıp gitmenin önüne geçmek için yavaş yavaş Kast usulünü ortaya koydular. Irka ve babadan kalma mesleğe göre ortaya çıkarılan bu sınıflar yeni gelenlerin kendi aralarında dahi ayrılıklara sebep oldu. Bunlar dört sınıfa ayrıldılar. 1) Brahmanlar yani papazlar, 2) Askerler ve asiller, 3) San’atkârlar, köylüler, tar vler, 4) İşçiler. Bunlardan başka bir de, pis sayılan işlerle uğraşan ve kast dışında kalan paralar vardı[3]

Bu süreçten İskender istilâsına kadar geçen üç asır içinde de Hinde birtakım Türk kabileleri daha gelmişlerdir.

Pers ve İskender İstilası

MÖ VI. asır sonlarında Pers hükümdarı Daryüs Hindikuş dağlarını aşarak Sint vadisini ele geçirdi. Bu hareket Hintlilerde bir karşı koymak hissi uyandırdı. Ganj boyundaki küçük kırallıklar büyük bir devlet halinde birleştiler.

MÖ IV. asrın ikinci yarısında İskender de Hindi hükmü altına almak istemiş, İndüsü geçerek Pencabın şarkına kadar gelmişti. Askerlerinin isyanı ve Sakaların karşı koymasile geri çekilmeğe mecbur oldu. İskenderin jeneralları arasında ortaya çıkan anlaşmamazlıktan istifade ederek Hintliler istilacıları Pencaptan çıkardılar ve Ganj ağzından Kâbile kadar bütün Şimali Hindi ele geçirdiler.

Bu suretle tarihçe ilk Hint İmparatorluğu olarak tanınan Morya İmparatorluğu kurulmuş oldu (MÖ 321). Morya İmparatoru Asoka hükmünü ve arazisini cenupta Seylan adasına kadar genişletti. Fakat Asokadan sora bu büyük ve kuvvetli devlet parçalandı ve yer yer Hintte küçük hükümetler türedi.

İskenderin ölümünden sora Garbi Türkelinde hükümet kurmuş olan Grek prensleri de Hintte yeni memleketler zaptetmek istediler. Morya İmparatorluğunun yıkılmış olması da bu dileği kolaylaştırdı. Sırasile Kâbili, Pencabı ele geçirerek Ganj boylarına kadar uzandılar. Fakat çok sürmeden iki asır içinde eriyip gittiler. Bunların hakimiyetlerine nihayet verenler Saka Türkleridir[4]

Gelgelelim Budizm’in kurucusu olarak kabul görmüş ve küçük yaştan beri kendisine Sakaların akıllısı manasına gelen ve Sakyamuni denilen bir Saka Türkü olan[5] ve yaygın olarak Buda’nın Hindistan’ın kuzeydoğusunda bugünkü Nepal sınırının yakınlarında yer alan Lumbini’de doğduğu rivayet edilmektedir.

Buda’nın doğduğu sırada, kendi ülkesi değilse de, Brahmanik kültürün yayılmış bulunduğu Gence – Cemne ovalarının müşterek kısmı bu durumda idi; ve bu kültür, Bengal müstesna, bütün Gence ovasını kaplamaya koyulmuştu. İlk Budik edebiyattan, halk yaşayışı hakkında, Brahmanlar’dakine yakın kötümser hükümler çıkarmak mümkündür. Aşağıya koduğumuz iki örnek, o sıradaki soysal durumun bazı yönlerini aydınlatır.

Zengin olmaya muvaffak olan biri için denilmektedir ki:

“Amacına erdimiydi, kazandığı serveti bin dert içinde, bin zahmetle gözetlemesi gerekir, tâki onu Kırallar veya hırsızlar çalmasınlar, yangın yakmasın, sel götürmesin, düşman akraba-lar kapmasın. Servet kazanmak ve zevk elde etmek içindir ki kırallar harbe tutuşurlar, baba ve ana oğulla, kardeş kardeşle vuruşur, savaş adamları oklarını uçururlar, kılıçlarını parıldatırlar, ölüme ve öldüren cefalara katlanırlar.”[6]

Burada “çalmak, işinde kıral ve hırsızların bir arada sayılması, ve düşman akrabalarla ilgili sözler, sosyal durumun ne kadar kötü ve güvensiz olduğunu çok açık bir biçimde göstermekte ve dünyaya çok kötümser bir gözle bakış sebeplerini aydınlatmaktadır.

Aşağıdaki fıkra da aynı özdedir; dünya ile ilgisini kesmiş olan biri için denilmektedir ki:

“Şehir yanıyordu, ancak onun olan bir şey yanmıyordu, ülke yağma ediliyordu, ancak onun olan bir şey yağma edilmiyordu.”

Buda’nın felsefesi hem o andaki soysal duruma, hem de Upanişat felsefesine karşı bir tepki sayılmaktadır.

Buda’nın ilk yılları ve gençliği

Onun asıl adı Siddharta Gotama olup 29 yaşındayken tek oğlu Rahula’nın doğumundan kısa bir süre sonra, çocuğunu, karısı Yasodhara’yı ve şehrini terk edip çilenin ve acıların kurtuluş yolunu aramaya koyulmuştur.

Altı yıl boyunca Ganj vadisinde çilekeşler gibi dolaşmış, ünlü din eğitmenleriyle (adamlarıyla) bir araya gelmiş, onların yöntemlerini takip etmiş, çalışmış ve çilecilik öğretilerini sıkıca uygulamıştır. Fakat belli bir süre sonra bu dinlerin ve bilgilerinin onun amacına yönelik olmadığını anlayarak vazgeçmiştir. Onları bıraktıktan sonra, öncelikle derin düşünme (Meditasyon) teknikleriyle kendi yolunu aramaya başlamıştır. Diğer din öğretilerinin aşırılığını önlediği için bu durumu “orta yol” şeklinde tanımlamıştır.

Neticede “uyanmış, ışıklanmış” anlamında olan “Buda” adını da bu sürecin sonunda alacaktır.

Kendisi Sakya veya Saka’lardandır. (Bu ad Hindistan’da İskit karşılığıdır), dolayısiyle ırk bakımından Türktür[7] (Bkz. Buda’nın mensup olduğu Sakya’larla ilerde Hindistan’ı fethedecek olan Sakalar ve Tibet halkı arasındaki yakınlık ve birlik ihtimaline «Evolution de l’Humanité» külliyatından olan «L’Inde Antique et la Civilisation İndienne de işaret vardır (s. 32). «Tabakatı Nasıri» nin Laknavti’de (o vakitki-13 üncü yüz yılın başı – Bengal’in merkezi) hüküm sürmüş Kalaç meliklerinden bahseden bölümünde, Tibet halkı veya o halkın bir kısmı başlıca Türk diye anılır. İskitlerin Türklüğü birçok bilgince tanınır; E. M. Minns «Scythians and Greeks» adlı eserinde İskit’lerin başlıca Türk olduklarını yazar.[8] Profesör Walter Ruben’in «Eski Hint Tarihi» adlı eserinde (E bölümü) birtakım Türk gelenekleriyle Buda gelenekleri arasındaki benzerlik ve yakınlıklara işaret vardır.).

Onun mensup olduğu Sakya (veya Sakalar) şimdiki “Unayted Provens” yani “birleşik vilayetler”in kuzey batı köşesinde ve Nepal’in güneyinde Kapilavastuda oturmakta idiler; ülkeleri sulak ve bol ürün verici olup zengin pirinç tarlaları ile dolu idi. Bu Sakya’lar, zenginlik, gurur ve çetin-likleri ile ünlü idiler; mâbutların kıralı saydıkları İndra’ya, Saka derlerdi. Kosala devletine (aşağı yukarı bugünkü Oud), daha çok sözde bağımlı sayılırlardı[9]

Gelenekler Buda’yı bir kıral oğlu diye gösterirse de, tarihî tenkit, babası Sudodana’yı pek zengin bir türlü derebeyi yani Ksatriya olarak kabule daha eygindir; anası Maya da Sakya’lardandır. Buda’nın M. Ö. 560 yılı civarında doğduğu sanılırsa da, bu hususta çok ihtilaf vardır. Gençliğini askerlik ve idman talimleriyle geçirdiğini, mevsimine göre, oturulmak üzere üç sarayı olduğunu, evlendiğini ve oğlunun daha sonra kendi dinine girdiğini gelenekler bildirir; yine bu geleneklere göre, onun saraylarını, babasını, karısını ve çocuğunu bırakışı şöyle olmuştur:

Herkesin girdiği bir bahçeye gidişinde, bir gün, çok yoksul bir yaşlı adam, başka bir gün acıklı bir hasta, bir üçüncü gün bir ölü ve başka bir gün de dilenen bir keşiş görür. İlk üç gördükleri, her adamın sonu bu durumlar olacağından, onu dünyadan iğrendirir ve dilenci keşişin durumuna imrendirir. O sırada 29 yaşındadır, keşişi gördüğü gün bir oğlu doğar; bunu öğrenince: “bana bir zincir vuruldu, der; o gece eğlenmesi için sarayda çalgı, türkü ve oyunlar olur; bunlara bakarken uykuya dalar; gecenin ortasında uyanır ve çalgıcı ve oyuncu kadınların yerlere serilmiş uyuduklarını görür, iğrenir ve yeni doğmuş çocuğunu daha görmeden babasının sarayından hemen kaçar.

Buda’nın bu davranışı, yüksek sınıfların sefahat ve halk tabakalarının sefaletine karşı bir türlü tepki sayılabilir[10]

M.Ö. 1000’li yıllarda Hintliler demiri kullanmaya başlarlar. Hindistan’a demiri o dönemlerde Orta Asya Türklerinin getirdiği yönünde kayıtlar mevcuttur. Hatta Hindistan’daki yerli dillerde birçok Türkçe kelime vardır. Bunların M.Ö. 2500-1500 yılları arasında yayılmış olabileceği yönünde görüşler tebliğ edilmiştir. Hindistan’a en çok tesir eden topluluk Türklerdir. Türklerden önce ise Perslerin ünlü komutanı Darius (M.Ö. 522 – 486) bölgeye hâkim olmuştur. Darius’un hâkimiyetini Makedon Büyük İskender sona erdirmiştir. Makedonya’dan çıktığı yolculuğunu Kudüs’ten ve İran’da devam ettirmiştir. İran’da Persiopolis antik kentini yerle bir ederek Perslerin hâkimiyetine son vermiş, oradan da devam ederek Afganistan ve İndus (Hindistan) sahillerine inmiş, anlaşmalar yaparak geri dönmüştür.

İndus demişken şunu da belirtmek icap eder ki; Yunan ve Roma kaynaklarında İndus’un doğusunda bulunan Asya’nın bütün güney bölgesine “İndia” denmekte ve bu nehir ile de ilişkisine dikkat çekilmektedir. Daha sonraki çağlarda bilhassa Arap ve Fars coğrafyacılarının bu topraklara Hint ve Hindistan adını verdiklerini görüyoruz. Elbette Hindistan’ın tarihi coğrafyası bugünkü Hindistan devletinin sınırlarından ibaret değildir. Buraya Pakistan ve Afganistan’ın bir bölümü ile Nepal, Bhutan, Bangladeş, eskiden Burma, günümüzde ise Myanmar diye anılan ülkenin bir kısmı da dâhildir.

Batısını umumiyetle Hindukuş ve Süleyman Dağları, kuzeyini Karakurum ile Himalayalar çevirmekte olup; yaklaşık 3200 kilometre uzunluğundaki İndus, neredeyse 2700 kilometreye varan Ganj, ülkenin orta taraflarında yer alan 1465 kilometreye ulaşan Godovari ile 1315 kilometrelik Narbada (Narmada) nehirleri hem Hindistan’ın, hem de dünyanın anılmaya değer akarsularıdır. Kendisi başlı başına devasa bir kıta görünümündeki Hindistan coğrafyasına, yine yeryüzünün en büyük adalarından birisi olan Seylan’ı da (Sri Lanka) katmak gerekir[11]

Bilindiği üzere Hindistan büyük ırklar, diller ve dinlerin iç içe geçtiği bir ülke olmakla birlikte tarihi kaynaklara baktığımız-da İran, Türk ve Afgan kabilelerinin çeşitli zamanlarda Hindistan’ın kapısı durumundaki Kabil, Lamican ve Süleyman Dağları geçitlerinden Hindistan’a girerek, Sind ve Pencap topraklarını kendilerinin bir üssü haline getirdiklerini[12] görürüz.

Hindistan’daki bilinen ilk yabancı kuvvetler Aryan ırkına mensup kavimler olmakla beraber, daha sonraları İskender ve kısmen Helen hâkimiyetinin ardından; kuzeyde Horasan, Toharistan, Taberistan, Buhara, Hive, Aral bölgesi, Sogd, Kaşgar; doğuda Baktriya ve zamanımızda Afganistan’ı meydana getiren Sicistan, Sind ve kuzeydoğuda Kabil, Süleyman Dağı, Pamir Yaylasına ve güneydoğuda Hindistan’ın Pencap havalisine tarihi çağlardan itibaren değişik Türk boyları gelerek, buralarda devletler kurdu[13]

Bilhassa ilk Türk fetihleri hakkında, yine Türk sözlü tarihinin şaheseri sayılan Oğuz Kağan Destanı’nda şöyle bir bilgiye rastlıyoruz: “Oğuz kendi ülkesi genelinde huzuru sağladıktan sonra, Türklere bağlı bir devlet olmaları için Hindistan’a elçiler yolladı, vergi istedi. Burayı Yagma Han idare ediyordu. Halk bu talebe karşı çıktı. Orada Ulug Tag diye bir yer vardı. Önce burada konakladı. Sonra daha ilerilere gitti. Orada büyük bir akarsu ve dağlar bulunuyordu. Ordu, nehri sallarla geçti. Hindistan’ın doğu taraflarında Tinsioğlu Yagma Han, Oğuz’a teslim olmak istemedi; ama Oğuz onun askerlerini perişan etti. Oğuz ile Yagma Han arasındaki savaş bir yıl kadar sürmüştü. Çarpışmalar sırasında Yağma Han öldürüldü. Oğuz ulaştığı her yeri aldı. Böylece bütün Kıtay (Çin), Çürçet (Maçin) (Divanü Lûgat-it-Türk’te Tabgaç için Maçin denmekte olup, buranın Çin’den dört ay uzakta yer aldığı ve Türkçeyi iyi bildikleri vurgulanıyor. Bununla birlikte Maçin’den kastın Hotan bölgesi olduğu söylenmektedir. Ayrıca İslam kaynaklarına baktığımızda Maçin, Yafes’in torunu, yani Çin’in oğludur. Anlatılanlara göre, o Çin’deki insan sayısı artınca babası Çin’den izin alıp, buraya yakın bir şehir kurup, adını Maçin koydu. Koyunlardan yün elde edip, eğirmeyi ve bunlardan elbise yapmayı öğrendi. Bir av esnasında avladığı Anka Kuşunun kanadını savaşçılarına alamet olarak taktı. Avladığı bir ceylanın karnından da miski çıkardı.[14] Hindistan’ın söz konusu Aryan yabancılarının birçok yeniliği bu topraklara taşıdığını da unutmamak lazımdır. Bu durum bir yana Çinli ve Moğolların baskısıyla yerlerinden ayrılan kabileler, önlerindekileri yurtlarından kovarak, birbirlerinin topraklarını ele geçirmişler ve bu vaziyette yüzlerce yıl süren göçlerin nihayeti olan Selçuklu ve Osmanlı yürüyüşünün tesirleri Viyana surlarına kadar ulaşıp, burada sona ermiştir.

Mısır ve Hindistan gibi zengin coğrafyalar sadece Türklerin değil, eskiden beri başka milletlerin de istilalarına uğradı. Dolayısıyla bu iki bölge daima kendilerini ele geçiren fatihler tarafından tesis edilen yönetimlerin idareleri altında yaşamak zorunda kaldı.[15] Elbette ki bu durumun birtakım faydaları olduğu gibi, zararlarının bulunması da kaçınılmazdır. Her şeyden öte yabancı bir kişi veya halkın kontrolündeki bir hayat, yerli ahalinin kişisel ve kültürel benliğinin gelişmesine menfi tesirler yapabilir. Fakat buna karşılık toplumun bağlılığının devam etmesi noktasında gerçekleşen yatırımlar noktasında insanlar rahat bir hayat sürme imkânına da kavuşmuştur. Özellikle Türkler hâkim oldukları ülkelere hizmet götürme hususunda başı çeker ve Türk tarihi bunun örnekleriyle doludur.

Bununla birlikte Hindistan’a yapılan Türk seferlerinden dört asır önce savaşçılıklarıyla meşhur, fakat köken itibarıyla hangi millete mensup oldukları tam anasıyla belirlenemeyen, ancak Turanlı bir halk olması ihtimali yüksek görülen Racputların, Pencap’a yerleştikleri ve orada bir devlet müessesesi kurarak, Arap işgaline değin hâkimiyetlerini sürdürdükleri söylenmektedir. Bu topraklar zapt edildikten sonra, Racputlar güneydoğuya doğru çekilerek zamanla eski Hint ahalisiyle karışıp, değişik kabilelerin birleşmesinden müteşekkil bir hükümet vücuda getirdiler. İdare-cileri arasından “Rata/Raja” unvanını verdikleri birini seçerek, babadan oğula intikal eden bir hükümdarlık sülalesinin yönetimi altında hayatlarını geçirdiler[16]

2) Türklerin Hindistan’daki İkinci Mührü: Ak Hunlar

Racputlardan sonra, kaynaklarda Eftalit diye de anılan Ak Hunlar, kültür ve teşkilatlarıyla Pencap’a girmişler, Malva ve Multan ile Orta Hindistan’ı kendilerine yurt tutup, bir devlet kurarak, sınırlarını bir aralık Asfira Nehrine kadar genişletmeğe muvaffak olmuşlardı. Ak Hunların ortaya çıkışlarına kadar Kabil, Sicistan ve Sogd havalisinde hüküm süren Büyük Kushanlıların mevcut sikkeleri, bunların işlenişi ve üzerindeki ibareler Hint medeniyetini kabul ettiklerini gösterir. Bununla bera-ber onların ataları sayılan Yüeh-chiler, M.Ö. 203 senesinde Türk-Hunlara yenilince, Büyük ve Küçük Yüeh-chi diye ikiye ayrıldılar. Küçük Yüeh-chiler Kansu bölgesinde kalırlarken, diğerleri İli Nehri havalisine yerleşti. Ancak M.Ö. 162 yılında Börü Tonga’nın (veya Tokta/Mo-tun) oğlu Kök Bilge (Lao-shang/Chi-yü/Chi-chou/Ki-ok) Büyük Yüeh-chileri bir kere daha mağlup ederek; onları batıya, Sogd topraklarına kadar kovdu.[17] Bilindiği gibi Türk tarihinin bir parçasını meydana getiren, Bizanslıların Ak Hunlar dediği söz konusu bu halkın menşei konusunda çeşitli görüşler vardır ve bu mesele henüz çözüme kavuşturulmuş da sayılmaz. Bir kısım araştırmacılar onları Yüeh-chilere, bir bölümü de İranlılara bağlayacak kadar ileri gitmektedir. Bu durum bir yana, Avar ve Juan-juanların kimliği hususunda bile şiddetli tartışmalar bitmemiştir[18]

Bu sebepten Türk tarihi incelenirken Kök Türklerin çağdaşı olan Avarlar üzerinde de durulması gerekir. Kimi Fars ve Bizans kaynaklarının Ak Hun ya da Ephthalanos yazılışıyla, Çinlilerin Yeta (Çince’deki Yeta ve Yüeh-chi) yazılışının birbirine benzemesi de kafaları karıştırmaktadır.[19]

Hua, Hintlilerin Huna veya Sveta Huna, Soğdların Hun, Arapların Haytal ve Kök Türk Kitabelerinin Apar dediği halkın adını bazı araştırmacılar “abamak” fiilinden getirirler ve manasının “karşı koymak, baş kaldırmak” olduğunu belirtirler ki, kelimenin anlamı bize göre Apa unvanıyla izah edilebilir. R’nin de çoğul eki olduğunu düşünüyoruz.[20]

Öte yandan epey uzaklaşmış olduğumuz esas konuya geri dönecek olursak Büyük İskender, Makedonya’dan başlayarak bugünkü Hindistan’ın bulunduğu İndus Vadisi ve Afganistan’ı da kapsayan yolculuğunda doğu-batı birlikteliğini sağlamak için de Helenizm’i yayma politikası gütmüştür. VI. yy’a kadar bu bölgede etkin olan Kuşanlar’dır. Bunlar Türkistan kökenlidirler. Bu dönemde heykellerde Türk süvarilere ait elbiseler ve paralar üzerinde Türkçe güzel anlamına gelen Kucula gibi unvanlar vardır (Kuşan dönemi I- IV. yy arasıdır). Hatta Budizm Kuşanlar sayesinde cihanşumül bir din haline gelmiştir. Tamamen Türk adı olan MANAS kelimesi de bu dönemde Brahmaputra nehrinin bir koluna ad olarak verilmiştir.

Daha sonra Akhunlar (Hünaslar) dönemi gelir. Akhunlar daha sonra Gazneliler, Gurlular, Temürlüler’in de yaptığı gibi Afganistan’ı Hindistan’a bağlayan yol güzergâhında bulunan Gazne şehrinden hareket ederek Orta Asya’dan daha verimli olan ve daha fazla yağmur alan Pencap bölgesine doğru akınlar başlatırlar. Toraman ve daha sonra Mihrakula başkanlığında (515 – 550) Kuzey Hindistan’ı tamamen ele geçirirler. 557’de Batı Göktürk ve Sasani ittifakı sonucu Afganistan’da iktidarı kaybeden Akhunlar Hindistan’da da gerileme dönemine girerler. VII. yy başında ise Hintli racalar tarafından ortadan kaldırılırlar. Böylece İran-Afganistan ve Kuzey Hindistan’dan geçen ticaret yolu Akhunlar’ın elinden çıkar.

Ancak burada bir gurup Türk Şahiler 870 yılına kadar Afganistan – Hindistan sınırındaki Ohint’de varlıklarını sürdürürler. Daha sonra bunlar Gazneli Mahmud’un Hint seferlerinde önemli rol oynarlar. Hem Hindistan’da kurulacak Türk hakimiyeti için temel teşkil ederler ve hem de bugünkü Pakistan’ın ortaya çıkmasını sağlarlar.

Yukarıdaki açıklamalar bir yana, muhtemelen Ak Hun-Avarlar 4. asırdaki İran-Doğu Roma savaşlarında, Çin kaynaklarında isimleri Posih diye anılan Farsların yanında yer aldılar. Hatta Ammianus Marcellinus’ta ismi belki Kurum olan beyleri vasıtasıyla II. Şapur’a (309-379) desteklediler ve İran topraklarına girdiler. Zaten bu esnada Hindistan’ın kuzeyindeki Kushan hakimiyeti de sona ermişti. Onların yerini doldurmaya çalışanlar ise, 4. yüzyılın başlarından itibaren Guptalar oldu. Bunlar Grek ve Kushan kültürünün üstüne kendilerininkini ikame ettiler.

Orta Asya ve Türkistan’da bütün bunlar yaşanırken Ak Hunlar, M.S. 400 yıllarında Juan-juanların baskısı altında, Cungarya steplerinde bulunuyorlardı ve Behram Gur’un (420-438) saltanatı sırasında, 250.000 kişilik bir kuvvet ile Horasan bölgesine de yerleştikleri söylenirse de, biz buna tereddütle bakıyoruz. Bu vesile ile Ak Hunlardan (Yüe-ban) bir elçinin Juan-juan ülkesine gitmesi sebebiyle, ilginç bir hadise anlatılır. Buna göre Ak Hun heyeti Juan-juan memleketine yaklaştığında bu halkın çok pis olduklarını gördüler ve umduklarını bulamayıp, geri dönünce, Juan-juan hükümdarı Ta-tan buna çok kızdı. Dolayısıyla iki devlet arasında düşmanlık peyda oldu. Bununla birlikte Ak Hunlar 425’lerde iyice güçlenerek Yüeh-chi topraklarını ele geçirdiler ki, bunun bir kısmı olan Kidara bölgesini de nüfuzları altına aldılar.

Ak Hunların, Sasanilerin karşılarına çıkmaları ve eski İran topraklarının zaptı, Sasani devlet adamlarının derhal tedbirler almalarına neden oldu. Bu yüzden Sasani vezirleri Türk hakanına epey para teklif edip, ülkelerinin istilasını ertelemesi için yalvardılar. Bu istek Ak Hun hükümdarının da aklına yatmıştı. Zaten amaç yeni araziler kazanmak değildi. O, Merv üzerinden karargâhına dönmeye başladığı sırada (427), Sasani hükümdarı Behram Gur çok akıllıca davranıp, güya avlanmak maksadıyla Kafkasya’yı aşıp, Hazar’ın kuzeyinden Aral’a doğru indi. O esnada buna kimse anlam verememişti, çünkü ülkesi tehlikedeydi ve o av düşünüyordu. İranlı casuslar Ak Hun hakanının Merv bölgesindeki Kuşmihan’da konakladığını, tedbirsizce eğlendiği haberini ilettiler. İranlılar bu sırada Türk hakanına birçok da hediye getirdi. Türkler hiçbir şeyin farkında değillerken, bir gece ansızın dört koldan Ak Hunlara saldırdılar. O kadar gürültü ve hengâme çıkarmışlardı ki, Türkler bütün Sasani ordusunun taarruz ettiğini sanıyorlardı. Hunlar kendilerini toparlamaya bile imkân bulamadı ve bu başarı yüzünden Behram’ın şöhreti arttı. Belki bu savaşta Ak Hun yabgusu da öldü, hazinesi İranlıların eline geçti ve herhalde iki ülkenin arasındaki sınır Amu Derya (Ceyhun) olduğu gibi, hudut hattına bunu belirleyen birtakım taşlar dikildi. İşte bu vesileyle meşhur Belazuri eserinde Horasan’ı anlatırken Ak Hunlara (Heyatile) değinir ve onların Türk olduğunu söyler.[21]

Sasanilerle, Ak Hunlar arasındaki bu anlaşmaya rağmen, bir süre sonra ilişkiler bozulmuş olmalı ki, Behram’ın halefi II. Yezgird (438-457) zamanında Ak Hunlar Semerkant, Buhara ve Belh havalisini zaptettiler. Ayrıca 435-439 tarihleri arasında bir Kanglı (Kengeres) beyinin Çin’e elçi gönderdiği hakkında bilgilere sahibiz. Fakat Tardu unvanını taşıyan bu kişinin Ak Hun hükümdarı mı, yoksa ona bağlı bir bölge beyi mi meselesi meçhul olmakla beraber, Çinliler de aşağı-yukarı aynı yıllarda Eftalitlerle münasebet kurmuşlardır.

Dolayısıyla başlangıçta Hintlilerin yabancı manasına gelen “Mleçha” diye andıkları Ak Hunlar, Hindistan’ın kuzeyinde de 5. asrın ikinci yarısında varlıklarını iyiden iyiye hissettirmektedirler.

Bunun yanısıra Sasani-Ak Hun mücadelelerine kısaca da olsa değinen Priscus; İran’a Kafkasya ve doğudan saldıran bu Hunlara Kidara der. İşin ilginç yanı birbirleriyle düşman olmalarına rağmen Sasaniler bu Kidara Hunlarına karşı Bizans’a bile yardım çağrısında bulunmaktaydı ve Ak Hun-Eftalitleri bir şahıs adı veya kahraman manasına geldiği de söylenen ve Çin kaynaklarında Ki-to-lo biçiminde yazıldığı belirtilen Kidara’nın devamı olarak görenler vardır.

Neticede Türklerle, Sasaniler arasında birkaç küçük vuruşmanın ardından 454 senesinde İranlılar bir yenilgiye uğradılar. Dolayısıyla Türkistan ve İran’ın doğu taraflarında üstünlük yeniden Türklere geçti ki, bu bozgunlardan sonra II. Yezgird’in Sicistan bölgesi valiliğini oğlu Firuz’a, hazinesini de Behram Gur’un torunlarından birine bıraktığı söylenir[22]

Yezgird’in 457 tarihinde ölümü üzerine ülkede bir iktidar kavgası yaşandı. Esasında şahlık Firuz’un hakkı olması gerekirken, bu görev Hürmüz’e verilmişti. Dolayısıyla başkentten çok uzakta bulunan Firuz’un elinden taht gaspedilmiş gibiydi. Bu ise Ak Hunların, Sasanilerin iç işlerine karışmasına fırsat doğurdu. Çünkü Firuz çareyi Türklerden destek aramakta bulmuştu, ancak Türk hakanı Aksungur (Kun Kan) önce tahtın kimin hakkı olduğunu araştırdı. Ak Hun beyi Aksungur (Kun Kan) Türklere bazı toprakların verilmesi sözü karşısında, himayesine aldığı Firuz’a kendisinden haber gelmeden harekete geçmemesini ve Elburuz civarındaki Talekan’da oturmasını bildirdi.[23]

Herhalde Firuz da o günkü şartlar içinde herşeyi kabul etti.

Bütün bunlardan sonra neredeyse otuzbin kişilik bir Türk ordusuyla desteklenen Firuz, Rey şehri yakınlarında zalim birisi olduğu söylenen Hürmüz’le karşılaştı. Bu harbi Firuz kazandı ve 458’de Sasani tahtına çıktı. Tabiki buna karşılık o, Türklerle yaptığı anlaşma mucibince Ceyhun kıyılarındaki Tirmiz ve Vasgirt gibi yerleri Ak Hunlara bıraktı ve Firuz da düşmanı olan kardeşini öldürtmeyip, hapsetmekle yetindi. İşte böylece Türkler, 460 sıralarında doğuda Tarım Havzası’nın batı bölümüne, kuzeyde Amu Derya ve Sır Derya arasındaki Maveraünnehir ve Tanrı Dağlarına kadar olan yerlerde hüküm sürmeye başladılar[24]

Kaynaklardan anlaşıldığına göre; fazla zaman geçmeden Ak Hun-Sasani münasebetlerinin bozulduğu ortadadır. Türklerin kendisine yardımına karşılık, Firuz daha önceki anlaşmaların birinde kız kardeşini (ya da kızını) ve bir miktar haracı Ak Hun hükümdarına ödemeye and içmişti ki, o sözünü tutmadı. Çünkü kardeşini bir Türk’e gelin göndermeyi gururuna yediremediğinden, yerine başka bir kızı yolladı. Bu kişiye, kim olduğunu gizlemesi için sıkı sıkıya tembih edildi. İranlıların gönderdiği kız yalanının ortaya çıkıp, başına bir felaket gelmesinden korktuğu için durumu Türklere anlattı. Onlar da, dürüstçe davranan bu kızı bağışladılar. Fakat Türk beyi, Sasani şahının bu kalleşliğini unutmadı. Bunun üzerine Ak Hun beyi Sasani şahından kendisine en iyi komutanlarını, bir savaş gerekçesiyle yollamasını istedi. Hunların yanına varır-varmaz bunların bir kısmı öldürüldü, bazıları da sakat bırakılarak geri gönderildiler. Böylece Türklerle, Farslılar arasında 464 senesinde yeni savaşlar patlak verdi. Ancak bunların nasıl sonuçlandığı bilinmemekle beraber, 475’lerden itibaren Türk ve İran tarafları tekrar silahlarına sarıldı. Türkler bilinçli olarak harp meydanında sahte ricat taktiğine başvurdular. Ak Hun ordusu geri çekilirken, askerlerin bir kısmı dağ yamaçlarına saklanıyordu. İranlılar ise zafer kazandıklarını sanarak, topyekûn Türklerin peşinden koşmaktaydılar. Halbuki bazı komutanlar tehlikenin farkına varmışlar, ancak Firuz’a bunu açıklama cesaretinde bulunamamışlardı. Bu sırada Sasani ülkesindeki Eusibius adlı Bizans elçisi, Firuz’un bu tedbirsizce saldırısına şaşırmış ve vaziyeti kendisine söylemişti. İranlı kumandanlar da ondan yana konuştular. Ama artık iş işten geçmiş, İranlılar bir çember içinde kalmışlardı. Nihayet yapılan çarpışmada Firuz ele geçirildi. Türk hakanı ona, “sana asker ve hazine göndererek şah yaptım ama, sen bir nankör gibi davrandın, bu sahtekârlıkların sebebi nedir” diye sormakla birlikte, ayaklarını öperse canını kurtarabileceğini söyledi. Bir devletin hükümdarı için böyle bir yüz karasıyla yaşamak mümkün değildi, fakat aksi takdirde de hayatından olacaktı. Firuz din adamlarıyla toplantı yaptı. Onlar da bu tür birşeyi uygun bulmuyorlardı. Bu esnada şahın aklına bir fikir geldi. Güneşe tapan Firuz eğer gün doğarken bu töreni gerçekleştirirse güya Türk hakanını da kandırmış olacaktı. Bu suretle sabahın ilk ışıklarında Aksungur’un (Kun Kan) yanına geldi ve ayaklarına kapandı.[25]

Bu hadiseyi Türk ve İranlı askerler de hayretle seyretti, ama o bu kurnazlıkla canını da kurtardı.

Fakat bir süre sonra durumunu güçlendiren Firuz, yeniden Türk topraklarına akınlara başladı. Verdiği sözü çabuk unutmuştu, ama o anlaşmayı bozan taraf gibi de gözükmek istemiyordu. Ak Hun-Sasani hattındaki sınır sütunlarını Ak Hun topraklarının içine doğru kaydırttı. Bu ise Türkleri daha da kızdırdı, çünkü İran şahı birtürlü uslanmıyordu. Dolayısıyla bir savaş hali yeniden doğdu. Ama Firuz’un askerleri pek harbe niyetli değillerdi. Komutanlar Firuz Şah’a, Ak Hun-Eftalitler karşısında yenilginin mukadder olduğunu, bu yüzden “bizi savaşa götüreceğine, başımızı kes, daha iyi” diyorlardı. Bu kez Aksungur (Kun Kan), İranlılar muharebe alanına ulaşmadan evvel etrafa hendekler kazdırıp, üstlerini kapattırdı[26]

Türkler önceki harpte de yaptıkları gibi, onlara karşı tarihi Türk savaş usulü olan Turan Taktiğini yeniden kullandılar.[27]

Sasaniler, Türkler korkup kaçıyor sandılar ve hızla hücuma geçince de, bu hendeklerin içine düştüler. Hem bundan ötürü, hem de Ak Hunların karşı saldırısı yüzünden epeyce İranlı öldü ve bir kere daha yenildiler. Ancak bu sefer Firuz’la beraber oğulları da canlarından oldular.

Bununla birlikte Firuz’un ölümü hususunda değişik rivayetler vardır ki, bunlardan birisi onun da adamlarıyla hendeğe düşerek hayatını yitirdiği, diğeri de esir alındıktan sonra öldürüldüğü yolundadır.[28]

Bu sırada Firuz’un yenilgisini işiten Horasan’ın Sicistan valisi Suhra’nın, 100.000 kişilik bir kuvvetle harekete geçtiği duyuldu. Aksungur (Kun Kan) bu beye bir mektup göndererek, savaşı kendisinin değil, Firuz’un başlattığını söyledi. Nihayet anlaşmaya varıldı ve Suhra’da geri döndü.

Tarihi hadiselere baktığımızda, Suhra’nın yardımıyla Firuz’un yerine oğlu Kavad’ın tahtta çıktığını anlıyoruz. Fakat amcasıyla onun arası açıldı ve iktidardan uzaklaştırıldı. O da babası gibi Ak Hunlardan yardım istedi ve bu sayede amcası Balaş’ı yenip, 484 senesinde Sasanilerin yönetimini üstlendi ve o, daha önceden kararlaştırılmış haraçları Türklere ödedi[29]

Hunların bu batı kolu Kuzey Hindistan’da uzun yıllar hâkim olan, bazan Hint tarihinin altın çağı diye yorumlanan ve ilk ortaya çıktıklarında Kushanlara bağlı bulunan, 455’lerden sonra Kumaragupta’nın ölümüyle çöküş dönemine giren Gupta Devletini de 470’lerde dağıttılar (Dördüncü yüzyılın ilk yarılarında yükselmeye başlayan Guptalar, Hindistan’da Saka ve Kushan hâkimiyetine ciddi darbeler vurdular.[30]

Hindistan’ın kuzeyindeki fetih hareketlerini 480’lerde de sürdürdüler. İşte yukarıda da değindiğimiz üzere, bir müddet sonra patlak veren anlaşmazlıklardan dolayı 484’te, Amu Derya kıyılarında Sasani hükümdarı Firuz’u yenen, yabgu unvanını da taşıyan Ak Hun Kağanının adı, Bizanslı tarihçi Theophanes’te “Ephthalanos” şeklinde geçmektedir ki, onlara bazan tarihi belgelerde Eftalitler denmesinin sebebi de bununla bağlantılıdır. Ama yine de Eftalit adının manası henüz açıklığa kavuşturulmamıştır ki, bizim bu konudaki düşüncemiz “Apa Tölös”ten gelebileceği yolundadır.[31]

Firuz’un 484 yılında ölümü üzerine Sasanilerin direnci kırılmış, Horasan sınırındaki Merv yolu üstünde bulunan Herat, Yabgu Aksungur’un komutasındaki Ak Hunların eline geçmişti (Yukarıda da anıldığı üzere 484 yılında Sasani Firuz’u yenen Ak Hun başbuğunun adının Akşunvar olduğu kaydedilmiştir ki, Bizanslı tarihçilerde bu ad Ephthalanos biçiminde geçer. Bizce bu ad Akşungar=Aksungur olmalıdır).

Bu sırada meydana gelen Mazdek İsyanı ise İran’ı sosyal bir uçuruma sürükledi. Amcasını yenerek, tahtta çıkan Şah Kavad (484-531) Mazdek’e inanmış, rivayetlere göre bu sapık adam bir gün şahtan karısını bile istemiş, ancak onun tarafından tutuklanmıştı. Yapacağı hiçbir şey kalmayınca, güzelliği ve cazibesiyle meşhur kız kardeşinin hapis yattığı zindanın bekçisini kandırınca, tutsaklıktan kurtulan Kavad (ya da Kubad) iktidarı yeniden ele geçirebilmek için Ak Hunlara sığınmak zorunda kaldı ve bu sıralarda bir Türk kızıyla evlendi. Ak Hunların 30.000 kişilik Türk gücü 498-499 senelerinde bu isyanı bastırdı ve 502’lerde Mazdek taraftarları ortadan kaldırıldı. Böylece yerine tahtta oturtulan kardeşini de aradan çıkardı.[32]

Tabii ki bu yardımın bir maddi karşılığının da olduğunu düşünebiliriz. Yine bazı tarihçiler, bu Türklerin bir kısmının İran-Bizans harplerinde Sasanilerin yanında yer aldıklarını, hatta bu askerlerin Anadolu’nun doğu ve güneydoğusunda faaliyette bulunduklarını belirttikleri gibi, buradaki savaşlarda meşhur bir Ak Hun beyinin Harranlılar tarafından esir alındığı ve sonradan bırakıldığı da söylenir.

Neticede pek çok çocuğa sahip Kavad, Mazdek yanlısı büyük oğlunu tahttan uzaklaştırarak, kaynaklarda ilk önceleri Mazdek’le içli-dışlı bulunduğu vurgulanan diğer oğlu Hüsrev Anuşirvan’ı veliaht olarak atadı. Bu destek karşılığında Türklerin aldıkları mükâfat sebebiyle, Sasani hazinesi adeta boşaldı. Bununla birlikte dini bir sapık olarak kabul edilen Mazdek, aslında Zerdüşt inancına (Mecusilik veya Mazdeizm) mensup bir kişi iken, yeni bir mezhep kurarak, ortaya farklı prensipler atmıştı. Ateşi konuşturduğu hilesi ile Şah Kavad’ı kendine bağlamıştı. Onun öğretisine göre, dünyada haram ve namus denen bir şey yoktur, taşınır-taşınmaz mallar herkesin, kadınlar erkeklerin ortak malıdır, sade yaşanmalı, et yenmemelidir vs. Aralarına sadece gözünü mal-mülk hırsı bürümüş, hırsızlar, arsızlar ve caniler de girmiş idi. Bu öğretiler neticesinde kendi nefislerini tatmin etmek amacıyla her türlü kötülüğü yaptılar. Babalar öz çocuklarını, çocuklar kendi babalarını bilmiyorlardı. Başlangıçta İran halkı tarafından iyi karşılanan ve tarihteki ilk komünist hareketler arasında sayılan bu mezhep, daha sonra sosyal buhranlara sebep oldu ve Mazdek de öldürüldü. Muhtemeldir ki, bu hadiseler meşhur Şahnâme’ye de kaynak oldu.

Ak Hunlar bu arada kendi soydaşları olan Tölös boylarına da akınlar yapıyorlardı (506). Bu saldırılar neticesinde Tölöslerin güney kısmı tamamen çökmüş olmasına rağmen, bundan kısa bir müddet sonra yine Ak Hunların desteğinde kendi yurtlarına döndüler, ama epeyce de hırpalandılar.[33]

Kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla merkezleri Herat havalisindeki Badgis civarlarında bulunan Eftalitler, 6. asırda Afganistan’dan Doğu Türkistan’ın ortalarına kadar uzanan bir alana sahiptiler ve onlar Kağanları Törümen (Toraman) zamanında Kuzey Hindistan ve Türkistan’ın büyük bir bölümüne hâkim idiler. Yine bu sıralarda bir kısım Hun-Eftalitlerin Hristiyanlığa da geçtiği söylenirken, Hindistan’daki bazı Budist mabetlere saldırıları da vakidir. Bu döneme ait bazı arkeolojik malzemelerden olan mühürler üstünde Törümen için, Hunların hakanı manasına gelen Huna-raja yazısı ile paralarda Kök Türk-Uygur döneminin tamgalarını görüyoruz. Dolayısıyla Törümen (Toraman) çağına ait belli başlı Eran, Kura, Gwalior olmak üzere üç kitabe mevcuttur ki, bunlarda üç millete ait “Maharaca, Şah, Yabgu” unvanları geçer ve onun ünü çok sonraki devirlere kadar ulaşmış olup, El-Biruni’de “Türk Şah” diye anılır.

Kuzey Hindistan ve Pencap civarlarında faaliyette bulunan Törümen’in hakanlığı zamanı pek açık değildir. Hint kaynaklarına bakılarak ondan sonra tahtta çıkan bazı oğullarının isimleriyle karşılaşıyoruz ki (mesela Pravarasena), bunların transkripsiyonları tamamen Hintçe olsa da, zaman zaman bölgedeki Ak Hun hakimiyeti abartılarak kötü gösterilmeye çalışılsa da Türk geleneği ve tesiri yüzlerce yıl sürmüştür. Ancak bu tarihlerde Türkistan’daki en güçlü Türk beyi herhalde Aksungur (Kun Kan) idi ve Törümen de muhtemelen ona bağlı hareket ediyordu (Egemenliği altında otuzdan fazla yönetici veya bölge bulunan Ak Hun hükümdarını 520 senesinde Gandara’da ziyaret eden Çinli seyyah Sung Yün, onun unvanının “tigin” olduğunu bildiriyor.[34] Ama malum olduğu üzere tigin, Kağan’ı karşılamaz. Muhtemelen bu Törümen’in hükümdarlıktan önceki sanıydı. Bir başka iddia da, Aksungur deg Törümen’in aynı çağlarda yaşadığı, birinin Türkistan ve İran’ın doğusunun hâkimi, diğerinin de Hindistan’ın kuzeyinin idarecisi olduğu yolundadır.[35]

Onun, Guptalara ait önemli merkezleri ele geçirdiği anlaşılıyor. Görüleceği üzere 5. yüzyıl ile 6. asrın başları arasında Hunların değişik kolları hem Avrupa, hem de Asya’da hâkim vaziyetteydiler.

Türkçe unvanının “boyla” olduğunu sandığımız Törümen’in oğlu Mihiragula (515-550) çağında ise en azametli devirlerinden birini yaşayan Ak Hunlar, Budistlere karşı cephe almışlar ve onları kontrol altında tutmaya çalışmışlardı (Bu adın Çince Mo-hi-lo-ku-lo (belki Börü Alp Külüg) şeklinde yazıldığı, anlamının Hintçe karşılığının da güneşle ilgilendirilen Mihira’dan farklı olduğu vurgulanır[36] ki, biz de buna katılmaktayız.).

Hindistan bölgesini 6. asrın ilk yarılarında gezen Bizanslı Cosmas Indikopleustes’in eserinde, Hindistan’ın en kuvvetli hükümdarı ve Attila’sı (Ata İllig) olarak, Boyla Mihira (Mihiragula) gösterilir.

Bunun yanısıra Ak Hunların 516’da Çin’e bir elçi gönderdikleri vakidir. Onlar Sasani ordularıyla beraber Güneydoğu Anadolu’daki Bizans arazilerine de yürüdüler. 515’ten 520’ye kadar geçen sürede Ak Hunların nüfuzu Ganj havzasına kadar uzadı. Ancak 530 tarihlerinden sonra fetih hareketlerinde bir duraksama vardır. Merkezi bugünkü Keşmir-Pakistan sınırındaki Sialkot yakınlarındaki Sakkala’da bulunan, sayısız suvarisi ve 2000 kadar fili (yagan) olan Boyla Mihira (Mihiragula) çağından kalma ondan fazla kitabe mevcuttur ki, bunlarda onun da tıpkı diğer Türk hükümdarları gibi gücünü Tanrı’dan aldığına ve kahramanlığına değinildiğini görüyoruz. Ayrıca bunlardan biri olan Uruzgan Yazıtında, bu bölgenin yani Kandahar’ın kuzey-doğusunun onun yaylağı olduğu anlaşılıyor. Havalide yapılan kazılarda, Boyla Mihira’nın (Mihiragula) kullandığı mühürlere de rastlanılması ilginçtir. Ordugah olarak Sakkala’yı seçmesinin sebebi; Kuzey Hindistan seferlerini idare edebileceği en uygun yer olmasıdır.[37]

Onun hakanlığının son zamanları ise karışıklıklar ve toprak kayıplarıyla geçmiştir.

Altıncı yüzyılın ilk yarılarında Ak Hunlar bütün Doğu ve Batı Türkistan ile Hindistan’ın kuzey taraflarına hâkimdiler. Bu sıralarda Budist metinleri Çin’e getirmek için Hindistan civarlarına gönderilen rahiplerden birisi olan ve 519’larda Ak Hunları ziyaret eden Sun Yün’ün notlarına baktığımızda; bu Türk ülkesinin gayet sulak ve verimli topraklara sahip olduğunu, halkın keçe çadırlarda yaşadığını, konar-göçer bir şeklide hayatlarını sürdürdüklerini ve bu vakitlerde kırktan fazla memleket temsilcisinin Ak Hun Kağanına saygı sunduklarını, onun da bu insanları büyük bir hakanlık otağında, ayakları altından kut kuşu (veya Türk Kuşu/Tugrul Kuşu) (Belki de Türkistan ve Sibirya Türklerinin Umay Kuşu’dur) şeklindeki bir tahtta, ipek elbiseler içerisinde katunla beraber kabul ettiğini öğrendiğimiz (K.Yıldırım, 30/1, İzmir 2015, s.282-290; Gömeç, s.72.) gibi; buralarda kalabalık bir Türk nüfus varken, hâlâ bazı sülaler ile adlandırmalar da o çağa aittir. Ancak Boyla Mihira (Mihiragula) 550 senesinde öldükten sonra ülkede istikrarın bozulduğu anlaşılıyor. Muhtemelen Ak Hunlar onun ardından bölünme problemleri yaşadı. Buna bağlı olarak kuzeydekiler batıya, Sasani topraklarına doğru yayılmak zorunda kalırken, güneydekiler Zabulistan’a da ad vererek, güneydoğuya doğru kaymışlardır.

Vaziyet işte böyleyken, Orta Asya’nın ipek ticaretini elinde bulunduran Ak Hunlarla, Juan-juanlar arasında muhafaza edilen siyasî denge Kök Türklerin bu sırada ortaya çıkmasıyla bozuldu. Kök Türk Kağanlığı iktisadi refahı için bu yolu her ne surette olursa olsun ele geçirmek zorundaydı. Onlar da biliyorlardı ki, bir devlet sadece savaş gelirleriyle ayakta duramazdı. Bu dengenin kendi lehine dönmesini isteyen Kök Türkler, Ak Hunları Kağanlıklarına bağlamayı amaç edinmiş ve İstemi Yabgu İslam kaynaklarında ismi de zikrolunan kızını, 531 tarihinde babası Kavad’ın yerine tahtta çıkan Anuşirvan’a vererek Sasani şahlığı ile 556’da anlaşmıştı. Ancak bundan kısa bir süre önce İstemi’ye bağlı güçlerle, Ak Hunların büyük çaplı bir savaşları söz konusu değilse bile, herhalde birbirlerinin sınırlarına tecavüzlerde bulunuyorlardı.

Bu hâl Sasaniler için de geçerliydi. Buna rağmen yeni yeni ayaklarının üzerinde durmaya çalışan Kök Türk Kağanlığının yöneticileri Ak Hun Türkleriyle tek başlarına uğraşmayı hâlâ göze alamadıklarından, Sasanilere birlikte hareket teklifini götürdükleri ortadadır. Bu sırada Anuşirvan’ın yanında Katulphos diye kaynaklara adı bozulmuş şekilde geçen bir Ak Hun danışman vardı ve o bu anlaşmayı yapmaması için şaha telkinlerde bulundu. Ama Anuşirvan’ın da böyle bir durumu canla-başla kabul ettiği iddia olunmaktadır. Çünkü o bu suretle dedelerinin intikamını yine Türkleri birbirlerine kırdırarak almış olacaktı. İran için bu bulunmaz bir fırsattı. Kazanacakları zafer ve toprakla yeni atlattıkları buhranın izleri silinecek, Firuz ve Kavad çağında yitirilen itibar tekrar sağlanacaktı[38]

Bu ittifakın oluştuğu vakitlerde Çin’de de, Kuzey Chou hanedanlığı kuruluyordu. Neticede Kök Türk orduları yürüyüşe geçerek Maveraünnehir bölgesinin büyük bir kısmını aldılar. Bu sırada Anuşirvan daha yolda idi. Ak Hun ve Kök Türkler Buhara’nın güneyindeki Nahşeb önlerinde karşılaştılar. Ak Hun beyi Apar (Varz?), bu mücadelede hayatını kaybedince, Ak Hunların Maveraünnehir’deki arazileri 558 senesinde Nahşeb şehrine kadar Kök Türklerin eline geçti.[39]

Böylece 8. asra kadar Türkistan’da yaşadıkları düşünülen, Ak Hunların Asya’daki hâkimiyeti sona erdi.

Türkler, yeni geldikleri yerlerde törelerini ve dillerini bu insanlara benimsettikleri gibi, onların da medeniyet ve dillerinden etkilenmiş oldukları şüphesizdir. Milattan sonra 448’den 550 senesine kadar Hindular ile Ak Hunlar arasında devam eden münasebet ve barış sebebiyle bir topluluktan diğerine âdet ve dillere geçmiş olabilir. Görülüyor ki, çok eski devirlerden beri Hindistan’ın bazı bölgelerinde Türklerin uzun müddet yaşamaları ve buna binaen derin izler bırakmaları, bütün bu çevrelerde sakin birtakım yerli toplulukların atalarının Türklere dayanmasına şüphe bırakmamaktadır.

Ak Hun-Avarlarla alâkalı bu geniş izah bir yana Toharistan Fergana, Maveraünnehir, Sogd ve Hive çevresine değin, bilhassa ticaret merkezlerine gelip yerleşen eski İran toplumunun Türklerle asırlarca devam eden ilişkileri neticesinde, bunlar zaman içerisinde kendi dil ve kültürlerini yitirip, Türk ahalinin aralarına karışmaları ihtimal dışında olmadığı gibi, sürekli kuzeyden güneye göçüp, İran’ın doğusundan itibaren Hindistan sınırlarına kadarki bölgeyi kendilerine yurt tutan Türk boyları yerleştikleri topraklardaki halkı, bir bakıma kendilerine benzeterek nüfuzları altına sokmaları göz önünde bulundurulursa, muhteşem Türk kültürünün İran toprağında da kök saldığını söyleyebiliriz. Bunu dil bakiyeleri, yer adları ve arkeolojik kalıntılar ile gelenek ve göreneklerde tespit etmek mümkündür.

Hindistan’ın kuzeyi ve Maveraünnehir havalisinde hâkimiyeti ele geçiren Kök Türkler, bölgenin yerli Türklerinden beyleri Kabil, Gazne, Kandahar, Keşmir gibi merkezlerde makamlarında bırakırken, başkentten yolladıkları yarı askeri, yarı sivil vali durumundaki başta şad, ilteber, irkin, çor, ışbara, tarkan vs. unvanlı kişilerle oraları kontrol altında tutmaya çalıştılar. Meşhur Çinli rahip Hsüan Tsang yedinci asrın ilk yarılarına ait hatıralarında; bu çevredeki Türk nüfuzunu ve bilhassa Tonga Yabgu ile onun oğlu Tardu Şad’a dair bilgileri bize kadar ulaştırmıştır.[40] Dolayısıyla Hunların mirasını devralan Kök Türk Kağanlığının buralarla ilgilenmesi boşuna değildir. Yani çok eski çağlardan itibaren söz ko-nusu coğrafya Türkler tarafından yurt tutulmuş idi. Ak Hun ve Kök Türklerin devamı olarak da bu bölgedeki idareler için başta İslam kaynaklarında Türk Tiginler, Türk Şahlar veya Türk Şadlar adlan-dırmaları da önemlidir.

Türk milletinin fetih hareketleri eski ve yeni dünya üzerinde derin izler bırakmış, tarihin yazdığı en muhteşem hadiselerdendir biridir. Bunun neticelerine şöyle bir baktığımızda; belki de en mühimi, Avrupa’nın ortasında, Macaristan merkezli yeni bir Türk devleti kuruldu. Roma arazisine kaçan halklar burada büyük karışıklıklara neden oldular ve dolayısıyla sosyal düzen bozuldu. İç isyanlar çıktı ve bu ülke resmen ikiye ayrılarak, bir daha eski gücüne asla ulaşamadı. Tabii ki bu vaziyet Avrupa’da siyasi dengeleri de dağıttı. Bu arada Avrupa’nın batısına kadar giden topluluklar, küçük kralcıklar ve devletçikler teşkil ettiler. Franklar bugünkü Galya’ya, Saksonlar İngiltere adasına, Vandal, Vizigot ve Alan gibi halklar da karışarak İspanyolların temelini attılar. Bunun yanı sıra Kavimler Göçü’nde birbirinin tersi olarak iki sonuç daha göze batmaktadır: Biri, medeniyet yolunda büyüklük ve kuvvette yük-sek bir dereceye ulaşmış bir milletin, kuruluş durumunda bulunan bir halk ile teması meydana geldiğinde ya o milleti Romalıların ve Çinlilerin yaptıkları gibi kültürleri içine almışlar veyahut da Amerika, Avustralya ve Afrika’da görüldüğü üzere sömürge siyaseti izlemişlerdir (Gömeç, Berikan Yayınevi, 2019, s. 29). Bu iki ayrı yolda yürüyen halkın birbirleriyle çar-pışması, gelişmiş kavmin maddi kuvvetinin bozulduğu bir zamana rastladıysa, ilmi seviyesi yüksek olan millet büyük maddi güç önünde yenilmiş, fakat tarihi gerçeklere binaen kültürü icabı, manevi kuvvetinin yüksek bulunması sebebiyle, yalnız maddi gücüne dayanan galip devleti geçici olarak tesiri altına sokmayı başarmıştır. Eski Türk kavimleri ve hakanları da bu ilkelere göre, sahip oldukları topraklarda önlerine çıkan engelleri aştılar. Ancak gittik-leri yerlerdeki başka halkların dili ve âdetlerini de maalesef aldılar ki[41], bu da onlar için övünülecek bir şey değildir.

Dolayısıyla Türk tarihinde her iki durumu da görmek müm-kündür. Yani anayurt topraklarından uzaklaştıklarında bazı Türk hanedanları zaman içinde varlıklarının sebebini unutup, bulundukları coğrafyalardaki halkların kültürlerini alarak erimişlerdir ki, bunlara örnek olarak Avar, Bulgar, Mısır Türk Memluk devletleri gösterilebilir. Tabi bunun çeşitli sebepler vardır ki, en belli başlıcası nüfus hadisesidir.[42] Meseleye diğer yandan bakacak olur-sak; bu muhteşem millet Çin’in kuzeyinin, bugünkü Moğolistan yaylalarının, İran, Irak, Suriye, Kafkasya, Karadeniz’in kuzeyi, Balkanlar ve Doğu Avrupa’nın etnik teşekkülüne katkıda bulunmuş-lardır ki, söz konusu coğrafyalar incelendiğinde Türk tesiri açıkça belirir (Gömeç, Berikan Yayınevi, 2019, s. 30.). Bununla beraber Türk-Hun Devleti M.Ö. 3. asrın başlarında Börü Tonga (Tokta/Mo-tun) Yabgu sayesinde yeniden toparlandı-ğı sıralarda, tarihi Türk yurdu Ötüken’in batı taraflarında Yüeh-chiler bulunuyordu. Belki bu yıllarda Hunlardan bile üstündüler, çünkü Hun tigini Börü Tonga’nın (Tokta/Mo-tun) onların yanında rehin tutulması buna delil olarak gösterilebilir. Ordos’un (Ordus/Ortu) batısında Kansu’nun bereketli topraklarında yaşı-yorlardı. Ama buralara muhtemelen daha sonra, Türklerin zayıfla-dığı yıllarda gelmişlerdi. Ayrıca pek çok ticaret yolu da Yüeh-chi topraklarından geçmekteydi. Ordularının yönünü batıya çeviren Börü Tonga (Tokta/Mo-tun) Yabgu, M.Ö. 203 tarihinde onların üzerine yürüdü. Batılı araştırmacılar tarafından İndo-Germen gö-rülen, ancak bu konuda hiçbir sağlam delil bulunmayan, hatta Çin yıllıklarında zaman zaman Türklerle irtibatlandırılan ve rakipleri-ni herhalde küçümseyen Yüeh-chiler de hezimete uğradılar. Türk hakanı belki esaret yıllarında kendisine yapılan hakaretlerin intikamını da bu suretle aldı.

Bu yenilgi Yüeh-chilere çok pahalıya mâl oldu ve iki gruba ayrıldılar. Daha sonraları Tibetlilerle karıştıkları da belirtilen Kü-çük Yüeh-chi denilen kısımları eski yurtlarında, Tibet’in dağlık mıntıkalarında kalırken, Büyük Yüeh-chiler diye anılan topluluk ise herhalde ölen hükümdarın eşinin başkanlığında, önlerindeki Sakaları iterek, kültürlerinden de etkilendikleri Hindistan’ın ku-zey-batısına doğru kaydılar. Güneylerinde kendilerinin de ilişki-lendirildikleri Toharlar, batılarında ise İran veya Partlar (An-hsi), kuzeylerinde de Semerkant beylikleri bulunuyordu. Küçük yerel idareler altındaki Baktriya’yı (Ta-hsia) hâkimiyetlerine soktular, merkezleri Bedehşan’daki Lan-shi idi ve onlar tarihte Kushan diye anılan idareyi kurdularsa da, herhalde Türklerden yedikleri darbeyi asla unutamadılar[43]

İşte Kuzey-batı Hindistan civarlarındaki çeşitli topluluklar üzerinde Milattan sonra 425 yılına kadar hüküm süren ve M. önce 2. asırda ünlü Chang-ch’ien onları ziyaret ettiğinde Hindukuş’un kuzeyindeki Kushanlıların yerine geçen ve Kök Türk Kağanlığı tarafından 6. asrın ikinci yarılarında hâkimiyetlerine son verilen Ak Hun-Eftalitlerin sahip olduğu toprakların doğusundan, Hindistan’ın batısına doğru uzayan bölgede Peştu/Peştun namıyla Turanlı (Her ne kadar Peştunları Turanlı bir halk, hatta Halaçlarla bile ilgilerini gösterenler mevcut ise de, buna henüz tereddütle bakmak lazımdır. Umumiyetle Afganistan’ın yerlisi ve İndo-Aryan bir kavim şeklinde görülürler. Ancak Af-gan veya manası “Dağlı” demek olan Peştunların ırki hususiyetlerinde Türk ve İran tesirinin varlığı da inkâr edilemez[44] olduğu da söylenen bir kavim yaşadığı gibi, Herat’ın güneyinden başlayarak kuzey-doğuda Gazne ve Lamican çevresiyle, güneyde Sicistan, doğuda Süleyman Dağları vadileri arasındaki sarp ve engebeli arazide Ak Hun-Eftalitlerin boşalttığı yeri doldu-ran ve Arap müverrihlerinin bazan Kabil Türkleri diye de andıkları, kolay boyunduruk altına sokulamayan, Helmend vadisi ile Herat arasındaki bölgede yaşayan Gurlar (Afganistan’daki Herat ile Gazne arasındaki bölge Gur diye anılıp, ahalisi de Gurlular diye bilinir.[45] ikamet etmekteydi ve en önemli yerleşim birimleri de Firuzkuh idi.

Oğuz Kağan Destanı’nda da Gur adı, Hint bölgesinin meselelerinin yoluna konulması vesilesiyle geçer ki, bu konu destanda şöyle anlatılıyor: “Mevsim kış olmuştu ve Oğuz Kağan, kimsenin kendisinden geri kalmamasını emretti. Boyun eğmeleri için Gur taraflarına elçi yollandı, vergi istendi. Kabul ettikleri takdirde kendilerine dokunulmayacağı, direnirlerse savaşın çıkacağı bildirildi. Gur hükümdarı Oğuz’un elçisini saygı ile karşılayıp, iyi bir şekilde ağırladı. Bağlılığını arz etti. Kendisi de, Oğuz’un yanına giderek, her sene vergi ödeyeceğini söyledi. Gur hükümdarı; “etrafımızda çok düşman var” deyince, Oğuz da ona yüz seçme suvari vererek, onları bu ülkelere gönderdi. Oğuz; “bize boyun eğip, ilimiz olurlarsa dokunmayın, ret ederlerse savaşın” emrini buyurdu. Oğuz Han’ın bu talimatı gereğince Gur, Garcistan, Gazne ve Kabil’e kadar bütün buralar ele geçirildi. Her yıl muayyen bir miktar haraç vermeleri kararlaştırıldı. Gur ülkesi fethedildiğinde yaz olmuştu”. Bize göre, Oğuz Kağan’ın bu Hindistan seferi herhalde Hunların, daha doğrusu Ak Hunların ya da Gazneli Türk Sultanlığının bölgedeki faaliyetlerinin bir iz düşümü olsa gerekir.

İşte bu Peştunlar, Roma tarihçilerinde “Pakth” adıyla görünmekteler ve isimlerini birinci asırdan beri işitmekteyiz. Bunlar sonraları kendilerini Peştun diye adlandırmışlardır. Buradaki Pakth/Pakhtun/Pahtan tabiri, Peştu dilini konuşanların genel bir isimlendirmesi olup, Peştunlar ile Gurların birleşiminden ve onla-ra sonradan kuzeyden göçen Türk, Mogol ve kısmen Hint tayfala-rının katılmasından meydana gelen halka, Afgan ismi verilmiştir[46]. Hindistan bölgesinin bilhassa kuzey topraklarına yukarıda da kısmen değindiğimiz üzere daha Milattan önceki çağlardan itibaren başlamak üzere değişik Türk boyları tarafından gerçek-leştirilen akınlar mevcuttur ki, bunların çoğu yağmadan öteye bu coğrafyada kalıcı olmak için yapılmıştır. Onların kurdukları devlet teşkilatları, ortaya koydukları mimari ve bunun gibi arkeolojik kalıntılar bu durumun delilidir. Ayrıca doğrudan Türk kökenli ailelerin öncülüğünün dışında Çingiz Han, onun çocukları ve torunları devrinde de Hindistan’a doğru vukua gelen taarruzlar vardır. Bunların yanında pek çok Türk komutan ve kabile de bulunmaktaydı.

HİNDİSTAN’DA İLK İSLAM FETİHLERİ VE GAZNELİLER

Öncelikli olarak şunu belirtmekte fayda vardır ki, İslamiyetin Afganistan ve Hindistan’a doğru yayılışı daha çok Emevîler dönemine rastlar. Bu durum bir yana her ne kadar Hint ve Afganlı sülaleler bu toprakların idaresinde zaman zaman söz sahibi olsalar da, esas itibarıyla bölgenin kuzey tarafları Milattan evvelki çağlardan başlayarak neredeyse Baburlülerin sonuna değin Türk aileler; bazan da ordu komutanları Türk olmasına rağmen, askerlerin çoğunluğu Afgan kabilelerine mensup kişilerden seçildiği için onların ileri gelenleri tarafından yönetilmiştir[47]

Bu yüzden Delhi’de hüküm süren idarecilere Pathan sultanları unvanı verildiği gibi, Avrupalı tarihçiler de bu ilk hâkimleri “Memluklar Saltanatı” adıyla anarlar. Gerçekten de bölgeye menşeleri henüz tam manasıyla aydınlatılamamış Gur hanedanının gönderdiği valiler bunların gulamları, yani bir nev’i köleleri durumundadır ve daha sonraları onlar etraflarına topladıkları silahlı güçler sayesinde hem Gurlulardan kurtuldular, hem de Delhi merkezli bir Türk devletini tesis ettiler[48].

Dolayısı ile zengin ve işlenmemiş Hindistan arazisine göçen Türk boylarının büyük çoğunluğu Delhi Devleti’ne hakan yetiştirdiği gibi, bölgede söz sahibi olan Afganlılar ise en çok eski Suri sülalesine mensup şahısların arasından yönetici çıkardılar.

Türklerin onuncu asırdan önceki tarihlerde Hindistan’a yerleşip burada hâkimiyet kurduklarını yukarıda söylemiştik. Bununla birlikte Hindistan’ın Araplar tarafından istilâsı, kaynaklarda zalim diye de anılan ve kan dökücülüğüyle tanınan Irak valisi Haccac’ın (661-714) zamanına rastlar[49]

Kendi kabilesinin Emevilere verdiği destek sayesinde yükselen Haccac’ın kendi taraftarı olan valilerden Kuteybe bin Müslim’i 705 senesinde Horasan’a atayınca, başta Sind olmak üzere güneydoğu memleketlerini fetih ve o havalide İslâmiyet’in yayılması için görevlendirdiği, yeğeni olduğu da söylenen, ayrıca din konusunda müsamahakâr olduğu söylenen Muhammed ibn Kasım, 711-712 sıralarında askerleriyle berabe İndus’un sol tarafına geçmeyi başarıp, her ne kadar Sind hükümdarının direnişiyle karşılaşsa da, Brahamanabad’ı beş-altı ay gibi bir süre kuşattıktan sonra, Pencap ve Sind’i zapt etmiş ve bu havalide valilik yapmıştı.

Kasım, İndus Nehrinin denize döküldüğü yere kadar vararak bu bölgenin fethini tamamladığında Haccac, iki kumandandan hangisi önce Çin’e ayak basarsa onu Çin valisi yapacağını söylemiştir.

Sind fatihi şeklinde de hatırlanan Muhammed ibn Kasım’ın, Haccac ve Halife Velid’in ölümünden sonra görevden alındığını, bir süre sonra da yerine oğlu Amr’ın atandığını, onun da idari merkezi Sind Nehri kıyısında kurduğu Mansura’ya taşıdığını görmekteyiz[50]

Batıdan ilerleyen Müslüman kuvvetlerin Süleyman Dağlarını aşarak geldikleri ve ilk İslamlaşmanın da gerçekleştiği Cumna ve Ganj nehirleri mıntıkasına kadar uzanan coğrafyaya Arap kaynaklarında umumiyetle Hindistan dendiğini görüyoruz ki, bu tanımlama daha sonraları bugünkü Hindistan’ın bütününe yayılmıştır.[51]

Arap harfleriyle yazılışı Dehli olan, fakat günümüzde Delhi diye bilinen şehir ise, eskiden beri hem İslâmiyet’in, hem de burada kurulan devletlerin merkezi oldu. Bununla birlikte Muhammed ibn Kasım ve Amr Hindistan’daki yerli hükümetlere karşı ciddi mücadeleler içerisine girdiler. O yüzden bunların bir kısmı İslâmiyet’i seçip, bölgesel idareler kurdular. Onların bir kısmı da direniş gösterip, Arap ordularının baskısıyla Hindistan’ın güneydoğusu ve ortalarına kaçarak bu havalide teşekkül etmiş eski yö-netimlere bağlandılar veyahut bunların bir kısmını silâh zoruyla egemenlikleri altına sokarak ayrı devletler kurdular. Dikkat çeken husus bu ilk İslam fetihlerinin sanıldığı kadar kalıcı olmadığıdır[52].

Ancak bunun sebep ve sonuçlarını araştırmak ya da tesis edilen yeni idarelerin özelliklerini ortaya koymak uzmanlık haricimiz olduğundan, şimdilik bu konuyu bir kenara bırakmak zorundayız. Fakat bildiğimiz bir şey var ise o da, İslamiyet’in bölgeye yerleşme-si yine Türklerin sayesindedir.

Amr’ın valiliği sırasında Hindistan havalisine pek çok Türk boyunun gelerek yerleştiği söylenmektedir. Bunların hangileri ve sayılarının ne kadar olduğunu tespit pek mümkün değildir. Fakat öyle anlaşılıyor ki, Sultan Mahmud’un güçlü kumandanları önderliğinde tam bir cihat mantığıyla yürütülen, neredeyse yirmiye yakın başarılı fetih hareketleri sayesindeki Hindistan seferlerine değin, bu Türk kabilelerinin meydana getirdikleri küçük idarelerin bir kısmı Hint devletlerinin istilasını uğrasalar da, bir bölümü yaşamak ve ayakta kalabilmek için Hint hanedanlarına karşı mütemadiyen kendilerini savundular[53]

Dolayısıyla hem Hindistan hem de Orta Asya ile Uzak Doğu’nun gerçek manada İslamlaşma tanışması noktasında Gazneli Türk hanedanlığının önemli bir yeri vardır. Bununla birlikte isimlerini bu bölgedeki Gazne şehrinden almış olan Gazneliler hanedanlığına kaynaklarda Yeminiler veya Sebük Tiginliler de denmektedir ki, bölgedeki Türk varlığı Hun ve daha sonra Ak Hun-Eftalitler, zamanına kadar gitmektedir.[54]

Gaznelilerin ortaya çıkışı Samanilerin dağılma dönemine rastlar. Horasan ile Maveraünnehir arasında beş yüz köyü bulunan Samani orduları içerisindeki Türklerin en önemli şahsiyetlerinden biri olan Horasan orduları komutanı Alp Tigin 961’de vezir Belami ile birlikte kendi taraftarını Samani tahtına çıkarmak istemiş, ancak bu hareketi başarısızlıkla sonuçlanmıştı.[55]

Alp Tigin’in yanında başlangıçta 700 süvari bulunuyordu. Önce Samanilere ağır bir darbe vurdu. Sonra da beraberindeki kuvvetlerle Afganistan’daki Gazne şehrine geldi ve mahalli hanedan olan Levikler ile onların herhalde padişah unvanını da kullanan beyi Ebu Bekir’i 963 senesinde uzaklaştırarak buraya hâkim oldu.[56]

Bu suretle Gazneli hanedanlığının temeli atıldı.

Leviklerin Gazne’den sürülmeleri tabii ki kolay olmadı. Burası ancak Alp Tigin’in oğlu Ebu İshak İbrahim zamanında tamamen ele geçirildi. Ebu İshak’ın oğlu olmadığından yerine Türk komutanlar ülkeyi yönetti. Önce kendi adına para da bastırdığı söylenen Bilge Tigin, daha sonra Börü Tigin idareyi üstlenmelerine rağmen iktidarları fazla sürmedi ve 977 tarihinde yerlerini Sebük Tigin’e bıraktılar. Sebük Tigin de, Alp Tigin’in yanında beslediği adamlardan birisiydi. Sebük Tigin’in Gazneli Türklerinin önderliğine seçilmesi sırasında toplanan beylerin; “aramızda en yaşlı, cesur, zeki, cömert, arkadaşlarına bağlı, iyi olan Sebük Tigin’dir ve başımıza onun geçmesi gerekir” dediklerini öğrenmekteyiz. Bunun üzerine Sebük Tigin de arkadaşlarına; “yaptıklarıma ve söylediklerime kimse karşı gelmeyecek, kim bana itaat etmezse, benimle birlikte olup, onu öldürmeye söz verirseniz bu görevi alırım” der. Buna binaen meşhur Dede Korkut Hikâyelerinde Sebük Tigin ile Gaznelilere de yer verilmesi, Türkler arasında onlara karşı gösterilen saygının ve önemin bir işareti olsa gerekir[57]

Sebük Tigin oğluna yazdığı bir nev’i O’nun siyasetnâmesi olan Pendname’sinde Issık Köl kenarlarında Barsgan’da dünyaya geldiğini söyler[58].

Sebük Tigin’in bir Karluk olması muhtemeldir ki bugün dahi Kuzey Hindistan’da varlığını sürdürmeye çalışan Karluk asıllı bir azınlık mevcut olup, diğer azınlık tebaa gibi yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlar.

Kaynaklara baktığımızda gençlik yılları çok ilginç geçen Sebük Tigin’in obası daha kendisi on iki yaşlarındayken, yine Karluklara bağlı bir boy olan Tuhsilerin (Toksı) saldırısına uğramıştı. Bu sırada esir düşen Sebük Tigin, dört yıl sonra Taşkent’te bir köle tüccarına satılmış, efendisi tarafından Buhara’ya götürülürken Nahşeb kentinde hastalanmıştır. İşte bu gençlik yıllarında arkadaşlığı ve kardeşliği olan bir delikanlıdan iyi bir askerî eğitim aldı. Nihayet Buhara’da kendisi de ilk zamanlarda Samanî emirlerinden Ahmed bin İsmail’in gulamı olan Alp Tigin’e satılmıştı.[59]

Bu durum bir yana, netice itibarıyla çok geçmeden Sebük Tigin ve etrafındaki bu Türklerin kudreti Afganistan’ın dışına taştı. O, diğer Türk gruplarının üzerine de seferler düzenleyerek, Belucistan bölgesine sahip oldu. Daha sonra Hindistan taraflarına gözünü çevirdi. Hindistan’ın hâkimlerinden Caypal, Nasıreddin Sebük Tigin’in idaresindeki Türklerin Hint diyarına yöneldiğini işitince kalabalık bir ordu ile bunları karşılamaya karar verdi. İki taraf arasında kanlı bir vuruşma gerçekleşti. Bu sırada Sebük Tigin’in oğlu Mahmud da yaşı küçük olmasına rağmen büyük bir cesaret ve yiğitlik sergiledi. Türkler önünde yenilgiye uğrayan Caypal, Mahmud Tigin karşı çıktığı halde babası tarafından affedildi. Nitekim Caypal ülkesine dönünce yeniden harp için adamlar topladı. Bunun üzerine yaptığına pişman olan Sebük Tigin bir intikam seferi başlatıp, Kuzey Hindistan’da birçok yeri ele geçirdiği gibi, mühim bir merkez durumundaki Lamgan’ı da fethetti. Bu esnada iki güç, yani Türkler ile sayıları oldukça kalabalık Hintliler karşı karşıya geldiler. Sebük Tigin bu hali görünce gözüpek Börüleri beşyüzer kişilik bölükler halinde Hintlilerin üstüne peşisıra saldırtarak bir yıpratma taktiği uyguladı. Kaynakların bildirdiğine göre bu Türk askerlerinin başı Sebük Tigin ve öncü kuvvetleri tıpkı bir kurt gibi cesaretle düşman üzerine atıldılar. Hintliler perişan edildi.[60]

Netice itibarıyla Sebük Tigin, Kabul Nehri boyunca Peşaver’e kadar ilerlemeğe ve orada İslamiyetin tohumlarını ekmeğe muvaffak oldu ve 997’de öldü. Adil ve iyi bir hükümdardı. Cenazesi Gazne’ye gömüldü. Tarihi Türk destanı Oğuz-nâme’de de adına rastlanması, Türkler tarafından kendisine gösterilen saygının bir belirtisidir.[61]

O hayatta iken ve tutulduğu hastalıktan kurtulamayacağını anlayınca, bu sırada Horasan emiri olarak Nişabur’da bulunan Mahmud’u değil, küçük oğlu İsmail’in tahtta çıkmasını istemişti (Bazı kaynaklarda hastalanan Sebük Tigin’in, havası iyi gelir diye, Belh’ten Gazne’ye gitmeye karar verdiği, ancak ömrü vefa etmeyip, yolda öldüğüne değinilir. Cenazesi Gazne’de gömülmüştür. Vefatından önce yerine küçük oğlu İsmail’i atamış ise de, yaşça büyük olan Mahmud buna karşı çıktı ve kar-deşini Gazne’de ablukaya aldı. İsmail fazla direnemedi ve ağabeyinden af dileyerek, saltanattan feragat etti.[62]

Fakat daha yetenekli ve güçlü olan büyük oğlu Mahmud bu vasiyeti yerine getirmeyerek, kardeşini bertaraf etti ve 998’de Gazneli iktidarını ele geçirdi. Başlangıçta kendisine Belh’i merkez seçen Mahmud, daha sonra Samani devletinin iç işlerine karıştı. İslam adına kazandığı zaferlere binaen Abbasi halifesi ona “Yemin ed-Devle ve Emin el-Mille” lakabını verdi.[63]

Etrafında daha çok Halaç ağırlıklı Türkleri toplayan Gazneli Mahmud’un Hindistan’a birinci seferinde burada Araplar zamanından kalmış tek bir Müslüman emirinden söz edilir ki, bu da Multan’da hüküm süren Ebu’l-feth idi. Gazneli Mahmud (998-1030), Hindistan’a onyedi akın yaptı. Bunlar onun saltanat devri-nin büyük bir kısmını doldurur. Hint kıtasına ilk gaza harekâtı 1001 senesindeki Peşaver Seferidir. O, burada babasıyla da savaşan Raca Caypal’ı yenmiş, 500.000 kadar tutsak ele geçirmiş ve çok değerli ganimetlere sahip olmuştur. Caypal daha sonra Gazneli Mahmud’un bazı seferlerine bizzat katıldığı gibi, bazan da asker gönderdi (Bununla alâkalı kaynaklarda şöyle bir hadise anlatılmaktadır. Sultan Mahmud, Multan valisinin uygunsuz davranışları sebebiyle o diyara yürür. Fakat mevsim bahar olduğundan yollar bozulmuştur. Bunun üzerine Türk sultanı, Hint hükümdarı Caypal’dan ülkesinin topraklarından geçiş izni istediyse de, red cevabı alır. Buna kızan Mahmud, Caypal’la savaşa tutuşur ve onu Keşmir taraflarına kaçmaya mecbur bırakır.[64]

Sultanın Hindistan seferlerinin en önemlisi 1025-1026 tarihindeki Somnat Taarruzu’dur. Burası adeta Hinduların merkezi idi. Somnat’taki tapınakta bulunan Şiva’ya ait altınla kaplı put, Hindistan’daki diğer putların başı sayılıyordu (Bu put ile ilgili olarak kitaplarda; “onların putlarının en büyüğüne Somnat diyorlardı. Somnat’ı deniz kıyısındaki bir puthaneye koymuşlardı. Hintliler ay tutulmasının yaşandığı gece o putu ziyaret ediyorlar ve yüzbinden fazla insan bu mabedin civarında toplanıyordu. Bunların inancına göre, ruhlar cesetlerden sıyrıldıktan sonra Somnat’ın hizmetine giriyor ve bir araya gelen bedenlere dağılıp, tenasüh yoluyla tekrar hayata dönüyorlardı. Yine Hint yüzden oluyordu”, deniyor (Mirhand, a.g.e., s.109-110). “Ay tanrısının koru halkı denizin Somnat’a ibadet ettiğine inanmaktaydılar ve gelgitler de bu yucusu” manasına geldiği söylenen Somnat, tanrı Şiva’nın oniki kutsal tapınağından bir tanesidir. Birçok kez yıkılmasına rağmen defalarca geri yapılmıştır. Hintliler bu ibadethaneyi diğerlerinden daha kutsal görmektedir. Hatta Gazneli Mahmud Gücerat’ı ele geçirdiğinde burada ezan okuttuğuna dair[65]

Burada kazandığı ve onbeş gün kaldığı söylenilen Somnat’taki zaferin yankıları süratle bütün İslam dünyasında yayıldı ve Mahmud’un İslam âleminin önde gelen kahramanlarından biri ve “Hint Fatihi” olmasını sağladı[66]

Kaynakların bildirdiğine göre harp ganimetlerini 200.000 yük hayvanı taşımıştır ki, herhalde bunda biraz abartı vardır. Bu arada kırılan putun bazı parçaları Gazne’ye getirilmiş ve bir caminin basamağına konmuştur. Mahmud’dan sonra oğlu Mesud’un da Hindistan’da faaliyetleri söz konusudur.[67]

İlk defa Türk hükümdarları içinde “sultan” unvanını kullanan Gazneli Mahmud’un Kara Hanlılar ve Selçuklu Oğuzları ile de münasebetleri ilginçtir. Mesela Selçuklu dönemi vakanüvinislerinden Aksarayî, Nişaburî, Ravendî ve Reşideddin Fazlullah, Arslan Yabgu ile Sultan Mahmud arasındaki şöyle bir olayı aktarıyor: Kara Hanlı beyi gitgide güçlenen Selçuklu Türkmenlerini Sultan Mahmud’a şikâyet edince, Selçukoğullarına bir elçi yollayarak; “aramızdaki mesafe kısalmıştır, büyükleriniz ve önde gelenleriniz huzura buyursunlar ve yapılması gereken işler kendilerine anlatılsın” der. Bu tarihi hadise ile alâkalı Zahirü’d-din Nişaburi’nin Selçuknâmesi’ne baktığımızda, olay şöyle anlatılmaktadır;

Kara Hanlı hükümdarı İllig Han, Sultan Mahmud’a; “eğer birgün Hindistan’a sefer açacak olursan, bu Türkmenlere güvenme. Onlarla dostluk kur ve yardım iste” der. Bunun üzerine Gazneli Mahmud da, Arslan Yabgu’yu yanına çağırır ve “biz gaza için Hindistan’a gideceğiz, bu yüzden Horasan beldeleri başıboş kalacak, aramızda bir dostluk sözleşmesi yapalım” deyince; Arslan Yabgu da; “bizden kötülük gelmez” cevabını verir. Sultan Mahmud, “seferimiz sırasında ordu desteğine ihtiyaç olursa, nasıl yardım görürüz” diye sorar. Kaynaktaki bilgiye göre, Arslan Yabgu kolunda bir yay, belinde de iki ok taşımaktadır. Elbette ki bunların sıradan oklar olduğunu düşünmüyoruz. Muhtemelen madeni kısımları altın veya diğer değerli madenlerden yapılıydı ya da üzerlerinde Arslan Yabgu’yu ifade eden değişik şekil ve motifler vardı. Bu durum bir yana Selçuklu beyi oklardan birini çıkarıp, Gazneli Mahmud’un önüne atar: “Ne zaman istersen bu oku yolla, yüzbin süvari yardıma gelir” der. Mahmud, “daha çok gerekirse ne yaparsın” deyince, Arslan Yabgu diğer oku önüne koyup, “bunu Balkan Dağına gönder, ellibin süvari hareket eder” dedi. Sultan Mahmud, “daha fazla lazım olursa” diye sorunca, yabgu kolundaki yayı onun önüne attı ve “bunu Türkistan’a gönder, ikiyüzbin süvari yanına gelir” cevabını verdi. Sultan bu sözleri işitince biraz düşündü, Arslan ve askerlerine hediyeler dağıttı. Sonra kendi beylerine Arslan’ın komutanlarından her birini çadırlarına götürmelerini, onlar sarhoş olduklarında ayaklarına zincir vurmalarını buyurdu. Gazneli Mahmud aynısını Arslan Yabgu’ya da yaptı. Tuzağa düşen Selçuklu beyi gözünü Kalincar Kalesinde açtı.[68]

Arslan Yabgu bu hale düşerken ona bağlı kabileler Gazneli Mahmud tarafından Horasan’ın çeşitli yerlerine iskân edilir (Burada Gazneli Mahmud’un yiğitliğe sığmayan bir tutum sergilemesi de ilginçtir.)[69]

Sultan Mahmud’un 1028’den itibaren sağlığı bozuldu ve 1030 tarihinde son nefesini verdi (Bazı kaynaklar onun aşırı ishalden öldüğünü söyler.[70]

Mahmud’un yerine geçen Mesud da cesur bir askerdi. Sultan Mahmud ölmeden evvel saltanatı Muhammed adındaki oğluna bıraktı ise de, Mesud kardeşinin sultanlığını tanımamış, ona isyan etmiş ve neticede kardeşini tahttan uzaklaştırmıştı. Fakat şiddete taraftar olması ve içkiye düşkünlüğü sebebiyle devlet idaresinde babası kadar başarılı olamadı.[71]

Babası Mahmud’un Hindistan seferlerini sürdürmeye kararlıydı. 1033’te Sarsava kalesini zaptetti. Hindistan seferlerinde muvaffak olmasına rağmen, Selçuklular karşısında hezimete uğradı. Neticede 1040 senesinde Tugrul Beg ile Dandanakan’da karşılaştı, üç gün süren savaştan kısmen Gazne ordusundaki gulamların saf değiştirmesi sebebi yüzünden yenilgiyle ayrıldı. Mesud, Selçuklu Türkleri önünde duramayacağını anlayarak ailesini ve hazinesini alıp Hindistan’a doğru kaçtı. Yerine kardeşi Muhammed geçmişti ve 1041 tarihinde Mesud öldürüldü.[72] Zaten ondan sonra da Gazneli Devleti bir daha toparlanamadı.

Sultan Mahmud ile oğlu Mesud’tan himaye gören, hem İslam dünyasında, hem de gayr-i Müslim ilim camiasında itibarlı bir yeri olan Ebu Reyhan el-Birunî (973-1051), yalnız İslâm coğrafyasının değil, bütün dünyanın Orta-çağlarda yetişmiş en büyük simalarından biridir. En çok riyazat ve tabiat ilimleriyle meşgul oldu. Fakat bu sahalarla beraber coğrafya ve kültür tarihi-ne ait eserler kaleme aldığı gibi, keşiflerde de bulundu. Hindistan’ın eski medeniyet, fikir, din ve felsefe tarihi için zamanımızdaki ilim adamlarının elinden düşmez kıymetli hazineler bırakmıştır ki bu havalide meskûn Müslümanları Karmat namıyla anar ki,[73] bu konu henüz çözümlenememiştir.

Esasında bu inanç Kufe’deki İsmailiğin (Hz. Ali’nin haleflerinden Cafer-i Sadık’tan daha önce ölen oğlu İsmail’in yerine kardeşinin imam yapılmasına karşı çıkan birtakım Şiilerin İsmail’i tutma-ları yüzünden zuhur ettiği söylenen tarikattır.) bir temsilcisi olan Hamdan Karmat’ın, 9. asrın sonlarına doğru Fatimi hanedanlığı ile ters düşmesinden ortaya çıkmıştır. Karmatiler, Fatimilerin imamlığını kabul etmeyen bir koldur. Onlar bu hareketleriyle Suriye ve Mısır bölgelerinde büyük karışıklıklara neden oldular. Horasan civarla-rında görülmeleri 873’lere rastlar.[74]

Karmati ve İsmailiye mezhebi ileri gelenlerinin kendilerini güçlendirmek ve taraftar sayılarını artırmak üzere veyahut diğer amaçlarla 10 ve 11. yüzyıllarda Hindistan’a girdikleri söylenir. Yine bu çağlar hakkında değerli bilgiler aktaran Birunî, bunların putperest Hindularla birlikte mezheplerini büyük bir serbestlik içinde yaşadıkları halde, Multan’ı ele geçirdiklerini ve bu şehirdeki tapınakları yıktıklarını belirtir. Onun Karmati diye esasen kimleri kastetmiş olduğu lâyıkıyla anlaşılamadığından, bu mesele daha karışık bir şekle bürünmüştür. Dolayısıyla Karmatiler bir müddet Halifeliğin hem iç, hem de dış problemi olmuştur.

Bununla beraber başta Gazne şehri olmak üzere, Gazneli sultanları hâkimiyetlerindeki bölgelerde önemli imar faaliyetinde bulundukları gibi, bu çağda yetişen Se’alibi, Utbi, Biruni, Gerdizi ve pek çok şeyi kendisinden öğrendiğimiz Beyhaki dönemin ileri gelen tarihçileridir.[75]

Öte yandan babası olacak Büyük sultan Gazneli Mahmud’un oğlu olan Sultan Mesud hiçbir şekilde babasından geri kalmayacak biçimde yüksek bir kumandan, eşsiz bir kahraman olsa da zalim, sarhoş ve kararsız bir devlet başkanıydı.

Her ne kadar art niyetli olmasa da kendisi devrindeki pek çok yanlış politikaya imza atılması yüzünden Gaznelilere ait, köklü ve büyük toprakların bir kısmı kaybedilmiştir.

Bir de bunların üzerine ana davalarda sık sık ve lüzumsuz karar değiştirmeleri yüzünden kumandanlarının güvenini kaybetmiş, bu kumandanlardan bazıları, sarhoşluk sırasında hakaretine uğradıkları sultana gücenerek Selçuklulara katılmış, bu da sultanı bütün kumandanlarından şüphelenir hale getirmişti. Horasan’da Selçuklular lehine propaganda yapılıyor, din bilginleri kendi sarhoş sultanları yerine içki içmeyen Selçuk prenslerinin gelmesini istiyor, bundan başka tüccar ve esnaf sınıfı da daha az vergi alan Selçukluları tercih ediyordu. Her iki tarafında birbiri arasındaki casus şebekesi iyi işliyor, tarafların hareketleri ve hazırlıkları birbirine malûm oluyordu.

Netice itibarıyla Sultan Mesud bu işi kökünden halletmek için büyük hazırlıklar yapmış ve o zamana kadar görülmemiş bir ordu tertiplemişti. İyi silâhlı 100.000 kişi olan bu orduda 50 tane de savaş fili vardı. Bu ordu, Türklerden başka Hindli, Efganlı, İranlı, Arap ve Kürtlerden meydana gelmişti. Selçuklular 20.000 kişiden daha azdı. Fakat çok disiplinli ve hafif silahlı olduğu için son derece çevik atlılardan kurulu bir ordu idi. Gaznelilerin kalabalık oluşu daima su ve yiyecek sıkıntısı doğuruyordu. 17 Mart 1040’ta Gazneli ordusu Nişabur’dan Serhas’a doğru hareket etti. Serhas’ta toplanmış bulunan Selçuklular da kıpırdadılar. Gazne ordusunun uğrağındaki yerlerde yiyecek bir şey bırakmadan, kuyuları doldurarak çekilmeye başladılar.

13 Mayıs’ta Gazneliler, Serhas’a girdi. Fakat açlık içinde yürüyüşte hayvanların çoğu ölmüş, süvarilerin büyük bir bölümü atsız kalmış, ölmeyen atlar bitkin bir hale gelmiş, daha kötüsü, açlık yüzünden ordu silah kullanamayacak kadar kötülemişti. Serhas haraptı. Ahali de Selçuklularla birlikte kaçmış, Selçuklular işe yarar ne varsa götürmüş, götüremediğini yakmıştı. Gazneli kumandanları yiyecek bulmak için Herat’a dönmeyi tavsiye ettilerse de sultan bu fikre yanaşmadı. Selçukluların da aç olduğunu söyleyerek bu işi kökünden bitirmek üzere taarruz lâzım geldiğini, hedefin Merv olduğunu, aksi bir fikirde bulunanı idam ettireceğini bildirdi.

16 Mayıs 1040’ta Gazneli ordusu, Selçukluların yeni karargâhı olan Merv’e yürümeye başladı. Susuzluktan büyük sıkıntı çekiliyor, hastalıklar da baş göstermiş bulunuyordu.

18 Mayıs’ta, susuzluğa çare olmak üzere kuyular kazıldı ve çevrede bulunan kamışlıklara, Selçuklulara sığınaklık etmemesi için ateş verildi. Fakat kuyulardan çoğunun suyu acı çıktı. 21 Mayıs’ta Börü Tegin buyruğundaki 1500 Selçuklu askeri ile ilk çarpışma yapıldı. Bunlar yağmur gibi ok yağdırarak yıldırım gibi bir hücum yaptılar. Gaznelilerin ağır süvarisi kendilerine taarruz edince çekildilerse de ağırlıklardan bir kısmını alıp götürmeyi başardılar. Bu ilk çarpışma, Gaznelilerin ordusundaki mâneviyat kırıklığını ve disiplinsizliği açığa vurmuştu.

Gazneliler ordusundaki Türk hassa askerleri, kendi komutanları olan ünlü başbuğ Beğdoğdu’ya başvurarak deveye binmekten usandıklarını, ertesi gün bir savaş olursa ister istemez Tacik (= İranlı ve Efganlı) ve Arap askerlerin atlarını alacaklarını, savaşa ancak böyle gireceklerini söylemişlerdi. Bu sırada Merv’de bulunan Selçuklular da büyük Gazneli ordusunun taarruzu karşısında ne yapmak gerektiğini konuşuyorlar, bir karara varamıyorlardı. Nihayet kararı Tuğrul Beğ’e bıraktılar. Tuğrul Beğ, görülmemiş büyüklükteki Gazneli ordusunun gelmesi dolayısıyla büyük göçe, Dihistan yoluyla İran içerisine yürümeye taraftardı. İranlıların korkak olduğu için kendilerine dayanamayacağını söylüyordu. Zira Gaznelilerle yapılacak olan harp başarısızlıkla biterse Selçuklu topluluğunun dağılacağından çekiniyordu. Çağrı Beğ, bu fikre itiraz etti. “Buradan kaçıp İran’ı alacak idiysek bunu başlangıçta yapmalı ve böyle ulu bir padişahın kemerine el atıp savaşa çağırmamalıydık” dedi. Savaşı kabulün kaçınılmaz olduğu hakkındaki delillerini sayıp döktü. Yalın atlılar olup erkekçe dövüşürlerse savaşı kazanacaklarını söyleyerek sözlerini bitirdi. Bu düşünce kabul edildi. Kadın, çocuk, hasta ve yaşlıları ayırdılar. Bunları ve ağırlıklarını, sıska ve cılız atlı 2-3 bin kadar süvariyle birlikte uzaklara, çöllerin içine gönderdiler. Savaşa elverişli askerlerini sayarak 16.000 kişi olduklarını anladılar.

Sayıca az olan bu ordunun mânevi kuvveti çok üstün, silahları pek iyi idi. Ordunun başkomutanlığını Çağrı Beğ, öncü komutanlığını Karahanlı Hanedanından Börü Tegin aldı. Selçukluların bu kararı, aralarında bulunan Gazneli casuslar tarafından Sultan Mesud’a bildirildi. O gece suvarinin getirdiği mektupları okuyan Sultan Mesud bu rapor üzerine kendi adamlarıyla konuştu. Merv’e ihtiyatla yürümek kararı verildi. 22 Mayıs 1040 Perşembe günü Gazneliler harp düzeninde ilerlemeye başladılar ve biraz sonra Türkmen birliklerinin çevik atlarıyla ayrı ayrı yerlerde yaptıkları hücumlara uğradılar. Selçuklu birlikleri arasında Gaznelilerden Selçuklulara geçmiş kölemenler de vardı. Bunların, eski kapı yoldaşlarını çağırmaları epeyce tesirli oluyor, bir kısmı Selçuklulara geçtiği gibi, bir kısmı da, hiç olmazsa savaşa seyirci kalıyordu. Saray kölelerinin böyle gücenmelerine biraz da Sultan Mesud neden olmuştu. Çünkü ihtiyar ve gözleri görmez diye küçümsediği Beğdoğdu’yu hiçe saymış, Türk kölemenlerin başına Sultan Mesud’u getirmişti. Sabahtan öğleye kadar süren savaşta Gazne ordusu, subayların fedakârlığı ve her önüne geleni deviren Sultan Mesud’un kahramanlığı sayesinde Selçukluları püskürttüyse de yine ağırlıklarından bir kısmını onlara kaptırdı. Selçuklular çekildikten sonra Gazneli ordusu birkaç kilometre daha yürüyerek su bulunan bir yere vardı ve burada disiplin adına bir şey kalmadı. Susuzluktan bunalmış olan askerler subay, komutan dinlemeden suya saldırdılar.

Bu sırada Selçuklular bir hücum yapsalardı bu ordu dağılırdı. Fakat karargâh kurmuş oldukları Dendânekan ovasında kesin sonucu almaya dönük bir savaş yaparak son noktayı koymaya karar vermiş olan Selçuklular bu hücumu yapmadılar. Gazneliler ordusu gece yarısına doğru susuzluğunu gidererek düzene girdi. 23 Mayıs Cuma sabahı, yani Hicrî takvime göre 9 Ramazan 431 sabahı Gazneliler yine yürümeye başladı. Bu orduda 12 fil kalmıştı. Selçuklular hemen taarruza geçtiler. Haykırarak yıldırım hızıyla saldırıyorlar, ok yağdırıp çekiliyorlar, sonra yine geliyorlardı. Gazneliler bu çevik birliklerle çarpışa çarpışa kuşluk zamanı Dendânekan kalesi önüne vardı. Kale, Selçuklulara teslim olmamıştı. Gaznelilerin susuzluktan çok bunalan bir takım askerleri, subayların emirlerine rağmen kale önüne gelerek içerdekilere mataralarını uzatıyorlardı. Sultan bunların orduya katılmasını beklemeden taarruz emrini verdi. Selçuklular düzgün sıralar halinde sessizce bekliyorlardı. Büyük savaşın başlayacağını anlayınca Gazneliler ordusundaki Türk kölemenler develerden indiler. Aşağı gördükleri İranlı ve Efganlıların atlarını almak istediler. Onlar da vermek istemediğinden kavga çıktı. Selçuklular bu fırsatı kaçırmayıp şiddetle saldırdılar. Sultan Mesud’un yakışıksız bazı hareketlerinden kırgın olan Türk askerlerden birçoğu saf değiştirerek ırkdaşları olan Selçukluların tarafına geçerken tamı tamına 31 yıl sonra benzer bir tablo Malazgirt’te de yaşanacak, Bizans ordusunda paralı asker olan Uz ve Peçenek asıllı Türkler de soydaşları olan Selçukluların lehine taraf değiştirerek Sultan Muhammed Alp Arslan’ın ordusuna güç katacaklardı.

Netice itibarıyla Selçuklular ve Gazneliler göğüs göğse geldi. İşte o esnada Gazneli ordusunun akıncı birlikleri olan ve askerî bakımdan ordunun en değersiz bölümünü teşkil eden Arap ve Kürt birlikleri dağılıp kaçtılar. Ordunun en kalabalık unsuru Hindlilerdi. Fakat daha önce Selçuklulara birkaç kere yenilmiş olan Hindlilerin gözleri yılgındı. Bunlar da daha fazla dayanamayıp bozuldular. Komutanlarla subaylar olağanüstü gayret ve cesaretle vuruşarak bozgunu önlemeye çalıştılarsa da olmadı. Gazneli ordusunun merkezi sonuna kadar dayandı. Burada sultanla kardeşi ve oğlu bulunuyordu. Öte yandan Sultan Mesud her vuruşta bir Selçuklu askerini devirerek silahların hakkını veriyordu. Selçuklular onun yanına yaklaşmaktan çekinmeye başlamış olsalar da bu, neticeyi değiştirmedi. Hazin sonuç kaçınılmaz olduğu halde mağlup sultan, yenilmiş olmayı bir türlü kabul etmiyor, içine sindiremiyordu.

Nihayet kumandanlarından biri onu uyandırdı ve eğer çekilmezse tutsak olarak Selçuklu karargâhına götürüleceğini hatırlattı. Başka çâre yoktu. Mecburen geri çekilme emrini veren Sultan Mesud, kendisi de file binerek kaçmaya başladı. Yanında 100 kişi kalmıştı. Türkmen atlılarının kendisini şiddetle kovaladığını ve iyice yaklaştığını gören sultan filden ata binerek üzerlerine saldırdı. Birini kılıçla ikiye biçerken ikincisini de gürzle öldürdü. Böylelikle onların eline düşmekten kurtuldu. Selçuklular tam bir zafer kazanmışlardı. Sultan Mesud’un hazinesi, ağırlıkları alınmış, ordunun çoğu tutsak edilmişti. Çağrı Beğ kazandığı zaferin büyüklüğünü ilk önce anlayamadı. Ordusunun her tarafa akın yapmasına izin vermedi. Yalnız bir kısım atlılarını kaçan orduyu kovalamaya gönderdi. Sultan Mesud’un askerlerini toplayarak geri dönmesi ihtimaline karşı ordusunu saf halinde düzene koyarak hazırladı. Yiyip içmek gibi zarurî ihtiyaç zamanları dışında bütün ordusunu üç gün, üç gece at üstünde, silah elde bekletti. Bu tedbir pek de boşuna değildi. Çünkü büyük Gazneli ordusunun ölü ve tutsaklarını çıkardıktan sonra çölde dağılmış olanları da yine 40-50 bin kişi kadar vardı ki bunların bir iki konak ilerde toplanıvermeleri büyük bir tehlike yaratabilirdi. Çağrı Beğ, Sultan Mesud’un bitkin bir halde Mervirûz’a düştüğünü ve yanında kuvvet kalmadığını öğrendikten sonra olacak, üç gündür at üstünde beklettiği ordusuna dinlenme buyruğu verdi. Artık Horasan Selçukluların olmuştu. Birkaç gün sonra zaferlerini kutlayarak devletlerini tüm cihâna ilân ettiler. Devletin başkanlığına Çağrı Beğ’in kardeşi Tuğrul Beğ getirildi. Çağrı Beğ de ordu komutanı olarak hizmetlerine devam etti.

Kahraman Çağrı Beğ, uçmağa varıncaya dek Horasan vilayetinin beği olarak kaldı. Böylelikle, 1040 Mayıs’ında Gazneliler yaptıkları Dandanakan Savaşı’nda Selçuklulara yenilerek Hindistan’daki hâkimiyetini kaybeder ve yıkılış sürecine girerler. Ancak XII. yy sonlarına kadar ellerinde kalan Pencap bölgesinde hâkimiyetlerini sürdürmeye devam ederler. Savaşın galibi Selçuklular ise devletleşme sürecine girmiştir. Gazneliler açısından bu karışıklık sürecinden oldukça güçlenmiş halde çıkan Gurlular, 1151’de Behramşah’ı yenilgiye uğratarak Gazne’yi ele geçirdiler. Bundan sonra hükümdarlıklarını Lahor’a çekilerek devam ettiren ve İslam dinini Hindistan’ın içlerine kadar yaymış olan Gaznelilerin son hükümdarı Hüsrev Melik’in Gurlular tarafından 1186’da esir alınmasından sonra Gazne Devleti kesin olarak sona erdi.[76]

Gaznelilerden sonra Afganistan ve Hindistan bölgesinin yeni hâkimi olan Gurlular, Afganistan’ın Gur bölgesine yerleşerek oradan Hindistan’a doğru akınlar yaparlar. XIII yy.da Cüzcani tarafından yazılan Tabakat-i Nasiri’de Gurluların büyük sultanı Muiziddin Muhammed bin Sam’ın Hayber’i geçerek Gaznelilerin kalıntılarına son verip İndus ve Pencap boylarına kadar indiği yazılıdır. 1175 ve 1192 yılları arasında Gurlu Muhammed önderliğinde Uç, Multan, Peşaver, Lahor ve Delhi gibi merkezlere birer birer fetih sancakları dikildi.

Gurlu Sultanı Muiziddin Muhammed bin Sam’ın oğlu yoktur. Varis olarak “Benim birçok oğlum var, onlar da Türk Memluklarındır. Onun için binlerce halefim vardır” diye ifade eder. Cüzcani’ye göre Mu’izzi Memluklar, Kutbeddin Aybeg, Nasır ed-Din Kabaca, Bahaeddin Tuğrıl, Taceddin Yıldız ve Kalaçlı İhtiyar ed-Din Muhammed’dir. Yıldız ve Aybeg Sam’ın damadır. Bunlarla Sam 1206 tarihinde suikast sonucu ölene kadar Gazne, Lahor, Eski Delhi ve Hindistan’da Türk hâkimiyetini sürdürmüşlerdir. 1206’da Gurlular’ın ordusunda yer alan Kıpçak Türk bir general olan, Delhi’yi fethetmiş Kutbettin Aybek veya Kutbiddin Aybek bağımsızlığını ilân etti ve gelecekte Delhi Sultanlığı adı altında 1206’dan 1526’ya kadar yaşayacak sultanlıklar dizisinin ilk halkasını kurdu.[77]

Bu hadiselerin Hindistan’daki Türk tarihi açısından önemi Gazneliler’den sonra Delhi’de ilk Türk Sultanlığı’nın Aybeg sayesinde kurulmasıdır. Hindistan’da Türk – İslam kültürünün ve mirasının temelleri atıldı (Kuzey-batı Hindistan 1206 -1210). Böylece Hinduların Dili’si Delhi olur. Âlimlere son derece saygılı olan Aybeg Türk geleneklerine sıkı sıkıya bağlı idi. Çögen/ Çevgan oyunu sırasında atından düşerek ölen Aybeg’in en önemli eseri Delhi’nin ortasına diktirdiği KUTUB MİNAR (Kutbi Minaresi) idi.[78]

Yine Delhi Sultanlığı’nı Aybeg ve Türk Memlüklerini takiben sırasıyla Halaciler, Tuğluk Hanedanı, Seyyid Hanedanı ve Ludîler idare etmiştir.

Ayrıca Delhi Sultanlığı’nın dışında Türk kökenli hükümdar Şemseddin İlyas Şah tarafından kurulan Bengal Sultanlığı, her ne kadar sonradan Farslaşsa da biyolojik olarak Türk asıllı olan ve Güney Hindistan’daki Dekan yaylası bölgesinde kurulan, tarihte Hindu rakipleri Vijayanagara ile var olan daimi savaşlarıyla bilinen Behmeni Sultanlığı Hindistan’a Türk’ün sarsılmaz mührünü vuran şanlı aktörlerdir.

Ama her şey bir kenara, Gazneliler’den sonra Hindistan’a Türk’ün sarsılmaz mührünü vuran ikinci imparatorluk şüphesiz ki Babür İmparatorluğu’dur.

Orta Asya ve Afganistan bölgesinden gelerek Hindistan’ı kendisine anayurt yapmak isteyen Çağatay Türklerinden ve Timurlular Hanedanı’na mensup Babür Şah tarafından büyük uğraşı ve başarısızlıklar silsilesinden sonra 1526 yılında kurulmaya muvaffak olunan ve 17. yüzyılın sonu ile 18. yüzyılın başında gücünün zirvesinde olan Babürlüler’in hâkimiyet alanı, en geniş olduğu dönemde bugünkü Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Afganistan’ı kapsamaktaydı.

Her ne kadar Babür Şah tarafından 1526’da kurulsa da, her ne kadar Bâbür Şah, hâkim olduğu yerlerde çok güçlü bir sistem kurmaya çalışmışsa da bölgenin özel yapısı sebebiyle bunda istediği başarıyı elde edememiştir. Oğlu Hümâyun’un zamanı da çalkantılarla geçmiştir. Ancak bu ikisinin ortaya koyduğu azim ve çaba meyvesini vermiş, üçüncü hükümdar Celâleddin Ekber Şah zamanında Hindistan’ın tamamı Türk hâkimiyetine girmiştir.

Bu yüzden imparatorluğun klasik döneminin, Ekber Şah’ın 1556 yılında tahta çıkması ile başladığı kabul edilir. Onun yönetimi altında Hindistan kültürel ve ekonomik ilerlemenin yanı sıra farklı dinlerden olanların uyumu açısından çok iyi bir konuma ulaşmıştır. Babür İmparatorluğu’nun beşinci imparatoru Şah Cihan’ın saltanatı, imparatorluğun mimarlık ve sanat alanında altın çağıdır. Agra’daki efsanevi Tac Mahal’in yanı sıra pek çok mükemmel eser onun döneminde yapılmıştır. Bilhassa Şah Cihân’ın 1631 yılında çok sevdiği eşi Ercümend Bânû Mümtaz Mahal’i kaybedince onun hatırasına yaptırdığı Taç Mahal, tarihi önemi, mükemmelliği simgeleyen mimari yapısı, kültürel mirası ile dünyanın en güzel eserlerinden biri olmuştur. Ağra Kalesi’ndeki odasından merhum eşinin türbesini seyreden Şah Cihan’ın bedbinliğe varan hayatı Babürlü devleti için hiç de iyi neticeler vermemiştir. Ancak sonsuz sevgiyi ifade etmek üzere inşa edilen Taç Mahal onun saltanat yıllarında tek tük ortaya koyduğu tüm kusurlarını belki bir miktar örtmeye yeter güzelliktedir.

Şah Cihân’ın hastalanmasıyla başlayan taht kavgalarının galibi Mümtaz Mahal’in oğlu Evrengzîb Âlemgir olmuştur. Büyük aşkın bereketi denilebilecek derecede samimi bir Müslüman ve ilim sahibi bir hükümdar olan Evrengzîb güçlü bir padişahlık dönemi geçirmiş ve devleti 48 yıl yönetmiştir. Onun usta yönetimi sayesinde devlet parçalanmaktan kurtarılmıştır.

Babür İmparatorluğu’nun, Evrengzib’in hükümdarlığı sırasında toprak genişlemesi doruk noktasına ulaştı. Onun döneminde 150 milyonluk nüfusu ile imparatorluk dünya nüfusunun dörtte birine hükmeder konumdaydı.

Evrengzîb’in vefatıyla başlayan taht kavgalarında oğlu Muazzam, Bahadır Şah adıyla hükümdarlığını ilan etmişse de bu tarihten sonra Babür Devleti, bünyesinde yaşanan taht kavgaları ve iç karışıklıklar sonucunda günden güne gücünü kaybetmiştir.

1739 yılında Nadir Şah’ın komutasındaki Afşar güçleri tarafından Karnal Muharebesi’nde mağlup edilen Babür İmparatorluğu, 18. yüzyılın ortalarından itibaren idari ve ekonomik olarak zayıflamaya başladı. Son imparator II. Bahadır Şah’ın sadece şehir üzerinde otoritesi vardı. 1858 yılında bir isyan üzerine bölgeye müdahale eden İngiliz’lerce Babür İmparatorluğu’na son verilerek Hindistan, Büyük Britanya İmparatorluğu’na bağlanılmıştır. Böylece bölgenin kontrolünü tamamen eline geçiren İngilizler, kendi nüfuzları altında bir sömürge krallığı kurdu. Bu krallıkta yönetimin başında Hindu bir prens olsa da sahne arkasında İngiliz lordlar vardı ve ülke yönetimi onların elindeydi. Bu yeni krallıkta nüfusun yüzde 25’ini oluşturan Müslümanlar azınlıktaydı. Müslümanlar yönetimlerde ve sosyal hayatta adeta yok sayılıyordu. İşte bu nedenle Müslümanlar örgütlenmeye ve ayaklanmaya başladı. Bu örgütlenme ve ayaklanmaların içinde Hindistan’da yaşayan Türklerin de müstesna yeri olmuştur.

Bugün Hindistan’da kendisini halen Türk olarak gören var. Bunlar Türk olduklarını biliyorlar. Mesela 19. yüzyılda Galip diye bir şair var: ”Ben Hindistan Türk’üyüm.” diyor. Daha evvelden Hüsrev 14. yüzyılda var, o da Hindistan Türk’ü olduğunu söylüyor. Yani her Hindistan Türk’ü karışıp benliğini kaybetmiş değil. Mesela bugün itibarıyla 22 milyonu aşkın nüfuslarıyla Urduca konuşmalarına rağmen özbeöz Türk kanı taşıyan Mugal Türkleri yaşamaktadır. Her ne kadar İngilizler, ”Hint-Moğol” veya ”Mughal İmparatorluğu” diyerek Türk kimliğini gizlemeye çalışsalar da, Babürlerin yadigarı olan Türkler halen varlıklarını sürdürüyor.

Babürlerin soyundan gelen Mugalların çoğu ‘Moradabad’ şehri ve çevresinde yaşıyor. Ancak bunlar da son yıllarda gerçekleştirilen asimilasyon politikalarına karşı dayanma güçlerinin sonuna gelmişlerdir.

Günümüzde ise Hindistan’da yaşayan Türk toplumunu meydana getiren insanların sayıları çok az olup şu anda Hindistan’da yaşayan Türk toplumunun çoğunluğunu son yıllarda Türkiye’den yeni göç eden gurbetçiler oluşturmaya başlamıştır.

1961 nüfus sayımında 58 kişi ana dilinin Türkçe olduğunu belirtmiştir.[79]

2001 nüfus sayımına göre Hindistan’da yaşayan 1.778 kişi doğum yerini Türkiye olarak belirtmiştir.[80]

Eski zamanlardan beri Hindistan topraklarına gelen Türklerin amacı, bu ülkeyi talan etmek ve sömürmek değildir. Aksine, bu toprakları kendilerine yurt edinmek istemişlerdir. Türklerin Hindistan’ı yurt edinmek istediklerini ise, bıraktıkları ölümsüz mimari eserlerden anlayabiliyoruz. Talancı uluslar, ele geçirdikleri topraklara yatırım yapmazlar. Türklerin bıraktıkları ölümsüz mimarî eserlere baktığımızda, Türklerin bu toprakları “yurt” edinmek istediklerini anlamak hiç de zor değildir. Hindistan topraklarını yakıp yıkmak ve talan etmek gibi bir düşünceleri yoktur. Aksine, bu yeni yurtlarını daha yaşanır hâle getirmek için çaba harcamışlardır. Türkler Hindistan’a geldiklerinde Hindistan, tapınak ve anıtlarla dolu bir memlekettir. İki milyondan fazla tanrı idolü bulunmaktadır. Türkler, İslamiyet’le birlikte cami ve türbe kültürünü de Hindistan’a getirmişlerdir. Önceleri, Hintli usta ve sanatçılarla çalışmışlardır. Bundan dolayı, ilk yapılan eserlerde, mimari bir sentez görmek mümkündür[81].

SÖZÜN ÖZÜ

Sonuç olarak özetleyecek olursak;

MÖ 3000’lerden MÖ 1500’e değin her ne kadar bugünkü resmî tarih yazmasa da Türk hakimiyeti olmuştur. Kısa süreli İskender ve Hind hakimiyetleri dahi Türk’ün Hindistan’daki gücünü akamete uğratmamış, Ak Hunlarla yeniden bölgede etkili olunmuştur.

X-XI. asırlarda Hindistan’da yeniden Turişkalar (Türkler) devri başlamıştır. Afganistan’ın Gazne bölgesine yerleşen Sebük Tigin kuzey batı Hindistan’ı ele geçirmesinden sonraki geçen zaman dilimi içerisinde Gazneli Mahmud fetih hareketini hızlandırarak 15’in üstünde seferle Hindistan’da Türk gücünü yaygınlaştırır. Gazneliler 1040 yılında Selçuklulara yenilerek Hindistan’daki hâkimiyetini kaybeder. Ancak XII. yy sonlarına kadar Pencap bölgesinde hâkimiyetlerini sürdürürler.

Hiç şüphesiz ki Hindistan bölgesinin Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında en başta Mahmud Gaznevi olmak üzere Gaznelilerin de önemli bir yeri vardır. Bu hanedanın kurucuları sayesinde Müslümanlık bu topraklarda kalıcı hale geldiğinden ve onlar başta Pakistan olmak üzere bütün Uzak Doğu’nun İslamlaşmasında en mühim unsuru teşkil ettiklerinden, Hindistan’daki fetihlerine özellikle geniş bir bahis açtık.

Ayrıca menşeleri konusunda birtakım tartışmalar hâlâ sürüyorsa da, Gazneliler sonrası Hindistan’daki Gurlu hâkimiyeti de gözden uzak tutulamaz. Esasında daha sonraları “Delhi Türk Sultanlığı” diye de ilim âlemine yansıyan devrin başlangıcı onlarla olmuştur ki, bu sebepten Gurlu çağına da değinilerek; peşinden ortaya çıkan Halaçlar, Tugluklar, Seydiler vs. sülaleler de ele alınmıştır. Bilhassa Delhi merkezli Türk idareleriyle, Babürlü devrinden kalma göz kamaştıran sanat eserleri bu coğrafyaya Türk mührünü vurmuştur.[82]

Kaynakça:

“Gazneliler”. Temel Britannica Ansiklopedisi. 7. Cilt. İstanbul: Ana Yayıncılık, 1993. ss. sf. 98-99.

A.Biswas, The Political History of the Hunas in India, New Delhi 1973, s.68-110;

A.Cevdet, Kısas-1 Enbiya, C. V, Ankara 1985, s.34-35;

A.Cevdet, Kısas-1 Enbiya, C. V, Ankara 1985, s.71;

A.D.Bivar, “Hariti and the Chronology of the Kusanas”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, 33/1, London 1970, s.10-21;

A.Delice, “Haccac b. Yusuf. Hayatı ve Faaliyetleri”, CÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 2, Sivas 1998, s.445-459;

A.Ekinci, “Gazneli Devletinin İslam Dünyası’nın Siyasal ve Sosyal Bütünlüğü Sağlama Teşebbüsleri”, FÜ. Orta Doğu Araştırmaları Dergisi, 2/2, Elazığ 2004, s.30-45;

A.İnayet, “Divanü zincan 2007, s.1183-1184;

A.Lippe, “Sculpture of Greater India”, The Metropolitan Museum of Art Bulletin, 18/6, New York 1960, s.186;

A.T.Yüksel, “İlk Müslüman Türk Devletlerinin Siyasi, Kültürel ve Medeniyet Tarihi Üzerine”, SÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 11, Konya 2001, s.81;

A.Üremiş, “Sind’de İslam Fetihleri I”, SÜ. Edebiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 37, Konya 2017, s.478-485;

A.von Gabain, “Irano-Turkish Relations in te Late Sasanian Period”, The Cambridge History of the Iran, 3/1, London 1968, s.614;

B.Codrington, “The Geographical Introduction to the History of Central Asia”, The Geographical Journal, Vol. CIV, No 1-4, London 1944, s.27;

B.Croke, “The Context and Date of Priscus Fragment 6”, Classical Philology, Vol. 78/4, Chicago 1983, s.306-307;

B.Ögel, “Akhun Devleti”, Tarihte Türk Devletleri, C. II, Ankara 1987, s.77-78;

B.Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. I, İstanbul 1981, s.178-189, 361, 461-462, 471-473;

B.Stein, A History of India, Second Edition, London 2010, s. 130;

B.Stein, A History of India, Second Edition, London 2010, s.129;

Bayur, Tarih İncelemeleri Dergisi, 26/2, İzmir 2011, s.459-473

Belazurî, Fütûhu’l-Büldan, Çev. M.Fayda, Ankara 1987, s.585;

Census India 1961. “Mother Tongues of India According to the 1961 Census” https://www.languageinindia.com/aug2002/indianmothertongues1961aug2002.html ; Erişim Tarihi: 25.11.2025

Census India 2001, https://web.archive.org/web/20071124155454if_/http://www.censusindia.gov.in/Tables_Published/D-Series/D-Series_link/D1_India.pdf ; Erişim Tarihi: 25.11.2025

D.H.H.Ingalls, “Kālidāsa and the Attitudes of the Golden Age”, Journal of the American Oriental Society, 96/1, Michigan 1976, s.15;

D.R.Bhandarkar, Inscriptions of the Early Guptas, Corpus Inscriptionum Indicarum, Volume III, New Delhi 1981, s.87-89;

Dames, “Efganistan”, s.153; İ.Kafesoğlu, “Mahmud Gaznevi”, İslam Ansiklopedisi, C. 7, İstanbul 1988, s.175;

E.Ayan, “Gurluların Menşei Meselesi”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 4/16, Samsun 2011, s.38-45;

E.Cebecioğlu, “Güney Asya’da İslamın Yayılmasında Sufilerin Rolü”, AÜ. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. 33, Ankara 1992, s.157-178;

E.Chavannes, Documents “Über die Türkischen Namen einiger Gross-Katzen”. Keleti Szemle. Tome sur les Tou-Kiue [Turcs] Occidentaux, Petersburg 1903, s.223:

E.Chavannes, Documents sur les Tou-Kiue [Turcs] Occidentaux, Petersburg 1903, s.132;

E.Ç.Mızrak, “Başlangıçtan Mihiragula Döneminin Son-larına Kadar Hindistan Hunaları (455-532)”, İÜ. Avrasya İncelemeleri Dergisi, 6/2, İstanbul 2017, s.132-138;

E.Göksu, “Alptegin: Köle Pazarından Gazne Tahtına”, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı 191, İstanbul 2011, s.16;

E.Mercil, “Gazneliler Devleti”, Tarihte Türk Devletleri, C. I, Ankara 1987, s.321;

E.Merçil, “Sebüktegin’in Pendnamesi”, İÜ. İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, 6/1-2, İstanbul 1975, s. 203-233;

El-Ömeri, Türkler Hakkında Gördüklerim ve Duyduklarım, Çev. A.Batur, İstanbul 2014

F.H.Skrine-E.D.Ross, The Heart of Asia, London 1899, s.20;

F.Hirth, The Ancient History of China, New York 1908, s.271;

Filibeli Ahmet Hilmi, Türklük Yazıları, Haz. H.Duyar, Konya 2022, s. 41.

G.Chaliand, Göçebe İmparator-luklar, Çev. E.Sunar, İstanbul 2001, s.68;

G.Okudan, Afganistan ve Hindistan Fatihi Gazneli Mahmud, Konya 2020, s.118-120.

Gömeç, “Türk Tarihinde Ak Hun-Avar-Juan Juan Meselesi…”, s.72.

Gömeç, Türk-Hun Tarihi, s.376-378; Mirhand, Tarih-i Ravzatü’s-Safa, Çev. M.Öztürk, C. I, Ankara 2019, s.740-741

H.A.R.Gibb, The Arab Conquests in Central Asia, London 1923; s.2-3;

H.Bucthal, “The Haughton Collection of Gandhara Sculpture”, The Burlington Magazine for Connoisseurs, 86/504, London 1945, s.70;

H.G.Keene, The Turks in India, London 1879

H.Goetz, “The Early Wooden Temples of Chamba”, Artibus Asiae, 19/2, Zurich 1956, s.161-162;

H.H.Howorth, “On the Westerly Drifting of Nomades, from the Fifth to the Nineteenth Century, Part IV. Circassians and White Khazars”, The Journal of the Ethnological Society of London, 2/2, London 1870, s.188;

H.Qayum-Z.Shah-J.Alam, “Afghanistan in the Historical Perspective”, Global Political Review, 2/1, Islamabad 2017, s.46-52;

H.S.Adalıoğlu, “Siyaset Kültürü ve Sebüktegin’in Pendname’si Üzerine Değerlendirmeler”, Modern Türklük Araştırma Dergisi, 4/2, Ankara 2017, s. 380-384

I.Vasary, Eski İç Asya’nın Tarihi, Çev. I.Doğan, İstanbul 2007, s.57-61;

Ira M. Lapidus, A History of Islamic Societies 2nd ed. Cambridge University Press 2002.

İ.Kafesoğlu, “Gazneli Devleti (969-1187)”, Türk Dünyası El Kitabı, C. I, 3. Baskı, Ankara 2001. s.317;

J.B.Bury, A History of the Later Roman Empire from Arcadius to Irene, Vol. I, London 1889, s.305;

T.W.Kingsmill, “The Migrations and Early History of the White Huns; Principally from Chinese Sources”, Journal of Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, 10/2, Cambridge 1878, s.300;

J.B.Page, “Ganga”, The Encyclopedia of Islam, Vol. II, New Edition, Leiden 1991, s.976

J.Harmatta, “Kidara and Kidarite Huns in Kashmir”, Acta Antiqua, 37-38/1-4, Budapest 1979-1980, s.187-188;

J.Kennedy, “The Later Kushans”, Journal of Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, Cambridge 1913, s.1064;

J.M.De Groot-G.A.Asena, Hun-lar ve Türkistan, İstanbul 2010, s.218, 226;

J.M.De Guignes, Hunların, Türklerin, Moğolların ve Daha Sair Tatarların Tarih-î Umumisi, C. II, İstanbul 1924, s.202;

J.Thorley, “The Roman Empire and the Kushans”, Greece and Roma, 26/2, Cambridge 1979, s.181-190;

K.Yıldırım, “Sun Yün’ün Türkistan’da Seyahati”, Tarih İncelemeleri Dergisi, 30/1, İzmir 2015, s.282-290;

Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lugat-it-Türk Tercümesi, Çev. B.Atalay, C. I, Ankara 1986, s.29, 453;

Kennedy, a.g.m., s.1054-1064;

J.Brough, “Comments on Third-Century Shan-Shan and the History of Buddhism”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, 28/3, London 1965, s.585;

L.Bachofer, “On Greeks and Sakas In India”, Journal of the American Oriental Society, 61/4, Michigan 1941, s.223-250;

M.A.Köymen, “Büyük Selçuklu Imparatorluğunun Kuruluşu II”, DTCF. Dergi-ğı’nda Teşkilat (1206-1414)”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, a.g.e., s.140-177;

M.A.Köymen, “İslam Alemi Içinde Selçuklular”, AÜ. DTCF. Dergisi, 15/1-3, Ankara 1957, s.129;

M.A.Shaban, “Khurasan at the Time of the Arap Conquest”, Iran and Islam. In Memory of the Late Vladimir Minorsky, Edinburg 1971, s.482-485;

M.Dalkılıç, “Buhârâ’nın İslâmlaşmasında Kuteybe bin Müslim’in Rolü”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 5/23, Samsun 2012, s.150;

M.F.Toprak, Sıra Dışı Bir Emevi Valisi, Ankara 2021, s.123-125.

M.Grignaschi, “La Chute de L’Empire Haphthalite dans les Sources Byzantines et Perses et le Probleme des Avar”, Acta Antiqua, Tom. 28, Budapest 1980, s.221;

M.H.Palabıyık, “Hindistan Tarihinde ve Hindistan’ın İslamlaşmasında Türklerin Rolü ve Katkıları”, Uluslararası Türk Dünyasının İslamiyete Katkıları Sempozyumu Bildirileri, Haz. İ.H.Göksoy-N.Durak, Isparta 2007, s.91.

M.Hamidullah, “İnsan Toplumlarında İbadet Tarihi”, Çev. Z.Aksu, Hikmet Yurdu, 1/1, Malatya 2008, s.14;

M.L.Dames, “Efganistan”, İslam Ansiklopedisi, C. 4, İstanbul 1988, s.152;

M.L.Dames, “Gazneliler”, İslam Ansiklopedisi, C. 4, İstanbul 1988, s.743

M.V.De Saint-Martin, Les Huns Blancs of ou Ephthalites, Paris 1849, s.63-65;

Mesudi, Murûc ez-Zeheb, Çev. A.Batur, Istanbul 2004, s.85, 153-155;

Mevlana Minhacüddin, Tabakat-ı Nasıri, Trans. M.H.G.Raverty, Vol. I, New Delhi 1970, s.17;

Mirhand, Gazneliler-Ravzatu’s-Safa, Ter. E.Göksu, İstanbul 2017, s.37-41

Mirhand, Tarih-i Ravzatü’s-Safa, Çev. M.Öztürk, C. I, Ankara 2019, s.71-72;

Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları, İstanbul 1341, s.1;

N.Durak, Hindistan’a Kuzeyden Yapılan Seferler, An-kara 2000, s.19-38;

N.Yazıcı, İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi, 14. Baskı, Ankara 2016, s. 177-179.

O.Franke, Geschichte des Chinesischen Reiches, I. Band, Berlin-Leipzig 1930, s.330;

O.Maenchen-Helfen, “The Yüeh-chih Problem Re-Examined”, Journal of the American Oriental Society, 65/2, Michigan 1945, s.72-77;

Orhan GEDİKLİ, “Hindistan’da Türk İzleri”; https://orhangedikli.net/wp-content/uploads/2023/08/hindistan.pdf ; Erişim Tarihi: 25.11.2025

Orta Mektep İçin Tarih I, Devlet Matbaası, İstanbul 1934

Ö.S.Hunkan, İpek Yolu’nun Muhafızları, İstanbul 2015, s. 108, 109;

Radet Georges, L. de La Vallée-Poussin, L’Inde aux temps des Mauryas et des Barbares, Grecs, Scythes, Parthes et Yue-Tchi (collection Cavaignac, Histoire du monde, t. VI, 1), 1930

R.A.Lewis, “Early Irrigation in West Turkistan”, Annals of the Association of American Geographers, 56/3, Washington 1966, s.490;

R.Abazov, The Palgrave Concise Historical Atlas of Central Asia, New York 2008, s.22;

R.G.Bhandarkar, A Peep in to the Early History of India, Bombay 1920, s.3;

R.Grousset, L’Empire du Levant, Paris 1949, s.75;

R.Hemchandra, Political History of Ancient India, Calcutta 1923, s.271-294;

R.K.Mokerji, The Gupta Empire, Third Edition, Bombay 1959, s.1-159;

R.Salomon, Indian Epigraphy, Oxford 1998, s.146, 171.

R.Shafer, “The Earliest Huns”, Ural-Altaische Jahrbücher, 38, Wiesbaden 1966, s.250-252;

R.Thapar, “The Image of the Barbarian in Early India”, Comparative Studies in Society and History, 13/4, Cambridge 1971, s.408-436;

R.W.Thomson, The Armenian History Attributed to Sebeos, Liverpool 1998, s.4;

Reşidüddin Fazlullah, Cami’ü’t-Tevarih. Selçuklu Devleti, Çev. E.Göksu-H.H.Güneş, İstanbul 2010, s.74-77;

S.Cöhçe, Şemsi Melikleri, Doktora Tezi, Elazığ 1986, s.6; Gömeç, Türk-Hun Tarihi, s.378-380.

S.Çevik, “Emevi Devlet Otoritesinin Tesisinde Haccac B. Yusuf Es-Sakafi’nin Fonksiyoner Rolü”, CBÜ. Sosyal Bilimler Dergisi, 1/1, Manisa 2003, s.19-33;

S.Y.Gömeç V.F.Büchner, “Samaniler”, Islam Ansiklopedisi, C. 10, İstanbul 1988, s.142;

S.Y.Gömeç, “Bumın Kağan’ın Cenazesine Katılan Kavimler ve Coğrafi Konumları”, Gök Türk and Goguryeo: The Inter-Relations History Between Ancient Korea and Turkey, Seoul 2016, s.53

S.Y.Gömeç, “Divanü Lûgat-it-Türk’te Lûğat-it Türk’te Geçen Çin ve Maçin Adı Üzerine”. Turkish Studies, 2/4, Er-Geçen Yer Adları”, DTCF. Tarih Araştırmaları Dergisi, 28/46, Ankara 2009, s.3-4.

S.Y.Gömeç, “Kök Türkler ve Uygurlar Çağında Türk Ordu Teşkilatına Umumi Bir Bakış”, Hunlardan Günümüze Türk Askeri Kültürü, Ed. A.S.Özkaya, İstanbul 2019

S.Y.Gömeç, “Türk Tarihinde Ak Hun-Avar-Juan Juan Meselesi ve Ak Hunlar Hakkında Bir Özet”, Hindistan ve Türk Tarihi-Kültürü Araştırmaları, Ed. H.H.Şahin, İstanbul 2020, s.69

S.Y.Gömeç, “Türk Tarihinde Avarlar ve Avar Meselesi”, Uluslararası IV. Türkoloji Kongresi, Türkistan 2011, s.479-485.

S.Y.Gömeç, Türk Destanlarına Giriş, 2. Baskı, Ankara 2015, s.61-62;

S.Y.Gömeç, Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018, s.379-382

S.Y.Gömeç, Türk Tarihinden İzler I, Ankara 2014, s.79-80

S.Y.Gömeç-A.G.Fidan, “Oğuz Kağan Destanı’na Göre Hindistan’ın Kuzeyi”, SÜ. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 54, Konya 2022, s.4-5;

Saadettin Yağmur Gömeç, Hindistan’da Türkler, Berikan Yayınevi, 2019

Saadettin Yağmur GÖMEÇ, Türk-Hun Tarihi, 2. Baskı, Ankara 2018

Ş.Baştav, “Sabir Türkleri”, Belleten, 5/17-18, Ankara 1941, s.62-63;

Ş.Günaltay, Mufassal Türk Tarihi, C. III, İstanbul 1339, s.103-120;

Ş.Günaltay, Mufassal Türk Tarihi, C. III, İstanbul 1339, s.200;

Şemsettin GÜNALTAY, Mufassal Türk Tarihi, C. III, İstanbul 1339

Şengül DEMİREL, Hindistan’da Türk İzleri. Ş Demirel. 38. ICANAS 38. Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, 95, 2007, 7

Türk Destanlarına Giriş, 2. Baskı, Ankara 2015, s.133;

V.A.Smith, “White Hun Coin of Vyaghramukha of the Chapa (Gurjara Dynasty of Bhinmal”, Journal of the Royal Asiatic Society of Great Britain and Ireland, Cambridge 1907, s.927;

V.Öntürk, “Ravzatü’s-Safâ ve Habibü’s-Siyer’e Göre Gurlular”, Tarih Okulu Dergisi, 11/34, İzmir 2018, s.130-157.

W.Arnold-M.Mujeeb, “Hindistan”, İslam Ansiklopedisi, C. 5/1, İstanbul 1988, s.517-518

W.Barthold, “Alp Tegin”, İslam Ansiklopedisi, C. 1. İstanbul 19798, s.386;

W.Barthold, “Altuntas”, İslam Ansiklopedisi, C. 1, İstanbul 1979, s.390;

W.Barthold, Mogol İstilasına Kadar Türkistan, Haz. H.D.Yıldız, İstanbul 1981, s.303;

W.M.Mc Govern, The Early Empires of Central Asia, New York 1939, s.416;

Y.Bregel, An Historical Atlas of Central Asia, Leiden-Boston 2003, s.12;

Y.H.Bayur, Hindistan Tarihi, C. I, Ankara 1950, s.138;

Y.Karakuş, XIII. ve XIV. Yüzyılda Hindistan’da Türk Hakimiyeti, Yüksek Lisans Tezi, Edirne 2015, s.22.

Yusuf Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, TTK Yayınları, 1950, Ankara

Z.Şen, “Haccac b. Yusuf ve Mushaf Tarihindeki Yeri”, Turkish Studies, 9/5, Ankara 2014, s.1868-1890;

Z.V.Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, 3. Baskı, İstanbul 1981, s.90-91;

Zahiru’d-din Nişaburî, Selçuknâme, Haz. A.G.Fidan, İstanbul 2018, s.76-77;

 

[1] Tarih Öğretmeni

[2] Orta Mektep İçin Tarih I, Devlet Matbaası, İstanbul 1934, s.59

[3] a.g.e., Sf. 60

[4] a.g.e., Sf. 62

[5] a.g.e., Sf. 65

[6] Yusuf Hikmet Bayur, Hindistan Tarihi, TTK Yayınları, 1950, Ankara, Sf. 41

[7] Bayur, a.g.e., Sf. 42

[8] Radet Georges, L. de La Vallée-Poussin, L’Inde aux temps des Mauryas et des Barbares, Grecs, Scythes, Parthes et Yue-Tchi (collection Cavaignac, Histoire du monde, t. VI, 1), 1930, P. 262

[9] Bayur, a.g.e., Sf. 42

[10] Bayur, a.g.e., Sf. 43

[11] Saadettin Yağmur Gömeç-Hindistan’da Türkler, Berikan Yayınevi, 2019, Sf. 9

[12] H.G.Keene, The Turks in India, London 1879, s.1-6; R.G. Bhandarkar, A Peep in to the Early History of India, Bombay 1920, s.3; Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları, İstanbul 1341, s.1; T.W.Arnold-M.Mujeeb, “Hindistan”, İslam Ansiklopedisi, C. 5/1, İstanbul 1988, s.517-518; N.Durak, Hindistan’a Kuzeyden Yapılan Seferler, Ankara 2000, s.2-4.

[13] Gömeç, a.g.e., Sf. 9, 10

[14] Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lugat-it-Türk Tercümesi, Çev. B.Atalay, C. I, Ankara 1986, s.29, 453; Mirhand, Tarih-i Ravzatü’s-Safa, Çev. M.Öztürk, C. I, Ankara 2019, s.71-72; A.İnayet, “Divanü zincan 2007, s.1183-1184; S.Y.Gömeç, S.Y.Gömeç, “Divanü Lûgat-it-Türk’te Lûğat-it Türk’te Geçen Çin ve Maçin Adı Üzerine”. Turkish Studies, 2/4, Er-Geçen Yer Adları”, DTCF. Tarih Araştırmaları Dergisi, 28/46, Ankara 2009, s.3-4.) Tangut (Tibet) zapt edildi. O, pekçok ganimete sahip olup, kendi vatanı Türkistan’daki Or Tag ve Ala Tag’a döndü” (S.Y.Gömeç, Türk Destanlarına Giriş, 2. Baskı, Ankara 2015, s.61-62; S.Y.Gömeç-A.G.Fidan, “Oğuz Kağan Destanı’na Göre Hindistan’ın Kuzeyi”, SÜ. Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 54, Konya 2022, s.4-5; Galip, a.g.e, s.1; Bhandarkar, a.g.e., s.5-6; Durak, a.g.e., s.3-7)

[15] Thapar, 13/4, Cambridge 1971, s.408-436.

[16] Gömeç, a.g.e., Sf. 11

[17] Saadettin Yağmur Gömeç, Türk-Hun Tarihi, 2. Baskı, Ankara 2018, Sf. 73-108

[18] Saadettin Yağmur Gömeç, Hindistan’da Türkler, Berikan Yayınevi, 2019, Sf. 12

[19] Bkz, M.V.De Saint-Martin, Les Huns Blancs of ou Ephthalites, Paris 1849, s.63-65; S.Y.Gömeç, “Bumın Kağan’ın Cenazesine Katılan Kavimler ve Coğrafi Konumları”, Gök Türk and Goguryeo: The Inter-Relations History Between Ancient Korea and Turkey, Seoul 2016, s.53

[20] H.H.Howorth, 2/2, London 1870, s.188; F.H.Skrine-E.D.Ross, London 1899, s.20; E.Chavannes, Petersburg 1903, s.223.

[21] Bury, J.B., A History of the Later Roman Empire from Arcadius to Irene, Vol. I-II, London 1889.

[22] Gömeç, Hindistan’da Türkler, Sf. 17

[23] Kennedy, J., “Sonraki Kuşanlar”, Büyük Britanya Kraliyet Asya Topluluğu Dergisi ve İrlanda, Cambridge 1913.

[24] Gömeç, Hindistan’da Türkler, Sf. 18

[25]J.M.De Guignes, Hunların, Türklerin, Moğolların ve Daha Sair Tatarların Tarih-î Umumisi, C. II,. İstanbul 1924.

[26] Gömeç, a.g.e., Sf. 20

[27] Turan Tkt. bkz, Gömeç, Ed. A.S.Özkaya, İstanbul 2019, s.173-174

[28] Moisey Kalankatuklu, Albaniya Tarihi, Baku 2006, s.82-83; P.Pourshariti, Decline and Fall of the Sasanian Empire, London 2008, s.381-382.

[29] Gömeç, a.g.e., Sf. 21

[30] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bakınız, R.Hemchandra, Political History of Ancient India, Calcutta 1923, s.271-294; R.K.Mokerji, The Gupta Empire, Third Edition, Bombay 1959, s.1-159; E.Ç.Mızrak, “Başlangıçtan Mihiragula Döneminin Sonlarına Kadar Hindistan Hunaları (455-532)”, İÜ. Avrasya İncelemeleri Dergisi, 6/2, İstanbul 2017, s.132-138; R.G.Bhandarkar, A Peep in to the Early History of India, Bombay 1920, s.47-74.).

[31] J.M.De Guignes, Heptal, Haytal ya da Heyatile’nin T’iele’nin bozulmuş bir şekli olduğunu söyler. Bakınız, De Guignes, a.g.e., s.126; Chavannes, a.g.e., s.250; S.Y.Gömeç, “Türk Tarihinde Ak Hun-Avar-Juan Juan Meselesi ve Ak Hunlar Hakkında Bir Özet”, Hindistan ve Türk Tarihi-Kültürü Araştırmaları, Ed. H.H.Şahin, İstanbul 2020, s.69.

[32] V.A.Smith, Cambridge 1907, s.927.

[33] Ş.Baştav, “Sabir Türkleri”, Belleten, 5/17-18, Ankara 1941, s.62-63.

[34] Bakınız, Chavannes, a.g.e.. s.224-228.

[35] Şemsettin GÜNALTAY, Mufassal Türk Tarihi, C. III, İstanbul 1339, s.198, 204.

[36]   Enver Konukçu, Kuşan ve Akhunlar Tarihi, Ankara 1973, s.89.

[37] R.Hemchandra, Calcutta 1923, s.298-301.

[38]   Gömeç, a.g.e., Sf. 27

[39]    H.A.R.Gibb, London 1923; s.2-3.

[40] (S.H.Li, The Life of Hiuen-Tsiang, Ed. S.Beal, London 1914, s.1-218; S.Y.Gömeç, Kök Türk Tarihi, 5. Baskı, Ankara 2016, s.150-156; Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları, İstanbul 1341, s.4; F.Bayat, “Saka Etnoniminin Etimolojisi Üzerine”, Karadeniz Araştırmaları, Sayı 1, Ankara 2004, s.1-9; M.H.Palabıyık, “Hindistan Tarihinde ve Hindistan’ın İslamlaşmasında Türklerin Rolü ve Katkıları”, Uluslararası Türk Dünyasının İslamiyete Katkıları Sempozyumu Bildirileri, Haz. İ.H.Göksoy-N.Durak, Isparta 2007, s.91-99; Y.Karadeniz, “İran Kaynaklarına Göre Türkistan ve İran Coğrafyasında İran-Turan Sınır Mücadeleleri”, Akademik Bakış, Sayı 26, Celalabat 2011, s.1-12.).

[41] Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları, Sf. 4-5; S.Y.Gömeç, Türk-Hun Tarihi, s.317-318; S.Y.Gömeç “Doğu Avrupa ve Balkanlarda İlk Türk Fütuhatı”, Osmanlı’dan Günümüze Bosna-Hersek Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, Tuzla 2011, s.25

[42] Atsız, Türk Tarihinde Meseleler, 2. Baskı, İstanbul 1977, s.7-14; S.Y.Gömeç, Türk Tarihi Üzerinde Toplamalar, İstanbul 2011, s.9-27; Y.Çavuşoğlu, “Nihal Atsız-Türk Kültürünün Ana Hatları, 4. Baskı, Ankara 2018, s.295-307.

[43] F.Hirth, The Ancient History of China, New York 1908, s.271; R.Hemchandra, Political History of Ancient India, Calcutta 1923, s.215-266; Ş.Günaltay, Mufassal Türk Tarihi, C. III, İstanbul 1339, s.103-120; O.Franke, Geschichte des Chinesischen Reiches, I. Band, Berlin-Leipzig 1930, s.330; L.Bachofer, “On Greeks and Sakas In India”, Journal of the American Oriental Society, 61/4, Michigan 1941, s.223-250; O.Maenchen-Helfen, “The Yüeh-chih Problem Re-Examined”, Journal of the American Oriental Society, 65/2, Michigan 1945, s.72-77; B.Ögel, Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, C. I, İstanbul 1981, s.178-189, 361, 461-462, 471-473; Skrine-Ross, a.g.e., s.15-19; A.D.Bivar, “Hariti and the Chronology of the Kusanas”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, 33/1, London 1970, s.10-21; J.M.De Groot-G.A.Asena, Hun-lar ve Türkistan, İstanbul 2010, s.218, 226; J.Brough, “Comments on Third-Century Shan-Shan and the History of Buddhism”, Bulletin of the School of Oriental and African Studies, 28/3, London 1965, s.585; J.Thorley, “The Roman Empire and the Kushans”, Greece and Roma, 26/2, Cambridge 1979, s.181-190; I.Vasary, Eski İç Asya’nın Tarihi, Çev. I.Doğan, İstanbul 2007, s.57-61; Obrusanszky, a.g.m., s.29).

[44] G.Morgenstierne, “Afghan”, The Encyclopaedia of Islam, Vol. I, New Edition, Leiden 1986; Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları ; M.L.Dames, “Efganistan”, İslam Ansiklopedisi, C. 4, İstanbul 1988, s.136-137; B.Glatzer, “The Pashtun Tribal System”, Concept of Tribal Society, Vol. 5, Ed. G.Pfeffer-D.K.Behera, New Delhi 2002, s.3; O. Çınarlı, “Afganistan’ın Etnik Yapısı”, AÜ. İİBF Dergisi, 4/1, 31 Aksaray 2012, s.74-75.)

[45] Bakınız, V.V.Barthold, Mogol İstilasına Kadar Türkistan, Haz. H.D.Yıldız, İstanbul 1981, s.421; Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları; M.L.Dames, “Gur”, İslam Ansiklopedisi, C. 4, İstanbul 1988, s.825.)

[46] Gömeç, Türk Destanlarına Giriş, s.63; Dames, “Efganistan”, s.136-150; Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları, s.5-6.

[47] E.Chavannes, Documents sur les Tou-Kiue [Turcs] Occidentaux, Petersburg 1903, s.132; Dames, a.g.m., s.151; Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları, s.7; M.H.Palabıyık, Haz. İ.H.Göksoy-N.Durak, Isparta 2007, s.91).

[48] Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları, s.7; E.Ayan, 4/16, Samsun 2011, s.38-45; V.Öntürk, 11/34, İzmir 2018, s.130-157.

[49] Gömeç, Hindistan’da Türkler, Sf. 35-36

[50] Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları, s.6-7.

[51] M.Hamidullah, Çev. Z.Aksu, 1/1, Malatya 2008, s.14; J.B.Page, Vol. II, New Edition, Leiden 1991, s.976.

[52] B.Stein, A history of India, London 2010, s.129;  Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları).

[53] Gömeç, Hindistan Türkleri, Sf. 37

[54] M. Minhacüddin, Trans. M.H.G.Raverty, Vol. I, New Delhi 1970, s.17; Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları, s.8; W.Barthold, “Altuntas”, İslam Ansiklopedisi, C. 1, İstanbul 1979, s.390.

[55] Gömeç, Hindistan Türkleri, Sf. 38

[56] Barthold, V.V., Moğol İstilasına Kadar Türkistan, haz. H. D. Yıldız, İstanbul 1981.

[57] Gömeç, Hindistan Türkleri, Sf. 39

[58]  Merçil, 6/1-2, İstanbul 1975, s. 203-233.

[59] Ö. S. Hunkan, Türk Hakanlığı Karahanlılar, İstanbul 2015. Paradigma Akademi Yayınları, s. 108, 109

[60] Gömeç, Hindistan Türkleri, Sf. 40

[61] M.A.Köymen, “İslam Alemi Içinde Selçuklular”, AÜ. DTCF. Dergisi, 15/1-3, Ankara 1957, s.129; A.Cevdet, Kısas-1 Enbiya, C. V, Ankara 1985, s.34-35; B.Stein, A History of India, Second Edition, London 2010, s. 130; S.Y.Gömeç V.F.Büchner, “Samaniler”, Islam Ansiklopedisi, C. 10, İstanbul 1988, s.142; Türk Destanlarına Giriş, 2. Baskı, Ankara 2015, s.133; Mirhand, Gazneliler-Ravzatu’s-Safa, Ter. E.Göksu, İstanbul 2017, s.37-41.

[62] Bakınız, El-Ömeri, Türkler Hakkında Gördüklerim ve Duyduklarım, Çev. A. Batur, İstanbul 2014, s.201

[63] Y.H.Bayur, C. I, Ankara 1950.

[64] H.Qayum-Z.Shah-J.Alam, “Afghanistan in the Historical Perspective”, Global Political Review, 2/1, Islamabad 2017, s.46-52;  Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları; N.Durak, Hindistan’a Kuzeyden Yapılan Seferler, Ankara 2000, s.19-38.

[65] E. Mercil, Gazneliler Devleti Tarihi, Ankara 1989, s.26

[66] Gömeç, Hindistan Türkleri, Sf. 42

[67]    Filibeli Ahmet Hilmi, Haz. H.Duyar, Konya 2022.

[68] Reşidüddin Fazlullah, Cami’ü’t-Tevarih. Selçuklu Devleti, Çev. E.Göksu-H.H.Güneş, İstanbul 2010, s.74-77; Zahiru’d-din Nişaburî, Selçuknâme, Haz. A.G.Fidan, İstanbul 2018, s.76-77; S.Y.Gömeç, Türk Tarihinden İzler I, Ankara 2014, s.79-80)

[69] Bakınız, V.V.Barthold, Mir Ali Şir ve Türkmen Halkının Tarihi, Çev. 1.Aslan, Ankara 2020, s.104-105

[70] El-Ömeri, Türkler Hakkında Gördüklerim ve Duyduklarım, Sf. 204

[71] F.H.Skrine-E.D.Ross, The Heart of Asia, London 1899, s.126; M.Nazım, “Mesud”, İslam Ansiklopedisi, C. 8, İstanbul 1988, s.133.

[72] Atsız, 900. Yıl Dönümü (1040-1940), İstanbul 1940, s.5-7; Müverrih Vardan, Türk Fetihleri Tarihi, Haz. 1.Aslan, İstanbul 2017, s.29; E.Hildinger, Warriors of the Steppe, New York 1997, s.93; M.A.Köymen, “Büyük Selçuklu İm-paratorluğunun Kuruluşu III”, DTCF. Dergisi, 16/3-4, Ankara 1957, s.2-42; S.Y.Gömeç, Dişi Kurtun Çocukları, Ankara 2012, s.161-168.

[73] Z.V.Togan, 3. Baskı, İstanbul 1981, s.90-91; A.Ekinci, Elazığ 2004, s.30-45; G.Okudan, Konya 2020, s.118-120.

[74] L. Massignon, “Karmatiler”, İslam Ansiklopedisi, C. 6, İstanbul 1988, 352-İlahiyat Fakültesi, Ankara 1988, s.330; 1.Gökhan, “İhşidiler Devletinin Yıkılışına Sebep Olan İktisadi Buhranlar ve Salgın Hastalıklar”, SU. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı 17, Konya 2007, s.256; A.Avcu, “Karmatiler: Ortaya Çıkışları, Fikir-leri, Edebiyatı ve Islam Düşüncesine Katkıları”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, 10/3, Samsun 2010, s.199.

[75] S.G.Agacanov, Oğuzlar, Çev. E.Necef-A.Annaberdiyev, 2. Baskı, İstanbul 2003, s.24-28; Mübarek Galip, Hindistan’da Türk Hükümdarları; F.Salman, “Gaznelilerde Giyim Kuşam Özellikleri”, Güzel Sanatlar Enstitüsü Dergisi, Sayı 16, Erzurum 2006, s.111-119; F.Coşkuner, Menucihri-yi Damgani, Divanının Tahlili ve Tercümesi, Doktora Tezi, Ankara 2002, s.5-20; Yazıcı, a.g.e., s.193-201.

[76] “Gazneliler”. Temel Britannica Ansiklopedisi, 7. Cilt. İstanbul: Ana Yayıncılık, 1993.

[77] Ira M. Lapidus, A History of Islamic Societies 2nd ed. Cambridge University Press 2002

[78] Orhan GEDİKLİ, “Hindistan’da Türk İzleri”; https://orhangedikli.net/wp-content/uploads/2023/08/hindistan.pdf ; Erişim Tarihi: 25.11.2025

[79] (Census India 1961. “Mother Tongues of India According to the 1961 Census” https://www.languageinindia.com/aug2002/indianmothertongues1961aug2002.html) ; Erişim Tarihi: Erişim Tarihi: 25.11.2025

[80] (Census India 2001, https://web.archive.org/web/20071124155454if_/http://www.censusindia.gov.in/Tables_Published/D-Series/D-Series_link/D1_India.pdf) ; Erişim Tarihi: Erişim Tarihi: 25.11.2025

[81] Şengül DEMİREL, Hindistan’da Türk İzleri. Ş Demirel. 38. ICANAS 38. Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, 95, 2007, 7

[82] Gömeç, Hindistan’da Türkler, Önsöz Sayfası

Yazar
Uğur UTKAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen