Giriş
“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimet lütfettiği peygamberlerdendir: Âdem’in soyundan, Nûh’la birlikte taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan, kılavuzluk edip seçtiğimiz kimselerden. Kendilerine Rahman’ın ayetleri okunduğunda, ağlayarak secdelere kapanırlardı”. Meryem Suresi 58.Ayet
“Onlara de ki: “Allah hakkında mı bizimle tartışıp duruyorsunuz? Hâlbuki O, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz size aittir. Biz O’na gönülden bağlanmış kimseleriz.” Bakara Suresi 139. Ayet
“Yoksa siz İbrâhim, İsmâil, İshak, Ya‘kūb ve torunlarını yahudi yahut hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?” De ki: “Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı?” Allah katından gelmiş olup kendinde bulunan bilgiyi gizleyenden daha zalim kim vardır? Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir”. Bakara Suresi 140. Ayet
Hz. Yakup’un Kur’an-ı Kerim’de bahsedildiği ayetler: Bakara: 131-140, Al-i İmran: 84, 93, Nisa: 163, En’am: 84, Hud: 71, Yusuf: 4-6,36-68,99,100, Meryem: 49, Enbiya: 72, Ankebut: 27, Sad: 45[2]
Hz. Yakup (İsrail), Hz. İbrahim’in torunu, Hz. İshak’ın oğludur. Yakup, topuktan tutan demektir. Doğarken ikiz kardeşinin topuğunu tutarak dünyaya geldiği için bu isim verilmiştir. Lakabı İsrail’dir. İsra Gece Yolcusu, İl Allah’a manasına olarak İsrail gece Allah’a giden şeklinde söylenmiştir. Bazılarına göre İsrail kelimesi Allah’ın İbranice karşılığıdır[3]. Hz. Yakup’un dedesi Hz. İbrahim’in insanları ibadet etmeye çağırdığı Tanrı, Yahudi tanrısından farklı, göklerin ve yeryüzünün yaratıcısı olan Tanrı “il”di. (veya “el”). Çünkü İbrahim’in tek tanrıya ibadet etmesi konusunda yaptığı çağrı, ayrım yapmadan bütün putperest çağdaşlarına yönelik bir çağrıydı. Rivayete göre İsrail kelimesinin anlamı Tanrı “İl”in Kulu anlamındaydı ki, bu da Yakup’un (İsrail’in) İbrahim’in Dinine bağlı olduğunu gösterir. Nitekim Halil kelimesi de hal ve il sözcüklerinin birleşiminden türemiştir Ve Tanrı İl’in dostu anlamındadır. Kur’an’da da buna işaret edilerek Allah İbrahim’i dost (Halil) edilmiştir” buyrulmaktadır. Kaydetmek gerekir ki, şahıs adlarının sonuna “İl” takısı getirmek oldukça eski bir adetti. Söz konusu adet günümüzde dahi yaygındır, fakat kimse bu meselenin aslına dikkat etmez. Mesela eski örneklerden biri de İsmail’dir ve anlamı “dinle ey Tanrı İl” demektir. İsrail ise Tanrı İl’in Kulu anlamındadır. Her ikisi de İbrahim Peygamber devrine ait kelimelerdir. Bir başka kelime “Üsreil”dir. Anlamı Tanrı İl’in ailesinden olan kişi demektir. Samuil ise Tanrı ile adanan kişi anlamındadır. Bu son iki kelime de Musa dönemine aittir. Yeni örnekler arasında gösterebileceğimiz Mihail ve Cebrail’dir ve anlamı Tanrı İl Miha’yı korusun, Tanrı İl Cebra’yı korusun demektir. Yüceltmesi amacıyla adlarının sonlarına ilk sözcüğünü getirmelerinden anlaşılmaktadır[4].
Sümer inancında Tanrı, Enlil, Akadlarda Ellil olarak bilinir. Şairler M. Ö. 2500 yıllarından itibaren Enlil’i öven dizeler yazmışlardır. Bu dizeler “ … Her sözü kutsal olan, buyrukları uzaklara erişen/andını bozmaz, sözü bütün gelecek için geçerli/ gözleriyle bütün ülkeleri gören/ saçtığı ışınlarla ülkenin yüreğini ısı tan Enlil/Eğer Enlil baba görkemi kutsal tacını gösterirse/ gök tanrılarının hepsi de baş eğerler onun önünde … “şeklindeydi. Babacan bir tanrı olarak belirtilen Enlil ile ilgili 1953 yılında Samuel Noah Kramer tarafından yapılan incelemelerde (Özellikle İstanbul Eski Şark Esreleri Müzesindeki tabletlerin incelenmesinde) ilahiler saptanmıştır. Bu ilahilerden kısa bir bölüm “…. Emirleri uzaklara erişen.sözü kutsal olan Enlil/ Bildirileri değiştirilmeyen, yazgıları sonsuza dek belirleyen efendi / Yükselttiği bakışları ülkeyi baştanbaşa tarayan/ yükselttiği ışığı bütün ülkenin yüreğini okuyan/ Ak kürsüde, yüce kürsüde sınırsızca oturan Enlil/ Gücün, efendiliğin, prensliğin hükümlerini yerine getirir / Yer-tanrıları onun önünde korkuyla eğilir / Gök tanrıları onun önünde saygıyla eğilir …” şeklinde devam eden bir ilahi olarak yayımlandı. Araştırmacılar Enlil’in Mezopotamya da “Bel” ya da “Belum” adlarıyla da tarumlandığını ileri sürerler[5].
“El” tanrısı, oldukça enteresan bir bakış açısıyla doğadaki herhangi bir güçle özdeşleştirilmemişti. “El” bir nevi tek tanrı inancına modellik etmiş bir tek tanrı prototipi idi[6].
Yahudi kaynaklarında ise Yakup’un İsrail adını alması şu şekilde anlatılmaktadır: “Hz Yakup gittiği anayurttan dönüş yolunda iki karısını ve iki cariyesini ve on bir çocuğunu alır ve Yabbok geçidini (nehrin en sığ yerinden) geçer. Yakup ailesini ve mallarını karşıya geçirir. Tam kendisi de gece ırmağı geçecekken bir adam belirir ve adam Hz. Yakup ile güreşmek ister ve onunla güreşe tutuşur. Seher sökünceye kadar mücadeleleri devam eder. Adam Yakup’u yenemediğini görünce, uyluğunun başına dokunur. Yakup’un uyluk başı incinir. Adam der ki “Bırak gideyim, çünkü seher vakti oluyor.” Yakup ona “Beni kutsamadıkça seni bırakmam.” Der. Adam “Adın nedir?” diye sorar. O da “Yakup!” der. Adam şöyle eder: “Artık sana Yakup değil, İsrail” denilecek. Çünkü Tanrı ile ve insanlarla uğraşıp yendin! Bu sefer de Yakup ona adını sorar: “Rica ederim, adını bildir.” der. “Adımı ne yapacaksın, gel seni kutsayayım.” der. “Yakup o yerin adım Peni-el (Rabbin Yüzü) koyar. Ve şöyle der: Rab ile yüz yüze geldim (vicahen gördüm) ve canım sağ kaldı! (Tekvin, Bab 32:22-32). Yahudi rivayetlerine göre Yakup’un güreştiği kişi Mikail’dir. Yakup, güneş doğarken karşı tarafa geçer ve ailesi ile birlikte Kenan’a doğru yola koyulur[7]”.
Tanrı adının kutsal sayılan Kral adına birleştirilmesi geleneğine uygun olarak Mısırda Hüküm süren Asyalı Hanedanlık Hiksos krallarından ikisine Yakup-el ve Yakup-baal adının verildiği bilinmektedir. Mısır kitabelerinde Yakup-el sözcüğü yer adı olarak da geçmektedir ki bu da Yakup adının yaygın şekilde kullanıldığını göstermektedir. Demek ki Tevrat’ta geçen Tanrı El kelimesi Musa çağından önce de bilinmektedir. El Kenanlılarda ve Aramilerde de Yüce Tanrı olması hasebiyle önemli bir yere sahiptir. Hiksosların dini ile ilgili elimizde kesin bilgiler yoktur ancak yapılan incelemeler onların Mısırların tanrılarına tapınmadıklarını göstermektedir[8].
Allah kelimesinin kökenleri üzerinde de bazı tartışmalar vardır. Dilbilimciler, sözcüğün kökünün İlah’tan (el-ilah) ya da (el-laha) olarak gelmiş olabileceğini söylerler. Allah sözcüğünün kökeni; bazı aIimlere göre “ilah”tır. Bazılarına göre ise Lah’tır. Bu kelimeye karşılık Süryanice’de Laha vardır. Muhtemelen Lah, Arapça’ya Süryanice Laha’dan geçmiştir. “Lah” gizlenme ve yükselme manasındadır. Fiilin mastarı olduğu gibi “ilah” anlamında da bir isimdir. “Lah” isminin başına “el” getirilerek “Allah” denilmiş ve özel isim yapılmıştır. Diğer bir görüşe göre de İlah’ın başına yüceltmek maksadıyla elif ile lam konmuş, el-ilah olmuş. Bu kelime genelde Sami dillerinde “en üst ilah” anlamına gelir. Allah ismi Arapça Elif (E/ A), Lam (L) ve He (H) harfleriyle yazılır. A dediğimiz Elif, L dediğimiz Lam ve H dediğimiz He. El-ilah dile ağır geldiğinden, ‘ilah’taki (i) kaldırılmış ve bir araya gelen iki lam (L) birbirlerinin içine geçirilmiş (idgam), böylece “Allah” sözcüğü meydana gelmiştir[9].
Hz. Yakup’un annesi Rafka (Rabiğa- Rebeka). Doğumu hicretten önce 1992 (M. Ö. 1370) doğumunda Hz. İshak altmış yaşındaydı. Kız kardeşi ve büyüğü El-İs (İsu-Esav)’dır. M.Ö. 17. yüzyılda doğduğu rivayeti hatalıdır. Doğum yeri Şam. Bir rivayete göre Hz İbrahim Yurdudur. Yaşı 147 sene yaşamıştır. Vefatı hicretten önce 1845 (M.Ö.1223).
Vazife bölgesi: Muhtemelen peş peşe üç bölgede vazife görmüştür:
- Harran’da bulunan dayısı yanına evlenmek maksadıyla gidişi bir vasıtadır, sebeptir. Orada uzun yıllar kalmış ve Mezopotamya’daki bir kısım insanları vahdaniyete çağırmıştır. Tahminen 40 yaşından 100 yaşına kadar.
- Babası Hazreti İshak’tan sonra Filistin’e gelmiş ve vazifesine devam etmiştir. 100 yaşından 130 yaşına kadar.
- Mısır’da oğlu Yusuf’a kavuşunca oraya göçmüş vardığı bölgede 17 yahut 23 sene peygamberlik yapmıştır[10].
Özellikle Yahudi kaynaklar kendi tarihlerini çok derinleştirmek için Hz İbrahim de dâhil Yahudi göstermeye çalışmışlardır. Hâlbuki o dönemde Yahudi isminde bir halk olmadığı gibi bahsi geçen peygamber soyu da Sümer Türklerinden gelmektedir. Hz Yakup’un lakabının İsrail olması ve bugünkü Yahudi devletinin adını bu tarihsel zenginliğe dayandırmak istenmesinden dolayı İsrail olarak kabul edilmesi hakikatle asla uyuşmamaktadır.
Bilindiği gibi Yahudiler, tarihlerini Babil’de esaret altında yaşadıkları bir sırada kaleme almış; kendi aralarındaki siyasî ve dinî sürtüşmelerle kişisel eğilimleri bu tarih yazımcılığında yönlendirici bir rol oynamıştır[11]. Yahudiler tarihlerini hiç olmadıkları eski devirlere kadar uzatmakla da yetinmemiş, aksine yine hiç yaşamadıkları Eski dönemlerde ibranice’nin var olduğunu ileri sürerek, yahuduliliğin milattan önce 13. yüzyılda daha Filistin topraklarına gelmeden önce mevcut bulunduğunu kabul etmişler; Tevrat’ı yazdıkları ibranice’nin Aramiçeden türemiş ve Yahudilerin Filistin’e gelişlerinden ancak 700 Yıl Sonra Ahdi Atik dilinin ortaya çıkmış bulunmasına rağmen, ona Biblical Hebrew (Tevrat İbranicesi) adını vermişlerdir. Bizzat Tevrat eski dilin Kenan dili olduğunu itiraf etmesine rağmen birçok araştırmacının Bu çarpıtılmış tarihe gerçeği benimsemiş olması ise enteresandır[12]. Tevrat yazarları okuyucunun zihninde öyle bir bulanıklık meydana getirmişlerdir ki sonunda okuyucu sözü edilen yüzyılların İbrahim dönemi mi Yoksa Musa dönemi mi yahut Yeşua veya Yahudi dönemi mi olduğunu karıştırmıştır[13].
Ahmet Susa’nın ifadesine göre: Kur’an İbrahim Peygamberin soyundan gelen İsrailoğulları ile daha sonraki Yahudileri birbirinden ayırmış; hoşnutluluğun belirtildiği yerlerde İsrailoğulları, gazap ve öfkenin belirtildiği yerlerde ise Yahudiler tanımlamasını kullanmıştır[14]. Bununla beraber İsra suresi 4. Ayette “Biz kitapta İsrâiloğulları’na şöyle bildirmiştik: “Yeryüzünde mutlaka iki defa fesat çıkaracak, çok böbürleneceksiniz” (Vekadaynâ ilâ benî isrâ-île fî-lkitâbi letufsidunne fî-l-ardi merrateyni veleta’lunne ‘uluvven kebîrâ(n)) diyerek ihtar da bulunmaktadır.
İsrailoğulları ve Yahudilik tarihi ile ilgili dönemler:
Birinci Dönem:
İsrailoğullarının ilk dönemi, Hz. İbrahim (a.s.) ile başlar; Hz. Yakup’un (a.s.) vefatıyla, peygamberlik sırasının Hz. Yusuf a (a.s.) geçmesine kadar olan dönemi kapsar. Hz. Yusuf (a.s.) dâhil, bu ilk dönemdeki peygamberlerin Musevilik ve Yahudilikle bir alakaları yoktur. Bunlar Kur’an’ın ifadesiyle İbrahim’in getirdiği Hanif dini üzere hükmetmişlerdir. Hanif dini esasında Musevilik ve İsevilik ile birlikte Peygamberimiz (s.a.v.) zamanına kadar devam etmiştir. Nitekim Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ilk vahyini almasıyla tutulduğu sarsıntı ve korku telaşını yatıştım, “Bu, Musa’ya gelen melektir.” diyen de o dönemdeki Hanif dini mensuplarından Varaka bin Nevfel idi. Dolayısıyla Kur’an’ın; Hz. İbrahim, İsmail, İshak, Yakup (a.s.) ve Esbat (Hz. Yusuf ve Hz. Musa’ya (a.s.) kadar gönderilen tüm irşad ediciler) Yahudi değildi, (Bakara, 140) demesi bu sırra binaendir[15]. İbrahim peygamberden 700 Yıl Sonra başlayan Musa dönemi ile herhangi bir ilgisi yoktur. Yine İbrahim Peygamber döneminden Yaklaşık 1500 yıl sonra gelen Yahudi dönemiyle de ilgisi yoktur[16] .
Kur’ân-ı Kerîm’deki esbât kelimesi ise, Hz. Ya‘kūb’un on iki oğlu ile onların soyunun oluşturduğu on iki kabileyi ifade eder (el-A‘râf 7/160). Hz. Ya‘kūb’un lakabı İsrâil olduğu için (Âl-i İmrân 3/93; Meryem 19/58) onun çocuklarına Benî İsrâil de denilmektedir (el-Bakara 2/40, 47 vb.). Kur’an’da beş defa geçen esbât kelimesi bir yerde İsrâiloğulları’nın on iki kabileye ayrılmasıyla ilgili olarak kullanılmakta (el-A‘râf 7/160), dört yerde de Hz. Ya‘kūb’dan hemen sonra ve onun çocukları tarafından oluşturulan kabileleri ifade etmektedir (el-Bakara 2/136, 140; Âl-i İmrân 3/84; en-Nisâ 4/163)[17].
Hz. Musa (a.s.), Hz. Yusuftan (a.s.) 400 yıl sonra gelmiştir. Dolayısıyla Tevrat’ın Hz. İbrahim (a.s.) ve diğer peygamberleri anlatması Kur’an’ın eski peygamberleri zikretmesi gibidir. Fakat yazık ki Tevrat’ı yazıya dökenler, kasıtlı bir şekilde Hz. İbrahim, Hz. İshak ve Yakup’u -tabii Hz. İsmail’i dışlayarak- (a.s.) ‘Yahudi peygamberler gibi aktarmışlardır. Üstelik de Tevrat Hz. Musa’dan (a.s.) en az 650 yıl sonra Babil Sürgünü dönüşünde yazıya geçirildiği halde… Mamafih eklentiler de o dönemde yapılmıştır. Dolayısıyla bin elli yıllık bir zaman dilimi yok edilerek Hz. İbrahim (a.s.) de Hz. İshak ve Hz. Yakup (a.s.) da Yahudi peygamberler olarak anılmışlardır[18].
Yahudiler, Musa’dan sonra onun getirdiği dinden çıkıp putlara tapmaya başladılar ve daha sonra da Tevrat’ın yazılması ile birlikte kendilerine özgü bir tanrı olan ve dünyada Yahudilerden başka hiç kimseyi ilgilendirmeyen Yahveyi icat ettiler. Çünkü eskiden her kabile veya şehir kendisine bir tanrı edilir ve bunun diğer halkların yahut şehirlerin tapındığı Tanrıdan ayrı olması (nenotheism ) için ona farklı bir isim verirdi. Büyük bir ihtimalle Yahudiler bu geleneği esaret günlerinde Tevrat’ın yazılması esnasında Babillilerden almışlardır. Çünkü Babil’deki her bir şehrin kendi Tanrısı vardı. Dolayısıyla İbrahim Peygamberin Tevhid (monotheism) çağrısı, insanlık tarihinde ilk genel çağrıdır. Daha sonra peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) bu çağrıyı yenilemiştir[19].
Yahudiler yeni nesil öğrettikleri ve tarihleri ile ilgili olarak yayınladıkları kitaplarda “Yahudi halka milattan önce 4 bin yıl civarında İbrahim Peygamberin rehberliğinde refideyn vadisinden (Mezopotamya’dan) Filistin’e gelmiştir ve o zamanki sayıları 4000 kişiden fazla değildir demektedir. Bu cümle günümüzde Avrupa ve Amerikan üniversitelerinde okutulmaktadır. Çünkü bu üniversitelerde okutulan tarih kitaplarını yazanlar Yahudi veya Tevrat tutkunu hristiyanlardır[20].
Yahudilerin iddiasına göre kendileri 5000 yıl öncesinde Filistin’de vardılar ve Araplar ise ancak İslami fetihlerle birlikte buraya gelmişlerdir. Tarihi çarpıtmanın en bariz örneklerinden biri budur[21].
İkinci Dönem
Hz. Yusuf un (a.s.) çağrısıyla Mısır’a gelip yerleşen Yakupoğullarının, burada, içine düştükleri çileli ve zahmetli hayattan zilletten kurtarılmaları dönemidir. Hz Musa’nın (a.s.) Firavun’a karşı mücadeleleri, sonra halkın Mısır’dan çıkışı ve Sina’da Tevrat’ın inişi ve yaşanan olayla Museviliğin ortaya çıktığı dönemdir[22].
Musa dönemi milattan önce 13. yüzyılda başlar ve Mısır’la bağlantılıdır. Tabii olarak Mısır dili kültürü ve dini ile de bağlantılıdır. Bunun yanında Musa ve taraftarlarının Kenan Diyarında yaşadıkları dönemde Musa devrine girmektedir. Bunu Musevilerin Mısırlı Musa tabileri olmaktan çıkıp Kenan’lı olma ve Musa şeriatından sapma dönemleri takip eder Dolayısıyla buna Mısır- Kenan dönemi diyebiliriz Bu dönem milattan önce 13 yüzyıldan başlayıp yaklaşık 800 yıl sürmüş ve milattan önce 6. yüzyılda Babil esareti ile son bulmuştur[23]. Kenanî putperestliğin ülkede kendini muhafaza ettiği göz önünde bulundurularak hükümdarlar ve müluk-u tavaif döneminin Kenan kültürünün etkisinde geçtiği söylenebilir. Bu iki dönem sırasında Filistin’de eski Kenan kültüründen başka bir kültürün var olduğu konusunda hiçbir bilgi yoktur. Çünkü İbranice, kahinlerin Tevrat’ı Aramiceden iktibas edilen ve Tevrat Aramicesi denilen lehçe ile yazmaya başlamalarından bir süre sonra yani milattan önce 6- 4. yüzyıllar arasında oluşmuştur. Zaten Museviler Kenan diyarına geldikten sonra yerli halktan ödünç aldıkları Kenancayla konuşmaya başladıkları için, Arami dilinin tüm Yakın doğuda yayılmasından sonra Filistin’deki bakiye hakların kullandığı bozuk bir Aramiceyi benimsemişlerdir. Yani Yahudilerin kendilerine özgü herhangi bir dilleri yoktu. Yahudi dil anlamındaki İbranice ise Aramiceden iktibas edilmiş bir geç dönem lehçesidir[24].
Üçüncü Dönem
Bu dönem “Yahudileşme” dönemidir. Tevhit üzere bir dinin “millî” çıkarlar uğruna değiştirildiği, hakikatlerin hayal ve hurafelerle sıvandığı ve bir daha aslı bilinmeyecek şekilde üstünün kapatıldığı dönemdir. Kur’an Beni İsrail (Allah’ın yolunda yürüyenler) ile kendilerini tanrının yegâne halkı sayan Yahudileri birbirinden ayırır. Bu dönem, “Yazıklar olsun o kimselere ki elleriyle Kitap’ı (Tevrat’ı) yazarlar. Sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, Allah’ın katındandır. derler. Vay ellerinin yazdıklarından dolayı onların hâline! Vay kazandıklarından dolayı onların hâline!” Bakara, 79) ayetinin işaret ettiği tahrifatın yapıldığı dönemdir.
Kur’an, onların yaptıklarını şöyle tanımlıyor: “Onlardan (Yahudilerden) öyle bir grup da var ki Kitap’ta olmadığı hâlde Kitap’tan sanasınız diye (okudukları) kitap’tanmış gibi dillerini eğip bükerler ve, ‘Bu, Allah katındadır. derler. Hâlbuki o, Allah katından değildir. Bile bile Allaha karşı yalan söylerler.” (Ali İmran, 79) Bu dönem Hz. Musa’dan (a.s.) sonra başlayıp ta Ninovalı’ların (M.Ö. 725), Babillilerin (M.Ö. 598) ve (çok sonra da Romalıların) peş peşe gelen saldırılarıyla tarumar oldukları ama hem Kitap’a hem Allah’a iftira etmekten geri durmadıkları, her fırsatta peygamberlerini öldürdükleri dönemdir. Yukarda vurguladığımız gibi İsra suresinde bu dönem şu ifadelerle anlatılır: “Biz, Kitap’ta (Tevrat’ta) İsrailoğullarına, Yeryüzünde muhakkak iki defa bozgunculuk yapacaksınız ve büyük bir kibre kapılarak böbürleneceksiniz.” diye hükmettik. Nihayet bu iki bozgunculuktan ilkinin zamanı gelince (sizi cezalandırmak için) üzerinize, pek güçlü olan birtakım kullarımızı (Ninovalılar, Babillileri ve Romalılılar) gönderdik. Onlar evlerinizin arasına kadar sokuldular. Bu, muhakkak yerine gelmesi gereken bir va’d idi getirildi.[25]
Yahudi dönemi milattan önce 6. yüzyılda Babil esaretinin sona erişinden itibaren başlar. Bu dönem, dili, kültürü ve dini itibariyle gerçek anlamda bir Yahudi dönemidir ve Yahudiliğin başlangıcını temsil eder. Çünkü şimdiki Yahudi dini Babil esaret günlerinde kahinlerin Tevrat’ı yazmaları ile başlamış, İbranice (Tevrat ibranicesi) denilen dilleri ise esaretten sonra oluşmuştur. Bugün elimizde bulunan Tevrat, Yahudi çağından 800 yıl önce Mısır diliyle Musa’ya gönderilen Tevrat değildir[26].
Üçüncü dönemde gerçekleşen belli başlı olaylar şunlardır:
-İsrailoğullarının Hz. Musa’dan (a.s.) sonra Sina Çölü’nde geçirdikleri yıllar,
-Halkın ekseriyetinin yeniden putperestliğe döndüğü döndüğü dönemler
-Nebi Yeşu dönemi,
-Nebi Samuel dönemi. Bu dönemin hadiseleri arasında Samuel zamanında Talut’un ve ardından Davut’un krallıkları, Calut’la mücadeleleri ve Calut’a karşı zafer kazanıldıktan sonra Talut ile Davut arasındaki kavga vardır. Davut’un Amelika’ya sığınıp onlarla birlikte Talut’a karşı iş birliği yapması, dört beş kez kendi halkına karşı savaşması, daha sonra Tâlut’un ve çocuklarının Amelikalılar tarafından öldürülmesi, Beni İsrail’in yeniden bir keşmekeşliğe sürüklenmesi ardından Davut’un ülkesine dönüp devleti kurması sayılabilmektedir[27].
İlk Yahudi devletinin (İsrail’in) kısa bir süre içinde (Hz. Süleyman’dan (a.s.) hemen sonra) parçalanması ve Yahuda ve İsrael diye ikiye bölünüp birbiriyle sürekli savaşmaları, putperestliğin yaygınlık kazanması ve fuhuş, riba, pislik ve her türlü kötülüğün gemi azıya alması, bu hallere karşı çıkan birçok nebinin öldürülmesi ve nihayet Nebi Yeremya’nın dilinden Yahudi kavminin ıslaha çağrılması, kendilerini ıslah etmedikleri takdirde, gelmekte olan “yakın bir bela” ile uyarılmalarıdır Yeramya’dan 10-15 yıl sonra Nebukadnezar gelecek ve İsrael’i haritadan silecek, Süleyman Tapınağı’nı yıkacaktır. Nüfusun büyük bir kısmını da zincire vurup Babil’e götürecektir! İşte bu olaylar Kur’an’ın inzalinden önce geçtiği için, bu hal Kur’an’da “Ve kâne va’den mefulâ” ( Bu olmuş ve bitmiş bir iştir) ayetiyle zikredilir! İsra suresinin: ayette özetlediği bu süreç yaklaşık 500 yıllık bir dönemdir[28]. Yahudiler, tarihte oynadıkları rol itibariyle İbrahim Peygamber ve Yakup’un soyundan gelen İsrailoğulları değildir.
Hz. Yakup’tan Hz. Yusuf’a İsrailoğulları Mısır’da
Hz Yakup ve Oğulları Hz Yusuf vasıtasıyla Mısır’a davet edilmiştir.
Kur’an’da iki yerde geçen (Âl-i İmrân 3/93; Meryem 19/58) ve Hz. Ya‘kūb’un ikinci adı veya lakabı olan İsrâîl’den dolayı, onun soyundan gelenlere Tevrat’ta Beney Yisrael, Kur’an’da Benû/Benî İsrâîl (İsrâiloğulları) denilmektedir. Tevrat’a göre İsrâil’in oğulları Ruben, Şimeon, Levi, Yahuda, İssakar, Zebulun, Yûsuf, Benyamin (Binyamîn), Dan, Naftali, Gad ve Aşer adlarını taşımakta, bunlardan her biri aynı addaki kabilenin atası sayılmakta ve böylece İsrâiloğulları on iki kabileden oluşmaktadır. Ancak Yûsuf’un iki oğlu Efraim ve Menasseh’nin soyu iki ayrı kabile olarak kabul edilmekte, Levi ise özel statüsü sebebiyle on ikinin dışında tutulmaktadır[29].
Mısır ve Hiksoslar
Mısır’ın ilk Halkı
Türk Tarih Tetkik Cemiyeti tarafından hazırlanan Tarih kitabına göre Mısır’ın ilk halkı yani Eski Mısırlılar Nil Sahillerinde çok eski devirlerden yerleşmişler ve orada tarih öncesi devirlerin cereyanı esnasında medeniyetlerini yavaş yavaş kurmuşlardır. Bu medeniyet tarihleri bir yönden Kuzey Afrika’da bugün dahi yaşamakta olan Tuarekler’e mensupturlar. Bunlar Kuzey Afrika’ya Hazar çevresinden gelme Türklerden olmalıdır. Gerçekten de bu bölgelerde Hazar tipi taş aletler bulunmuştur. Mısır krallarına verilen eski isimler “Demirci” anlamında tercüme edilmiştir Bunlar hem savaşçı hem maden sanatlarını yapan insanlardır. Bilindiği üzere Orta Asya’daki insanlar hem Kuzey hem de Güney bölgelerinden batıya göç etmişlerdir. Kuzey yoluyla hareket edenler Avrupa’nın batısına kadar gitmişlerdir. Güney bölgesinden hareket edenler ise başka yollardan yürümüşlerdir. Bir kısmı Anadolu, Trakya, Makedonya, Adalar ve daha sonra Yunanistan denilmiş olan bölgeye gittiler bir kısmı Palestin sahillerince Mısır’a geçmişlerdir. Bu suretle Hazar Denizinin batısında ve güneyinde yaşamış olan İberler’in Avrupa’ya ve İspanya’ya geçmeden evvel oralara gitmek için takip etmek zorunda kaldıkları yollar anlaşılmaktadır. Asya İskitleri aslından olan Kimriler (Kimmerler) bu tarihlerde çoktan Kırım’a ve Danimarka yarımadasına yerleşmiş bulunmaktadır. Böylece ilk Mısır halkının milattan 5.000 sene evvel Asya’dan gelmiş ve Nil vadisine yerleşmiş ve ilk Mısır medeniyetini Kuran Türkler olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Akdeniz Ege havzası da aynı halkın yani Türklerin temsilcisidir. Türkler Nil Vadisi’ne gelip yerleştikleri zaman düzenli Ziraat sulama usullerini hayvancılığı ve çeşitli maden sanatlarını çoktan biliyorlardı. Bundan başka kuvvetli bir toplumsal teşkilatları da vardı. Mısır da bu ilerleme ve medeniyetin sebeplerini bunda aramak gerekmektedir. Mısır’ın ilk halkını oluşturan aile ve kabilelerin ayrı ayrı bayrak makamında “Birlik işaretleri” vardı. Bunlar kurt, şahin gibi hayvanların ve güneşin levhalar üzerine çizilmiş resimleri veya bir hayvan derisi üzerine resmedilmiş çapraz oklar vs. gibi şeylerdi. Bu işaretler kendilerine kutsallık yükselen bir takım timsallerdi. Eski Mısır halkı evvela bu timsaller üzerinde kabileler halindeydi[30].
Mısır Samilerinin medeniyet ve saltanatlarına kondukları Türklerin Mısır’da mevcudiyetlerini gösterebilecek bütün belgeleri ortadan kaldırmak için ellerinden geleni yaptıklarına şüphe etmemek lazımdır. Firavunlardan evvel medeniyetleri ve büyük hizmetleri muhakkak olanların medeniyet ve tarihlerini firavunlar tarafından yapılan piramitlerde ayrıca ve kendilerini olduğu gibi kaydetmemiş olmaları bu fikri doğrulamaktadır[31]. Firavunlar Yalnız kendi İcraatlarını mabetlerin duvarlarına koydukları kitabelerde abartılı bir şekilde kaydettirmişlerdir Bundan başka kitabeler üzerinden kendi seleflerinin (önceki kralların) isimlerini kazıtarak kendi isimlerini koyarlardı. Hatta ikinci Ramses gibi babasının ismi yerine kendi isimlerini koyanlar da vardır. ikinci Ramses başkalarından çaldığı zaferlerle kendi zaferi kadar sevinirdi. Bu sebeple Mısır medeniyetinin gerçek kurucularına medeni insanlığı götürecek yol Asya’nın ilk medeniyetinin daha iyi tanınması olacaktır[32]
Bu çerçevede Mısır tarihini başlıca iki büyük devre ayırmak uygun olur.
Birinci devir, “Tanrı Horüs” namına birçok krallar tarafından icra olman Mısır saltanatı dönemidir. MÖ en az 5000 senesinden MÖ 3315 senesine kadar, yaklaşık 17 asır devam etmiştir. Mısır medeniyetinin başlaması, gelişmesi bu devirde olmuştur. Bu devrin ayrıntılı tarihi, arkeoloji incelemeleri ilerledikçe aydınlanacaktır[33]. Türk tarihinin derinliği ve yeryüzündeki genişliğini anlama açısından Uygur[34] Medeniyetinin incelenmesi bu dönemin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır:
Bugünkü Gobi Çölü o dönemde, üzerinde büyük şehirler kurulu olan son derece verimli bir topraktı. Bu halka Uygurlar, ülkeye de Uygur Koloni imparatorluğu deniyordu. Felaket gerçekleştiğinde yerkürenin ilk büyük medeniyeti ihtişamının tepe noktasındaydı. Çeşitli şark gelenekleri Uygur İmparatorluğu’nun yıkılışının 17 bin yıl önce gerçekleştiğini kaydetmektedir. Uygurların başkenti bugün Gobi Çölü’nün olduğu yerde kuruluydu. Bu son derece eski şehir, şu an, tufan sularıyla buraya taşınmış olan yaklaşık 15 metre kum ve çakıl altında yatmaktadır. Bu tufan Büyük Uygur İmparatorluğu’nun doğu kısımlarını (Pasifik Okyanusu’ndan Asya’ya ve Doğu Avrupa’ya kadar uzanıyordu) silip süpürmüştü[35]. Türk Tarihinin her safhası ile ilgilenen Atatürk, James Churchward’ın beş ciltlik kitabını Türkiye’ye getirerek çok kısa bir sürede Türkçeye çevirtti ve okudu[36]. Biz bu eser ve birçok kaynaktan anlıyoruz ki Büyük Okyanus ve Uygur piramitleri, Mısır piramitlerinden daha önce yapılmış ve daha yüksektiler[37]. Uygur Medeniyetinin mumyalama ve piramit özellikleri çok gelişmiştir. Daha sonra bu bilgiler Mısır Uygarlığı kurucuları tarafından da bu bilgiler kullanılmıştır.
Çin’de 400’e yakın piramit bulunur ve bu piramitlerin en az 10.000 yıllık olduğu söylenir. Bu piramitlerin, Mu varsayımında geçen Büyük Uygur İmparatorluğuna ait olduğu, Piramitler üzerinde bulunan yazıtlarda görülür. Xian şehrine 100 km uzaklıkta Qin Ling Shan dağlarında 34°21’44.48″N 108°37’50.88″E koordinatlarında bulunurlar. Ayrıca yerden yüksekliği 300 metreyi bulan en büyük piramide ‘Beyaz Piramit’ de denilmektedir. Piramitlerin bulunduğu yer yasak bölge ilan edildiğinden detaylı araştırma yapılamamaktadır. (İkinci Dünya Savaşı sırasında James Gaussman’ın Hindistan’dan Çin’e uçuşu sırasında gördüğü piramitlerdir.)[38]
Mısır’da ikinci devir, Firavunlar Devri’dir. İlk firavun Menes’tir.
Menes’ten sonra birbiri ardınca birçok firavun gelmiştir. Kolaylıkla hatırda kalması için bu firavunları 26 sülaleye ayırırlar.
Firavunlar tarihi de beş devreye ayrılabilir:
1) Eski imparatorluk. Bu devirde başkent evvela Tinis’teydi, sonra Mentis şehri olmuştur.
2) Birinci Tep (Thebes) Devri, yahut orta imparatorluk. Bu devirde,
Tep başkent oldu.
3) İkesuslar (Hiksoslar) Devri (İkinci kez Türkler dönemi).
4)Yeni İmparatorluk, yahut ikinci Tep Devri.
5)Says Devri. Bu devir, firavunların bağımsızlığının son devridir. Bu devirde başkent, Delta’da Says şehridir[39].
Hz Yusuf’un görev yaptığı ve İsrailoğulları yani ailesini davet ettiği Mısır’da o dönem iktidarını temsil eden ikinci kez iktidara geçmiş olan Türk halklarından Hiksoslar bulunmaktaydı. “Hiksos”, “yabancı ülkelerin kralları/efendileri” anlamına gelen ve Mısır dilinde “heqa khasut” olarak telaffuz edilen kelimenin Grekçesi’dir. MÖ. 3. yüzyılda Mısır’ın tarihini yazan rahip Manetho, “Hiksos” tabirini, XV. ve XVI. Sülale kralları için kullanılmıştır.!” Ancak hemen belirtelim ki, bu tabir, Mısırlılar tarafından Filistin ve Suriye’deki muhtelif Asyalı kabile reisleri için de kullanılmıştır. Daha sonra kullanılan “Çoban Krallar” kavramı yanlıştır[40]. Torino Papirüsü’ndeki kral listesinde zikredilen Hiksos kral isimleri de kesinlikle Asyetik karakterdedtr. Hiksoslar’ın Mısır’da gerçek anlamda kontrolü ele geçirmeleri, MÖ. 1680’lere tekabül eder. Onlar, Delta bölgesini XIV. Sülale zamanında ele geçirmişlerdir. XV. ve XVI. Sülaleleri Hiksoslar kurmuşlardır.
Yahudi tarihçisi Josef, Hiksoslar hakkında, Manetho’ya dayanarak şunları söyler: “Timaios adlı kralın iktidarı zamanında bilinmedik bir sebep yüzünden tanrının gazabına uğradık ve beklenmedik bir şekilde Doğu bölgelerinden gelen yabancı bir ırkın istilacıları zafer kazanmak inancıyla memleketimize karşı yürüdüler. Onlar, herhangi bir çatışmaya girmeksizin kolayca ülkemizi ele geçirdiler; memleketin yöneticilerini alaşağı ettiler (iktidardarı devirdiler) .
Bu krallar ve halefleri 511 Yıl Mısır’ın efendileri oldular. Sonra Theb’deki ve diğer yörelerdeki Mısır prensleri bu “çoban krallara” karşı çetin bir mücadeleye girişerek Mısır’ı kurtardılar” demektedir[41]. Ancak burada bazı hususlara dikkat çekmemiz gerekmektedir. Bunlardan birincisi, Manethonun Hiksos kralları için verdiği 511 yıllık iktidar süresidir. Hiksoslar’m Mısır’a küçük gruplar halinde sızmaya başladığı MÖ. 18. yüzyıl ortalarını bu istilacıların Mısır’daki tarihlerinin başlangıcı olarak kabul etsek bile, bunların Mısır tarihindeki serüvenleri için en fazla 200 yıllık bir süre verilebilir. Kaldı ki, bu bile imkânsızdır. Çünkü onlar, MÖ. 1680’lerden itibaren Mısır’ı gerçek anlamda kontrolleri altına almışlar ve yaklaşık 100 yıllık bir iktidar döneminden sonra da, MÖ. 1580’lere doğru Mısır’: terk etmek zorunda kalmışlardır. İkinci bir husus da, Manetho’nun “Hiksos” kelimesini izah etme biçimidir. Manetho, “Hiksos” kelimesini “Hik” ve “sos” olmak üzere ikiye ayırmakta, “Hik” kelimesinin mukaddes dilde “kral”, “sos” kelimesinin de halk dilinde “çoban” anlamına geldiğini söyleyerek, bu iki kelimenin yanyana gelmesiyle ortaya çıkan “Hiksos” kelimesinin “Çoban Krallar” anlamına geldiğini ifade etmektedir. İlk bakışta Manetho’nun izah tarzı doğru gibi görünmektedir. Çünkü eğer Mısır’ı istila eden bu Asyalı halk, çiftçi değil de hayvancı bir topluluksa onlara “çoban” denilmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Fakat Mısır dilinde “Hiksos” kelimesinin yazılışı “heqa khasut” olduğundan ve bu kelimenin ikinci kısmını oluşturan “khasut” “yabancı memleket” anlamına geldiğinden, günümüz bilim adamları bu birleşik kelimeyi, “yabacı ülkenin kralı/kralları” olarak izah etmek gerektiğine vurgu yapmışlardır. Ayrıca şunu da belirtelim ki, Hiksos kralları, Heqa-Khasut’u bir çeşit kraliyet unvanı olarak da kullanmışlardır[42]. Hiksoslar’ın Asya kökenli bir kavim olan Hurriler’le akraba oldukları, ancak Suriye ve Filistin yoluyla güneye yapmış oldukları akınlar sonucunda Samilerle karışmış olabilecekleri sanılmaktadır[43] .Hiksoslar’m Babil’den Girit’e kadar uzanan bir dünya devleti kurdukları ileri sürülüyorsa da, bu görüşü şüpheyle karşılamak gerekir. Çünkü Hiksos krallarının egemenlik sahası Aşağı Mısır’la sınırlı kalmıştır. Yukarı Mısır’a ise hiçbir zaman egemen olamamışlardır. Hiksosların sonunu getirenler de zaten egemenlik kuramadıkları Yukarı Mısır’ın kralları olmuştur[44].
Hiksoslar’ın Mısır’a getirdikleri yeniliklere gelince, bunların başında savaş araçları gelmektedir. Gerçekten, demir veya bronzdan yapılmış düz kılıç, eğri pala, kama, geniş ve uzun uçlu mızraklarla, iki tekerlekli harp arabaları, Hiksoslar’ın Mısır’a getirdiği yeniliklerin en başta gelenleri arasında sayılabilir. Özellikle atlı harp arabaları, daha önceleri Mısır’da bilinmiyordu. Hiksoslar’ın hızlı ve korkunç istilası işte bu harp arabalarıyla gerçekleştirilmişti. Demir madeninin bu kavim tarafından bilinmesi ve kullanılması dolayısıyla, onların Doğu veya Güney Anadolu’dan gelmiş olabilecekleri ileri sürülmüştür. Hiksoslar’ın Yakın Doğu’ya at ve atlı harp arabası dışında, yeni bir kale (müstahkem mevkii) tipini de tanıttıkları söylenir. Bunlar, içi su dolu hendeklerle çevrili, toprak duvarlı çok büyük karargahlardır[45].
Hatta bu tip savunmaların Hazar Denizi civarındakiler gibi büyük ovalarda uygulanan yegane doğal savunma sistemleri olduğu da söylenmek suretiyle, Hiksoslar’ ın anayurdunun bu uzak diyarıarda aranması gerektiğine işaret edilmiştir. Hiksos hakimiyetine karşı, güneydeki Mısırlı prensler örgütlenerek XVII. Sülaleyi kurmuşlardır. Hiksos istilasına son vererek, onları Mısır’dan kovanlar ise XVIII. Sülale firavunlarıdır. Görülüyor ki, Hiksoslar’ın kökeni ve onların Mısır’a nereden geldikleri meselesi hâlâ çözülememiştir. Ancak demir madenini çok iyi tanımaları ve silah yapımında kullanmaları, atı ve atlı harp arabalarını Yakın Doğu dünyasına tanıtmaları ve bu harp silahı sayesinde girdikleri bölgeyi çabucak kontrolleri altına alma becerileri ve yukarıda sözünü ettiğimiz kale inşa etme tarzları, Hiksoslar’ın, atı çok iyi kullanan bozkır kavimleriyle bir bağlantıları olması gerektiğini akla getirmektedir[46].
Ömer Faruk Harman’a göre de, Hz. Yûsuf’un yaşadığı dönemdeki firavuna gelince, eğer İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan çıkışları milâttan önce 1225’te tahta geçen Menephtah’ın (Merneptah) saltanatının ilk yıllarında olmuşsa, Ahd-i Atîk’e göre İsrâiloğulları Mısır’da 430 yıl kaldıklarına göre (Çıkış, 12/40) onların Mısır’a gelişi milâttan önce 1655 yıllarında olmalıdır ki o dönemde Mısır’a Hiksoslar hâkimdi (IDB, II, 47). Bu takdirde Hz. Yûsuf Hiksoslar’a mensup bir kralın saltanatında Mısır’a gelmiş ve orada kraldan sonraki en önemli mevkiye yükselmiştir. Milâttan önce 1570’te iş başına geçen XVIII. sülâle ile birlikte Hiksoslar dönemi sona erer ve yeni imparatorluk dönemi başlar. “Mısır üzerine Yûsuf’u bilmeyen yeni bir kral” çıkınca (Çıkış, 1/8) İsrâiloğulları baskı, zulüm ve sıkıntılara mâruz kalırlar. Firavun için Pitom ve Ramses ambar şehirleri inşa edilir. Bu iki şehrin II. Ramses tarafından yaptırıldığı ileri sürülmektedir (Ejd., VI, 1047). Eğer bu bilgi doğru ise o takdirde İsrâiloğulları’na baskı uygulayan ve Hz. Mûsâ dünyaya geldiğinde tahtta bulunan Mısır Kralı II. Ramses’tir. Ancak İsrâiloğulları’na karşı baskının II. Ramses’in babası I. Séti döneminde başladığı da kabul edilmektedir. Ahd-i Atîk bu firavunun, İsrâiloğulları’na baskı uygulaması yanında erkek çocuklarının öldürülüp kız çocuklarının sağ bırakılmasını, daha sonra da erkek çocuklarının ırmağa atılmasını emrettiğini bildirir (Çıkış, 1/15-22). Bu firavun tarafından sarayda büyütülen Hz. Mûsâ kırk yıl sarayda yaşar (Resullerin İşleri, 7/23). Medyen’deki kırk yıllık ikametinden sonra (Resullerin İşleri, 7/30) geri döndüğünde önceki kral ölmüş, yeni bir kral tahta geçmiştir (Çıkış, 2/23). Ahd-i Atîk, Hz. Mûsâ’nın mücadele ettiği firavun ile daha önce İsrâiloğulları’na zulmeden firavunun farklı kişiler olduğunu belirtmektedir. Bu firavunun II. Ramses’in oğlu Menephtah olması muhtemeldir. Ancak İsrâiloğulları’nın Hz. Mûsâ önderliğinde Mısır’dan çıkışlarıyla ilgili farklı tarihler verilmektedir. Hz. Mûsâ, İsrail’in Allah’ı (Yehova) adına İsrâiloğulları’nı salıvermesini istediğinde firavun, “Yehova kimdir ki İsrail’i salıvermek için onun sözünü dinleyeyim? Yehova’yı tanımam ve İsrâil’i de salıvermem” (Çıkış, 5/2) diyerek Mûsâ’nın isteğini reddeder; Tanrı onun yüreğini katılaştırdığı için İsrâiloğulları’nı bırakmaz. Ancak bu tutumu yüzünden çeşitli musibetler zuhur edince onları serbest bırakmak zorunda kalır; fakat daha sonra İsrâiloğulları’nın peşine düşer ve denizde ordusuyla birlikte boğulur”[47].
Kur’ân-ı Kerîm’de firavun kelimesi sadece Hz. Mûsâ dönemindeki Mısır kralını ifade etmekte olup Yûsuf devrindeki kral için “rab” ve “melik” kelimeleri kullanılmaktadır (Yûsuf 12/41-43, 50). Kur’an’da yetmiş dört yerde geçen Firavun Hz. Mûsâ’nın karşısında yer alan, büyüklük taslayan, böbürlenen, ilâhlık iddiasında bulunacak kadar kendini beğenen, Mûsâ’nın tanrısına ulaşmak için kuleler yaptıracak kadar taşkınlık gösteren, halkını küçümseyip zayıfları ezen, gerçeklere sırt çeviren bir kral olarak tasvir edilmektedir. Çeşitli âyetlerin, Firavun’u fert olarak ele almaktan çok onu erkânıyla birlikte zikretmesi dikkat çekicidir. Birçok âyette Firavun’un ailesi (âl-i Fir‘avn), avenesi (mele’), kavmi ve askerleriyle (cünûd) birlikte anılması onun tek bir kişi olmaktan ziyade bir sembol olarak takdim edildiğini göstermektedir. Mûsâ insanlık tarihinde hak, adalet ve sağduyuyu temsil eden nübüvvet zincirinin bir halkasını oluştururken Firavun, Kārûn, Hâmân ve taraftarları bunun karşısında yer alan bir zihniyeti temsil etmektedirler. Bu anlayışın daha önceki temsilcileri Nûh, Âd, Semûd ve Lût kavimleri, Eykeliler, Res ashabı ve Tübba’ milletidir (bk. Âl-i İmrân 3/11; el-Enfâl 8/52-54; el-Furkān 25/38; Sâd 38/12-13; Kāf 50/12). Hz. Mûsâ’nın tebliği sadece Firavun’a değil onun etrafında bulunan kişilere de yönelik olmuştur. Kur’an, bunların zaman zaman Firavun’u Mûsâ ve ashabına karşı kışkırttıklarını haber vermekte (el-A‘râf 7/127), bunların kötü âkıbetlerini örnek olarak göstermektedir (el-Enfâl 8/52, 54). Tarih, tefsir ve kısas-ı enbiyâ kitaplarında özellikle Hz. Mûsâ dönemi firavunuyla ilgili pek çok rivayet yer almaktadır. Bu rivayetlere göre firavun Amâlika krallarının unvanıdır. Hz. Yûsuf zamanında yaşayan firavunun adı Reyyân b. Velîd’dir. Bu firavun Yûsuf vasıtasıyla iman etmiştir (Sa‘lebî, s. 128). Reyyân’dan sonra yerine Kābûs b. Mus‘ab geçmiş, fakat iman etmemiştir; Hz. Yûsuf onun saltanatı döneminde vefat etmiştir. Kābûs’un yerine geçen Ebü’l-Abbas b. Velîd firavunlar içinde en zalimi ve katı yüreklisidir. Hz. Mûsâ’nın mücadele ettiği firavun da budur. Rivayete göre bu firavun rüyasında, Beytülmakdis’ten çıkan bir ateşin Mısırlılar’ı ve evlerini yaktığını görmüş, müneccim ve rüya tabircilerinin yorumları üzerine İsrâiloğulları’nın yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesini emretmiştir. Mûsâ ile Firavun arasındaki mücadelenin ayrıntılarıyla anlatıldığı bu rivayetlere göre, Mûsâ önderliğindeki İsrâiloğulları denizi aştıktan sonra Cebrâil bir kısrak üzerinde Firavun ordusunun önünden denizdeki yola girer; Firavun ve ordusu da onu takip eder. Firavun boğulmak üzere iken, “Gerçekten İsrâiloğulları’nın inandığından başka tanrı olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım” diyerek tövbe eder (Yûnus 10/90); ancak tövbesi kabul edilmez[48].
İbrahim’in Irak’tan, Musa cemaatinin Mısır’dan muhacereti
Arap araştırmacıların da aralarında bulunduğu yazar ve tarihçilerin çoğu, İbrahim peygamberin Irak’tan muhaceretiyle Musa cemaatinin Mısır’dan yaptığı muhaceretin aynı halkın veya cemaatin iki ayrı göçü gibi görmeye alışmış bulunuyorlar. Dolayısıyla İbraniler’in göçünün erken Yahudiler’in yani İbrahim peygamberin göçü olduğunu, ikinci göçünse Musa cemaatinin Mısır’dan çıkışıyla gerçekleştiğini belirtiyorlar. Hâlbuki bu iki göçün birbiriyle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bir kere İbrahim peygamberin doğum yeri Irak’tan muhacereti, MÖ. XIX. Yüzyılda, yani Musa cemaatinin ortaya çıkışından yedi yüz yıl önce gerçekleşmiştir. İbrahim’in muhaceretinin sebepleri ve önemli amaçları vardı. Her şeyden önce tevhit inancına çağırdığı ve putperest vatandaşları arasında vahdaniyet propagandası yaptığı için, tıpkı peygamber efendimizin başına geldiği gibi, halkın ve o zamanki din adamlarının baskıları sonucunda Irak’ı terketmek zorunda kalmıştı. Musa cemaatinin “Çıkış” adıyla bilinen göçü, başka bir deyişle ikinci muhaceret ise, MÖ. XIII. Yüzyılda vuku bulmuştur. Tevrat bu konuda Musa’ya iftira atarak, güya tanrı “Yahve”nin -Yahudi tanrısının- ona, halkını dört bir yana dağıtarak, yerlerini Yahudiler alsın diye yaşlıları, kadınları ve çocukları ülke toprakları dışına sürerek, Filistin’i, vaad edilmiş toprakları işgal etmeyi emrettiğini belirtmektedir[49].
Yahudi tarihinin başlangıcının İbrahim’in muhaceretiyle bağlantısı var mıdır?
Yazarlar, İbrahim’in Irak’tan muhaceretiyle Musa cemaatinin Mısır’dan çıkışını birbiriyle karıştırdıkları yetmiyormuş gibi, bir de tutup Yahudi tarihinin başlangıcını İbrahim’in Irak’tan muhaceretine bağlamaktadır. Bu tarihi gerçeklerle hiç de örtüşmeyen bir iddiadır. Çünkü öncelikle Yahudi adlandırması, Yahudi kelimesinin alındığı Yahuda devletinin varlığından sonra ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Yahudi tarihinin başlangıcı, Musa taraftarlarının MÖ. XIII. Yüzyılda tarih sahnesine çıktığı “Huruc/Exodus” tarihinden başka bir yere bağlanamaz. Kaldı ki, tarihi olayların kronolojisini gözden geçirdiğimizde İbrahim peygamberin gerek çağdaşlık, gerek prensip veya inanç, gerekse dil ve ırk yönünden Yahudiler’le hiçbir ilişkisi yoktur. Bir kere İbrahim peygamber, Yakın Doğu topraklarının tamamını içine alan geniş bir alanda yaşamıştır. Burası onun atalarının asli yurdudur. Suriye, Irak, Filistin ve Mısır da buna dâhildir. Dolayısıyla yazarların mantıklarını kullanarak ve konunun hakkını vererek, İbrahim peygamberle Yahudiler’in dönemini – ki ikisi arasında 700 Yıl fark vardır, birbirine karıştırmamak için tarihi kronolojiyi göz önünde bulundurmaları gerekir.
Bazı tarih profesörleri, Yahudi tarihinin Irak’tan muhaceretiyle birlikte başladığını belirten görüşlere hâlâ bel bağlamaktadırlar. Mesela coğrafya ve tarihi araştırmalar konusunda çok değerli bir çalışmanın sahibi Prof. Dr. Muhammed Reşid el-fil, “Yahudi tarihi”, İbrahim’in Keldani yurdundan batıdaki Kenan eline muhaceretiyle başlar” dernektedir[50]. Bu görüş, elbette ki kasıtlı veya kasıtsız olarak bu tür yanlış görüşleri işleyen birçok kitaptan alınmıştır. Meşhur Alman politikacı yazarlardan Garuba’nın kitapları bu tür çalışmalardandır. Bu yazar, eserinde İbrahim peygamberden Yahudi kralı olarak söz eder[51]. Dr. Garuba’nın, kronolojiyi göz önünde bulundurmadan İbrahim peygamber çağını Yahudi çağıyla ilişkilendiren diğer Hristiyanlar gibi Tevrat’tan etkilendiği apaçık ortadadır. Arap yazarlar, Yahudiler ve Yahudiliğin var oluşunu İbrahim peygamber çağına bağlama konusunda -en azından eserlerinin başlıklarıyla- yabancıları taklit etmektedirler. Örneğin Dr.Rıyad el-Barüdî, kitabının adını “İbrahim peygamberden günümüze uluslararası Yahudilik” adını vermiştir. Burada araştırmacı bir kişinin yazara şu soruyu yöneltme hakkı vardır: İbrahim peygamber döneminde Yahudilik mi vardı? Onun döneminde bir Yahudilikten söz edilebilir mi? Yahudi adlandırması Yahuda Devleti (MÖ. 931-586) ve bölgesine izafe edilmektedir ve bildiğimiz kadarıyla Yahudi adı ancak Yahuda Devleti zamanında kullanılmaya başlamıştır. Dolayısıyla geç dönem bir adlandırmadır ve M.Ö XVII. Yüzyılda yaşayan Yakup ve oğlu Yahuda ile herhangi bir ilgisi yoktur. Belki de Yahudi, tıpkı İsrail gibi Filistin’de Kenanilerden kalma bir şehir adıdır[52].
Kral (Firavun) Akineton
Firavun IV. Amenofis Amenhotep (Akheneton, Ahenton), MÖ 1372’de firavun oldu. Adını “Kürenin (Güneş) beğendiği” anlamına gelen Akhenaton şeklinde değiştirdi. Atalarının çok tanrılı Amon dinini reddederek, tek tanrılı evrensel Aton dinini resmi din ilan etti. Akhenaton tahta geçişinin birinci yılında Aton dinini kabul ettiğini ve tüm diğer Mısır tanrılarını reddederek (Ra, Maat, Hathor, İsis, Nephthys, Set vs.) tek tanrı Aton’a ibadet edilmesini bir kanunla halka duyurdu. Fakat bu ilk tek tanrılı din fazla yaşamadı. Firavun IV. Akhenaton’un ölümünden (MÖ 1352) sonra, yeniden etkinlik kazanan Amon rahiplerince IV. Amenhotep, “sapkın firavun” olarak ilan edildi ve tek tanrıların yerine eski çok tanrılı Mısır inancı hâkim oldu[53].
Bilim adamlarına göre Akhenaton[54] MÖ. 1375-1358 yılları arasında yani İbrahim peygamberden yaklaşık 600 yıl sonra yaşamıştır. Tevhid inancı, Akhenaton’dan önce yaklaşık iki yüzyıl boyunca Mısır’da hüküm süren Hiksos kabilelerince bu ülkeye taşınmıştır. Dolayısıyla bu inancın kaynağı Hiksoslardır. Bilindiği gibi Hiksoslar, Yahve denilen tek tanrıya tapan Medyaniler’le ilişki halindeydiler ve Medyaniler’in yaşadıkları yerler de Mısır’a mücavir Sina Yanmadası’ydı. Hiksoslar’ın hiçbir surette Mısır tanrılarına tapmadıklarını; Mısır deltasının doğusundaki bir şehri kendilerine başkent edindiklerinde “Sutch” denilen bir tanrıya taptıklarını, kralları Ebufis’in tüm ülkede başka bir tanrıya tapılmasını yasakladığını biliyoruz. Bazı ilim adamlarına göre Musa cemaati Akhenaton’un getirdiği dine bağlıydı ve hatta Musa da aynı dine inanan bir Mısırlıydı[55]. Önde gelen Mısırlı kumandanlardan birinin adının “Ahmûsa” olduğu kaydedilmektedir. Bu şahıs, XII. Sülalenin kurucusu I. Ahmûsa’dır (MÖ. 1580-1546). Mısır’dan Heksoslar’ı kovan da odur. Freud, tarihi belgelere ve kendine özgü metotlara istinaden şöyle demektedir: “Musa, Akhenaton’un emrindeki Mısırlı bir kumandandır; tevhid dinini kabul etmiştir. Firavunun ölümünden sonra Sina’da Mısır sınırlarına çekilerek onun dinini insanlar arasında yaymaya başlamıştır.” Firavun Akhenaton’un tek Tanrı’yı tesbih ederken okuduğu ilahilerle Tevrat’ta yer alan 104’cü mezmur arasında bir takım benzerlikler bulunduğunu, Akhenaton’un güneş tanrısını öven ilahisindeki anlamların Ahd-ı Kadim sifirlerinde de tekrar edildiğini burada belirtmek gerekir. Bununla birlikte, Akhenaton’un tevhid inancının özünü teşkil eden prensiple, Tahrif edilmiş Tevrat’ın daha sonra üzerine bina edildiği prensip birbirinden farklı şeylerdir. Çünkü Akhenaton’un akidesi insanlar arasında dostluk ve kardeşliği yaymayı sağlayacak tek Tanrıya tapınmaya davetti, Tahrif edilmiş Tevrat ise seçilmiş halk kabul ettiği Yahudiler’e özgü bir “Yahve”ye tapınmaya davet etmektedir[56].
Akhenaton dininin Musa ve cemaatiyle ilişkisi olması hasebiyle, onun ne olduğundan ve nasıl ortaya çıktığından kısaca bahsetmekte yarar vardır. Mısır’ın sosyo-politik hayatında oldukça önemli bir rol oynayan bu din, aslında o dönemde birden ortaya çıkmış bir din değildi[57]. Çünkü “Bu din yayılmaya başladığında, bünyesinde en ufak bir hurafe izi dahi kalmadı”. Hatta Akhenaton, ressamların Aton’un suretini çizmelerini bile yasaklamıştı. Çünkü ona göre gerçek bir tanrı görülemez ve dokunulamazdı, ama buna rağmen o her zaman ve her yerde vardı[58].
Prof. Fuad Şibil, yeni dini ve Akhenaton’un sarsılmaz imanını anlatırken şu ifadeleri kullanıyor: “Esasen dünya Akhenaton’darı önce böyle bir mücadeleye şahit olmuş değil. Çünkü Akhenaton Allah’ın birliği ve sıfatlarını idrak edebilen ilk ademoğludur”[59]. Şüphesiz Akhenoton Tevhid inancı için mücadele etmiş bir kraldı. Fakat bu mücadeleyi binlerce yıldır yapan peygamberler ve insanlarda bulunmaktaydı.
Prof. Fuad Şibil sözlerine devamla şunları söylemektedir: “Akhenaton, halkını aldatmalardan, vatandaşlarını pençesinde kıvrandıkları cehaletten kurtarmak için hisleriyle hareket eden sıradan bir insan değildi, aksine kendini feda etmeyi dünya zevklerine tercih etmiş, “krallık azametini insanlığı şirk belasından kurtarmaya adamış bir yöneticiydi. Akhenaton, hiçbir zaman kendini yüceltmeyi hedeflemedi. Aksine büyük atalarının kurduğu kocaman bir imparatorluğu bu yolda heba etti. Bu yolda Mısır toplumunun ikiye bölünmesini bile kale almadı. Çünkü hak Tanrı’nın kendisini vahdaniyetini yaymakla görevlendirdiğine inanıyordu ..[60]”
Bazıları Akhenaton’un davasına sadece kendisi, ailesi ve yakın çevresinde bulunanlar inanmışlardı demektedirler, ama onun okuduğu ilahinin dizelerinde bunun tamamen aksine işaret edildiğini görüyoruz. Bir kere Akhenaton’un dini – bu dizelere göre – bütün insanlığı kucaklıyordu ve eğer hükümdarlığı uzun süre devam etmiş olsaydı Mısır tarihinin seyri değişirdi. Fakat ne yazık ki onun ölümünden sonra eski putperestlik galip geldi ve halkın büyük bir çoğunluğu yeni dini reddederek tekrar eski tanrılara tapınmaya başladı[61]. Kısaca Hz. Musa da firavun sarayında büyüyen bir Mısır’lı ve aynı zamanda bir kumandandır, Akhenaton’un ortaya attığı tevhit dinini savunmaktadır. Tevrat’ın “İsrail oğullarının çıkışı” dediği Kenan eline yani Filistin’e saldırısının, Mısırlı askerlerden ve tevhit inancını benimseyen Hiksos bakiyelerinden oluşan Mısırlılar’ın bir saldırısıdır. Bunlar Akhenaton’un ölümünden sonra putperest halkın ve yeni hâkim kesimin dini takibatlarından kaçan Mısırlılardır. Bu askerler, sığındıkları Kenan elinde belli bir bölgeyi işgal etmişlerdi[62]. Bu askerler, Akhenaton’un başkentinde (Tel Amarna) görev yapan hassa birliklerine mensuptular. Asyalı ve zencilerden oluşmuşlardı ve tabiatıyla Akhenaton’un dinini kabul etmişlerdi. Akhenaton’un onları kendine hassa askerleri olarak seçmesinin sebebi, halkın büyük kesimi gibi eski Amon inancını gizlice muhafaza eden diğer askerlere güvenmemesidir. Bu Asyalılar ve zenciler Akhenaton’un ölümünden sonra dinî inançlarından dolayı baskı altına alınmışlar ve büyük bir ihtimalle ordudan kovulduktan sonra başkentten kaçarak Musa’nın himayesine sığınmışlardır. (Mûsa o sırada Akhenaton’un dinine bağlı bir kumandandı.) Mısır’da Hiksos hakimiyetinin sona ermesinden sonra baskı altına alınan Hiksos bakiyeleri de onlarla birlikte Mûsa’ya iltihak etmişlerdir[63]. İşte Kenan eline gelen “Musa kavmi” de bunlardır. Mısır dilini kullanıyorlardı ve Musa’dan altı yüz yıl evvel Yusuf döneminde Mısır’a gelerek, Mısır halkıyla kaynaşmak suretiyle eriyip giden İsrail oğullarıyla hiçbir ilgileri yoktu. Daha önce Tevrat yazarlarının, Yahudiler’i insanlık tarihinin en kutsal kökenine bağlamak amacıyla bu gruba İsrail oğulları adını verdiklerini, sonra da aynı grubu İbrahim’le, torunu Yakub’la ve Filistin’deki tüm kutsal mekanlarla ilişkilendirdiklerini, Tevrat kurgusunu baştan sona bunlar üzerinde oluşturmak suretiyle, İsrail oğullarının her dönem ve çağda mevcut, hatta Yakub’un (İsrail’in) dünyaya gelişinden öncesinde ve sonrasındaki birkaç asır boyunca var oldukları izlenimi vermeye çalıştıkları unutulmamalıdır[64].
Hz Musa’ya gönderilen Tevrat’ın bugünkü tahrif edilmiş Tevrat’la hiçbir ilgisi olmadığı üstelik elimizdeki Tevrat’ın Tarihi olayları ve peygamberler tarihini tahrif ettiğini günümüz ilahiyatçıları ve bilim adamları belirtmektedir. Araştırmacılar Yahudi dini metinlerinin içindeki çelişkileri görmüşler ve bunları anlatmaktan ve yazmaktan çekinmemişlerdir. Tahrif edilmiş Tevrat’ın Allah kelamı olmadığı Babil sürgününden sonra bir değil birçok Yahudi din adamı tarafından yazıldığı da ispatlanmıştır.
Tevrat’ın Yazıya Geçirilmesi
“Yerlerinden koparılan “Yahudiler Ninova (Kuzey Irak) ve Babil’e (Güney Irak) sürgün edildiler. Yahudiler o dönemde yeniden Filistin’e dönmek için büyü, sihir, fuhuş, riba, takiye, iftira dâhil her yolu meşru görmeye başladılar. O sıralarda elle Tevrat metni de olmadığı için hahamlar, “Bu Tevrat’tandır” diyerek kendi görüşlerini Kitap’tanmış gibi gösterdiler. Halkı yalanlarına inandırmak için her türlü uydurmayı yaptılar. Bu dönemin sonunda Babil’i işgal eden Pers kralı Kurus’un (Kiros) yardımıyla yeniden topraklarına dönmeyi başardılar. İşte Tevrat’ın yazılım ve tahrif edilmesi de bu dönemde olmuştur[65].
“Yazıcılar, Tevrat’ın içindeki zaman kavramıyla kasıtlı oynayarak, Hz. İbrahim (a.s.) ve ardından gelen Hz. Salih (a) peygamberin tanıttığı “Müteal Allah’ın, Sığırların Çobanı, canı sıkılan, katı bulunan, insanlarla güreşen, hatta gerektiğinde yiyen tanrı Yahve”ye dönüştürüldüğü dönemdir. Tevrat’ın, bölümünde güya Hz. Musa (a.s.) Yahudilere “Atalarınızın tanrısı “Yahve, İbrahim, (artık bu dönemden sonrasında İsmail’i metinlerde göremiyoruz!) İshak ve Yakup’un tanrısı Yahve, beni size gönderdi.” diyor. Böylece Yahudilikle alakası bulunmayan dönemlere de Yahudilik gömleği giydirdiler[66].
Akl-ı Selîm sahibi Yahudi filozof Baruch Spinoza (1632-1677), Yahudiliğin insani güçlerin etkisiyle bozulma eğilimini göstermesi ve din adamlarının çıkarlarına dönük oluşturdukları doğmatizm sebebiyle dinin hurafelerle kuşatılmasını ele almaktadır. Sipinoza Kitab-ı Mukaddes üzerinden hareketle Yahudi teolojilerini sarsacak sorgulama ve eleştiriler yapmaktadı[67]. Spinoza’ya göre Yahudi kutsal metinlerinin incelemesinde en önemli esas, İbraniceyi ve geçirdiği safhaları bilmektir. Kutsal Kitapların ne zaman, hangi dille ve hangi koşullarda yazıldıklarının belirlenmesi gerekir.Spinoza Kutsal Kitapta asıl sorunun, metnin oluşturulması sırasında dikkatsiz davranılmasından kaynaklandığını belirtmektedir. Spinoza’nın kutsal metnin yorumu sırasında sorun olarak gördüğü şey, felsefî ve gizemli fikirler değil metnin dilsel ve tarihî geçmişidir. Spinoza, metin incelemesi sırasında karşılaşılan bir başka sorun olarak bazı kitapların yazıldığı dilde günümüze ulaşmamasını belirtmektedir. Spinoza, TANAH’ın her bir kitabının kim tarafından yazıldığı hususunda uzun açıklamalar yapmaktadır. Tevrat’ın ilk beş kitabı olan Pentatök’ün/Tora’nın Musa tarafından yazılmadığını ileri sürmektedir. Spinoza, bir yandan da Tevrat’ta yer alan bazı ifadelerden hareketle Musa’ya ait olan kısmı tespit etmeye çalışmaktadır. Musa’nın elindeki Tevrat dışı bir metnin varlığına da işaret etmektedir[68]. Musa, Tevrat’ın tamamını olmasa da, Kutsal Kitap araştırmalarındaki teknik tabiriyle şu dört metni kaleme almış-tır: Şeriat veya ahit Kitabı, Savaş Kehaneti, Çöl Tutanakları ve Zafer Ezgisi. Burada bir başka sorun daha karşımıza çıkmaktadır. Şeriat kitabını Musa yazdı ise ki, Tevrat öyle söylemektedir O zaman bu kitaba Yeşu tarafından ilave yapıldığı da aşağıdaki pasajdan anlaşılmaktadır; Yeşu; 24. Bap, 25-26. “Ve Yeşu o gün kavmi ile ahdetti, ve Şekemde onlara kanun ve hüküm koydu. Ve Yeşu bu sözleri Allahın şeriat kitabına yazdı; ve büyük bir taş aldı, ve onu orada, RABBİN makdisi yanında olan meşe ağacı altında yere dikti.” Bu da Şeriat Kitabı’nın sadece Musa’nın kaleminden çıkmadığını, ondan sonra da yazılmaya devam ettiğini göstermektedir[69]. Spinoza, Kutsal Kitap eleştirisinde seleflerine göre kitaplardaki sorunlu bölümlerin sınırlı birkaç örnekten ibaret olmadığını gösteren sistemli bir eleştirel çözümleme yayımladı. Spinoza’ya göre sorunlu bölümler her biri kendine özgü açıklama gerektirmesinden daha çok Musa’nın Beş Kitabı’nın tamamında yaygın olan büyük bir sorunun parçalarıydı[70]. Kitap boyunca Musa hakkında üçüncü tekil şahıs kullanan ifadeler, Musa’nın söylemesi mümkün olmayan ibareler (“yeryüzündeki en alçakgönüllü insan” gibi), Musa’nın ölümüne ilişkin anlatı, “bugüne dek” ifadesi, coğrafi bölgelere Musa’nın ölümünden sonra aldıkları adlarla yapılan göndermeler, Musa’dan sonra gerçekleşmiş olayların ele alınması (Edom diyarında krallık eden krallar şunlardır) benzeri ifadeler ve daha önceki araştırmacıların da tespit ettiği türden bir dizi metinsel çelişki ve sorun bulunuyordu. Spinoza’ya göre Tesniye 34. Bapta “… O günden bu yana İsrail’de Musa gibi … bir peygamber çıkmadı” biçiminde bir yargı cümlesi bunu yazan kişinin Musa’dan oldukça sonra yaşamış, diğer peygamberleri görme ve karşılaştırma yapma fırsatı bulmuş bir kişinin sözleri olması gerekir. Spinoza bir kişinin kendisini dünyanın en alçak gönüllüsü demesi söz-edimsel bir çelişkidir, ayrıca kendisi gibi bir peygamber çıkmadığını söylemesi de alçakgönüllü olduğu iddiası ile çelişmektedir. Spinoza “Pentatök’üMusa’nın değil de Musa’dan çok sonra yaşayan başka birinin yazdığı, öğle vakti parlayan güneşten daha açık bir biçimde ortadadır.” demektedir. Yine Spinoza’ya göre bu metinlerdeki yasalar da ilahi kökenli değildir.[71]” Spinoza’ya göre Kitabı Mukaddes metinlerinde zikredilen tarihi olayların birçoğu tarihsel olarak doğru değil ya da gerçek tarihi olaylarla uyumlu değildir. Ayrıca bu metinlerdeki birçok malumat bilim ve akılla çelişiktir. Bunlar da göstermektedir ki Spinoza’ya göre Yahudiler ve Hıristiyanlar, orijinal kutsal metinleri kendi arzularıdoğrultusunda tahrif etmişlerdir[72]
Yine objektif bir Yahudi olan Psikanalist Sigmund Freud’a (1856-1939) göre, “Dini mitlerin mantıksal dizgelere büyük önem vermelerini bekleyemeyiz. Yoksa halkın duyarlılığı, atalarıyla karşılıklı sorumluluklar çerçevesinde bir antlaşmaya imza atan, sonrasında yüzyıllar boyu bu insanlarla ilgilenmeyen ve aniden, sonradan gelen nesillere kendini yeniden göstermeyi akıl eden bir Tanrı’nın davranışlarım haklı olarak itici bulabilirdi. Daha garip olan bir Tanrı’nın diğer kavimler arasından birden bire kendine bir kavim “seçmesi”, bu kavmi kendine mal edip kendisini de bu kavmin Tanrı’sı olarak ilan etmesidir. Dinler tarihinde buna benzer başka bir olay yok sanırım. Musa ile Yahudi kavmi arasındaki ilişkiyi ele alırsak, tarihte eşi benzeri olmayan bu olayı anlamaya yaklaşabiliriz belki de. Musa Yahudi kavmine gelmişti, onları kendi halkı yapmıştı; onlar onun –seçilmiş halkı– idi”[73].
İsraillilerin atalarının da işe karıştırılması başka bir amaç daha güdüyordu. Kenan ülkesinde yaşamışlardı, onların adları bu ülkenin belirli bir bölgesi ile anılıyordu. Muhtemelen kendileri, sonradan göç etmiş İsraillilerin geçmiş tarihlerinden ötürü sahip çıktıkları, kökenleri Kenan ülkesine dayanan kahramanlar ya da bölgenin yerel tanrıları idiler. Geçmişlerini onlara yaslayınca, kendilerini bu topraklara aitmiş gibi gösterebilmişler ve bir ülkeyi fethedenlere karşı duyulan düşmanlıktan da böylece kendilerini sakınmışlardır. Tanrı Yehova’nın, atalarının bir zamanlar sahip oldukları şeyleri onlara geri verdikleri düşüncesi oldukça akıllıca bir oyundu[74]. Diğer tüm tahrifler, özellikle de Ruhban yasası olarak anılan dönemdeki değişiklikler, farklı bir amaca hizmet ediyorlardı. Artık olayların arzu edilen yönde değiştirilmesine gerek yoktu, çünkü bu çoktan gerçekleştirilmişti. Fakat şimdinin yasa ve kuramlarının geçmişini daha eski zamanlara yaslama, aslında Musa’nın yasaları üzerinden meşru kılma çabası vardı; böylece yasalar kutsal ve herkes için zorunlu olma hakkını kendinde görecekti. Geçmişin izleri her ne kadar bu yolla değiştirilmeye çalışılsa da, bu yöntem belirli bir psikolojik temele dayanmaktaydı. Zaman içinde -Mısır’dan çıkıştan Tevrat’ın Ezra ve Nehemiya tarafından nihai şekline kavuşturulmasına dek yaklaşık 800 yıl geçer- Yehova dini gerilemişti, dolayısıyla tüm bunlar belki de Musa’nın ilk yaydığı din ile özdeş bir denkliğe ulaştığı gerçeğini yansıtır. İşte bu asıl sonuç, Yahudi din tarihinin ağır yazgısının içyüzüdür[75]. Kavimlerin ortak bir dini kabul edip birleşerek bir ulus haline gelmeleri hangi zamanda olmuş olursa olsun, dünya tarihi için neredeyse önemsiz bir eylem olabilirdi bu. Söz konusu yeni din olayların akışı içinde silinebilir, Yazar Flaubert’in Yehova’de belirttiği üzere tahtından indirilmiş tanrıların katında yerini alır ve kavminin, Anglosaksonlar tarafından uzunca bir süre aranan on değil on iki boyunun tamamı “yok olup” gidebilirdi. O zamanlar Medyenli Musa’nın yeni bir kavmi kendisine sunduğu tanrı Yehova, muhtemelen hiçbir yönden muhteşem bir varlık değildi. Kaba, acımasız bir yerel tanrı, şiddetli ve kana susamış; peşinden gelenlere içinden “süt ve balın” aktığı ülkeyi vaat etmiş ve onlardan “kılıcın keskinliği” ile orada yaşayanların kökünü kurutmalarını istemişti. Tevrat metninin bu kadar değiştirilmesine rağmen, yine de Yehova‘nın asıl varlığını ortaya koyabilecek kadar kısmının kalması aslında şaşırtıcıdır. Dininin gerçek bir tektanrıcılık olup olmadığı dahi kesin belli değil ki diğer kavimlerin tanrılarının tanrılık mertebelerini reddedebilsin. Kendi tanrılarının diğer tanrıların hepsinden daha güçlü olması muhtemelen onlara yetiyordu. Ancak olaylar bu tarz izleklerden beklendiğinin aksine başka bir yol izlemiş ise bunun tek bir nedeni olabilirdi. Mısırlı Musa, kavmin bir kısınma tinsel düzeyde daha yüksek bir tanrı, tek ve tüm dünyanın hâkimi fikrini hediye etmişti, hem sevgisi hem gücü eşsiz benzersiz olan, tüm ayinlere ve büyülere düşman, insanları için dürüst ve adil bir yaşamı en kutsal hedef olarak öngören bir Tanrıdır[76].
Freud’un şu cümleleri de üstünde durulmaya değer görülmektedir: “Elimizin altında duran Tevrat, değerli hatta değeri ölçülemez tarihi verilere sahip, ancak bu bilgiler birtakım güçlerin çıkarları doğrultusunda değiştirilmiş ve edebi oyunlarla süslenmiş. Şimdiye dek gösterdiğimiz çabalar sırasında tahrife yol açan yıkarlardan birini bulabildik. Bu bulgu bize yolumuzun devamını gösteriyor. Bu türlü çıkarları ortaya çıkartmaya devam etmeliyiz. Onlar tarafından gerçekleştirilen değişimleri görebileceğimiz dayanak noktalarımız olduğunda, gerçekleri yansıtan parçaları gün ışığına çıkartılacaktır[77].
Sonuç
Tevrat’ın İbranice son ve kesin halini MÖ 5. yüzyılda yaşamış olan Ezra ve Nehemya tarafından gerçekleştirilen Reformlar sayesinde, yani sürgün sonrası Yahudilere dostça davranan Pers hükümranlığı sırasında aldığı, tarih araştırmalarınca kesin olarak saptanmıştır. Musa’nın ortaya çıkışının üzerinden 900 yıl geçmişti. Bu Reform’da tüm halkın kutsanmasına ilişkin buyrukların ciddiyetinin altı çizilmiş, farklı dinlerden olanlarla evlilik yasağı konularak civarda yaşayan, diğer din mensupları uzaklaştırılmış, asıl yasalar kitabı olan Pentateuch en son haline ulaşmış, Ruhban yasası olarak anılan değiştirme çalışmaları tamamlanmıştır. Reform kesinlikle yeni eğilimler getirmemiş, önceki önerileri alıp pekiştirmiş gibi görünmektedir[78].
Son olarak vurgulanması gereken ırkçılık yapmayan akl-ı selim sahibi Yahudiler ideolojik Siyonizm’den tenzih edilmeleridir. İlave olarak müslümanların günümüz İsrail devletinin yaptığı zulümleri vatandaşlarından ayrı değerlendirmeleri gerekliliğidir. Satırlarımı çocukluğumda aile üyelerimizin tamamının ağabeyim Mevlüt Özden’in okuyup bizim dinlediğimiz Ahmet Cemil Akıncı’nın Peygamberler Tarihi Kabe’ye doğru serisinden Hz Yakup (İsrail) kitabının şu satırlarıyla tamamlamak uygun olacaktır: “(Bu satırlar ırkçılık yapan Yahudiler için kullanılmaktadır) Irkçılığın baş savunucusu Yahudilerdir. Hem de kendilerini mümtaz ırktan sayarlar. Diğer insanlara adam gözüyle bakmazlar. Onlar, kendilerine çalışan yaratıklardır. Yahudiler en mümtaz ırk olmalarını savunabilmek için açıkça yalan uydurmaktan çekinmezler. Ahmet Cemil Akıncı’nın serisinde Hazreti Âdem ve Hazreti Nuh aleyhisselam’dan beri peygamberler incelenmektedir. Sözlerine A. Cemil Akıncı şöyle devam etmektedir: “Böylece kavimleri de görüyoruz. Şimdiye kadar Yahudi diye bir şeye rastlanmadı ve daha bir müddet rastlanmayacak. Lakin onlar Hz İbrahim Aleyhisselam’a ve oğlu Hz ishak’a sahip çıkarlar. Niçin? Hep o mümtaz ırk için. Halbuki Hazreti İbrahim Aleyhisselam ile Hz İshak aleyhisselam’dan nice nice ümmetler soylar türemiştir. Onlar bunu görmemezliğe gelirler. Böylece de gülünç olurlar. Bilhassa Hazreti Yakup Aleyhisselam üzerinde durmuşlardır”[79]. Hz. Yakup (A.S) ‘ı ataları kabul ederler. Onun Yahudi olduğunu söylerler. Yakup Aleyhisselam’ın gece yürüyüşü sonunda aldığı İsrail lakabına sarılmışlardır. Bu yüzden de şimdiki Hazreti Allah’ın emrettiği gibi helak olmaları için toplandıkları yere İsrail adına takmışlar ve kendilerine İsrailoğulları dedirtmişlerdir. Bununla uzak yakın hiçbir alakaları yoktur. Çünkü Hazreti Yakup Aleyhisselam zamanında Yahudilerin varlıkları mevcut değildi. Nitekim Yahudiler bu saçma iddialarını Hz Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e duyurdukları vakit, Hazreti Allah şu ayete ona tebliğ ederek Yahudilerin yalanını yüzlerine vurmuş ve şiddetle reddetmiştir: “yoksa Ey Yahudiler Ölüm Yakub’un önüne geldiği vakit Siz de orada hazır mıydınız? o oğullarına “benden ( ölümümden) sonra neye ibadet edeceksiniz?” dediği zaman onlar: senin Allah’ına ve babaların İbrahim’in, İsmail’in ishak’ın bir tek Allah’ına ibadet edeceğiz. Biz ona teslim olmuşuzdur” demişlerdi” (Bakara 133. Ayet). Devamla Hz. Allah şöyle buyurdu:
“Onlar birer ümmetti (gelip) geçti, (o ümmetlerin) kazandığı kendilerinin, sizin kazandığınız da (Ey Yahudiler) sizin ve siz, onların işlemiş olduklarından mesul de olacak değilsiniz” (Bakara 134 ayet)[80].
Bu ayette ne kadar sarihtir! Yakup, İshak, İbrahim ümmetleri ayrıdır Yahudilerin ümmeti ayrıdır. O zamanlar gerek Yahudiler gerekse Hristiyanlar vahdaniyeti bozmuşlardı. Müslümanları bu bozukluğa yine çağırıp duruyorlardı Hazreti Allah tekrar ihtarını yaptı: (Yahudi ve Hristiyanlar, Müslümanlara): “Yahudi veya Nasrani olun ki doğru yolu bulasınız” dediler. De ki (Habibim):” Hayır, (biz) Muvahhit (Allah’ı bir tanıyarak ve Müslim) olarak İbrahim’in dinindeyiz. O Allah’a eş tutanlardan değildi” (Bakara 135 ayet). Yahudiler işte budur. Kendilerine İsrailoğullarını yakıştırdılar. Peygamber Hazreti Musa Aleyhisselam’a nispetleri de oldu Musevi adını aldılar. Hz Yakup Aleyhisselam asla kendilerinin değildir[81].
Ahmet Cemil Akıncı eserlerinde Hz. İbrahim’in bir Sümer Türk’ü olduğunu da ifade etmiştir: “Nemrut’tan kaçarak bebeğiyle birlikte bir mağara’ya sığınan Hz. İbrahim’in annesi Tila’nın bilge Dadon’la konuşmasını Ahmet Cemil Akıncı şu şekilde tasvir etmektedir. Dadon, Tila’ya insanların soyunu ve yaşanılan olayları ezberlediği ve yaşının çok ileri olduğunu söyler. İnsana güven veren ve Nemrut’tan kaçmış olan Dadon Tilay’a şunları söyler aralarında şöyle bir konuşma geçer: “Kocan Türk senin ey Tila” “Türk mü Kim bunlar” “Asya denilen bir ülkede doğup büyüyenler. Oradan yeryüzüne yayılanlar. Sen ve ben de onlardanız” “ o kadar derinlerden habersizim. Kocamın ve benim Kusa kabilesinden olduğumuzu biliyorum ancak”. “Türk güzel, Yiğit, merhametli akıllı demektir” hakikaten Azer öyledir” “Türklerin Ural Altay topluluğundan olan Sümerler, 2000 sene kadar önce buraya göçtüler. O zamanlar ne Ninvar vardı, ne de diğer şehirler. Basra denizine ulaşan Fırat ve Dicle nehirleri çevresi bataklıktı” “ Sümerler bataklıkları kuruttular. Toprak edindiler. Kili pişirip tuğla yattılar, şehirler kurdular. Fakat zamanla sonradan gelenlerin için de eridiler” “onlar nerelerden geldiler?” çölden “Azer’in İsmi bile Türk ismidir”. “Kaf dağlarının arkasında bu adı almış bir Türk topluluğu var”. “O halde oğlum İbrahim de Türk’tür”. “Elbette ondan üreyecek soyu da”[82].
Buna ek olarak Ahmet Cemil Akıncı, Hz. İbrahim, Hz. Yakup’un babası Hz. İshak’a yani oğluna kral Tidal ile savaşı sonrası şu sözlerle hitap ettiğini de belirtmektedir: “Kardeşin İsmail Aleyhisselam’a nasıl ki, Mekke ve güneyini verdim ve oradaki sapıkları temizlettimse, Sen de kuzeyde bu işe memursun. İşte Şam kapılarındasın. Orasını al. Sonra hiç durma cihada devam et. Yıllardan beri müminleri huzursuz kılan sapıkları ortadan kaldır. Kuzeydeki ilk Dağlara Toroslara kadar fethetmen vazifedir. Oralarda şeriatımı tatbik edeceksin. Allah dilerse dağların ötesinde pek cesur, soyu Türk bir kavim var. Onlarla sınır komşusu olursan yeter”[83].
“Kısaca Yahudiler Hz. İbrahim’in peygamberliğini ve soyunu kendilerine mâl etmek isterlerse de tarihî gerçekler ve Hz. Kur’an bu iddiaları şiddetle reddeder. Yahudi yahut Nasrani olmadığını kesinlikle belirtir[84]”. Kur’an’da İsrailoğullarının Filistin topraklarında oturmaları şu şekilde anlatılmaktadır: İsra Suresi 103. Ayet “Sonunda Firavun İsrâiloğulları’nı ülkeden sürüp çıkarmak istedi. Biz de onu ve beraberindeki bütün ordusunu denizde boğduk”. İsra Suresi 104. Ayet “Bunun ardından İsrâiloğulları’na şöyle buyurduk: “Firavun ve ordusunun helâkinden sonra o topraklara siz yerleşin. Zâten âhiret vakti gelince hepinizi toplayıp bir araya getireceğiz.” “Nitekim uzun müddet o topraklarda oturan İsrailoğulları, ne zaman ki İsrailoğulları olmaktan çıkıp sığır çobanlarının kendilerinin kurguladığı sadist Tanrısı Yahve’ye tapmaya başladılar yani Yahudi oldular[85]” ve sürgün hayatları başladı.
Günümüzde Yahudilerin Arz-ı Mevud (Vadedilmiş Toprak) yalanı ile Orta Doğu’yu kan gölüne döndürmelerinin bütün teolojik temelleri de geçersizdir. Hz. İbrahim’e vadedilmiş topraklar diyerek Nil’den Fırat’a hak iddia etmeleri Kur’an’a ve Tarihle bağdaşmamaktadır. Ayrıca Hz. İbrahim ve evlatlarının Türk soylu olduğunu tarihî araştırmalar ortaya koymaktadır. Üstelik bir Peygamber’in Türk veya başka bir milletten olması çok tabiidir. Bu hiçbir milletin diğerleri üzerine baskı aracı olarak kullanılma hakkını vermemektedir. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in “Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur” hadisi ışığında “Yahudi’nin Yahudi olmayana üstünlüğü yoktur” Yahudilere de anlatılmalıdır. Fakat tarihsel tortuların ve tahrif edilmiş İsrailiyat’ın, cesur yürekli, analitik düşünen bilim insanlarının ve teologların halkı aydınlatması ile giderilmesi mümkün görünmektedir. Bu husustaki gerçekler sadece Müslümanlara değil olaylardan ve olanlardan vicdanları rahatsızlık duyan İsrail vatandaşlarına da anlatılmalı İsrail devletinin tahrif edilmiş Tevrat’a dayandırdığı teolojik ve ideolojik yalanları ortaya çıkarılmalıdır. Spinoza ve Freud gibi birçok düşünür ve bilim adamları başta olmak üzere tahrif edilmiş Tevrat’ın birçok tutarsızlıklarını ve rahipler tarafından değiştirildiğini açıkladığı Yahudi toplumuna hatırlatılmalıdır.
Kaynaklar
Ahmet Cemil Akıncı, Kâbe’ye Doğru, Büyük Kısas-ı Enbiya, Hazreti Yakup, Peygamberler Tarihi, Cilt: 11, Fatih Yayınevi, İstanbul,
Ahmet Cemil Akıncı, Kabe’ye Doğru, Hazreti İshak, Fatih Yayınevi, 1969, İstanbul, 1969.
Ahmet Cemil Akıncı, Kısas-ı Enbiya Kabe’ye Doğru, Hz. İshak, Peygamberler Tarihi, Sinan Yayınevi, Cilt 10, İstanbul, 1982.
Ahmet Cemil Akıncı, Kısas-ı Enbiya Kabe’ye Doğru, Hz. İbrahim, Peygamberler Tarihi, Fatih Kitabevi, İstanbul, 1968, Cilt 7.
Ahmet Cemil Akıncı, Hz. İbrahim, Kısas-ı Enbiya Kabe’ye Doğru, Peygamberler Tarihi, Bahar yayınları, İstanbul, 2020.
Ali Narçın, A’dan Z’ye Sümer, Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2007.
Ali Nazmi Çora, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi Kayıp Kıta Mu, 2018 Amazon. com
Ahmet Susa, Tarihte Araplar ve Yahudiler, İki İbrahim, İki Musa, İki Tevrat, Selenge Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2005.
James Churchward, Mu Tarih Öncesi Evrensel Uygarlık, Bilim Araştırma Grubu, İstanbul, 1978.
James Churchward, Mu’nun kozmik güçleri 2, İngilizceden Çeviren Ferit Burak Aydar, 1. baskı: Omega Yayınları, İstanbul, 2010.
Ekrem Memiş& Cemil Bülbül, Eskiçağda Göçler, Ekin Yayınları, Bursa, 2014.
Ekrem Memiş, Eskiçağ Medeniyetleri Tarihi, Ekin Kitabevi Yayını, Gözden Geçirilmiş 3. Baskı, Bursa, 2009.
İsmail Tokalak, Yahudiliğin Kökenleri ve Küresel Gücü, Ataç Yayınları, İstanbul, 2016.
- Süreyya Şahin, Esbât, TDV İslâm Ansiklopedisi, 1995, İstanbul, 11. Cilt, s. 363.
Mehmet Ali Bulut, Tanrının Halkının Allah ile Başı Dertte, İsrail Nereye Koşuyor, Hayat Yayınları, Ankara, 2019.
Metin Aydoğan, Ülkeye Adanmış Bir Yaşam, Atatürk ve Türk Devrimi II, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2017.
Ömer Faruk Harman, Firavun, TDV İslâm Ansiklopedisi, 1995, İstanbul, 13. Cilt, s. 118-121.
Ömer Faruk Harman, İsrâil, (Benî İsrâil), TDV İslâm Ansiklopedisi, 2001, İstanbul, 23. cilt, s. 193-195.
Sıtkı Karaca, At Çöpe Gitsin, “Kutsal Kitap Eleştrisi”, Alter Yayınları, Ankara, 2023.
Sigmund Freud, Musa ve Tektanrılı Din, Çev: Oya Kasap, Say Yayınları, 2012.
T.T.T. Cemiyeti, Tarih Cilt I, Tarihten Evelki Zamanlar ve Eski Zamanlar, Devlet Matbaası, İstanbul, 1932, Beşinci Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2013.
[1] Eskişehir Osmangazi üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü
[2] Ahmet Cemil Akıncı, Kâbe’ye Doğru, Büyük Kısas-ı Enbiya, Hazreti Yakup, Peygamberler Tarihi, Cilt: 11, Fatih Yayınevi, İstanbul, 1969., s. 10.
[3] A. g.e., s.11.
[4] Ahmet Susa, Tarihte Araplar ve Yahudiler, İki İbrahim, İki Musa, İki Tevrat, Selenge Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2005, s. 32.
[5] Ali Narçın, A’dan Z’ye Sümer, Ozan Yayıncılık, İstanbul, 2007, s.122.
[6] İsmail Tokalak, Yahudiliğin Kökenleri ve Küresel Gücü, Ataç Yayınları, İstanbul, 2016, s. 42.
[7] Mehmet Ali Bulut, Tanrının Halkının Allah ile Başı Dertte, İsrail Nereye Koşuyor, Hayat Yayınları, Ankara, 2019, s. 104.
[8] Ahmet Susa, a. g. e., s. 96.
[9] İsmail Tokalak, a. g. e., 43.
[10] Ahmet Cemil Akıncı, Kabe’ye Doğru, Hazreti İshak, Fatih Yayınevi, 1969, İstanbul, s.11-12.
[11] Ahmet Susa, a. g. e., 19..
[12]A. g. e., s. 21.
[13] A. g. e., s. 23.
[14] Ahmet Susa, a. g. e., s. 30.
[15] Mehmet Ali Bulut, a. g. e., s. 152.
[16] Ahmet Susa, a. g. e., s. 30-31.
[17] M. Süreyya Şahin, Esbât, TDV İslâm Ansiklopedisi, 1995, İstanbul, 11. Cilt, s. 363.
[18] Mehmet Ali Bulut, a. g. e., s. 152-153.
[19] Ahmet Susa, a. g. e., s. 32.
[20] A. g. e., s. 33.
[21] A. g. e., s. 33.
[22] Mehmet Ali Bulut, a. g. e. , s. 153.
[23] Ahmet Susa, a. g. e., s. 33.
[24]Ahmet Susa., a. g. e., s. 34.
[25] Mehmet Ali Bulut, a. g. e., s. 154-155.
[26] Ahmet Susa, a. g. e., s. 34.
[27] Mehmet Ali Bulut, a. g. e., s. 155.
[28] Mehmet Ali Bulut, a. g. e., s. 155-156.
[29] Ömer Faruk Harman, İsrâil, (Benî İsrâil), TDV İslâm Ansiklopedisi, 2001, İstanbul, 23. cilt, s. 193-195.
[30] T.T.T. Cemiyeti, Tarih Cilt I, Tarihten Evelki Zamanlar ve Eski Zamanlar, Devlet Matbaası, İstanbul, 1932, Beşinci Basım, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2013, s. 103-106.
[31] T.T. K. Cemiyeti Tarih I, a. g. e., s. 108.
[32] T.T. K. Cemiyeti Tarih I, a. g. e., s. 108-109.
[33] T.T. K. Cemiyeti Tarih I, a. g. e., s. 107-109.
[34] Uygarlık kelimesi de Uygur Türklerinden gelmektedir.
[35] James Churchward, Mu’nun kozmik güçleri 2, İngilizceden Çeviren Ferit Burak Aydar, 1. baskı: Omega Yayınları, İstanbul, 2010, s. 132.
[36] Metin Aydoğan, Ülkeye Adanmış Bir Yaşam, Atatürk ve Türk Devrimi II, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 2017. s. 253.
[37] James Churchward, Mu Tarih Öncesi Evrensel Uygarlık, Bilim Araştırma Grubu, İstanbul, 1978, s. 31.
[38] Ali Nazmi Çora, Atatürk’ün Türk Tarih Tezi Kayıp Kıta Mu, 2018 Amazon com, s. 35.
[39] T.T. K. Cemiyeti Tarih I, a. g. e., s 109.
[40] Ekrem Memiş& Cemil Bülbül, Eskiçağda Göçler, Ekin Yayınları, Bursa, 2014, s. 82.
[41] Ekrem memiş& Cemil Bülbül, a. g. e., s. 86.
[42] Ekrem memiş& Cemil Bülbül, a. g. e., s. 87.
[43] A.g. e., s. 87. Ekrem Memiş, Eskiçağ Medeniyetleri Tarihi, Ekin Kitabevi Yayını, Gözden Geçirilmiş 3. Baskı, Bursa, 2009.
[44] A.g.e., s. 89.
[45] A.g.e., s. 89.
[46] A.g.e., s. 90.
[47] Ömer Faruk Harman, Firavun, TDV İslâm Ansiklopedisi, 1995, İstanbul, 13. Cilt, s. 118-121.
[48] Ömer Faruk Harman, Firavun, TDV İslâm Ansiklopedisi, 1995, İstanbul, 13. Cilt, s. 118-121.
[49] Ahmet Susa, a. g. e., s. 351.
[50] Ahmet Susa, a.g. e., s.352., El- Yahud ve ilm el-ecnas, s. 82.
[51] A.g. e., s.352., El-Irak fi müzekkerât ed-diplomasiyyin el-ecânib, Prof. Necde Fethi Saffet çevirisi, 1969, s. 124.
[52] A.g. e., s.352.,
[53] İsmail Tokalak, a. g. e., s.37-38
[54] Ahmet Susa, a. g. e., s. 240., Akhenaton, diğer adı Amenhotep veya IV. Amenofis olan Mısır firavunudur. Kendisinden başka tanrı olmayan tek bir ilaha tapınmaya davet etmiştir. Ona göre güneş diski, tüm dünyayı aydınlatan iki varlığın (kendinden başka tanrı olmayan ilah ve güneş) dış görünüşüdür. Akhenaton yeni dinini yaymaya girişmiş, diğer tanrıların tamamını, onlara tapınmayı yasaklamıştır. Akhenaton’un tek tanrısının adı “Aton”du ve imparatorluğun sınırları dahilinde sadece ona tapılmasını emretmiş; bütün öfkesini de tanrı “Amen’e (Amon) yöneltmiştir. Bu yüzden adının terkibinde yer alan “Amen” kelimesini bile degiştirip Akhenaton yaptı. Hatta başkent Thebes’i dahi yeni kurduğu ve Amarna adını verdiği şehre taşıdı. Bu şehre “Uht-Aton” adını verdi. Babasının ve kendisinin diğer ülke hükümdarlarıyla yaptığı yazışmalarla ilgili meşhur kraliyet arşivi de burada bulunmuştur. (Taha Bakır, Mukaddime, 2179-80; Durant, Kıssat el-hudara, 2/168-179).
[55] A. g. e., s. 240.
[56] A. g. e., s. 241.
[57] A. g. e., s. 241.
[58] A. g. e., s. 248.
[59] A. g. e., s. 248.
[60] A. g. e., s. 248.
[61] A. g. e., s. 248.
[62] Ahmet Susa, a. g. e., s. 372.
[63] Ahmet Susa, a. g. e., s. 372. Adolf Hermann, Diyanet Mısır el-kadime, s. 145.
[64] Ahmet Susa, a. g. e., s. 372.
[65] Mehmet Ali Bulut, a. g. e., s. 156.
[66] Mehmet Ali Bulut, a. g. e., s. 156-157.
[67] Sıtkı Karaca, At Çöpe Gitsin, “Kutsal Kitap Eleştrisi”, Alter Yayınları, Ankara, 2023, s. 38-39.
[68] Sıtkı Karaca, a. g. e., s. 40.
[69] Sıtkı Karaca, a. g. e., s. 40-41.
[70] Sıtkı Karaca, a. g. e., s. 41.
[71] Sıtkı Karaca, a. g. e., s. 41-42..
[72] Sıtkı Karaca, a. g. e., s. 44.
[73] Sigmund Freud, Musa ve Tektanrılı Din, Çev: Oya Kasap, Say Yayınları, 2012, İstanbul, s. 64.
[74] A.g. e., s. 65.
[75] A.g. e., s. 66.
[76] A.g. e., s. 70.
[77] A.g. e., s. 59.
[78] A.g. e., s. 60. 35. dipnot.
[79] Ahmet Cemil Akıncı, a. g. e., s. 17.
[80] A. g. e., s. 18.
[81] A. g. e., s. 19.
[82] Ahmet Cemil Akıncı, Hz. İbrahim, Kısas-ı Enbiya Kabe’ye Doğru, Peygamberler Tarihi, Bahar yayınları, İstanbul, 2020, s. 65-66.
[83] Ahmet Cemil Akıncı, Kısas-ı Enbiya Kabe’ye Doğru, Hz. İshak, Peygamberler Tarihi, Sinan Yayınevi, Cilt 10, İstanbul, 1982, s. 128.
[84] Ahmet Cemil Akıncı, Kısas-ı Enbiya Kabe’ye Doğru, Hz. İbrahim, Peygamberler Tarihi, Fatih Kitabevi, İstanbul, 1968, Cilt 7, s. 10.
[85] Mehmet Ali Bulut, a. g. e., s. 58.