İyi Parti ve Meral Akşener yanlış bir yola girmek üzere…

Mustafa DELİKURT

Seçimlerden önce takvimi belirlenen İyi Parti 3. Olağan Kongresi 24 Haziran günü yapıldı.

Meral Akşener’in kongrede yaptığı konuşma hayli şaşkınlık yarattı.

Akşener’in, konuşmasında, seçimin kaybedilme nedenleri üzerine kamuoyunu tatmin eden analizler yapması, Millet İttifakının geleceği ve 2024 yılının Mart ayında yapılacak olan yerel seçimlerde nasıl bir politika tâkip edilmesi gerektiği konusunda açıklamalar yapması, aynı zamanda da kaybedilen seçimler sebebiyle hayli üzüntülü olan teşkilâtının ve seçmenlerinin mâneviyâtını yükseltecek söylemlerde bulunması, bu bağlamda yeni hedefler ortaya koyması beklenirken, O, hiç kimsenin kendisinden beklemediği bir konuşma yaptı. Konuşmasında daha ziyâde parti içi meselelere ağırlık verdi, tecrübeli bir siyâsetçiden beklenmeyecek ölçüde öfkeli bir tavır sergiledi. Partiden ayrılanlar ve kendisini eleştirenler hakkında ağır sözler söyledi. Kezâ, CHP, Kılıçdaroğlu ve Millet İttifakının diğer bileşenleri hakkında da, isim zikretmeden ağır eleştirilerde bulundu, daha önce övünerek anlattığı -CHP’nin 15 emânet vekil vermesi gibi- bâzı konularda pişmanlığını dile getirdi. Bir anlamda, Millet İttifakındaki ortaklarıyla köprüleri attı.

Hadiselere sağduyu ile bakan pek çok uzman, aslında Sayın Akşener’in eleştirilerinde ve öfkesinde haklı olduğunu teslim ediyor. Sayın Akşener’in “seçilme ihtimali yüksek bir aday belirlenmesi” konusundaki çabaları ve “aksi durumda seçimin kaybedilebileceği” konusundaki kaygıları biliniyor. Seçim sonuçları, Akşener’in, kaygılarında ve önerilerinde haklı olduğunu ortaya koymuştur.

Sayın Akşener, seçimlere daha bir yıldan fazla zaman varken, “bu masa noter masası değildir, aday belirleme görevi yoktur; seçilme ihtimali yüksek olan bir adayın uygun bir yöntemle belirlenmesi gerekir” şeklinde açıklamalar yapmış ve bu hususu defaatle tekrarlamıştı. Buna rağmen, Sayın Kılıçdaroğlu’nın, Millet İttifakındaki büyük ortağı İyi Parti Genel Başkanının bilgisi dışında, İttifakın küçük ortağı olan partilerin genel başkanlarıyla aday/milletvekili pazarlığı yaptığının anlaşılması, kendisinin aday gösterilmesini sağlamak için İyi Partiye ve Sayın Akşener’e âdetâ emrivaki yapması üzerine, Akşener 3 Mart günü kamuoyuna yaptığı zehir zemberek açıklamayla masayı dağıtmış, daha sonra Kılıçdaroğlu’nun isteğiyle Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nun araya girmesi üzerine masaya geri dönmüş, ancak bu gel-git hem İyi Parti’nin ve hem de İttifakın birkaç puan oy kaybetmesine sebep olmuştu. Üstelik, bu esnâda, sosyal medyada ve CHP yanlısı medya organlarında gerek Sayın Akşener ve gerekse İyi Parti hakkında ağır eleştiriler yapılmıştı.

Dolayısıyla, bütün bunları seçim sürecinde sineye çeken İyi Parti genel başkanı, bu çirkin tutumu sergileyenlere öfkelenmekte elbette haklıydı. Kaldı ki, kûsurat partilere “Kılıçdaroğlu’nun adaylığını desteklemeleri” karşılığında verilmiş olan 40 milletvekilliğinin CHP içinde de büyük rahatsızlık uyandırdığı, Kılıçdaroğlu’nun “seçim yenilgisinin başmüsebbibi” olarak görüldüğü ve CHP içindeki muhâlefetin gün geçtikçe su yüzüne çıktığı kamuoyunun mâlûmudur.

Hâl böyle olmakla birlikte, bir parti genel başkanının, ülkeyi yönetmeye tâlip olan bir insanın, öfkesinde ve kırgınlığında ne kadar haklı olursa olsun, her hâlükárda soğukkanlılığını muhafaza etmesi ve eleştirilerini mâkûl bir tarzda kamuoyuna aksettirmesi gerekirdi.

Sayın Akşener’in söylem ve tavırlarında eleştirilen husus, aşırı tepkisel bir tutum içinde olması, “kol kırılır, yen içinde kalır” misâli, parti içinde konuşulması gereken meseleleri kamuoyu önüne taşıması ve geleceğe ilişkin herhangi bir hedef/politika önerisinde bulunmamasıdır. Sayın Akşener, tıpkı 3 Mart olayında olduğu gibi, yanlış yöntem ve zamanlama sebebiyle, haklı olduğu bir konuda yine haksız bir duruma düşmüştür. Oysa, önceki olaydan ders çıkarması beklenirdi. Akşener’in bu tutumu, parti içinde istişâre/danışma mekanizmasının iyi işlemediğini de göstermektedir ki, “ortak aklı inşâ etme” konusunda zafiyete gösterilmesi, Türk Toplumunun hâlihazırda en önemli sorunlarından birisidir.

***

Meral Akşener’in önce 3 Mart’ta, şimdi de 24 Haziran günü yapılan Kongre’de sergilediği bu “fevrî” tutum, İyi Parti’ye ve kendisine olan güveni sarsıyor. Bu durum, Türk Siyâsetinin geleceği açısından da önemli sonuçlar doğuracak gibi görünüyor.

14/28 Mayıs seçimleri sonrasında, TBMM’nde ulus-devlet karşıtı, Cumhûriyet’in temel değerleriyle sorunu olan kesimin çoğunluğu elde ettiği bir yapı görüyoruz. Son günlerde anayasa değişikliği konusunun gündeme getirilmesi, eş zamanlı olarak Anayasanın değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyecek olan maddelerine ilişkin “kenarından köşesinden” eleştirme girişimleri, sözkonusu değişiklik söylemlerinin yalnızca gündem değiştirmek amacı taşımadığını, “devletin/rejimin karakterini değiştirecek, ulus-devlet özelliğinin işlevsiz kalmasını sağlayacak, devletin Lübnan ve Irak benzeri “etnik/dînî kimlikler bağlamında” yapılandığı, yine bu çerçevede lâiklik ilkesinin kadük edildiği bir sistem kurulmaya çalışılacağını” düşünmemize yol açmaktadır. Meclisin hâlihazırdaki yapısı bunun için müsâittir, ulus-devlet karşıtı cenah, Anayasayı halkoylamasına gitmeden değiştirecek çoğunluğa sâhiptir. Millet İttifakı listesinden meclise giren Deva ve Gelecek Partilerine mensup milletvekillerinin önemli bir bölümünün bu konuda iktidar partisiyle birlikte hareket etmesi yüksek ihtimaldir. Keza, HDP yerine kurulan Yeşil Sol Parti’nin de bu doğrultuda davranması muhtemeldir. Hattâ CHP içinden de bahiskonusu Anayasa değişikliğine destek olan milletvekillerinin çıkabileceğini düşünüyoruz.

Muhâlefet dağılmış vaziyettedir.  Bu hâliyle, rejimin karakterinin değişmesine yol açacak bir Anayasa değişikliğine engel olması mümkün olmadığı gibi, 2019 seçimlerinde yapıldığı şekilde -ittifak hâlinde- hareket edilmediği takdirde, yerel seçimlerde de başarılı olması kabil değildir.

Anayasa değişikliği konusunda, iktidar ile Yeşil Sol (Eski HDP) arasında el altından bir anlaşma yapılmış olması da ihtimál dâhilindedir. Hâlihazırda böyle bir anlaşma yoksa da, devletin etnik kimlikler bağlamında yeniden yapılandırılmasını esas alan bir girişime karşı çıkması, destek vermemesi, sözkonusu partinin varlık sebebiyle bağdaşmaz.

Ancak, şu husus önemlidir; iktidar, ulus-devlet karşıtı bir Anayasa değişikliğini, ancak yerel seçimlerde güçlü bir başarı elde ederse, gündeme getirecek, aksi takdirde bu söylemi yalnız gündem oluşturmak için kullanacaktır. Yerel seçimlerde başarılı olması ise, İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerde seçimi kazanmasına bağlıdır. Özellikle İstanbul’da, Yeşil Sol’un desteğini kazanan taraf avantajlı olacaktır. Önceki seçimde, Millet İttifakı, özellikle İstanbul’da HDP’nin desteğini alarak, iktidar partisinin İstanbul ve Ankara’daki 30 yıllık iktidarına son vermeyi başarmıştır. Son zamanlarda, HDP yerine kurulan Yeşil Sol Partiden “İstanbul’da ayrı aday çıkarılacağı” yönünde yapılan açıklamalar, bu partinin yerel seçimlerde Millet İttifakıyla birlikte hareket etmeye gönüllü olmadığını, dolayısıyla bâzı tâvizler karşılığında iktidar partisinin ekmeğine yağ sürecek bir tutum içinde olabileceğini düşünmemize yol açıyor. Zira, kazanamayacağı bilinmesine rağmen, ayrı adayla seçime girilmesinin en somut sonucu, millet İttifakının büyük şehirleri kaybetmesi, bu şehirlerin iktidarın eline geçmesi olacaktır.

***

İyi Parti’nin kendisine güven duyanları hayál kırıklığına uğratması en çok da şu bakımdan önemli sonuçlar doğuracak gibi görünüyor.

21 yıldır iktidarda olan AKP’nin artık yorulduğu gözleniyor. 2015 Kasım ayında yapılan seçimlerde % 49 oy alan iktidar partisi, bu seçimlerde akıl almaz düzeyde uygulanan seçim ekonomisine rağmen, ancak % 35 seviyesinde oy alabildi. Her ne kadar ittifak ortaklarıyla birlikte TBMM’nde çoğunluğu sağlamayı ve Cumhurbaşkanlığı seçimini almayı başardı ise de, kamuoyu desteğini kaybetmekte olduğu görülüyor. Bâzı uzmanlarca, özellikle ekonomide uygulanan yanlış politikaların toplumda güvensizlik oluşturduğu, muhâlefetin güven verecek bir kadro ve proğramla toplumun önüne çıkması durumunda, iktidarın önemli oranda oy kaybına uğrayabileceği yönünde değerlendirmeler yapılıyor.

Peki, AKP’nin alternatifi hangi parti olabilir?

İyi Parti’nin, iktidar boşluğunu doldurma konusunda en şanslı parti olduğu, genellikle kabûl edilen bir görüş. Türk Toplumunun kahir ekseriyetinin önem verdiği bütün değerlere saygılı, Cumhûriyetin kurucu idealleriyle sorunu yok… Bu sebeple, topluma güven veren bir proğram ve kadro ile toplumun karşısına çıkması durumunda, toplumda “bunlar ülkeyi daha iyi yönetir” düşüncesini oluşturabileceği müşahede ediliyor.

Sayın Erdoğan’ın, başta iktisâdî konular olmak üzere, eğitimden sığınmacılar meselesine kadar, yaptığı bunca büyük yanlışa rağmen hâlâ iktidarda kalabilmesinin bir nedeni “liderlik konusundaki kabiliyeti” ise, diğeri de muhâlefetin “bunlar ülkeyi daha iyi yönetir” güvenini topluma vermeyi başaramamasıdır.

14/28 Mayıs seçimleri, yaşanan ağır ekonomik sorunların, AKP’nin iktidarı kaybetmesi için yeterli olmadığını bir kez daha gösterdi. Seçmen, belli ki, bir iktidar değişimi durumunda, ülkenin daha kötü vaziyete düşmesinden endişe ediyor. Bunu, yalnızca iktidarın propaganda gücüne bağlamak doğru değildir. Muhâlefetin topluma güven vermekte başarısız olması da önemli bir etkendir.

Gerçi, muhâlefet, seçimler öncesinde, özellikle ekonomi konusunda son derece güçlü ve güven veren bir kadro oluşturmayı, kezâ bütün ilgili taraflarda güven uyandıran ve ülkenin bütün önemli sorunlarını kapsayan ayrıntılı bir proğram oluşturmayı başarmıştır. Ancak, “altılı masa” görüntüsü, toplumdaki “koalisyon travması”nın yeniden depreşmesine yol açmış ve seçmende güvensizlik oluşturmuştur. 1962-2002 yılları arasındaki 40 yıllık dönemin büyük bölümünde Türkiye koalisyon hükûmetleriyle yönetilmiştir. Türk Toplumunun güçsüz ve uyumsuz koalisyon hükümetlerinin sebep olduğu sorunlar/istikrarsızlık konusundaki hatıraları henüz canlılığını korumaktadır. Seçmen, aynı sorunları yeniden yaşamaktan ürkmüş ve yaptığı hatâları düzeltmesi için mevcut iktidara bir şans daha vermiştir.

İktidar partisinin bu şansı ne ölçüde kullanacağı ayrı bir tartışma konusudur. Ancak, iyi işleyen bir demokrasinin temel şartlarından birisi, her daim iktidar olmaya ve güçlü bir proğram ve kadro ile ülke sorunlarını omuzlamaya hazır vaziyette olan muhâlefet partilerinin bulunmasıdır.

Ülkemizde son 20 yılda yaşanan sorunların önemli sebeplerinden birisi, muhâlefetin, kendisinden beklenen etkinliği gösterememesidir. İktidar tarafından yapıldığı ileri sürülen hukuk ve demokrasi dışı uygulamalar, muhâlefetin etkisiz kalmasının gerekçesi olarak gösterilemez. İktidar, herhangi bir sebeple böyle bir yola sapmış olabilir. Ülkeyi aydınlığa kavuşturma irâdesine ve kabiliyetine sâhip bir muhâlefet, iktidarın kendisine lütufta bulunmasını bekleyecek değildir. Hukuk ve demokrasi kuralları çerçevesinde hareket ederek, bütün güçlükleri aşmak ve toplumun güvenini kazanarak iktidar olmak, yapacağı akılcı ve etkili eleştirilerle iktidarın kendisine çeki-düzen vermesini sağlamak muhâlefetin görevidir. Yarışın âdil olması, elbette demokrasinin temel kâidelerinden birisidir. Peki ama, yarış âdil değilse, iktidar kural dışı bir tutum içerisinde ise, bu sorunu kim çözecek? Hâsılı, muhâlefet, mâzeretlerin arkasına sığınamaz, çözüm üretmek zorundadır.

Cumhûriyetin kurucusu olan CHP, burada ayrıntılı olarak ele alamayacağımız pek çok sebepten ötürü, 1950 yılından buyana, toplum nezdinde, tek başına iktidar olmasını sağlayacak bir güven oluşturmayı başaramamıştır. Yaşanan bunca soruna rağmen 14/28 Mayıs seçimlerinde alınan sonuçlar, bu durumu bir kez daha teyit etmiştir. 1977 seçimlerinde Ecevit’in genel başkanlığında % 44 oy alarak kurulan hükûmetin başarılı olamaması, bu partiye olan güveni daha da sarsmış, o günden buyana sol-sosyal demokrat partilerin oy oranları % 25 seviyesini geçememiştir.

Sayın Kılıçdaroğlu’nun, “toplumun bütün kesimlerini bir araya getirme, ittifak oluşturma” çabası, “adaylık konusunda ısrar etmemesi”, “topluma, yamalı bohça görüntüsü verilmemesi (yâni, seçmende karşılığı bulunmayan kûsurat partilerin ittifaka dâvet edilmemesi)” ve “toplumun bütün kesimlerinin teveccühünü kazanabilecek saygın bir şahsiyetin aday gösterilmesi” durumunda, başarılı olabilirdi. Sayın Akşener’in bu konulardaki uyarıları, siyâseti/toplumun beklenti ve hassasiyetlerini doğru analiz ettiğini göstermiştir. Ancak, siyâsetçi, analiz yapmakla iktifa edemez, gereğini de yapmak durumundadır. Sayın Akşener, -gerekçesi ne olursa olsun- bu konuda yetersiz kalmış, haklı olduğu konularda dahi kendisini kâfi derecede topluma anlatamamış, haklı iken haksız duruma düşmüştür.

Sözün özü, İyi Parti, kurulduğu günden buyana, merkez sağdaki boşluğu doldurma ve iktidar alternatifi olma konusunda toplumun büyük bir kesiminde ümit uyandırmıştır. İyi bir kadro, ülke gerçeklerine uygun ve beklentilere cevap veren bir proğram ortaya koyduğu takdirde, iktidar olma hedefine ulaşması mümkündür. Katıldığı ilk seçimde, karşılaştığı bütün zorluklara rağmen, % 10’un üzerinde oy alması bunun önemli bir kanıtıdır. Nitekim, Sayın Akşener’in MHP’de olağanüstü kongre sürecini başlatmasından itibâren mâruz kaldığı -çoğu zaman ahlâk ve hukuk ile bağdaştırılabilmesi kabil olmayan- tutum, bu potansiyelinin siyâsî rakipleri tarafından da bilindiğini düşündürmektedir.

Bir siyâsî partinin toplumun önemli bir kesiminin teveccühü kazanabilmesi, iktidar adayı olabilmesi için, iyi bir kadro ve güçlü bir proğramın yanısıra ihtiyâcı olan üçüncü unsur, toplumun güvenini kazanması, “bu kadro ve proğramla ülke sorunlarını çözebilir” inancını toplumda oluşturabilmesidir. Peki, toplum buna nasıl karar verir? Seçmenlerin kahir ekseriyeti, partilerin proğramlarını okuyarak karar vermez, genel başkanın ve partinin önde gelen simâlarının olaylar karşısındaki tavır ve davranışlarına, söylemlerine bakar. Meselâ, Sayın Akşener’in, karşılaştığı onca zorluğa rağmen ayakta kalabilmesinde, 28 Şubat döneminde ortaya koyduğu mertçe tavrın önemi büyüktür. Anlı şanlı siyâsetçilerin pek çoğunun süngü korkusuyla sindiği, sesini çıkarmaktan çekindiği bir devirde, bilhassa MGK toplantılarında “post modern darbecilere karşı” tavrını açıkça/mertçe ortaya koymuş, darbenin iki numarası tarafından “aklını başına alsın, sonra kazığa oturturuz” tehdidine pabuç bırakmamış, “Ben Fatih’in torunuyum. Kazıklı Voyvodanın homoseksüel olduğunu da hatırlatırım.” diyerek, kamuoyu önünde meydan okumuş, kuru gürültüye, tehditlere pabuç bırakmayacağını açıkça ilân etmiştir. Siyâsî hayâtının sonraki dönemlerinde de, siyasetteki gelişmelere bağlı olarak bir iki defa parti değiştirmiş olmakla birlikte, ilke bazında yalpalamamış, “mert kadın” imajını hep muhafaza etmiştir. Bu yüzdendir ki, toplumun önemli bir bölümünün, hattâ iktidar partisine rey veren seçmenlerinin mühim bir kısmının dahi beğenisini/takdirini kazanmıştır. İyi Parti’nin “Ak Partiden oy devşirebilecek tek muhâlefet partisi” olarak görülmesinin nedenlerinden birisi de budur.

Ancak, Sayın Akşener’in gerek son seçimler öncesinde ve gerekse sonrasında ortaya koyduğu “öfkeli/tepkisel” tavır, kendisine duyulan güveni sıfırlayabilecek bir mâhiyet arzetmektedir.

Sayın Akşener’in son konuşmasından çıkardığımız sonuçları tekrar özetleyelim; CHP dâhil, Millet İttifakının bileşenleriyle yollarını ayıracak!

Bu politikanın tabii ve ilk önemli sonucu, İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerin yeniden iktidara teslim edilmesi olacaktır.

CHP içinde ezelden beri var olduğu bilinen bölücü/mezhepçi/aşırılıkçı dar bir kadronun etkinliği artacak, bölücü cenahla bu kesimin ilişkileri güçlenecek; buna karşılık, milliyetçi-Atatürkçü kesimin etkinliği azalacaktır.

Yerel seçimlerde hedeflediği başarıyı yakaladığı takdirde, muhtemelen “devletin karakterini değiştirmeyi amaçlayan” hamlelerini (anayasa değişikliği vb.) başlatacak olan iktidara partisi, doğrudan ya da dolaylı yollarla, yüksek ihtimálle CHP içindeki bu bölücü/mezhepçi kesimden de destek alacaktır.

Ve, yine muhtemeldir ki, paramparça olmuş bir muhâlefetin, uzunca bir müddet iktidar alternatifi olması, bu güce kavuşabilmesi kabil olmayacaktır.

Şu hâlde, öfkelenmekte yüzde yüz haklı dahi olsa, tepkisel bir tavırla hareket ettiği takdirde, Sayın Akşener, düşündüğünün tam aksine, ulus-devleti tasfiye etmeyi amaçlayan girişimlere destek vermiş, muhâlefetin iktidar olabilme imkânın azalmasına sebebiyet vermiş olacaktır.

Buna, papaza kızıp, oruç bozmak denmez mi?

Oysa, Devletin “ulus-devlet” karakterinin ve Cumhuriyetinin temel niteliklerinin (Lâik, demokrasiye ve hukukun üstünlüğüne dayalı, sosyal adaleti önemseyen, etnik ve dinsel kimliklere dayalı ayrımcılığa izin vermeyen, vatandaşlık bağı ve liyakat gibi ilkeleri esas alan, Türk Milleti, Türkçe, Atatürk gibi konularda duyarlı bir devlet yapılanmasının) korunmasında İyi Parti, rejimin emniyet subaplarından birisi olarak kabûl edilmekteydi.

Şu hâlde, Sayın Akşener’in yapması gereken, Millet İttifakı’nın yeniden tanzim olmasını, “Cumhûriyetin kurucu değerleriyle sorunlu oldukları bilinen” kûsurat partilerin ittifaktan dışlanmasını, İttifakın şimdiden gelecek seçimlere büyük bir motivasyonla hazırlanmasını, 14/28 Mayıs seçimlerinde yapılan hatâlardan dersler çıkararak, 2024 Mart ayında yapılacak yerel seçimlerden İttifakın zaferle çıkmasını sağlayacak politika ve stratejilerin belirlenmesini ve uygulanmasını sağlamak için kolları sıvamak, ancak bunu yaparken, düşüncelerini topluma uygun zamanda ve uygun/etkili yöntemlerle anlatmaya çalışmak (yâni, 3 Mart’ta yaptığı hatâyı tekrarlamamak) olmalıdır. Bu son husus önemlidir. Sayın Akşener, 3 Mart’ta yaptığı çıkışı, daha usturuplu bir biçimde, seçimlerden bir yıl önce yapmış olsa; Millet İttifakıyla kan uyuşmazlığı olan kûsurat partilerin İttifaka alınmasına başından karşı çıksa ve tavrını kesin bir irâdeyle ortaya koyarak “görüşlerimiz/endişelerimiz dikkate alınmadığı takdirde, biz masada yokuz” demiş olsa, seçim sonuçları -en azından partisi bakımından- daha farklı olabilirdi. Üslup ve zamanlama, bir eylemin başarısını etkileyen en önemli unsurlar arasındadır.

***

Peki, biz bu konularla niçin bu kadar ilgiliyiz?

Başta da söylendi. Güçlü bir iktidar ve güçlü bir muhalefet, iyi işleyen bir demokrasinin temel şartları arasındadır. Muhalefet güçlü olursa, iktidar daha temkinli hareket etmek, demokrasi ve hukuk kuralları çerçevesinde başarılı olmak için daha fazla gayret göstermek durumunda görür kendisini. Ve, toplum, iktidar başarısız olduğu takdirde, seçeneği olacağı için, kendisini güven içinde hisseder, daha rasyonel davranır, “çâresizlik” duygusuna kapılmaz.

Tek isteğimiz, ülkemizin daha iyi yönetilmesi; Türk Milletinin huzur, barış ve refah içinde yaşatılabilmesi ve bu emele ulaşılabilmesinin temel şartları arasında yer alan Türk ulus-devletinin ilelebet payidar kılınabilmesidir.

Yoksa, hangi partinin başarılı/başarısız olduğunun bizim için önemi yoktur.

Yazar
Mustafa DELİKURT

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen