Yüce Allah Kendinden başka hiçbir şey yokken, her şeyi yarattı. İlk insan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm, aynı zamanda ilk Peygamberdir. İnsanlar Yeryüzünde çoğaldı, onlara nasıl davranacaklarını gösteren Peygamberler gönderildi. Peygamberlerden bâzılarına, ilâhî talimat nâmeler (kanunlar, yönetmelikler diyebileceğimiz) suhûf (sahifeler) verildi.
Âdem Aleyhisselâm’a 10 sahife
Şît Aleyhisselâm’a 50 sahîfe
İdris Aleyhisselâm’a 30 sahîfe
İbrâhîm Aleyhisselâm’a 10 sahife verilmiştir.
Mûsa Peygamber’e Tevrât,
Dâvûd Peygamber’e Zebûr,
İsâ Peygamber’e İncîl,
Muhammed Aleyhisselâm’a Kur’ân verilmiştir.
Allah, ilk insan ve ilk Peygamber Âdem Aleyhis Selâmı, bilgi ile donattı: Âdem’e isimlerin hepsini öğretti. Bakara (2) 31.
Hz. Âdem Aleyhisselâm’dan beri yalnızca bir semâvî dîn vardır, adı İslâm’dır (Kutlu Buyruklara teslîmiyet). Bütün Peygamberler İslâm Peygamberidirler. İnsanlar, Hz. Musa’nın tebliğ ettiği dine tâbi olanlar, Musevî diye anıldılar, Hz. İsâ zamanındaki Müslümanlar da İsevî diye anıldılar. Ne Hz. Musa, ne de Hz. İsa, ‘ben kendi adımla anılan yeni bir din getirdim’ dedi; onların demediğini insanlar dedi. İnsanlar, İslâm’ın bu Peygamberler zamanındaki safhasını, o Peygamberlerin adını kullanarak andılar.
Allah’ın, Peygamberleri vâsıtasıyla gönderdiği dîn, TEKtir, esasları aynıdır. O, İslâm’dır. İslâm: teslimiyet, Allah’ın buyruklarına uymak, o buyruklara göre yönetilen Kâinatla (Evrenle) uyum hâlinde olmak demektir. Tabiat Kanunları (Doğa Yasaları) hiç değişmiyor: Su, kendine karar verip 0 derecede donmuyor, Yeryüzü, kendisi karâr verip de kendi çevresinde 24 sâatte bir dönmüyor, Güneş çevresinde 365 günde dönmüyor, Ay, kendi iradesiyle Dünyâ’nın etrafında 1 ayda dönmüyor. Dünyâ, eksenim dik olursa bir tarafta hep yaz, diğer tarafta hep kış olur; eksenim 23 derece eğik olsun da çeşitli yerlerde oturanlar, bütün mevsimleri yaşasınlar, diye karâr vermiş değil. İnsanların ‘Doğa Yasaları’ adını verdikleri değişmez, şaşmaz düzenin dîn dilindeki adı: ‘Sünnetullah’tır: Allâh’ın Sünneti, Allah’ın Evren’i yönetmekte tutuğu yol demektir:
Allah’ın Evreni yönetmekteki kanunlarında asla bir değişiklik bulmayacaksın. Feth (48) 23.
Kâfir; (apaçık İslâm gerçeğini) örten demektir ve ona göre, ‘insan, damdaki kedi gibidir; nereden geldiği belli değildir, nereye gideceğini de bilmemektedir.’ Onun içindir ki, gerçekte sınav yeri olan Dünyâ’da, yaptıklarının karşılığını Âhirette göreceğinden habersiz emperyalist eylemlerde bulunmakta, bunu mârifet sanmaktadır.
Bu sınav yeri, yaşamağa uygun yaratılmış: Dünyânın ekseni 23 derece eğik olmasaydı, mevsimler olmazdı. Kuzey yarı küre kışa girerken, güney yarı küre yaza giriyor. Yeryüzü, Güneşe öyle bir uzaklıkta yörüngede gidiyor ki, o mesâfe biraz kısa olsaydı, sıcaktan kavrulurduk, biraz uzakta bir yörüngede gitse idik, soğuktan donardık.
İnsanın, zamanın farkına varabilmesi, hesap yapabilmesi için, gece ve gündüz ard arda getirilmiş, Yeryüzü kendi çevresinde döndürülmese idi, Güneşe bakan yanı devâmlı gündüz, öbür yanı sürekli gece olurdu. Bu işe, taş, toprak yığını olan Yeryüzü’nün, kendisinin karâr verip öyle yaptığını kabul etmek için, insanın hangi zekâ düzeyinde olması gerekir? Ay’ın, Yeryüzünün çevresinde dönmesi ile insanlar, zaman dilimi olarak “bir ay” bilgisine ulaşmışlar.
Güneşi bir ışık, Ay’ı da (aydınlık) bir nûr yapan, yılların sayısını ve hesabını bilmeniz için Ay’a menziller koyan O’dur (Yûnus (10) 5).
Güneş de, Ay da hesâb ile (emredilen şekilde cereyân etmekte) dir. Bitkiler ve ağaçlar saygıyla, ibâdet etmektedir (kulluğunu yerine getirmekte, nizâma uymaktadır). (Bak) Göğe! Onu yükseltti ve (her şeye) ölçü koydu. Ölçüde taşkınlık etmeyin! (Ölçüde, tartıda hile yapmayın!) Ölçüde, tartıda hîle yapmak, Evrendeki âhenge, düzene karşı gelmek oluyor! (Er Rahmân Sûresi, (55) 5-8 âyet-i kerîmeler).
O, ölümü ve hayâtı, hanginizin daha güzel işler yapar, sınamak için yarattı (Mulk (67) 2).
Müslüman, bu, Yeryüzündeki hayâtının bir sınav safhası olduğunun bilincindedir. Yaptıklarının hesabının görüleceğini bilir, Yaradanına kulluk görevlerini yerine getirir, O’nun buyruklarına uyar, yasaklarından uzak durur.
Elbette, göklerin ve yerin yaratılışı, insanların yaratılışından daha büyüktür, Fakat insanların çoğu (bu kadarını) bilmezler (Mu’min (40) 57).
Heykel yapımında çok ustalaşmış olan eski Yunan’da derlerdi ki: bir mermer blok içinde bir tek insan vardır. Yâni, bir blok mermerden, ölçülere uygun olarak yapılabilecek bir tek insan figürü çıkarılabilir.
İnsan cinsi içinde de, Yaratılış durumuna uygun bir tek ‘insan’ tipi vardır: Yaradan’ın buyruklarına teslîm olmuş, Evrenle, Doğa Yasaları ile uyumlu olan Müslüman. Hazreti Muhammed Aleyhisselâm’dan önceki Peygamberlerin hepsi, belli bir kavme, belli bir topluluğa gönderilmiştir. Hz. Muhammed (A.S.) ise, bütün insanlığa gönderilmiştir, Son Peygamber’dir. Biz, Müslüman olarak, ilâhî kitapların bozulmamış, tahrîfe uğramamış asıllarına inanırız. Ancak, Büyük Millet Meclisi, yeni bir kanun çıkardığı zaman, aynı konudaki eski kanun nasıl ilga edilmiş oluyorsa, yürürlükten kalkıyorsa, yeni bir İlâhî Kitap gelince de eskilerin hükmü kalmıyor. Kur’ân-ı Kerîm’den başka kitapların, sahîfelerin her biri bir zamana, bir kavme, bir millete gönderildiğinden, zamanları geçmiş, yürürlükten kalkmış, hükümleri kalmamıştır. Kur’ân-ı Kerîm ise, bütün insanlığa, bütün zamana ve mekânlara gönderildiğinden, onun hükmü Kıyâmet’e kadar devâm edecektir. Alışveriş yaparken son kullanma târihi geçmiş bir gıda maddesini almayan insanın, ebedî, sonsuz hayâtını doğrudan ilgilendiren konuda çok daha dikkatli olması gerekir.
Hz. Muhammed Aleyhisselâm’ın, diğer Peygamberlerde bulunmayan 4 özelliği vardır:
1- Son Peygamberdir (Khâtemun Nebiyyîn: (Ahzâb [33] Sûresi, âyet: 40).
2-Bütün Evren’e (Kâinâta), insanlara ve cinlere gönderilmiştir.
3- Bütün Peygamberlerden üstündür. (Bakara [2] 253).
4- Kendisine verilen İlâhî Hükümlerin Kıyâmete kadar geçerliği vardır.
***
İnsanlar, İslâm’ın, Hz. İsâ Aleyhis Selâm çağındaki safhasına inananlara “Christian/Hristiyan” demişler. Putperest Roma İmparatorluğu da M.S. 325 yılında, o zaman için hak dîn olan İslâmı (Hristiyanlık adıyla) kabûl etti. İmparator Konstantin, İznik’te, göl kıyısındaki (şimdi, gölün dibinde) sarayında 325 yılında konsey topladı. Günümüz Hristiyanlığında , -hâşâ- Baba, Oğul, Rûhu’l Kuds olmak üzere teslis /ÜÇLEME vardır ki, küfürdür.
İki kaptan, bir gemiyi batırır. -Hâşâ- Üç ilâh Evren’i ne yapar(dı)?
Nezâket, gereklidir, güzeldir de, Gerçeği gölgelemesine izin vermemek gerekir. Meşhûr misâldir: ağzında çürük dişi olanın yanağını okşamak mı dostluktur? Yoksa, o çürük dişi tedâvî etmek mi?
Bakınız, Yaradan Son Mesajında ne buyuruyor:
“Hiç şüphesiz; ‘Allah, o, Meryem’in oğlu Mesîh’dir’ diyenler andolsun ki, kâfir olmuşlardır” (Mâide (5) 17).
“Hakîkaten. “Allah, üçün üçüncüsü (üç ilâhtan biridir)” diyenler, kesin olarak kâfir olmuşlardır(Mâide (5) 73).
İran’lı, Mecûsî, genç Selmân, 570li yıllarda “Hristiyan” denilenleri görerek bu dîne girer, bir papazın yanında yerleşir, o ölünce başka bir papazın yanına gider, son olarak, Anadolu’da (Afyonkarahisar yakınında, Hisarköy) Amorium’a gelir, oradaki papaz ölürken: “bizim meşrebimizde pek az kişi kaldı, Son Peygamber’in gelmesi yakındır, Arap toprağında ortaya çıkacaktır” dedi, oraya gitmesini söyledi. Selmân-ı Fârisi, bir kervana katıldı, Medîne’ye yaklaştıklarında, bu yalnız, kimsesiz genci, köle diye sattılar. Selmân, kendisini satın alan yahûdînin yanında çalışırken, Resûlullah’ın Medine’ye geldiğini öğrendi, Amuriye’deki papazın tarif ettiği özellikleri O’nda bularak Müslüman oldu.
***
Uzun söze gerek yok: Batı Avrupa’da, Kuzey Amerika’da Hristiyanlık, her gün, her dakika zemîn kaybetmektedir. Yetişmekte olan insan, ergenlik çağına gelip de rahatça düşünmeğe başlayınca, ülkesinde hâkim olan inanç sistemi, onu tatmin etmemekte, ya ateist olmakta, veya başka inanç sistemlerini araştırmağa yönelmektedir. Önce Doğu’da yaygın Hinduizm’e, Budizm’e yönelmekte, sonra da, genellikle İslâm’da karar kılmaktadır. Müslümanların, İslâmı iyi temsil edememelerine rağmen, böyle olmaktadır; insan, fıtratına, yapısına uygun bulduğu dîni, kendiliğinden benimsemektedir. Batı’da, İslâm’ın, Hristiyan doğumlu beyazlar arasında hızla yayılıyor olması, Batı’lı hükümetleri telâşlandırmakta, mânâsız İslamofofobi’nin yayılmasını el altından desteklemelerine yol açmaktadır. (İslamofobi, aslında, Türkofobi’dir; Türk korkusu, Batılı’nın hücrelerine sinmiştir.)
***
Malazgirt’te 1071 yılında çarpışan iki ordudan biri, Hak için savaşıyordu. Karşısındaki Roma ordusu, İsâ Aleyhis Selâm’ın tebliğ ettiği dînin, zaman içinde, insan eliyle bozulmuş, “Hristiyanlık” denilen safhasını temsîl ediyordu. Savaşın galibi Alparslan, Roma İmparatoru Romen Diyojen’i âlicenablık göstererek serbest bıraktı, zavallıyı, kendi soydaşları öldürdü.
Kut almış oğlu Süleyman Şah, Roma İmparatorluğu ile savaşarak 1077‘de Anadolu Selçuklu Devleti‘ni kurdu, İznik, başkenti idi. Sonra, şehir Rumların eline geçti.
Anadolu’da, Son İlâhî Mesaj İslâm’a içtenlikle bağlı Osmanlı yöneticilerinin Boğaz’a veKaradeniz’e dayanmaları, Rum İmparatoru III. Andronikos’u telâşlandırdı. Anadolu’ya, Üsküdar’a geçen III. Andronikos ile Orhan Gâzi, Darıca ile Eskihisar arasındaki Pelekanon’da savaşa tutuştular.Andronikos yenilerek kaçtı. Bu savaş sonunda, kuşatılmış bulunan İznik teslîm oldu, 1331 (Hoca Sa‘deddîn Efendi, Tâcut Tevârîh, İstanbul 1279, I, 43; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, I, 120).
Osmanlılar’ın, fethettikleri yerlerdeki halka çok iyi davranmaları, İznik çevresindeki halkın, İznikliler’e, Osmanlı tarafına geçmelerini tavsiye etmelerine sebeb olmuştur (Neşrî, Kitâb-ı Cihân-Nümâ, c. I, s. 58).
Osmanlılar, İznik’i kuşattıklarında, çevredeki Hristiyanlar, İznik’e yardım etmeyi reddedip, onlara: “gelin, ey miskinler, Türke teslîm olun! Rahat edin!” diye öğüt veriyorlardı, (Neşrî, Cihân-Nümâ, c.I, s. 158),Osmanlı idâresinden öyle memnunlardı!
Osmanlılar, İznik’i alarak başkent yaptıkları zaman, orada derhâl hamam da inşâ etmişlerdi. İslâm’ın gereği olarak temizliğe büyük değer veriyorlardı. Aynı yüzyılda, Avrupa’da ise durum şöyleydi:
“Caddeler ve evler, insan ve hayvan pisliğiyle iğrenç bir durumdaydı. Krallardan halka kadar, pis, bitli Hristiyanlar, yaralarla dolu ve hastalıklarla perîşandılar.” Robert J. Scrutton, Nature’s Way to Nutrition and Vibrant Health, (California: 1977) p. 17).
Orhan Gâzi, Osmanlı âdeti üzere, en büyük kiliseyi, Ayasofya’yı, fetih nişânesi olarak câmiye çevirdi, bir manastırı medrese yaptı, bir imâret (ücretsiz yemek verilen binâ) yaptırdı. Oğlu Süleyman Paşa da İznik’te bir medrese yaptırdı.
Görülüyor ki, 14. yüzyılda, iki medeniyet arasında mücâdele vardı: Bir yanda çöküş hâlinde, Doğu Roma (Rum) İmparatorluğunun temsîl ettiği Hristiyan-Batı medeniyeti, öte yanda Türk’ün temsîl ettiği İslâmî Doğu medeniyeti. Batı için gerçekten zifîrî karanlık olan Ortaçağ’da (395-1453), böyle insânî kurumların yapılması şöyle dursun hayâl bile edilemezdi. Ortaçağ’da medeniyeti Müslümanlar temsîl ediyorlardı.
Avrupa’da o çağda, yıkanmak suç, günah sayılırken, Müslümanlar’ın bedenleri ve şehirleri tertemizdi. Avrupa’da dogmatizm hüküm sürerken, Osmanlı medreseleri bilgi ışığı yayıyordu. Avrupa’da halk sefâlet içinde yüzerken, Osmanlı Devleti’nde yaşayanlar, Selçuklular’ın I. Alâeddîn dönemindeki gibi, eşi görülmemiş parlak medeniyet seviyesine ulaşmışlardı. Şeyh Edebalı ve diğer evliyânın tutturduğu, insanı insan yapan rûhânî-mânevî maya, sosyal hayata hâkimdi. Toplum iyi düzenlenmişti, adâlet tam yerleşmişti, yoksul, yok denecek kadar azdı. Öyle ki, Orhan Gâzi devrinde, hayât seviyesi o kadar iyi idi ki Müslümanlar, zekât verebilecekleri fakîr bulamıyorlardı. (Neşrî, age., I, 186). Yine de, her ihtimâle karşı, sadaka taşlarını bulundurmayı ihmâl etmiyorlardı. Sadaka taşı, silindir biçiminde, bir veya bir buçukmetre yüksekliğinde bir sütûndur. Üstündeki çukurca yere, hayır sâhibi, para bırakır, ihtiyâcı olan da, yatsıdan sonra, insanlar evlerine çekilince, gider, alırdı. Alan, verenle karşılaşmaz, alan kişinin haysiyeti korunurdu. Osmanlı Medeniyeti’nde, insan haysiyetinin korunmasına büyük önem verilmiştir; çünkü bu medeniyetin kaynağı, temeli, İslâm’dır. Bu tutum, yemek vakıflarında da görülür: vakıf görevlisi, karanlık bastıktan sonra yemeği götürdüğü yoksul evinin kapısını tıklatır yemeği oraya bırakır ve giderdi. Nitekim, Kur’ân-ı Kerîm’de, “verdiğiniz sadakaları gösterirseniz de olur, fakat gizler, gerçek fakîrlere verirseniz, bu, sizin için en iyisidir” meâlinde âyet vardır:Bakara Sûresi, (2) âyet: 271. Ayrıca, ‘sağ elinin verdiğini sol eli bile bilmeyen kişinin öğüldüğü, onunyüce mertebeye erişeceğini muştulayan hadîs-i şerîf vardır.
***
Osmanlılar, Müslümanlar, Avrupa’lıya, yüzyıllar boyunca, “insanın hayvana baktığı gibi” baktılar. Osmanlı Devleti, üç yüzyıla yakın müddetle, Dünyâdaki kuruluşların En Üstünü idi; boş yere 16. Yüzyıla, “Türk asrı” denilmemiştir.
Sonra, zamanla, iç ve dış sebeplerle zayıfladık ve Üçüncü Selîm (1789-1808) devrinden başlayarak, “iyi olalım, kalkınalım” “Avrupalılaşalım” derken, kendi değerlerimizden uzaklaşarak, âdetâ yabancılaşarak, 250 yıl geçirdik. Bu akımın sonucu olarak:
1993 yılında, târîhî İznik şehrinde durum şöyle idi:
Avrupalı’ların yıkanmadığı 14. yüzyılda, Müslüman Türkler’in, İznik’te de yapmış oldukları hamamlardan biri olan Hüdâvendigâr Hamâmı harap hâldeydi, tepesinde bir gecekondu vardı.
Müzeye çevrilmiş olan Ayasofya’nın çevresi açılmış, çiçek bahçesi yapılmıştı, içteki bir duvarın dip tarafı, rutûbete karşı, cam bir mahfaza içine alınmıştı.
Timur’a; “virecek nesne kalmadı, Konstantiniyye’ye gideyim de borç alıp geleyim” diye serzenişte bulunmuş olan Şeyh Kutbuddîn Hazretlerinin türbesi bakımsız, çevresi çöplük gibi idi.
Günde iki defa yoksullara bedâva yemek ikrâm edilen Nilüfer Hâtûn İmareti’nin içi ve avlusu Roma lahitleri ve kalıntıları ile dolu idi, “bizim” târihî eserimize, Roma kalıntılarına kabuk, mahfaza olmak görevi verilmişti.
İznik’i fetheden Orhan Gazi’nin, câmi yaptığı Ayasofya’nın minâresi, Rumlardan özür diler gibi, yarısına kadar yıkılmış durumdaydı.
Kısaca, her şey, Avrupa’lı turistlere göre düzenlenmişti. Son yıllarda, bütün bu acıklı durumların değiştiğini, eserlerimizin tertemiz hâle getirildiğini, Ayasofya’nın câmi yapılarak aslî hüviyetine kavuşturulduğunu, Hüdâvendigâr Hamamı’nın tertemiz, güzel bir müze yapıldığını, Nilüfer Hâtûn İmareti’nin putperest Roma kalıntılarından temizlendiğini görüyoruz.
***
Çökmekte olan Batı uygarlığının temsîlcileri ve piyonları, İznik’te 325 yılında toplanmış olan Konsey’in 1700. yılını anmak için Papa İznik’e DAVET EDİLMELİ diye tutturmuşlar.
Böyle bir anıya, toplantıya,
Selçuklular İZİN VERMEDİLER!
Osmanlılar İZİN VERMEDİLER.
Cumhuriyet Devrinde Mustafa Kemal Paşa 1925 yılında İZİN VERMEDİ. (Atatürkçü Düşünce Derneği NEREDE?)
Her fırsatta kendini gösteren Devrimci kuruluşların sesini duyuyor muyuz? Bu ziyâret; “buraları bizimdir, siz Türkler, eninde sonunda çıkıp gideceksiniz!” demenin fiilî tezahürüdür, Batı’lının iç dünyasındaki hülyânın alenen ilân edilişidir. ASLA İZİN VERİLMEMELİDİR!
Türkiye, gerçekten bağımsız ise, buna asla izin vermemeli, gereğini yapmalıdır. Türkçe yayın yapan bir kısım Medya kuruluşlarının kamuoyunu bu münâsebetsiz, bu topraklardaki bulunuşumuza MEYDAN OKUYAN, âdetâ tehdîd eden böyle bir ziyâret için kamuoyunu alıştırmasına göz yumulmamalıdır.
Öte yandan, “İstanbul’da bağımsız Rum hükümeti” demek olan Ekümeniklik sıfatı KULLANAN Patriğe, gereken işlem yapılmalıdır: son mârifeti, “baskı altında” olduklarını iddia ederek Amerika Başkanına şikâyette bulunmuş olması. Zâten, israrla, inatla Ekümenik etiketini milletlerarası toplantılarda kullanması, Lozan andlaşmasına aykırıdır, (İstanbul hükümdârı olduğunu iddia ediyor! Ekümeniklik, Vatikan gibi, ayrı bir hükümet demek!). Patrikhâne’nin yurt dışına çıkarılmasının vakti çoktaaaan gelmiştir. Türkiye’de kaç Ortodoks Hristiyan vardır ki, başkanları burada olsun? Ortodoks nüfûsun en kalabalık olduğu, milyonlarca ortodoksun yaşadığı Rusya’ya, bir “iyi niyet”, “dostluk” jesti olarak hediye edilmesi iyi olmaz mı?
***
Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın 25 Eylülde gideceği Amarika’da, umarım, bu altımızı oymayı hedefleyen, bu aziz yurtta varlığımıza, bekamıza Meydan Okuyan, birilerinin, yâni Türklük düşmanlarının isteği, hülyâsı olan bu gereksiz, münâsebetsiz gelme hülyâsı gündeme gelmez. Yahut, gelirse, TURİST GİBİ VİZE ALARAK GELİR, öyle zâten bâtıl bir olayın kutlanmasına da değer VERİLMEZ. Kamuoyu bu konuda uyanık olmalıdır.
Aaaaaaaa “bâtıl” denir mi? diyecek olanlara, bu ülkede yaşayanların yüzde DOKSAN SEKİZinin, Türklerin, eksiği de olsa, Sünnîsiyle, Alevisiyle, Müslüman olan vatandaşların Kutlu Kitabı Kur’ân-ı Kerîm’de, kendilerine “Hristiyan” diyenlerin NE olduğunun belirtildiğini hatırlatalım. Ebedî Hayat, sonsuzdur ve kâfirin durumu hiç de iyi değildir; ona acımak, onu kurtarmağa çalışmak gerekir; itibâr etmek, bırakacağı üç kuruşa bakmak değil!
***