Kafkasya ve Balkan Albanyaları Arasındaki Tarihsel ve ​​Kültürel İlişkiler

Tam boy görmek için tıklayın.

Kafkasya ve Balkan Albanyaları Arasındaki Tarihsel ve ​​Kültürel İlişkiler [1]

 

Hilmi ÖZDEN[2]

Harita 1. Prof. Afif Erzen ve Prof. Ugo Dettore’nin Büyük Tarih Atlası’ndan alınmıştır.

(Arkın Kitabevi – İstanbul)[3]

 

ÖZET

Kafkasya ve Balkan Albanyaları arasında kültürel anlamda büyük bağlar bulunmaktadır. Fakat günümüzde bazı araştırmacılar her iki Albanya’yı farklı değerlendirmektedirler. Hâlbuki dil ve tarihî veriler bu iki Albanya’nın birlikte değerlendirilmesinin gerekliliğini göstermektedir. Ön- Türk tarihi açısından bakıldığında iki Albanya’nın da Ön-Türk tarihi ile ilişkileri anlaşılmaktadır. Balkanlar, Anadolu, Kafkasya ve Türkistan Büyük Turan coğrafyası olarak birbiriyle bağlantılıdır. Türkiye’de günümüzde bu konuda yapılan çalışmalar her geçen gün artmaktadır. Fakat Antik dönem kaynakları ile Avrupa’da yapılmış objektif çalışmalar henüz yeterince incelenmemiştir. Örneğin Prof. Dr. Aytek Namıtok’un 1939 yılında Fransızca yazdığı “Origines des Circassiens” isimli eseri Türkçe’ye çevrilmesine rağmen üzerine yeterli çalışmalar henüz yapılmamıştır.  Bu eser iki Albanya’nın aynı dil ve kültür dairesinde değerlendirilmesi açısından bilim çevrelerince analitik şekilde ele alınmamıştır. Etrüsk, Pelasg, Kimmer ve İskit gibi Ön Türk kavimlerinin arkeolojik bulguları ile dil çalışmaları her geçen gün Ön Türk tarihine ve Ön Türkçe’ye büyük katkılar sağlamaktadır. Bu çalışmanın amacı antik dönemlerden itibaren günümüze kadar yazılmış bazı eserlerin ışığında Kafkasya ve Balkan Albanya tarihine katkıda bulunmaktır.

Anahtar Kelimeler: Kafkasya, Balkanlar, Arnavutluk, Albanlar, Pelasglar, Etrüskler, Thraklar, Kimmerler, İskitler

HISTORICAL AND CULTURAL RELATIONSHIP BETWEEN CAUCASUS AND BALKAN ALBANIAS

ABSTRACT

There are great cultural ties between Caucasian Albania and Balkan Albania. However, today some researchers evaluate both Albanians differently. However, linguistic and historical data show that these two Albanians should be evaluated together. When looked at from the perspective of Proto-Turkish history, the relations of both Albanians with Proto-Turkish history are understood. The Balkans, Anatolia, Caucasus and Turkestan are connected to each other as the Great Turan geography. Today, studies on this subject in Türkiye are increasing day by day. However, objective studies conducted in Europe with ancient period sources have not yet been examined sufficiently. For example, although Prof. Dr. Aytek Namıtok’s work titled “Origines des Circassiens” written in French in 1939 was translated into Turkish, sufficient studies have not yet been conducted on it. This work has not been addressed analytically by scientific circles in terms of evaluating the two Albanians within the same language and culture circle. Archaeological findings and language studies of the Proto-Turkic tribes such as Etruscans, Pelasgians, Cimmerians and Scythians are making great contributions to the Proto-Turkic history and Proto-Turkic language every passing day. The aim of this study is to contribute to the history of the Caucasus and Balkan Albania in the light of some works written from ancient times to the present day.

Keywords: Caucasus, Balkans, Albania, Albanians, Pelasgians, Etruscans, Thracians, Cimmerians, Scythians

ИСТОРИЧЕСКИЕ И КУЛЬТУРНЫЕ СВЯЗИ МЕЖДУ КАВКАЗОМ И БАЛКАНСКОЙ АЛБАНИЕЙ

АННОТАЦИЯ

Между Кавказской Албанией и Балканской Албанией существуют большие культурные связи. Однако сегодня некоторые исследователи оценивают обоих албанцев по-разному. Однако лингвистические и исторические данные показывают, что этих двух албанцев следует оценивать вместе. Если смотреть с точки зрения прототурецкой истории, то отношения обоих албанцев с прототурецкой историей становятся понятными. Балканы, Анатолия, Кавказ и Туркестан связаны друг с другом как география Великого Турана. Сегодня исследования по этой теме в Турции растут с каждым днем. Однако объективные исследования, проведенные в Европе с использованием источников древнего периода, еще не были достаточно изучены. Например, хотя работа профессора доктора Айтека Намытока под названием «Origines des Circassiens», написанная на французском языке в 1939 году, была переведена на турецкий язык, по ней еще не было проведено достаточно исследований. Эта работа не была рассмотрена аналитически научными кругами с точки зрения оценки двух албанцев в пределах одного языкового и культурного круга. Археологические находки и языковые исследования прототюркских племен, таких как этруски, пеласги, киммерийцы и скифы, вносят большой вклад в прототюркскую историю и прототюркский язык с каждым днем. Целью этого исследования является внесение вклада в историю Кавказа и Балканской Албании в свете некоторых работ, написанных с древних времен до наших дней.

Ключевые слова: Кавказ, Балканы, Албания, албанцы, пеласги, этруски, фракийцы, киммерийцы, скифы

GİRİŞ

Kafkasya coğrafyasında Albanya Devleti Antik Çağ’da mevcut olmuş en eski devletlerden biridir. Arazisi, nüfusu ile etnik yapısının çeşitliliği bakımından Albanya bölgede farklılık taşıyordu. Antik Çağ yazarlarının eserlerine dikkat edilirse görülecektir ki bu devirde Güney Kafkasya’nın başlıca toplumlarından birisi Albanlar olmuşlar. Hatta Kafkasya’ya seyahat etmiş seyyahlar, yazarlar ve diğerleri buranın otokton ahalisi olarak iki halkı kayda almışlardır: Albanlar ve İberler (Gürcistanın eski halkı). Terim olarak Albanya terimine ilk olarak M.Ö. I.yüzyıl olayları ile bağlı rastlanılır lakin Alban etnik grubuna ait edilen Sakasin, Uti, Kadusi aşiretlerinin adları M.Ö. 4.yüzyıl olaylarında hatırlanmaktadır. Büyük İskender’in Ahameniş hükümdarı III. Darius ile yapmış olduğu savaşlardan Gaugamela Savaşı’nda (MÖ 331.yıl) bu Alban kabileleri en ön saflardan birinde İskender’e karşı savaşmışlar. Zaten Albanya Devleti’nin bir devlet olarak kuruluşu da İskender’in ölümünden sonraki olaylara bağlıdır. Onun ölümünden sonra henüz devlet olarak yapılanmış durumda olmayan Alban kabileleri onların içerisinde en üstün konumda olduğu bilinen Albanların liderliği ile devlete çevrildi. İskender’in ölümü ile şimdiki Azerbeycan’ın kuzey topraklarında Albanya, güney topraklarında Atropatena devletleri ortaya çıktı. Atropatena Devleti M.S. 3. yüzyılda Sasani işgaline maruz kalarak bağımsızlığını yitirdi, Albanya Devleti ise M.S. 8.yüzyıla kadar varlığını sürdürebildi[4].

Albanlar Güney Kafkasya’da, özellikle bugünkü Azerbaycan coğrafyasında yaşayan eski bir kavimdir. Adları M.Ö. 4. yüzyıldaki olaylar dolayısıyla kayda alınmıştır. Antik kaynaklarda Alban, Gürcücede Rani, Ermenicede Ağvan, Orta Farsçada Ardan, Arapçada Arran, Süryancada Aran şeklinde anılırlar. Klasik Ermeni yazarlarına göre Ermenicede -l- > -g- ve -b- > -v- değişimi vardır. Alban> Agvan bu değişim örneklerinden biridir. Aguen yer adı da Agvan’ın değişkenidir. Aguen sözündeki -u-, -b- > -v- > -u değişimiyle ortaya çıkmıştır[5].

Albanlar Hristiyanlığı ilk kabul eden halktır. Hristiyanlığı M.S. 57 yılında kabul etmişler, bu din 4. yüzyılın başında, hükümdar Urnayr zamanında resmi devlet dini olarak ilan edilmiştir. Ermeniler Hristiyanlığı Albanlardan sonra kabul etmişlerdir[6]. Balkanlarda da Albanya (Arnavutluk) isminde bir ülkenin bulunması akademik çalışmalarda farklı görüşleri beraberinde getirmektedir. Kimi araştırmacılar Kafkasya ve Balkan Albanyası’nın birbirinden farklı olduğunu söylemektedir. Örneğin: “Kafkasya Albanya’sı gerek dil ve gerekse etnik temelde Arnavutların yaşadığı bir yer değildir. Bu saha, günümüzdeki Udin milletinin anavatanı olan bir saha idi. Buraya yönelik adlandırmada Latince tabanlı Alba kelimesi kaynaklı glokal benzerlik, gerek Arnavutların vatanı Shqiperia için olsun, gerekse geçmişteki Udin’lerin vatanı için olsun aynı kelimenin kullanılmasından kaynaklanmaktadır[7]” denilmektedir. Yazarın “Söz konusu durum aslında bu tezi işleyen kişilerin bakışlarındaki dilsel fakirlik ve genelleyici bir bakıştan farklı değildir[8]” ifadesi ise bilimsel bir hüküm olmamaktadır.  Araştırma yazarın tezini destekleyen şu cümlelerle devam etmektedir: “Dünyada farklı bölgelerde birbirine ismen benzeyen topluluklar olduğu gibi farklı ülkelerin de isimleri birbirine benzeyebilmektedir. Nijer ve Nijerya ile Avusturya ve Avustralya bunlardan ilk akla gelenleridir. Sıklıkla karıştırılan bu ülkelere ek olarak tarihte hüküm sürmüş olan ancak günümüzde yaşamayan bir ülke ile günümüzde var olan bir devletle de karıştırılabilmektedir. Bu konuda maksatlı ve tarihi toponiminin politik amaçlarla bükülmesi örneğinde karıştırılan başlıca devlet, Arnavutluk’tur. Ülkenin uluslararası alanda bilinen adının “Albania” olması sebebi ile tarihte Güney Kafkasya’da kurulmuş “Albania” devleti arasında oldukça makul görünen bir bağ kurulur oysa bu bağ bilimsel temele oturmaz ve makul değildir[9].” Albanların Kafkas kökenlilik teorisinin antik coğrafyacıların eserleriyle ve François Pouqueville’in Seyahat’iyle ilişkilendiğini[10] belirten çalışmalar da bulunmaktadır. François Pouqueville Napolyon Bonapart’ın Mısır seferine doktor olarak katılmak için 1798 de ülkesinden ayrılmıştır. Pouqueville daha sonra Mısır’dan İtalya’ya giderken Bonapartist seferin diğer üyeleriyle birlikte Türkler tarafından esir alındı. Çeşitli iniş çıkışlardan sonra İstanbul’a nakledildi ve burada birkaç Fransız yetkiliyle birlikte hapiste[11] kaldı. Keşif heyetinin diğer üyeleri ise Osmanlı devletinin bugün Güney Arnavutlukta kalan Yanya’ya götürülerek orada karargâhı olan Tepedelenli Ali’ye teslim edildi.  Mesleğini icra etmesi nedeniyle belli bir özgürlüğe sahip olan Pouqueville, Konstantinopolis Kalesi’nin çevresindeki bazı bölgeleri keşfetme imkânına sahipti. İşte bu bağlamda yolculuğuna yol açacak olan günlüğü yazmaya başladı. François Pouqueville imparatoru Napolyon’a ithaf ettiği ilk kapsamlı eseri Mora ve İstanbul’a Seyahat’i yazdı.  İstanbul-Mora-Albanya eserinin üçüncü cildi ise, Yanya’da tutuklu bulunan meslektaşlarının tanıklıklarına dayanmaktadır. Temmuz ayında 1801’de serbest bırakıldı[12].

1805 yılında yeniden gittiği Doğu’dan Voyage en Morée et à Constantinople (Mora ve İstanbul’a Seyahat) adlı ilk eserini yayımlamıştı. Mora’nın üzerine dikkatleri çeken bu çalışmadan sonra Doğu’da diplomasinin kapıları da ona açılmıştır. Prestijli bir görevle Fransız başkonsolosu olarak Yanya’ya Tepedelenli Ali Paşa’nın yanına atanmıştır (1806). 1815 yılında ise serbest ajan[13]  olarak Patras’a giderek arkeolojik çalışmalar yapma fırsatını elde etmiştir. Bu süreçte Mora’nın yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin, coğrafyasının, etnografyasının adeta fotoğrafını çekmiştir. Bu sahadaki çalışmasını Voyage dans la Grèce (Yunanistan’da Seyahat) başlığı altında 6 cilt (1820-1822) yayımlayarak büyük başarı elde etmiştir. Pouqueville, Institut de France, Académie des Inscriptions et Belles-Lettres (imparatorluk akademisinin güzel sanatlar) bölümüne üye seçilmiştir[14]. Modern araştırmalar, (20. yüzyıl) tarihsel biliminin gelişiminin kanıtları Albanları gerçekten de eski İliryalıların soyundan geldikleri ihtimalini destekleyen güçlü bir olasılık baskınlığını göstermektedir. Ancak bundan çok önce, Arnavut kökenlerine ilişkin İliryalılar teorisinin versiyonları diğer hipotezlerle rekabet halinde gelişmişti; bunların en etkilisi, İllirya-Albanları, klasik coğrafyacılar tarafından Albanya olarak da bilinen Kafkasya bölgesinin sakinleriyle eşit tutuyor ve onların geç klasik dönemde veya çok erken Ortaçağ döneminde oradan Batı Balkanlar’a göç ettiklerini varsayılıyordu. Bu Kafkasya kuramı ilk olarak klasik coğrafyacıların eserlerine aşina olan Rönesans hümanistleri tarafından ortaya atılmış ve daha sonra 19. yüzyılın başlarında çok yönlü Fransız Arkeolog, diyakoz (Katolik, Anglikan ve Ortodoks kiliselerindeki üç yüksek ruhban derecesinin ilk basamağı olan diyakozluk rütbesine haiz kişidir), hekim, yazar, coğrafyacı ve diplomat olan François Pouqueville tarafından geliştirilmiştir[15]. Leibniz, Arnavutların dilinin eski Keltlerin dili olması gerektiğini varsayıyordu. “Albanya Çalışmaları” kitabının yazarı Alman G. de Hahn’a göre Arnavutlar, ünlü Pelasgların torunlarıdır[16] diyordu. Esasında bu tezler ve bulgular Atatürk’ün “Türk Tarih ve Türk Dil” çalışmalarını farklı açılardan desteklemekteydi ve bunlar gerçeğin sadece bir yönünü ele alıyordu. Avrupa’da çoğunlukla bu çalışmaların Türkleri ilgilendiren boyutları ise Türklere kapatılı tutuluyordu. Örneğin: “Antik İskitlerin herhangi bir şüpheye mahal vermemek için hemen belirtelim ki, mevcut bilgi düzeyi göz önüne alındığında, küçük Balkan ülkesini İskitlerin yaşadığı kadim Kafkasya bölgesine bağlayan bu iddiaların hiçbir bilimsel dayanağı olmadığı düşünülmektedir[17]” denilmekteydi. “Gerçek şu ki, bu inanç o kadar yaygın ve uzun ömürlüydü (Braudelci anlamda) ki, tam anlamıyla bir jeo-edebi- topos, daha doğrusu bir distopos, yani tamamen yerinden edilmiş, hatta yanlış yerleştirilmiş bir yer haline geldi”[18]. Avrupa sürekli bilgi ve uygarlığı kendine yahut uygarlığın ataları gördükleri Antik Greklere ithaf ediyordu. Hint-Avrupa kurgusu ile dil sorunlarını da çözdüklerini zannediyorlardı. Hatta Avrupalı siyaset, ilim insanları, diplomatları, arkeologları ve ajanları sadece Türk ve Ön-Türk tarihi ile kendi menfaatleri açısından ilgilenmekteydi. Bazı Avrupalı araştırmacılar ise İskitler gibi Adriyatik Denizinden Asya (Avrasya) coğrafyasına kadar yayılmış Türk Uygarlıklarını ise göz ardı edebilmekteydiler. Çünkü Ön-Türk kavimlerinin Avrupa’dan Asya’ya yahut Asya’dan Avrupa’ya birçok kolu olduğu hatırlanmıyordu. Bilinmesi de istenmiyordu.

Hâlbuki M. Ö. 5000 yıllarından itibaren Avrupa’da Turanî halklar yaşamaktaydı. Hint-Avrupa savı dayatmalarına direnen bilimsel araştırmalar, Balkan ve Kafkasya Albanyasının ilk sakinlerinin Ön-Türkler olduğunu ispat etmekteydi. “Ayrıca Orta Asya eski uygarlığı ve buradan göç sorunu, Avrupa’da yeni ırkçılık dalgası yayılmadan önce birçok Batılı tarihçi tarafından çok sayıda makale ve kitapla gösterilmişti. Türk tarih tezini yaratanlar Atatürk başta olmak üzere bu yayınları sıkı takip ederlerdi. Atatürk’ün kendisi birçok Türk bilim insanından (bugünkülerden de) çok okurdu[19]”. Unutulmamalıdır ki tarih ve dil bilim verileri ülkelerin hayat köklerini güçlendirir. Onları birbirlerine ve akraba halklara bağlar. Eğer bu bağlayıcı ve kuvvetlendirici veriler titizlikle araştırılmazsa toplumlar çözülmeye ve dağılmaya başlar.

Bu makalenin amacı da iki Albanya’nın birbiriyle tarihsel ve dil bağlarının güçlü verilerine katkıda bulunmaktır. Bu iki Albanya’nın bağlayıcı unsuru da Karadeniz kuzeyi ile Anadolu Ön-Türk Uygarlıklarıdır.

Kafkasya Albanya’sının Coğrafi Konumu

Albanya’nın Güney Kafkasya’da en önemli konumda yerleşiyordu. Doğu ile Batı arasındaki köprü rolünü oynar, arazisinden uluslararası ticari yollar (hem su hem kara) geçiyordu. Günümüzde Albanya’nın sınırlarını Azerbaycan Cumhuriyeti’nin sınırları ile mukayese etseler de aslında Albanlar daha büyük arazilere sahiptiler. Zaman zaman Albanya’nın sınırları kuzeybatıda Daryal geçidine kadar uzayarak şimdiki Doğu Gürcistan’ı tamamen içine almış, güneybatıda ise şimdiki Ermenistan’ın doğu ilçelerini Berd, İcevan, Noyemberyan ilçelerinin arazilerini içermiştir. Doğuda Albanya’nın sınırı Hazar Denizi’ne kadar, kuzeyde Kafkas’ın en uç zirvelerine kadar uzamış, şimdiki Dağıstan Albanya’nın kuzey-doğusunu teşkil etmiştir. Albanya’nın güney sınırını ise Aras nehri teşkil etmiştir[20].

Strabon, yerel kabilelerin Albanların etrafında birlik oluşturduklarını ve İberya ile Hazar arasındaki yerleri işgal ettiklerini zikrediyor. Ptolemeus Albanya’nın kuzeyde Sarmatya ile sınırdaş olduğunu bildiriyor. Eski Albanya’nın sınırlarını Plinius ve Khorenli Moses de zikretmişlerdir. Albanlar Samur’un denize aktığı yer ile Kura/Aras’ın denize aktığı yer arasındaki Hazar kıyılarında yaşıyorlardı. Bu yüzden Hazar Denizi Alban Denizi diye de isimlendirilmiştir. Eski haritalarda Samur ırmağı Alban ırmağı diye gösterilmiştir. Kuba ilçesinde bulunan Alpan köyü Albanların adını koruyor, Azerbaycan ve Dağıstan’ın diğer bölgelerinde aynı adı taşıyan bir dizi köy bulunmaktadır. Eski Lezgi pagan tanrılarından birinin adı Alpan’dır[21].

 

Kafkasya Albanlarının Dili

Kuzeybatı’da yaşayan Alban Utiler, şimdiki Udinlerin öncülleri olup onların dilleri Lezgiceye benzerlik gösteriyordu. Kaytaglar, Kakhlar, Nakhlar, Akhtsakhlar, Mikler, Filler, Kürler, Legler, Geller, Lakzlar, Maskutlar, Kaslar ve diğerleri Büyük Kafkas Dağ Zinciri’nin eteklerinde meskûndular. Onların güneydeki komşuları Gargarlar’dı. Güneyde, Kura ve Aras’ın arasında Erler ve Tsakhlar yaşıyordu. Bütün bu kabileler ya kabilelerin totem hayvanlarının isimleriyle ya da ait oldukları soyların isimleriyle çağrılıyordu. Antikçağ ve Ortaçağ tarihçileri, Albanya’da, dilde ve kültürde birbirlerine yakın 26 kabilenin yaşadığını kaydetmişlerdir. Tarihçilerin ve filologların en son araştırmaları, Genel Kafkas Dilbirliği’nin mevcudiyetini göstermektedir. Strabon ve Solin Albanların yakışıklı, alagözlü, sarışın insanlar olduklarını kaydetmişlerdir[22].

Kafkasya Albanyasında yaşayan Kaspiler ve diğer Alban halkları Doğu Kafkasya otoktonlarının oluşmasında önemli bir yer tutarlar. Bölgenin modern halklarının öncülleri olan bu kadim kabilelerin ve halkların açık bir şekilde tanımlanmasında yarar vardır. Bunun için de Albanya ve orada yaşayan kadim halkları iyi belirlemek lazımdır. B. Baytugan, antik kaynaklara dayanarak Albanya’nın Kafkasya ile ilgili bölümünü şöyle tanımlıyor: Büyük Plinius tarihinde, Ptolomeus da coğrafyasında, Albanların şimalde Kafkasya’nın Hazar kıyılarında yaşayan İskit-Sarmat kabileleri ile komşu oldukları hususunu belirtmişlerdir. Bu olgu, Dağıstan’ın, Terek Irmağı’na kadar olan bölümünün Albanya sınırlarının içinde yer alışının bir kanıtıdır. Diğer bir deyişle, Albanya’nın şimal sınırlarının belirlenmesinde Sulak Irmağı büyük önem taşımaktadır. Plinius ve Ptolomeus bu ırmağı “Kas” adıyla anmışlardır. Sözü geçen ırmağı Gazikumuklar (Laklar) ve Dargılar hâlâ “Kas” olarak tesmiye ediyor (adlandırıyor). Sulak ırmağı, yukarı akarında, dağların arasında Koysu diye adlandırılır. Terek (Soana), Aksay (Gerr), Samur (Alaban) ve Kura (Kir) ırmakları da kadîm Albanya devletinin sınırları içinde bulunuyorlardı. Bu da, şimdiki Dağıstan’ın eski Albanya topraklarının çoğunu kapsadığını kanıtlamaktadır[23]

Strabon, denizden itibaren, yüksek dağ yamaçlarında Albanlar ve Ermenilerin (Yukarı İl Halkının) küçük bir bölümünün yaşadığını, asıl büyük çoğunluğun Geller, Kadusiler, Amardlar, Utiler ve Anaraklar’ın oluşturduğunu haber veriyor. Plinius Sarmatların güneyinde Udinler ve Albanların bulunduğunu bildiriyor. Ptolemeus Hazar Denizi kıyılarında Udlar, Alondlar, Ksondlar ve Gerlerin yaşadığını söylüyor. Strabon’un yazdığı gibi, Pheophanus Mitilae, Albanlara karşı düzenlenen bir askeri sefere, Amazonlar ve Albanların arasında yaşayan Geller ve Leg-İskitlerin katıldığını haber vermiştir. Plutark Amazonların Kafkasya’nın Hirkan (Kaspi) Denizi’ne yakın olan bir bölümünü işgal ettiklerini, ama arada Geller ve Leg-İskitler oturduğu için Albanlar ile bitişik olmadıklarını söyliyor. K. Trever, Gellerin sadece kuzey Albanya’da değil, aynı zamanda Kaspiya’nın Güneybatı köşesinde (Hilyan bölgesi) yaşadıklarına inanıyor[24]. K. Aliev’e göre, Geller Güney Dağıstan topraklarında, Kudiyalçay ırmağı havzasında yaşıyorlardı. C. Halilov, her halü kârda, kaynaklarda anılan Geller ve Leglerin yanyana yaşadıklarında, aralarında komşuluk ve akrabalık ilişkisi olduğunda hiç kuşku yoktur, diyor[25]. Legler, Samur ırmak havzasının dağlık bölgesinde, Udin ve Albanların kuzeyinde yaşıyorlardı. Yukarıda anlatılanlardan, Geller ve Leglerin, Kafkasya Albanyası’nın geniş topraklarında yaşayan akraba kabileler olduklarını öğreniyoruz. Strabon, romalı kumandan Pompeius’un tüm savaşlarına katılan ve şahsen Albanya’yı gören Theophanus’u kaynak göstererek “Amazonlar ve Albanlar arasında İskit kökenli iki halk olan Geller ve Legler’in yaşadığını” bildirmektedir (Strabon, XI.5). Herodot da onları Ermenilerin (-Armania-Yukarı illerde yaşayanların) yakınında zikrediyor. Diğer yazarlar Udinleri Azerbaycan ve Dağıstan’da Hazar Denizi kıyılarında yerleştiriyorlar. “Bütün bunlardan bir sonuca varabiliriz” diye yazıyor Z.I Yampolskiy, “Antik dönemde ve kısmen Erken Ortaçağ’da Udiler oldukça kalabalık bir halktılar ve Ana Kafkas dağ zincirinin güneyinden Aras’a kadar uzanan geniş bir alana yayılmışlardı[26]”. K.Trever, A.Aliev ve M.İkhilov Gelleri Albanya’nın şimalinde lokalize ediyorlar. Bunlardan sonuncusu, Leglerin antik dönemde, günümüzdeki gibi “aynı yeri, Samur ve Kudiyalçay ırmaklarının vadilerini” işgal ettiklerini sanıyor[27]. Yine M. İkhilov, Lezgiler dışında kalan Leglerin ardıllarının, şimdiki Güney Dağıstan ve Kuzey Azerbayan’da Lezgi dil grubunu temsil eden Rutullar, Tsahurlar, Agullar, Tabasaranlar gibi birçok halkların ve aynı şekilde Şaklıdağ’ın eteklerinde oturan Khinaluglar, Krızlar, Budukhtslar, vs. gibi diğer halkların çok geniş bir daire oluşturduklarını ifade ediyor[28].

G.A. Abdurrahimov’ın ifadesinde: “antik kaynaklara göre, Doğu Kafkasya sahillerinde Albanlar ile birlikde Massagetler de vardı. S. Eremyan, VI. yy’dan sözeden Ermeni kaynaklarına göre, Hazar Denizi kıyısındaki Maskut/Massaget Hanlığı’nın Hun Kırallığı ile alakası olmadığını vurguluyor. Ammiane Marcelline de şu bilgiyi veriyor: “Pompeius Alanların ve Massagetlerin ülkesinden geçti, bugün Alban olarak isimlendirdiğimiz kabileleri bozguna uğrattı ve Kaspi Denizi’ni gördü[29]” Yazdıklarımızı toparlayacak olursak; kadim Albanya’da yaşayan halklar, onlardan daha önce yaşayan halklar ile birlikte Kafkasya’nın indigen/yerli halklarını oluşturmuşlardır. Yabancı unsurlar, Kafkas tipini etkileyemiyecek derecede küçük bir oran teşkil etmişlerdir”denilmektedir[30].

Lezgiler, Avarlar, Dargılar, Laklar, hatta İçkeriya boylarının öncülleri arasında Urartular, Khurritler, Kassitler, Kutiler, Manneler, Lpinler ve diğerleri de anılmalıdır. Bunların birçoğunun yaşadıkları dönemde politik yönetimleri, başbuğları ve kıralları/hanları vardı. Doğu Kafkasya’da yaşadıkları Antik kaynaklarda isimleri zikredilerek bildirilen bütün bu halklardan (Urartular, Khurritler, Kassitler) hangisinin günümüz Dağıstan ve İçkeriya kabilelerinden hangisinin öncülleri ya da ataları olduğunu kesin olarak tespit etmemiz mümkün değildir. Ancak onların hem Trans Kafkasya göçmenlerini hem de Avrasya’dan gelen göçebe kavimleri içlerine alarak günümüz Dağıstan ve İçkeriya halklarını oluşturdukları kuşkusuzdur. Bu durum çerçevesinde, bugünkü Dağıstan ve İçkeriya halklarını anlatırken her birinin ayrı ayrı etnik kökenlerini aramaya kalkışmayacağız. Hepsinin müşterek kökeni üç temel kaynaktan geliyor: 1. Homo Sapiens sapiensin Kafkasya’da yaşamaya başladığı zamandan itibaren önce klanlar, sonra kabileler ve bilahare sosyo-kültürel anlamda subetnik topluluklar biçiminde örgütlenerek ortaya çıkan avtokhton halklar; 2. Transkafkasya’dan geldikleri sanılan Ön-Türk Hatti-Hurri-Urartu- kökenli kabileler; 3. Kurgan Kültürü taşıyıcılarından Kimmerler, İskitler, Sarmatlar ve Alan-Aslara kadar Avrasya’nın göçebe Türk kabileleri ile yine Türk halklarından Hunlar, Bulgarlar, Hazarlar, Kıpçaklar… gibi Kafkasya’da yerleşen ardılları ile diğer münferid toplulukları da ilave edebiliriz[31]. Ayrıca Sümer, Etrüsk, Pelasg, Frig, Thrak, İlliryalılar vd. Ön-Türk kavimleri de unutulmamalıdır.

Günümüzde, ülkenin kuzeyinde Kafkas-dilli halklardan Avarlar, Laklar, Dargılar, Andiler, Botlikhler, Hunzibler, Çeçenler, İnguşlar ve diğerleri; güneyinde ise Lezgiler ile birlikte Tsakhurlar, Rutullar, Kırızlar, Budukhlar, Khinaluglar ve diğerleri yaşıyorlar. Lezgilerin eski ve zengin bir geçmişleri vardır. Onların yurdu Kafkasya’nın en eski medeniyetlerinden birinin merkeziydi. Lezgiler eski çağlarda ortak kabileler birliği şeklinde birlik oluşturmuşlar ve özgün maddi ve manevi kültürlerini geliştirerek kendi yönetimlerini kurmaya muvaffak olmuşlardır. Kuzeydoğu Kafkasya halklarının, dolayısıyla Lezgilerin antik Kafkas ardı kültürleri (Urartu-Hurrit) ve Küçükasya (Hatti) medeniyetleri ile birçok müşterekleri vardır. Bilimadamları Lezgiler ve diğer Kafkas halklarının (Avarlar, Çeçenler, İnguşlar, Dargılar, Laklar, Adığeler, Kabardeyler, Karaçay- Balkarlar, Kumuklar, Osetler ve diğerleri) şimdi unutulmuş olan bu kültür ve medeniyetlerin ardılları ve mirasçıları olduklarını düşünüyorlar[32].

Netice itibariyle, Lezgiler ve diğer Kafkas boyları, binyıllar boyu oluşan dillerini ve millî kültürlerini yabancıların sonu gelmeyen istila ve işgallerine rağmen korumayı bilmişlerdir. Eski Albanya’da yaşayan halkların isimlerinden birçoğu toponimler antroponimler ve patronimler şeklinde günümüz Lezgicesinde muhafaza edilmiştir. Etnografik bir bilgi olarak lezgicede “Tsaylapan” teriminin “yıldırım” anlamına geldiğini de hatırlatmalıyız. Bu terimin içinde “alban” kelimesi açıkça fark ediliyor. Gerek topografik veriler, gerekse etnografik veriler, muhtemelen Lezgilerin eski Albanların akrabaları ve ardılları olmalarıyla bağlantılıdır. Antik kaynaklarda isimleri geçen 26 kabilenin Lezgilerin ve diğer Dağıstan ve İçkeriya halklarının öncülleri olduklarını ifade etmiştik. Ancak bunlardan hangilerinin Lezgilerin doğrudan ataları olduğunu kesin olarak söylemek imkânsızdır. Leglerin, Lezgilerin ataları olduğunu söyleyenlerin, kısmî bir isim benzerliğinden başka kanıtları yoktur. Aynı Leglerin Gazikumukların yani Lakların ataları olduğunu söyleyenler de vardır. Hepsinin istinad noktası, isimler arasındaki morfolojik benzerliktir. Ancak, bire bir aynı olmayan kelime benzerliklerini kanıt olarak kullanmanın doğru olduğu kanaatini taşımıyoruz. Sözü geçen antik halkların Lezgiler dâhil tüm Dağıstan ve İçkeriya halklarının öncülleri olduğu hükmü bizce en doğru yaklaşımdır. Bu arada, bazı kaynakların, Albanların çok büyük ve güçlü bir Lezgi halkı olduğunu belirttiklerini hatırlatmalıyız[33].

Lezgilerin doğal ekonomilerine değiş-tokuş ticareti hâkimdi. Lezgi-dilli Albanya halkının hükümdarı bir kıraldı. Devletin başkentinin, Azerbaycan’ın Kutkaşen bölgesinde kalıntıları bulunan Kabala şehri olduğu sanılıyor. Kabala adı lezgiceden geliyor; lezgice “kped” ve “pel” kelimelerinden oluşmuştur: “Kped”=iki ve “pel”= tepe. İki bileşen birlikte “iki tepe” anlamı veriyor. Kabala’nın anlamı da “İki-tepe üzerinde kurulan şehir” demektir. Keza Lezgiler Derbend’e Kvevar, (=iki kapı) adını veriyorlar. Lupa, pagan Lezgilerin bir mabedinin adı olup, çeşitli pagan tanrılara adanmış mabedler büyük toprak sahiplerine aitti. Pagan rahiplerin başı, ülkenin ikinci adamı sayılıyordu ve büyük güç sahibiydi. Ptolemeus Albanya’da 29 şehir ve kalenin adını saymıştır: Teleb, Helda, Hektar, Hig, Alban, Şamakh, Khadakh, vs. Bu eski yerleşimlerin isimlerini bugünki Lezgice yer isimleriyle kıyaslarsak aralarında büyük benzerlik olduğunu görürüz. Albanya Devleti, Alban kıralının yüksek otoritesine bağımlı bir dizi küçük beyliklerden oluşuyordu. Onların arasında Filan, Uti, Lakz, Lpni, Şervap ve diğerlerini sayılabilir. Burada Lezgi-dilli halklar yaşıyordu. Maskat veya Myuşkyur bölgesinin güneyinde bulunan Lakz bölgesinin toprakları batıya uzanıyordu. Onun arkasında, dağlarda, Lpin bölgesiyle sınırlı Şaki bölgesi yer alıyordu. Albanya’nın kadim başşehri Kabala veya Kvepel burada idi. Girdman ırmağının her iki tarafında Girdman bölgesi uzanıyordu. Güneyde Uti bölgesi ile başkent Partav bulunuyordu. Samur çevresinde küçük Kzkh ve Tsakhur prenslikleri vardı. Keza, Samur havzasında Akhti, Küre, Tabasaran, Rutul, Sakhur, Şinaz bölgesinde yaşayan halklara hâlâ Lezgi adı verilmektedir[34]

Kafkasya Albanyası Tarihi

Azerbaycan’ın bir Türk yurdu olma vasfını, erken dönemlere kadar götürmek mümkündür. Bazı değerlendirmelere göre, M.Ö. III. ve II. binyıl Azerbaycan toplumlarından Gutîler, Lulubiler, Hurriler, Aratta-Alataylar, Turukkiler, Sabirler/Subariler ve Kaşşular (Kassitler)’in Türk oldukları üzerinde duruluyor.177 Turukki ve Lulubilerin bir kolu olan “Sular”ile, Gence ve civarında yaşayan “Kaşkay” lar da, böyle değerlendirilir.  M.Ö. II. yüzyıl başlarında, Artaxıas(Arteses) tarafından Arsak’da kurulan ve bir müddet Azerbaycan’ı da hâkimiyetinde bulunduran Arsasidler hanedanının da, Türk olabilecekleri tahmin ediliyor. Aynı şeyi Medyalılar için de düşünenler vardır.  Buna göre, Azerbaycan’ın bu erken dönem toplumlarına “Proto-Türkler” demek mümkündür[35].

Yukarı-Eller’e (Oğuz İlleri Doğu Anadolu ve Kafkasya) Başlangıç’tan Kimmerler’in Gelişi’ne Kadar Hâkim Olan Asyanik Hurriler ve Urartulular (M.Ö. 5000-720)

A) Hurriler: Eski Urartulu merkezi Van ile çevresinde, 24 yıl sü­rekli kazılar yapan ve Hurri-Urartu konularında büyük uzmanımız olan, “İlkçağ Tarihi” Sayın Dr. Afif Erzen (A.E.), bu konudaki en son bilgileri, özetle yayınlamıştır özetle şöyledir: Kuzeyde, “Ryon/Faş ırmağı” boyları (Kutayıs dâhil) ve Gökçegöl çevresini de içine alan Yukarı-Eller’de, “kazılarda çı­kan hububat çeşitleri ve ehli hayvan kalıntıları”, buralarda M.Ö.5000 yılından beri, “geniş çapta tarım kültürünün varlığını ortaya koymakta­dır”. Bu “Erken-Hurri Kültürü’nün menşei, Doğu-Anadolu bölgesi ol­duğu”; buradan Kuzey Suriye ve Kafkaslar Güneyi ile “Urmiye Gölü’ne kadar yayıldığı, bugün artık kesinlikle anlaşılmıştır”. Sâmî ve Aryanî kavimlerden ayrı, “Asyanik bir millet olan ve dilleri, Türkler’in de dâhil bulunduğu, Ural-Altay Dilleri’ne benzeyen Hurriler’in Kültür-Birliği: a – “Yayıldıkları geniş coğrafî bölgede renk, biçim ve benzer süsleme özel­liği gösteren keramik çeşitleri”; b- “Yarıgöçebe Hurri Kavimleri tarafından, yuvarlak-çadır tiplerinin bir benzeri olan evler”, çok kullanışlı ve avantajlı idi. “Genellikle 4-13 metre çapında, ortasında merkezî bir direk” bulunan bu tek kapılı yapıların, çok kalın olmayan duvarları, kurutulmuş kerpiçten yapılma olup, “arı-kovanına” benziyor ve porta­tif ocaklar ile ısıtılıyordu[36].

“Günümüzde bile Yarı-Göçebe Türk boylarının hâlâ kullandığı tek-direkli ve bunun hemen yanında bulunan ışık-menfezli Ça­dır tipleri, (Hurriler’deki) eski yuvarlak-plânlı evlere benzemekte ve dolayısıyla da, yerli Anadolu karakteri taşımaktadır”. Bugün Urfa çevresindeki Harran’da bu tip (kerpiç duvarlı, künbedi andıran kubbe­li) köy evleri vardır.

“M.Ö. IV. Bin yıllarının itibaren yoğun bir iskân geçiren Doğu- Anadolu bölgesine, özellikle M.Ö. III. Bin başlarında Transkafkasya’dan, yine Hurri menşeli kavimler’in, büyük kafileler halinde göç ettik­leri anlaşılmaktadır”. M.Ö. 2000 lerde Kafkas-Geçitleri’ni aşarak, Doğu-Anadolu üzerinden “Orta-Anadolu”ya “büyük göçler halinde Hititler’in akın” ederek gelip yerleşmesi, “Doğu- Anadolu bölgesindeki Hurri kültüründe, çok önemli bir değişikliğin olmadığı”nı göstermektedir[37].

Hurriler in, Yukarı-Zap ve Kızılözen boylarındaki doğu kolundan çı­kan Gutiler , M. Ö. 2150-2050 arasında Babil ülkesinde güçlü bir dev­let kurmuştu (Kur’ân-ı-Kerim” “Hûd Sûresi”nde, XI/44 Nûh-Nebi Gemisinin karaya oturduğu yer diye anılan “Cûdi”nin adı, bunlardan kalmadır; Tevrat/Genosis VIII/4 te, bu Gemi’nin Tufan’dan sonra otur­duğu Ararat (Urartu) – Dağları”, aslında aynı yeri göstermekte olup, Hurri ülkesindedir).

Geniş anlamda Hurri Ülkeleri sahâsı, (Kızılırmak ve Yeşilırmak ağız­ları dâhil) kuzeyde Kafkaslar’dan, güneyde Suriye ve Yukarı- Mezopotamya’ya, batıda Toroslar’dan, doğu’da Urmiye Gölü’ne kadar uzanıyordu”. Ayrıca, M.Ö. II. Bin ortalarında, “Doğu-Kilikya ’da/yani Çu­kurova (Adana) ile Amık-Ovası’nda da, Hurrileri’in hâkim bir rol oyna­dıkları anlaşılmaktadır. Belgelerden öğrenildiğine göre. Yakındoğu’daki Hurri-Mitanni Devleti’nin sınırları doğu’da Kerkük’ten, batıda Akdeniz’e kadar uzanmaktaydı. M.Ö. 1550-1350 tarihleri arasında Yakındoğu’nun en kudretli devletlerinden biri olan Hurri-Mitanni Devleti’nin merkezi, (1921 den beri Suriye’de kalan) bugünkü Resülayn yöresinde bulunmuş olduğu kabul edilen, Vaşşugani şehriydi” Umumî Türk Tarihi’nin büyük bilgini A. Zeki V. Togan, başkaca kültür benzerliklerine de işaretle, şöyle diyor: Ayrıca, “Sümerler’in eski Skitler (Sakalar) ile Hunlar’ın ve birçok tarihî Türk kavimlerinin (ölülerini) defin merasimleri ile bir olduğu tesbit edilen defin âdetleri; Elam dilinde Türkçe ile müşterek kelimeler; bunlardaki at-terbiyesi; Khurriler’in dillerinin, Türkçe ile akrabalık derecesini arzeden hususiyetleri; bu Khurriler’de Türkistan’daki (Abbâsîler’e Irak’a “arab-atı” adını alacak olan “cins atları”, seyis-baytarları ile gönderen) Khuttal Türkleri’nin ve Önasya’da Selçuklular devrinin at-terbiyesini andıran yılkıcılıkları, hep, Önasya’da tarihten (M.Ö.3500 de Sümerlilerin ilk yazıyı icadından) önceki “Türk izlerini teşkil eder[38]”.

B) Urartulu/Khaldililer: Elbeğlikleri birliği (federatif) biçi­mindeki Hurri-Mitanni Devleti, Hititler ’in saldırışlarıyla sarsılıp dağıl­mıştı. Güney komşuları Asurlular,Ö.1280 den başlayıp, kuzeylerindeki Van-Gölü çevresine, “Yukarı-Ülke/El” anlamında, “Uru (Yukarı/Yüksek)- Atri (Ülkeler), sonraları, “Ur-Ar tu” ve “Irmaklar” yurdu anlamında, “Nayri” diyorlardı. Asur kıralı I.Salmanasar, 1274’te “Uruatri” ye se­fer yapıp, zaferle dönünce yazdırdığı kitabesinde, “8 memleketi zaptile 51 şehri yıktığı”nı belirtmişti. Bu yüzden, Asur tehlikesi karşısında Hurri Beğlikleri birleşip güçlenmeğe başladılar. Salmanasar’ın halefi ve oğlu I. Tukulti-Ninurta (M.Ö. 1244-1208) da yazıtlarında, “Nayri-Ülkeleri”ni ele- geçirip, onların 40 Kıralını (Beğini) tutsak edip, “Yukarı-Deniz” (Van- Gölü) kıyılarındaki yerlerle birlikte hâkimiyetine alarak, harâca bağla­dığını bildirir. “III. Salmanasar (M.Ö. 858-824) saldırdığı sırada, “Fırat kay­naklarından Dicle kaynaklarına (ve Urmiye-Gölü’ne) kadar uzayan Urartu Ülkesi”ni, Kıral Aramu” idare ediyordu. “Tuşpa” (Van-Kalesi)yı başkent edinen Kıral I. Sardur (M.Ö. 840-830), Urartu (Khaldi) Devleti’nin gerçek kurucusudur. “Hurri dili gibi Agglütine yani Bitişken karakte­rinden dolayı Urartu dili de, bir deyimle (ne Sami, ne Aryanî olan) Asianique diller grubuna konulmaktadır. Fakat şu ciheti açıkça belirtmek gerekmektedir ki, Urartu dili’nin, Hind-Avrupa Dilleri’nin Satem gru­buna sokulan Ermenice ile hiçbir ortak noktası yoktur. Sâbit köklere değişik ekler ilâvesiyle kelime teşkili bakımından Urartu Dili, (Türkçe’­nin başta geldiği) Ural-Altay Dilleri’yle de, bir benzerlik göstermektedir[39]”.

Kıral Menua ’nın (M. Ö. 810-786) ilk yılında Aras ırmağını aşarak Kars böl­gesini ülkelerine katan Urartulular, II. Sardur (M. Ö. 764-735) çağında gide­rek genişleyip Çıldır ve Gökçegöl çevresiyle “Kulki/Kulkha” (Çoruk boyu) ve Malatyaya’ya, Halep ve Musul’a, (Tebriz’den geçen) Acıçay başları’na kadar yayıldılar. “Hattâ Hazar-Denizi yakınlarına kadar olan yer­lerde, Urartu iskân kalıntılarına rastlanmaktadır”[40].

“İlk-Türkler” sayılan Khazar ve Bulgarlar’ın Ataları Kıpçaklı Kimmerler’den Arşaklılar’a Kadar (M.Ö.720-120)

A) – Kimmerler. – İlkçağ Tarihi uzmanı Prof. Dr. M. Taner Tarhan, atlı-göçebe yaşayışlı ve “ölülerini, değerli eşyasıyla gömme” diye özetlenen “Kurganlı Bozkır Medeniyeti” temsilcisi Kimmerler’in, “Proto (ilk)-Türkler den olduğunu”, isbatlamıştır. Bunlar, M.Ö. 2000 yılından beri, Kafkaslar Kuzeyi’nden Tuna-Ağızları’na varınca bütün Karadeniz kıyıları ve arkası ile Karpatlar’a varınca yayılan bölgelerde yaşıyorlardı.

M.Ö. 720 de, Hazar-Denizi doğusundan göçen ve Saka/Skyt adıyla tanınan soydaşları atlıgöçebelerin gelişiyle, onlara itaat etmiyen Kimmerler, bölünerek yurtlarından kaçmağa başlamışlardı. M.Ö. 714 te Kafkaslar güneyine geçen, sonradan Batı-İran ile Anadolu’da Frigya’yı yıkıp onun ülkesine yerleşen kolları da, ayni “Bozkır-Medeniyeti”ni buralarda bile yaşamışlardı[41]. A. Zeki V. Togan, “İran-Khazar an’aneleri” ve (549-553 te yazılan) Bizans kaynağı Prokopius’a dayanarak, (Kıpçaklı kolundan) “Bulgar ve Khazarlar’ın ataları” diye tanınan “Kımar/Kimmerler”in, Batı-Türkistan’daki “Fergana”da yaşayan “Komaroi” (Kumarlar) kolunun Ptolemeus (VI, 13/2)ta Sakalardan sayılıp, Kafkaslar kesimindeki kolunun da, Plinius (VI,16,18) ile Pomponius Mela’- da, “Komar ve Koman” adları ile anıldığını, tesbit etmiştir[42].

Kimmerler’in “Khazar ataları” olduğunu gösteren daha eski ve sağlam bir kaynaktaki haberleri de, özetliyelim: Milâddan önceleri (galiba V. Yüzyılda) Yunanca yazıldığından, kavim adları sonunda (tekil/müfred oluşu belirten) “os” eklenen en eski “Kartvel” (Gürcistan) Tarihi, M. S. 450 yıllarında “Kartlis-Çkhovreba”( K.Ç) (Kartli’nin Hayatı) adıyla, İber (Tiflis) ülkesinde Eski-Gürcüceye çevrildi. Bu kaynağın ikinci Faslı’nda, “Khazarlar’ın Seferi/Akını” başlığı altında, verilen an’anelik haberlerin özeti, şöyledir (K.Ç., I. 24-29)[43]:

Güçlenerek kendilerine bir kıral seçip ona tâbi olan “Khazarlar”, önce, “Deniz (Dağıstan’daki Derbend)-Kapısı“ndan geçerek (M.Ö. 720 de, Sakaların baskısıyla Doğu-Kimmerleri) , çok büyük kalabalıklar” halinde geldiler. Arkasından, (Tiflis kuzeyindeki) “Aragvi veya Daryal” denilen geçidi öğrenince, akmlarına buradan da devam ettiler. Hiçbir direnme ile karşılaşmayan Khazarlar, (Nuh-Nebi oğlu Yafeth’in oğlu Avanan/Yavan/ oğlu Tarsis’in oğlu “Targam’os ”/Togarma/oğullarından 8 Ata­dan türeyen) “Lek”/Lekzi = Lezgi ve “Kafkas” (Kabartay-Çerkes) gibi Kafkaslar kuzeyinde ve “Somekhler” = Güneyliler, “Kart(e)loslu-lar’/İberler, “Ranlılar” (Aran=Alban ülkesi kavmi), “Mowakan (Mu- gan)lılar”, “Her’oslular”/Heret’oslular”/Heret = Kakhet kavmi, ve “Eg(e)r’os = Ecer/Acara kavimlerinden oluşan (K.Ç., 1.15-17) “Targamoslular Ülkesi’ni fethederek, “Ararat (Urartu)da “Masis”e (Ağrı dağı’na) yayılıp, “bütün bu kavimleri vergiye bağladılar (K.Ç., I. 24-26). Yine bu kaynakta, “Büyük-Khazaret (Khazareli)-/rmağı” diye “Terek veya İdil/Volga” ve “Küçük-Khazaret-lrmağı” adıyla da, “Kuban” anıl­maktadır (1.18). Aynı fasılda, bundan sonra “Nebroth” (Nemrud) kavmi sayılan “Medler”’in kısa hâkimiyeti ve “Türkler” denilen Sakalar’ın ülkeyi onlardan kurtarışı ve yerleşmeleri, (M.Ö. 586 da, II. Babil kıralı) “Nabukhadanasor” (Bukhtunnasır)ın, Kudüs şehrini alınca sürgün et­tiği Yahudiler’den bir kolun kaçarak “Kartli”ye gelip, yerleştiği anlatı­lıyor (1.26-31)[44].

M.Ö. 680 de Sakalar’ın, son “Doğu-Kimmerler”den bir kolu da ko­valayıp, Kafkas-Geçitleri ’ni aşarak gelmelerine kadar, Kimmerler (Kıpçaklar), 40 yıl, Kür-Aras ve Çoruk Boylarına da hâkim olarak kaldılar. Tevrat’ta (Genesis, X/2-4) Kimmerler, Nuh-Nebi’nin küçük oğlu Yefes’in yedi oğlunun en büyüğü olarak “Gomer” diye anılıp; onun oğulları da: “Aşkenaz” (Saka/Skyt) ve “Togarma” (Ermenice Tevrat’ta, Torkom”/Torkoman = Türkmen, yani Türk) adlarıyla anılır. Asur çiviyazılı kaynak­larında “Gimirraia”, Homer’den beri Yunan kaynaklarında “Kimmeroi, Kimmerii” biçiminde adlanır. Onların, M. Ö. 719-714 arasında Urartulu, Asurlu hudutlarındaki mücadelesini, Alman bilgini Lehmann- Haupt, öteki vak’alarıyla birlikte “Real-Enzyklopaedie”deki (XI.397-434) “Kimmerler” maddesinde tanıtmıştır[45].

Kimmerler’den günümüze kadar başlıca şu coğrafya adları hâtıra kalmıştır: 1. (Türkçede çok görülen “R” sesinin ilk heceye kaymasıyla/toprak = torpakh, ileri = ireli, tobra= torba, köprü = körpü. gibi / mil­lî ad “Kımır”dan) “Kırım”; 2. Don/Ten ırmağı boyunda “Kemerküy”; 3. Kuban-Ağzı güneyinde“Kemerküy/Kemerköy” Çerkes-kabile adı; 4. “Gimiri” (Dağıstan’da); 5. “Gümürü/Gümrü” (Kars-Arpaçayı doğusunda 1924 ten beri “Leninakan”; 6. “Büyük-Kumuru. Küçük-Kumuru’ (Sarı­kamış batısındaki iki tepe); 7. Strabon (VII,4/3)da Tırabzon’da “Kimmerion” diye gösterilen ve bugün Bayburt kuzeyinde “Kemer” de­nilen dağ; 8 (M.Ö. 676 da Frigya Devletini yıkan Kimmerler’in, Sakar­ya’dan Yeşilırmak başlarına kadar yayılışı ile Kayseri-Sivas arasında toplanmasının hâtırasıyla, bu sonki yerde bölge adı) “Gemerek” (Ke­merler)[46].

K.Ç.(Kartli’nin Hayatı)nda (1.32-33) anılan, Mekodanyalı Aleksander (İskender) ordu­larına karşı Çoruk ve Kür boylarını koruyanlardan, “Kıpçaklar”ın, Kimmerli olduğunu kabul etmek, doğru olur. Sovyet Gürcistan Akademisi’nin, Tiflis güneybatısında “Tıryalet”teki kazılarda bulduğu altın ve gümüş’ten süslü at-takımlannın, Ortaasya ile Karadeniz kuzeyindeki “Kurgan” bu­luntularına benzeyen madenî eşya ve öteki nesnelerin, Kimmereler ile birlikte, onlardan sonra gelip bölgede yerleşen ve “Türk” diye de tanı­nan Saka/Skyt gibi, hâkim ve kudretli kavmin eseri olduğu, artık düşü­nülüp, kabul edilmelidir.

Sakalar:-Herodot (IV, 11) diyor ki: kendilerini yenen (soy­daşları) “Masagetler”in takibinden kaçan ve (XVI. Yüzyıla kadar, Khazar-Denizi’ne akan, Amuderya’dan ibaret) “Araks ırmağı”nı geçen “Göçebe-Skytler”, gelerek “Kimmerler Ülkesi”ni istilâya başlamışlar­dı. Azak-Denizi ile Koban boyundaki Doğu-Kimmerleri’nden itaat etmiyenler, M.Ö. 720 de Kafkas-Geçitleri’ni aşıp, yukarıda anıldığı gibi, Kür ırmağı boylarına ve Urartulu hudutlarına yayılmışlardı. 40 yıl sonra 680 de, aynı geçitlerden gelen daha kalabalık bir Saka/Skyt kolu, Kimmerleri’in itaat etmiyenlerini, Anadolu’ya kaçırtmışlardı. Urartu kıralı II. Rusa (685-645), “ustaca bir politik manevra ile” Skytleri, “Asur”a bağ­lı (Urmiye-Gölü güneyindeki) “Manna ülkesi”ne göndermişti[47]. Ancak, Asur kıralı Asurhaddon (680-669), 670 yılına doğru, Skyt-Manna İttifakı’nı bozdu ve Skyt kıralı “Partatua” (çiviyazılı belgelerde geçen bu adın, ince okunuşuyla, “Bartatua”, Herodot /I, 103/ta “Protothyas”) ile kendi kızını evlendirip, ülkesini yıkımdan korudu. İşte bu “Partatua/Bartatua ”(680-654) ile, Kuzey-Azerbaycan’ da ku­rulan “Aran=Kışlak-Başkent” olan ve bu Saka/Skyt Hükümdarı’nın adıy­la anılıp, M. S. 944 yılına kadar çok mamur kalan “Partaw” (Kitab-ı Dede Korkut –KDK-’da, IX. Boy “Barda/Berde” ve K.Ç., I. 15,17,19 daki “(A)Raniyan/Bard’- Os) şehri ile, Türkmen/Türk soyunun Sakasen ve “Alban/Alblar” tarihi başlamış oluyor. A. Zeki V. Togan “Sakalar” kitabında, Ermeni so­yundan Alman bilgini J. Markuart (Markaryan)ın eserinden, Partaw” şehrinin, çiviyazılı belgelerde “Baratia” da denilen (Partatua’dan iba­ret) Saka hükümdarından adını almış olabileceğine işaret eder[48].

Azerbaycan’a olan ilk Türk akınlarının, Sakaların M Ö. VII. asırdaki seferleriyle başladığı ve bu memlekette artık hâkim unsuru oluşturdukları üzerinde duruluyor. Türk olduklarına kesin gözüyle bakılan ve Asur vesikalarında “İşkuza/Aşguza” şeklinde geçen Sakalar/İskitler, zikredilen tarihte Kafkas ötesinden, Derbend geçidi yoluyla Azerbaycan’a gelerek, Manna toplumuyla birlik sağladılar. Ön Asya’da yeni bir siyasî etkinlik de gösteren Sakaların bu akınına, batıya sürülen Kimmerlerin takibi sebep olmuştu[49].

Arrân halkının “Saka-sen” dedikleri Sakaların, Azerbaycan’da uzun zaman kaldıkları anlaşılıyor. Pers Kralı I. Darâ (Dariyus)’nın, Sakaların, Azerbaycan, Ermeniye’deki baskın ve yağmalamaları karşısında yetersiz kalması da, bu toplumun güçlü bir duruma geldiğini gösterir. Bunların bâkiyeleri, halen Şirvan ve Dağıstan’da varlıklarını muhafaza etmekteler. Sakaların, Uti vilâyetine bağlı bulunan “Sakasan” adındaki merkezleri de yakın zamana kadar varlığını koruyordu. Azerbaycan’ın Şaberân, Arrân, Muğan, Tebriz ve Urmiye gölü etrafı gibi muhtelif yerlerinde Afrasyab’a nispet edilen adlar, birer eski Saka hatırası olarak yaşamaktalar. Azerbaycan’a gelen ilk Türk boylarından biri de Utîlerdir. Bugünkü Gence şehrinin batısında, Karabağ’ın kuzey-batısında yaşayan Utiler’in Sakalarla beraber gelmiş olabileceklerine ihtimal verilir[50].

Harita 2. Claudius Ptolemy’in Kafkasya Albanyası Haritası[51]

İskitlerin ilk detaylı bilgisi, Tarihlerinde onları Pontus Euxinus (Karadeniz) – Maeotis – Azak Denizi arasındaki bir alana yerleştiren Herodot’a (M.Ö. 5. yüzyıl) dayanmaktadır. Öte yandan Claudius Ptolemy (M.S. 2. yüzyıl) Coğrafya adlı eserinde Orta Asya’nın tamamına “İskit” adını verir; bu haritada Kafkasya Albanyası’nın koordinatlarını ve onunla bağlantılı yer adları görülmektedir[52].

Antik Batı kaynaklarında; M.Ö. 9. yüzyılda Homeros’un İlyada Odysseia’si; kuzeyin geniş düzlüklerinde yaşayan, kısrak sağan kımız içen dürüst insanlardan bahsetmektedir. Hesiodos’un şiirlerinde ise İskitler “skudai” olarak yer almıştır. Şair Aristeas (d. M.Ö. 600) ve tarihçi Hekataios’un (d. MÖ 550) eserlerine atıfla Heredot’un dokuz kitaptan oluşan Historia adlı eserinin dördüncü kitabının değişik bölümlerinde Hipokrat’ın Havalar, Sular ve Mev­kiler adlı kitabında, Thukididis’in Peleponnesoslularla AtinalılarınSavaşı, Ctesias’ın Percica’sı, Hipokrat’ın Se Aere’si ve Amasyalı Strabon’un (MÖ 63-MS 24) Geögraphika adını taşıyan 17 kitaplık coğrafya eserinin değişik bölümlerinde İskitlerin tarihi ve âdetleri hakkında bilgiler verilmiştir[53]. Diodorus Sicullus’un ikinci kitabı, Plinius’un Naturalis Historia’sı, MÖ 7. yüzyıldan itibaren Lesboslu (Midilli) kadın şair Sappho, Hellespontuslu Aristeas, Miletli Hekataios, Ozan Pindare, Attikalı üç trajedi ustaları Eshilos, Sofokles ve Euripides, Plutarhos, Theopomre, Sephore, İskenderiyeli Ptolemaios’un (Batlamyus) eserleri de temel antik Batı kaynaklarından sayılmakta ve İskitler­den bahsetmektedirler.[54]

Ksenophon’un Anabasis (On Binlerin Dönüşü) adlı eseri de MÖ 5. yüzyıl sonlarında Anadolu’daki İskitler hakkında bilgi ver­miştir. Bu eserden Kızılırmak’ın doğusundaki İskit varlığı ile Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu, Çoruh Nehri çevresindeki İskit varlığı anlaşılmıştır.[55]

Karadeniz’in kuzeyinde/denizin ötesindeki İskitler hakkında MÖ 2. yüzyıldan itibaren yükselen Roma’yla birlikte oluşan Latin­ce eserler de bilgi vermektedir. Daha sonraki dönemde Priskos, Jordanes ve M.S. 96 ile M.S. 378 yılları arasındaki Roma tarihini ya­zan Ammianus Marcellinus da önemli bilgiler vermiştir[56].

M.Ö. V. yüzyılda yaşayan Yunanlı Herodot’un eserlerinde Alban adına rast gelinmemekte fakat daha sonraki yazarların Alban boyları arasında saydıkları Uti, Kaspi, Mük, Saka ve Gargarlar’a değinilmektedir. Bu boylardan en tanınmışı olan Sakalar bilin­diği üzere M.Ö. VII. yüzyıl civannda Kafkasya ve Doğu Anadolu’da devlet de kurup İran’la mücadeleye girişmiş bir Türk topluluğudur. (Ermeni kaynaklanndaki Sakasin yahut Sakasena adlı, Gökçegöl ile Kür Nehri arasında kalan coğrafi bölge adı da bu iddiayı doğrular niteliktedir. Ayrıca yine aynı bölgede ‘Hunlar Kalesi’ anlamına gelen Ermenice Hunarakent adlı kentin varlığı da bölgedeki Türk yerleşimlerini doğrulayan bir diğer toponomik veridir. Bunla­rın dışında Kimmerler’le akraba oldukları bilinen Utiler’in de Türk olduğuna de­ğinen çeşitli yazarlar bulunmaktadır. Bu yazarlara göre sözü edilen boylar Azer­baycan’ın otoktan halkıdır ve Türk’türler fakat daha sonra siyasi teşekküllerini ifade eden Alban adıyla anılmaya başlanmışlardır. Zirâ bu süreç diğer Türk dev­letlerinde bu şekilde gelişmiş, zamanla siyasi oluşuma ad olan bir kelime, boy­lar konfederasyonu halinde örgütlenen Türkler arasında bütün boyları ifade eden bir ad olagelmiştir. Hunlar’dan Osmanlılar’a kadar Türk siyasi tarihinde bu kaide geçerli olmuş ve hiç kimse bir Hun Türkler tarafından yeterince ince­leme yapılmamış ve böylece araştırılması Ermeni bilim adamlarının tekeline bı­rakılmış olan Albanlar, siyasi bir teşekkül olarak düşünülmemiş, kökeni bilinme­yen bir ırk olduğuna kamuoyu inandırılmak istenmiştir[57].

Makedonyalı İskender’in haleflerini Kuzey Afganistan’daki Balkh-Bakterya’dan başlayarak Horasan’dan kovan Sakalar’ın Daha (Daklar) kolundan Parn boyundan çıkan Arşak (Arsakes, 250-247) ve halefleri, hep Türkçe pars ile ayı karması yırtıcı anlamına gelen Arşak unvanını kullanıyorlardı. Bu yüzden Yunan ve Roma kaynakları dillerinde “ş” sesi olmadığından bunları “Arsakid” ve sonraki İran kaynakları “A(r)şakaniyen” ve istiklal kazandıkları Horasan kesimindeki Partiya’ya göre de “Parhian-Partlılar” diye anılıyorlardı. Bunlar Dede-Korkut Oğuznâmeleri’nde “Bayandur-Bayındur” diye gösteriliyor. VIII. Arşaklı olan I. Mitridat (174-136),bütün İran ve Irak hâkimi iken, şimdiki Azerbaycan (Atropatakan) ülkesini de alıp, başkenti Hamadan’a bağlamıştır[58].Arşaklı II. Mitridat (123-88), doğuda Afgan ve Hind’in bir kısmını fethederek 120 yıllarında batıya yöneldi. Armenya (yukarı ülke) kralı ve Romalı tabi Artaksiyaslılar’ın Yukarı Aras ve Kür boyları ile Fırat’a kadar ki yerlerini aldı ve Kafkaslar’ın kuzeyini bile kendisine tabi kıldı. Bu sırada Süryani Mar Abas Katina’ya izafe edilen kronike göre, Hazar Denizi batısında yeni fethedilen yerlere Val Arşak adlı kardeşini uç beği tayin etti[59]. İlk Arşaklılar hâkimiyeti çağında merkezi Tiflis, kuzey yanındaki Miskheta olan İber (Gürcistan) ülkesinde, Birinci Arşaklılar sülalesi (M.Ö. 93-33) kurulmuş ve bunlardan II. Kral Artek (M.Ö. 81-65) Aralık 66’da Roma serdarı Pompeus’un ordusu Orta Kür boyunda kışlarken, 60 bin yaya ve 22 atlı ile hücum etmişti. Arrianos’ta “Artokes” denilen Artok’un adı, 9 ay 10 günden artık bir müddette doğan anlamına, erken doğanlara “Çabuk” denilmesi gibi Türkçe Artuk’tan ibaret oluşu çok değerlidir[60].

Strabon (XI, 4,5), kendisinden önce bölgeyi görenlerin eserlerinden alarak: ‘Albanlar’ın toprakla­rı içerisine, (Sakae/Sakasin/Sakasen’liler gibi) Kaspian bölgesi de dâhildir. Burası, bugün bütünüyle yokolmuş (doğrusu, adı değişmiş) Kaspian Halkı ’nın adını taşımaktadır ve Kaspian Denizi adı da, buradan gelmek­tedir”demektedir[61].

Strabon, “Albanya” üzerine ilk sağlam bilgileri verir: “Albanlar, daha çok kır hayatına yatkın olup, göçebe topluluklar soyundandırlar ama bununla birlikte, yabanî denilecek hiçbir yönleri yoktur”… “Doğuda Kaspian (Hazar)-Denizi ile batıda (Alazan çayının soluna kadar) İberler arasındaki bölgede oturmaktadırlar”… Kuzeyde, geniş düzlüklere hâkim olan ve Deniz’e doğru (kesimi), “Keraunian-Dağları” adıyla anılan “Kafkas-Dağları”yla, (kuzey rüzgârlarına karşı) korunmaktadır. Güneyden, Armenya boyunca, ikinci bir sıra düzlüklerin oluşturduğu, Kambysen (bugünkü “Kara-Yazı”) kesimini de içine alan, oldukça büyük bir (Gökçe ve Zengezor’daki) Dağlık bölgeden oluşmaktadır; buradan Armenyalılar, hem İberler ile hem de Albanyalılar ile komşu olmaktadırlar” (XI, 4, 1)[62].

“Türlü kollarla beslenip, Albanya’yı bir uçtan öte uca geçen Kyros (Kür) ırmağı ile bunu besleyen öteki su kolları”, toprağı oldukça yüksek derecede verimli kılmaktadırlar. “Taşkın biçimde Armenya’dan gelen Araks (Aras) ırmağı da”, buna yakın bir yerde Deniz’e karışır. “Albanyalılar soyundan gelen kimselerin, aslında denize hiç ihtiyaç duymadıkları (gemicilik yapmadıkları), belki bir gerçektir… Çünkü ülkedeki bitki örtüsü, (akarsularının bolluğu ve kanallardan) sürekli olarak yeşil kalabilmektedir ve az da olsa, özen isteyen bir bakım gerekmektedir”… “Hattâ öyle yerler vardır ki, bir kere tohum ekildi mi, o toprak, iki ve üç kez ürün verebilecek durumdadır; ilk ekimde, bire elli verebilecek olup; bu da, hiçbir ara çalışmayı gerektirmez. Ayrıca, toprağı sürerken, demir-saban yerine, kendiliğinden kancalı ağaçtan yapılmışı kullanılmaktadır. Bütün topraklar, Babil (Mezopotamya) ve Mısır ovalarından daha iyi sulanabilmekte ve bunun sonucu olarak da, sürekli yeşil kalabilen, gözalabildiğine çayırlıklar ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden ova, bütünüyle çayırlık bir arazi olarak bırakılmıştır. Bir de bunlara, Babil veya Mısır’a göre, iklimin son derecede daha iyi olduğu eklenmelidir. Burada, bağ-bahçeye biçim verilip bakılmazsa da, beş yılda bir budama yapılır. Yeni dikilen ağaçlar, iki yıl dolmadan, meyve vermeğe başlarlar; verim çağlarına gelince de, öylesine bol meyve verirler ki, meyvelerin bir kısmı ağaç uçlarında kalır. Bu ülkede hem yabanî (pars, kurt, ayı, ceylân, tilki, tavşan,…) hayvanlar, hem de evcil hayvanlar, son derecede boldur” (XI,4,2-3)[63].

“Albanyalılar, Yay ve Kargı kullanırlar; Zırhlı-Yelekleri, Uzun- Kalkanları (boy-kalkanı) ve yırtıcı hayvan derisinden yapılmış, İberler’inkine çok benzeyen Tulgalar’ı vardır… “İberya’dan Albanya’ya geçerken, arada (hudut olan) Alazanios (Alazan/Kanık) ırmağı boylarına varınca, sudan yoksun ve çakıllı bir bölge olan, Kambysen bulunmaktadır. Albanyalılar ve köpekleri, son derecede usta-avcıdırlar; ancak bunu, bir meslekten çok (yani, geçim için değil de), kendi zevkleri için yapmaktadırlar” (XI, 4,5).  “Topraklarında, öldürücü-yılan çeşitleri, akrepler ve son derecede zehirli taranta-örümcekleri vardır” (XI, 4,5). (Plutarkhos, Vit. Pomp., 36: Pompeus’un, buradaki yılanlar yüzünden, istediği Kaspian’a gitmekten vazgeçip, yolunu değiştirmeğe mecbur kaldığını, belirtir). “Tanrıları olarak Güneş’e, (Gökyüzü timsali) Zeus’e ve Ay’a taparlar; ancak, Ay’ın yeri başkadır. Tapınaklar’ı, (batıdaki komşu) İberya’ya yakın bir yerde yapılmıştır. En yüce Din-Büyüğü, Kıral’dan sonra en çok saygı gören bir kimsedir. Kıralınki kadar, pek geniş ve nüfuzu yoğun vakıf-topraklar ile tapınağın-tutsakları üzerinde, biricik sözsahibidir. Esirlerin birçoğu kendilerini, ilâhî-uykuya (coşarak kendinden geçmeğe) adamışlar ve gelecekten haber vermektedirler…” (XI, 4,7). “Albanyalılar, yalnız ailelerinden olan yaşlılara değil, herhangi bir ihtiyara karşı da, sonsuz bir saygı duyarlar. Böyle iken, öldükleri zaman, ölülerini yokmuş gibi sayarak, ancak adlarını anmakla yetindiklerinden, dinsiz sayılırlar. Bununla birlikte (bütün Sakalar ve Hunlar gibi) ölülerini, kendi eşyaları ile beraber gömerler. Bu yüzden de, babalarından kendilerine hiçbir şey kalmadığı için, yoksulluk içinde yaşarlar” (XI, 4,8)[64].

Yukarıda anılan Pompeus, güçlü ordusuyla M. Ö. 66 Aralık ayında, Kür ırmağı solunda kışlakta iken, Albanlar’ın o sıradaki ilk ve ertesi yıl 65 İlkbaharındaki son baskınları üzerine verilen bilgilerde, Kıral Hanedanı adı da, son derecede değerlidir. Dion Cassius (Mithridates, XXXVI, 53-54), bu uğurda şunları belirtiyor: (M.Ö. 66 Aralık ayı başlarında) Pompeius, Pont Kıralı Büyük-Mithridat’ı kovalarken, onun (Kolkid’e kaçtığını öğrendiğinde) “Kyrnos (Kür) ırmağı boyu”na gelmişti. Dostu Arşaklılar’ın müsaadesiyle burada kışlağa geçen Roma Başbuğu, (Tiflis yakınındaki) “Anaitis (Tapınağı) kesiminde, Kyrnos ırmağı yakınında, ordusunu üçe ayırarak, kışlağa geçti… Yine de, kışı barış içinde geçiremedi. Çünkü Kyrnos ırmağı yukarısında (sağında Gökçegöl- Karabağ çevresinde) oturan Albanlar’ın Kıralı Oroizes (varyant, Oroeses), beriden kendisine dost olan (Armenya kıralı Artaksiyaslı Büyük- Tigran’ın oğlu olup, III. Fraat’ın Iğdır-Ovasındaki Artakşat tahtına oturtup, kendisine tâbi kıldığı damadı, buradan babası tarafından kovulunca, yakındaki Roma Ordusuna sığınmış bulunan Küçük-) Tigranes’e bir bakıma hoşgörünmek, öte yandan Romalılar’ın Albanis’e (Albanlar Ülkesi’ne) sokulmasından çok korktuğu için; kış günü, herşeyden habersiz ve tek bir ordugâha birikmeden, onların üzerine saldırırsa, birşeyler kazanabileceğini düşünerek, Kronia-Bayramı (17 Aralık 66 daki ilk kutlanan günün gecesi) olmasına rağmen, onların üzerine vardı. Kendisi (Oroeses), Tigranes’i yanında bulunduran Metellos Keler’in üzerine yürüdü. Bir kolu, Pompeius’un, başka bir kolu da, (Romalı çerisinden) üçüncü kolun bulunduğu Lukos Flakkos’un üzerine yolladı ki, hepsi de panike uğrayıp, biribirlerine yardım edemesinler istedi[65]” Applanos (Roma Tarihi, 102-140/480-484), yukarıki hâdiseleri, daha değişik anlatıyor: Pompeios, Roma ordusuyla kışlağa geçmişken (Aralık 66 da), ‘Albanlar Kıralı Oroeses ile (komşusu ve soydaşı, Arşak oğlu ve 81 yılından beri ülkenin, VI. hâkimi) İberler Kıralı Artokes, yetmişbin kişiyle, Kyrnos (Kür) ırmağı yakınlarında pusu kurdu. Bu ırmak, oniki ağızdan (çok alüvyonlar getirerek) Kaspi-Denizi’ne dökülür; birçok kolları vardır, en büyüğü de, Arakses (Aras)tir[66]”. “Pusu’yu farkeden Pompeius, ırmağın üzerine (dubalardan) köprü kurdurdu ve Barbarlar’ı ormanlığa sürerek, ordusuyla onları kuşattıktan sonra, ormana ateş verdi. Kaçanlar’ı, hepsi armağan ve rehine verinceye değin, kovaladı. Bu hâdiselerden sonra, (dönüşünde) Roma’da Zafer-Töreni düzenlendi. Rehineler ile savaş tutsakları arasında, birçok kadınlar da vardı; bunların aldığı yaralar, erkeklerden az değildi. Bunların, (Sakalı kadın-savaşçı) Amazon olmaları muhtemeldir… O bölgedeki Barbarlar, savaşan kadınları’na, toptan Amazon diyorlardı”[67].

Plutarkhos (Vit., Pomp., 34-35), Romalılar’m (17 Aralık’ta) kutladığı millî bayram’a “Saturnal” diyor ve bir değişik haber daha veriyor: “Albanya Kıralı’nın Kardeşi Kosis, 72 000 kişilik ordusuyla, ansızın Roma karargâhına hücum etti; kargısıyla, Pompius’un göksüne vurduysa da, gövdesi zırhlı olduğundan, onu öldüremedi. Savaşın sonunda yenilerek çekilen Albanların ölüleri arasında, Amazon sayılan çizmeli ve silâhlı kadınların cesetleri de görülmüştür”. M.Ö. 66-65 yılında anılan üç erkek adının, temiz türkçe oluşu Albanlar ve komşuları İberler’in hükümdar sülâlesinin Türklüğü’nü belirttiği gibi, Türk Dili Tarihi ve Türkoloji’ye de, yeni ufuklar açıyor. Bu üç ad üzerinde, biraz durulmalıdır:

a) Albanlar Kıralı “Oroizes/Oroeses”: Bu adın sonundaki takma (lâtince “es”, Yunanca “os” gibi) ek atılınca, asıl adın, demirci[68] âleti anlamında bugün Türkiye’de “Ors”, Kıpçak kolundan olan Türkler’ce “Örüs” diye iki heceli (A. Z. V. T.-Giriş, s. 421, n. 160) ve daha eskiden “Orus” denilen deyimden ibaret olduğu bellidir. Albanlar Kıralı ile ataları ve haleflerinin “Orus”u, Arşaklılar’da görüldüğü gibi, ilk kurucuları adından gelen bir unvan olarak kullandıkları, anlaşılıyor. Orta ve Yakınçağ’da da Türkler, “Orus” ile “Çekiç” anlamındaki “Tokmak” gibi iki demirci âleti adını, erkek ismi olarak kullanagelmişlerdir[69]. Kitab-ı Dede Korkut’ta (VIII. Boy) anlatılan, Ateşetapan Sasanlı/Pers timsali saydığımız “Depegöz”ü öldürüp, “Oğuz-Elleri”ni büyük belâdan kurtaran “Oruz-Koca oğlu Basat”tan, eldeki yazılı kaynaklara göre ilk bahseden, (aslı Türkçe olan ve ondan İlhanlı Veziri Reşidüddin’in 1305 te Farsça’ya özet tercümesini yaptığı, belki de bir yazması da Şam’da bulunan) “Oğuznâme”den naklen, “Ebûbekir bin Abdullah bin Aybek’ü’d- Devâdârî”nin, H. 709(1309) de yazımını bitirdiği arapça “Dürerü’t- Tîcân” kitabında, “Depegöz”ü erlikle öldüren Oğuz-Yiğidi ’nin adı, “Basat bin Orus” diye geçer[70].

b) “Albanlar Kıralı’nın Kardeşi Kosis (Koç): Yunan ve Lâtin dilleri’nde “c,ç,ş” gibi diş-sesleri bulunmadığından, “Kosis” yazılan, Albanlar Hükümdar Sülâlesi’nden olan Prensin adı, sonundaki iğreti “is” eki kaldırılınca, “Kos”un, yiğit ve alp anlamında, günümüze değin kullanıla-gelen (“Koç-Köroğlu”, “Koç-Yiğit”, hattâ, M.Ö. 120 yılında “Armenya”yı da fetheden Arşaklı “Büyük” unvanlı XII. Arşak’ın “Grabar/Eski- Ermenicedeki” ayni anlamda “Alp/Koç” demek olan, “Kaç” unvanı (V.L., 1.13, 42-43) “Koç” adından başka söz olamıyacağı, ortadadır. Bundan, Azerbaycan ve Doğu-Anadolu’da bugün kullanılan “Koçak” (yiğit), “Koçaklık” (yiğitlik, mertlik) ve “Koçu” (Dadaş ve Efe benzeri, genç ve kibar yiğit) gibi, ad ve sıfatlar çıkmıştır[71].

c) İberler Kıralı Arşaklı “Artokes” (Artuk): Arşaklı/Part imparatoru X. Arşak sayılan Büyük unvanlı II. Mitridat, o zaman merkezi, şimdiki Tiflis kuzeyinde Kür ırmağına soldan Arak/Aragwi çayının kavuştuğu yerin doğusunda “Meskhet/(Masaget)/Mizkheta” olan Kartli/İberler Ülkesi’ne, (herhalde kendi oğlu veya kardeşi ile), buranın III. Hükümdar sülâlesi olarak, “İlk Arşaklılar” sülâlesini kurdurdu. Bunlardan, Ülkenin 5. kıralı Arşak (93-81) 12 yıl hâkim oldu, dönemi sâkin geçti. Ölünce, oğlu “Artag/Artak” (81-66)da, 15 yıl kıral oldu; buna da, 33 yıl kırallık eden oğlu Bartom (varyant: Barton, Bartam) (66-33) halef oldu (K.Ç.-Kartli’nin Hayatı, 1.48-49). Pompeius ile geçen savaşları hiç anmayan Kartli Kaynağı’nda görülüyor ki, “Artok” un adı bile, istinsah edenlerce yanlış yazılmış; Klasik kaynaklar, doğrusunu vermiştir. Bunun, Selçuklu Fetihleri’nde Anadolu’ya gelerek, ilk Haçlı Seferi’nde yararlık gösteren oğullarının Amid-Hısnıkeyfa-Harput ve Mardin’de (1101-1408 arasında) bir Türkmen Beğiliği kuran, “Eksük oğlu Artuk” ile adaş olduğu, bellidir[72].

Eski-Türk geleneğine göre, 9 ay +10 günden erken doğan çocuğa “Eksük, Çabuk” (Arapçada “Khadîc/Khadîcet”) ve günü doldu sayıldığı halde geç doğanlara da, “Artuk” (Arapçada, “Fâdıl/Fâzıl”) denildiğini biliyoruz. Buna göre, babası (Arşak, eski-türkçe’de, “Pars ile Ayı karması bir yırtıcı” adıdır. 1282 de Tebriz’de yazılan “Acâibü’l-Mahlûkaat”da buna, “Erşek” de deniyor) gibi güzel Türkçe bir ad taşıdığı gibi, onun alınış sebebini de, biz o çağda da, bu Arşaklı kolunda Türk-Geleneği’ne uyularak, böyle bir ad konulduğunu anlıyoruz[73].

Alban adı, Kitab-ı Dede Korkut (KDK)’da, “Alp”; “yiğit, koçak, kahraman”, İslâmî anlamdaki “gazî” yerine kullanılıyor. Kaşgarlı Mahmud: İranlılar’m “Afrasyab” (ki, “Savaş-îlâhı” anlamı da vardır) dedikleri bu ilk Türk Cihangiri adının, hepsi sıfat olan türkçe, “Alp Er Tonga/Tonga Alp Er”, ayrıca “Alp-Aga”, “Alp-Tigin” sıfatlı Türkler’den bahseder. KDK’da da: “Alp-Erenler, Alp-Yiğitler, Alp-Ozanlar, Uçyüzaltmışaltı Alp” sıfat ola­rak anılır. “Alplar-Başı Kazan” (IV, VIII. Boy). (Yalnız bir kez anılan) “Kâfirler’i, it ardına bırağıp horlayan El’den çıkup Aygır Gözü (Ögüzlü) Suyu’ndan (Aras-Kür tek kol olarak kavuşup denize akar, bunun eski adı) at yüzdüren Elliyedi Kal’anunğ kilidin alan (Belâzurî’de, 1866 De Goeje neşri, s. 315: “Çeşmedân” denen, “Lekez’/Lezgi kasabası hâkimi)[74]. “Alban” adı, şüphesiz ki, Türkçe “Alb/Alp” sözünün “an”lı çoğul biçiminden ibarettir. Sakalar ile gelen ve Van doğusu ile Hakâri kesiminde yerleşen bir boydan kalan iki kale adı, “Büyük-Albak” (Van-Başkalesi) ve “Küçük-Albak” (ikisi de, Zapsuyu boyunda), “Alpak”(= Alplar) biçiminde de, 470 yılından beri anılıyor (V.L., I. 242 ve II. sütun n. 2)[75].

Asur kaynaklarında yer alan Kuzey-Doğu İran arazisinde ortaya çıkan kavimlerin ve hükümdarlarının, aynı zamanda bölgedeki coğrafî adlar üzerinde etimolojik bir çalışma yapan E. A. Grantovskiy’e göre İran unsurunun, bölge üzerindeki etkileri M.Ö. IX-VIII. Yüzyıldan öncesine gitmemektedir. Anlaşılan, M.Ö. IX-VIII. Yüzyıllarda İran kavimleri Manna ülkesinin çevresinde bulunuyorlardı. Bölgede ortaya çıkan ilk siyasal İranî güç ise Hahamenişiler olmuştur. Hahamenişiler M.Ö. 550 yılında Mada devletinin varlığına son verip büyük bir imparatorluk olarak ortaya çıkmıştır. Devletin kurucusu ise Kiros kabul edilmektedir. Herodot’a göre, onun Mada hanedanıyla akrabalık ilişkisi söz konusu olup hakkında bir dizi efsanevî rivayetler uydurulmuştur. Hahamenişilerin karşısındaki en büyük güç ise göçebe İskitlerdi[76].

Kiros döneminde Saklarla Hahamenişiler arasında çetin savaşlar başlamıştı. Bu dönemde Sakaların başında hükümdar olarak Alp Er Tonga bulunuyordu. Ancak, Kiros onu bir İhanet sonucunda zehirleyip öldürdü. Tomris, M.Ö. 529 yılında Kiros’u ağır bir mağlubiyete uğratıp, esir olarak yakaladıktan sonra kafasını kesip içine kan doldurulmuş tuluma attı. Bu olay üzerine Saklarla Hahamenişiler arasında Aras geçilmez bir sınır olarak kabul edildi (bu olaylar Herodot’ta geniş tasvir edilmiştir). M.Ö V-IV. Yüzyıllara gelindiğinde kuzeyde Sak devleti çeşitli kavimler arasında parçalandı. Bu parçalanma üzerine Kuzey Azerbaycan’da Alban veya Albanya Devleti teşekkül ederek bin yıldan fazla bir dönemde bölgenin siyasi kaderine hükmetmişti. Güneyde ise, M.Ö. 331 yılında Gaugamel savaşıyla III. Darius tahtından indirilip, bütün arazisi Makedonyalı İskender tarafından işgal edildi. M.Ö. 323 yılında İskender öldüğü zaman Güney Azerbaycan toprakları Atropat isimli eski bir Hahamenişli ordu komutanının elinde bulunuyordu. Büyük İskender İmparatorluğunun çözülmesinden yararlanan Atropat Azerbaycan’da kendi devletini kurdu. Bu devlet tarihe Aderbaygan/Atropatena olarak geçmiştir[77].

Darius anıt kitabesinde Fergana, Orta Tyanşan, Kâşgar taraflarından Aral Gölü ve Hazar çevresi ile bütün sonraki Deşt-i Kıpçak sahasına yayılmış olan İşguz/Sakları üç büyük kitle olarak tanıtmaktadır. Bu, İşguzlar içinde birden fazla siyasal örgütlenme olduğunu gösterir. Böyle bir oluşumdan birinin de merkezî sahası Güney Kafkasya olmalıdır. Başkenti şimdiki Şeki ile özdeşleşen Saksin/Sakasena, sonradan Albanya adını alacak ülkenin de merkezî vilayetiydi. İşguzlar M.Ö. VII-VI. Yüzyıllar boyunca ana karargâhlarını burada kurarak çevreyi kontrol altında tutmuşlardır. Mezopotamya, Suriye ve Mısır’daki M.Ö. VII-VI. Yüzyıllara ait elde edilen arkeolojik bulgular İşguzların hatırasını yansıtmaktadır. Bu kazılarda elde edilen İşguz savaş silahları ve bronz yapımı ok uçları bu yansımanın küçük ipuçlarını oluşturmaktadır. Bugün Erivan yakınlarında Urartuların kuzey kalelerinden birini oluşturan Karmir-blur kasabasındaki harabeler burada güçlü bir İşguz saldırısının yaşandığına tanıklık etmektedir. Nitekim şehrin kil duvarlarına saplanan binlerce ok uçları İşguzları ele vermektedir. Grakov, İşguzlar’ın Assurluların müttefiki sıfatıyla Midiya’ya saldırdıklarını ve bunun sonucunda da Madaların Ninova kuşatmasını kaldırdıklarını haber vermektedir. Bu saldırının M.Ö. 616 yılında gerçekleştiğini, İşguzların Midya’yı yendiklerini ve 28 yıl boyunca Midya’da egemen olduklarını da aktardığı bilgilere eklemektedir. Nitekim aynı tarihte İşguz/Sakalar Kimmerlerin tamamını Karadeniz bozkırlarından söküp atmışlardır. Bunun üzerine Ligdamias geride kalan Kimmerleri yanına alıp Küçük Asya’ya götürmüştür. O İonya ve Lidya harabeleri üzerinde at koşturarak Kapadokya ve Kilikya bölgelerine saldırmış, ancak Asurbanipal tarafından yenilgiye uğratılmıştır[78]. Ardından bu geniş araziler İşguzların denetimine geçmiş ve Midiya onlardan kurtulmak için büyük İşguz beylerini verdiği bir davette zehirleyerek öldürtmüştür. Türklerin efsanevi kahramanı Alp Er Tonga’nın ölümü bu şekilde gerçekleşmiş olmalıdır. Bu olayın M.Ö. 625 yılında yaşandığı düşünülmektedir. Nitekim aynı dönemlerde İşguzlar, Midiyalılar tarafında Azerbaycan’dan atılmış, M.Ö. 623 yılında ise Çin taraflarında 12 krallıklarını kaybetmişlerdir. Bu yenilginin İşguzları Kür nehrinin kuzeyine attığı, Albanya sahasında varlıklarını korudukları sanılmaktadır. Nitekim Midya’nın ortadan kalkmasından sonra İran sahasında ortaya çıkan Pers Devleti’nin (M.Ö. 550-331) kurucusu Kirus (M.Ö. 555- 528) onlarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Kirus’un M.Ö. 529/528 yıllarında İşguzlara karşı savaşta öldüğü bilinmektedir. Ancak İşguzlarla Kirus arasındaki savaşın Aras kıyısında mı, yoksa Öküz nehri (Sır-derya) civarında mı olduğu kesin değildir. Ancak, Kirus’un Aras veya Kür nehri kıyısında İşguz katun-kağanlarından Tomris tarafından öldürüldüğüne ilişkin bir rivayet de bulunmaktadır[79]. Kirus’un hezimetinden sonra başa oğlu Kambiz geçmişse de, İşguzya ülkesine karşı ciddi önlemler I. Dara zamanında alınmıştır. I. Dara, İşguzlara karşı ilk seferini M.Ö. 518/17 yıllarında Orta Asya üzerinden yapmıştır. Bu savaşta İşguzlar ölmüş ve liderleri Sakunkha esir düşmüştür. Ancak bu savaşta I. Dara’nın hileye el attığı, askerlerini İşguzlar gibi giyindirdiği ve bu şekilde savaşı kazandığı malumdur. Bu savaştan sonra I. Dara’nın M.Ö. 513/12 yıllarında bu defa Anadolu’dan geçerek Ege kıyıları ile Trakya üzerinden Karadeniz bozkırlarına bir çıkartma yaptığı Herodot tarafından anlatılmaktadır. I. Dara’nın amacı, ana gücü Albanya’nın kuzey bölgelerinde bulunan İşguzya’yı arkadan çevrimekti. Herodot, Gelon, Budin ve Sarmat hükümdarlarının bu savaşta İşguz kağanına yardım ettiklerini rivayet etmektedir. Dara’nın orduları önünde düzenli olarak geri çekilen İşguzların psikolojik olarak Pers ordularının sinirlerini gerdikleri ve Dara birliklerinin yıpranmasına çalıştıkları bilinmektedir. Dara’nın bu sefer sırasında Tuna’yı geçip, Karadeniz bozkırlarında ilerlediği ve hatta İdil’e kadar geldiği bilinmektedir. Göçebe bir yaşam süren İşguzlar buna karşılık sürekli geri çekilerek Perslerin yıpranmasına çalışmışlardır[80].

Kuzey Azerbaycan’ın en önemli sâkinlerini ise, Albanlar oluştururlar. Transkafkasya’da, Dağıstan’ın Hazar denizine kadar uzanan sahada yahut Kür-Alazan nehirleriyle Derbend arasında yaşayan topluma verilen bu adın, ilk olarak IV. asırda ortaya çıktığı görülür. Strabon, bu toplumu, Gürcistan-Hazar denizi, Büyük Kafkaslar ile Ermeniye arasına yerleştirir. Daha önce bu topluma Kaspiler, bunların yaşadıkları topraklara da “Kaspiana” deniliyordu. Nitekim o dönemlerde Hazar denizi de “Kaspi Denizi” adını taşıyordu. Kür’ün kuzeyinde bulunan Kabala şehri, bunların başkenti idi[81].  Geniş ve önemli bir toplum olan Albanlar, önceleri 26 farklı dil konuşması sebebiyle ve her kabile ayrı birer federe devlet şeklinde yaşıyorlardı. Dışa karşı birlikte hareket eden ve daha sonraları da tek idare durumuna gelen Albanlar, dönemin güçlü devleti olan Romalılara karşı koyma cesaretini gösterebiliyorlardı. V. asırda Albanya dillerinden birinin (Partav-Barda’a yakınlarında konuşulan Gargars), Ermeni kilisesinde din dili olarak kullanılması, bu toplumun Hıristiyanlaşmasında önemli etken olmuştu. Araplar, bu dile “Arrânî” diyorlardı[82].

Albanların en önemli bir kolu olan Utiler de bölgenin sayılır sakinleri arasında yer alırlar. Günümüz Udinlerinin ecdadı sayılan Utiler, Kür’ün güneyi ile Karabağ arasında, Gence’nin batısında ve Şemkir dolaylarında bulunuyorlardı. Ortaçağda, Azerbaycan’da geniş alana yayılmış olan Utîler’in, Sakalarla beraber bölgeye gelmiş olabilecekleri üzerinde duruluyor. Kür’ün sağ sahilindeki Uti vilâyeti, bu toplumun merkezi sayılır III. yüzyılda Ermeni Kralları, V. asırda ise Albania idarecileri, Utîya’yı kışlak olarak kullanmışlardı. Müslüman Araplar bölgeye geldikleri zaman, Udinler, varlıklarını muhafaza ediyorlardı. Hâlâ da, bunların bâkiyeleri, Karabağ ve Şeki’ de mevcudiyetlerini sürdürmekteler. Özelikle günümüzde, Şeki’nin iki köyünde konuşulan Udin dili, Albanların son bir şubesini yaşatmaktadır[83].

Sakalar, Sarmatlar, Massagetler-Albanlar da, Albania ve civarına gelip yerleşen kavimlerdir. Aslında bunlar aynı toplumun farklı adlarla varlıklarını sürdüren kolları sayılırlar. Bunlardan Massagetler’in, daha tutarlılık gösterdikleri anlaşılıyor. Massagetler, M.Ö. III. yahut II. asırlarda, Kür nehrinin Hazar denizine yakın kuzey sahillerine gelmişlerdi. Bu bakımdan, daha sonra buraya “Masgat-Maskat” adı verildi. Altay dağlarından geldikleri sanılan Alanlar’ın da, Massagetler soyundan oldukları sanılıyor. Bunlardan bir kısmı, günümüz güney Rusya’sında, bir bölümü de Kafkaslarda yaşamaktalar. M.Ö. II. ve I. asırlarda “Mazgat krallığını” kuran Massagetlere, Ak-Hunlar diyenler de vardır. Çünkü zamanla Hazar denizi sahillerine yerleşen Hunlar, Abtalit (Eftalit), Alan, Hazar, Herkan ve Türkmen gibi çeşitli adlar almışlardı. Ayrıca, Massagetler’in, miladî 336 yılında doğudan gelerek, güney Kafkasya’ ya geçtikleri de kaydediliyor[84].

Bunların tarihsel kaynaklarını anlamak açısından Strabon’a bakmak gerekiyor: Strabon şunları yazıyor: Dağlardan öbür tarafta, en güneyde Oretanlar yaşıyor. Onların ülkesi sahile, Sütunların bu parçasına kadar uzanır. Onların kuzeyinde Karpatan, sonra ise Vetton ve Vakkeyler yerleşmişler. Bu ülkeden Duri Nehri akar. Vakkey şehri Akuti ise nehrin sahilindedir (Strabon, age, s. 76). Oretan, Duri ve Akuti sözleri konu açısından önemlidir. Ore+Tan açık olarak görüldüğü gibi iki sözcükten yapılmış bir birleşik sözcüktür[85]. Biliyoruz ki, Arap istilasına kadar Türk alfabesinde “e” (ters e) sesi yoktur. Şimdi de Türkiye Türkçesinin konuşma dilinde “e” (ters e) kullanılsa da, yazı kuralları içinde “e” (ters e) yoktur. Ore sözünde “o” sesinin “a” sesine fonetik değişimi sonucunda Ore/Are gibi de okunabilir. Yani Are/Are/ Ere+Tan/Ten…İlginçtir ki, Sümercede Ere (Er) kul, bende, Eren ise “sıradan savaşçı” anlamındadır. Er (Ar) sözü, genel Türkçede “savaşçı”, “erkek”, “kahraman” anlamında kullanılır. Buradan çıkan sonuca göre Oretan sözünü çağdaş dilimizdeki fonetik değişmeden sonra Aratan/Eretan gibi okumak mümkündür. Yani erkekle, yiğitle beraber, ya da dost, arkadaş olan erler. Strabon’un yazdığı Duri toponimi ise açık ve Türkçe anlaşılır bir sözdür. Sözün kökü “Dur” fiilidir. “Durmak-olduğu yerde kalmak” anlamındadır. Bize göre, Duruçay sözünü de “saf, temiz sulu nehir” anlamı ile bu toponime ait edebiliriz[86].

Akuti şehri hakkında biraz daha geniş yazmaya ihtiyaç vardır. Biliniyor ki, ne Yunan ne de Rus dilinde “ğ” sesi yoktur. Başka dillerden yapılan tercümelerde, “ğ” sesi olursa, bu ses “q” ya da “k” sesi gibi yazılır. Mademki bu böyledir, o zaman sözünü Aq/Ağ gibi okumak mümkündür. (-Ağuti- Türkiye Türkçesinde Ak sözü aynen vardır ve “beyaz, temiz” anlamında kullanılmaktadır.) Sumbatzade Atropetana’nm etnik bileşimi hakkında yazarken İ. Aliyev’e dayanarak bu topraklarda yaşayan etnik gurupların İran dilli olmadıklarını yazar: Konuyu ilgilendiren bölgede doğudan kuzeye doğru Kaspiler, Kaduslar, Utiler, Ayışanlar… ve başkaları yaşarlar. Bunların arasında tek bir halk dahi olsun İran dilli halk yoktur[87]. Heredot da “Tarih” kitabında şimdiki Azerbaycan topraklarında ve Anadolu’da Utilerin yaşadığını yazar[88]. Albanya topraklarında, Kür Nehri’nin sağ sahilinde Utik, Paytakaran ve Arsak vilayetlerinin olduğunu birçok kaynak belirtir. Kemal Aliyev ve Feride Aliyeva “Azerbaycan Antik Dönemde” eserinde şunları yazarlar: “Plini’ye göre, Araş Çayı Atropatena ile Otena arasndan akar. ” Sonradan yaşamış ve yazmış olan yazarlar Albanya’da hem Utilerin, hem de Otena ülkesinin adını yazarlar. Mesela; Evsebi Kafkasya’nın bazı başka ülkeleri ile birlikte Otena ülkesini de hatırlatır… Utini ya da Otena’yı Kür Nehri ile Aras Nehri arasına yerleştirir[89].

Olcas Süleymanov “Az i ya” adlı eserinde Sümer ve Türk dillerinde Ud sözünün mukayesesini yapmıştır.

Sümerce: Ud: Güneş, gün / Ud: Ateş, od/Udun: Ocak/Udun: Kutsal güneş ilahesi

Türkçe: Ut (Ud, Öd): Öğle vakti, zaman/Ud (Ut, Ot, Od): Ateş (genel Türkçe)/Utun (Udun, Otun, Odun, Otm): Ağaç, yanacak (genel Türkçe)/Uduk (Iduk): Kutsal (eski Türkçe)[90] . Görüldüğü gibi Uti sözünün ortaya çıkışı tamamen Türklerle ilgilidir. Bazı bilim adamları Utiler’ı Kuti/Qutilerle aynı kabul ederler. Hun kabilelerinden birinin Uturqur, diğerinin Quturqur olarak adlandırıldığı dikkate alınmalıdır. O zaman Uti ve Kuti/Qutileri aynı kabul etmek, şüphesiz ki “onlar Türk soyundandır” fikrinin onaylanması demektir[91]. Profesör F. Ağasıoğlu şunları yazıyor: Eski Azerbaycan topraklarında İslama kadar birçok devlet kurulmuştur. Bunların birçoğu beylik seviyesinden yukarı çıkmamış olsa da, bazıları güçlü devlet, hatta imparatorluk seviyesine yükselmiştir. Böyle büyük devletlerden biri de Quti Eli diye adlandırdığımız eski Proto-Azer halklarından Quti boylarının kurduğu devlettir. Aratta istisna edilerek, Quti Eli Azerbaycan’da kurulmuş, şimdilik bilim tarafından bilinen ilk büyük devlettir[92]. M.Ö üçüncü binin sonunda kurulan Quti Devleti yüz yıl (MÖ 2200-2109) yaşadıktan sonra dünya haritasından silinmiştir. F. Ağasıoğlu, Elam ve Akad yazılarına dayanarak Elam ve Akadların, Quti ülkesinde yetmiş boyla savaştıklarını yazar. Ve şöyle devam eder: Elbette bu boyların hepsi Quti değildiler. Daha sonraki kaynaklar bazı yazılarda Quti adının o dönemde aynı topraklarda yaşayan Subar, Turuk (Türk), Kuman, Bars, Börü, Gargar, Azer, Zengi vs Türk boylarının genel adı olarak kullanıldığını gösterir[93]. Bütün bunlardan sonra şunları söyleyebiliriz. Yüz yıl yaşamış Quti Devleti yıkıldıktan sonra, bu devletin Türk boyları Akad ve Asurluların baskısı yüzünden Azerbaycan ve Anadolu’dan Avrupa’ya göç etmiş ve kendilerini Aguti diye adlandırarak İberya’ya yerleşmişler. Azerbaycan’da yaşayan Uti/Kutiler ise ülkenin kuzey bölgelerine çekilmiş, Albanya’nın, Atropetana’nın bağlı boylarından biri olmuşlardır. Hatırlatalım ki, Zengezur’da Ağuti, Bağuti adında köyler vardır[94].

Albanlar Hristiyanlığı ilk kabul eden halktır. Hristiyanlığı MS 57 yılında kabul etmişler, bu din 4. asrın başında, hükümdar Urnayr (313 – 317) zamanında resmi devlet dini olarak ilan edilmiştir. Albanya Tarihi’nde Albanların Hristiyanlığı Ermenilerden 270 yıl önce kabul ettiği yazılıdır. Yine Albanya Tarihi’nde Albanların katolikos makamının Ermenilerden önce tesis olunduğu kaydedilir. “Kısaca Albanlar Hristiyanlığı MS 57’de, Ermeniler Hristiyanlığı 327’de kabul etmişlerdi[95].”  Alban kilisesi en kadim Hristiyan kilisesidir. Albanlar Hristiyanlığı havariler olan Taday (Taddey), Yelisey, Bartalmay (Barttolemey) vasıtasıyla kabul ettikleri için Albanya kilisesi ilk havari kilisesidir. (Yelisey gerçekte havarilerden değildir). Lakin Ermeniler ilk havari kilisesenin kendi kiliseleri olduğunu iddia eder. Hâlbuki gerçek Alban kilisesinin havarilerce, Gürcü kilisesinin havarilerin şakirtlerince, Ermeni kilisesinin ise havarilerin şakirtlerinin şakirtlerince kurulduğu şeklindedir[96].

Yeryüzünde Hıristiyanlığı ilk devlet dini olarak benimseyen Ateşe tapan-Zerdüşt İran baskısına karşı manevî bir güç kazanan, Küçük Arşaklılar idi. Arşaklıların tahta geçmeyen kolundan Horasan’daki Suren Pahlav hanedanında Prens Anak’ın oğlu (Bu ad Türkçe olup, bugün Tarsus’da 20 kadar Türkmen ailaesinin Anakoğlu diye anıldığı biliniyor) bebek iken Ağrı dağı yanından Sütanası-dadısı tarafından Roma toprağı Kayseri’ye 252 yıllarında götürülerek orada gizlice Hıristiyan terbiyesi ile büyütülüp, rahip yetiştirilmiş ve Grigor adını almıştır. Romalılar’ın yardımıyla ataları Küçük Arşaklılar ülkesini Sasanlılar’dan kurtaran III. Tiridat (286-330), kendisini dönük hastalığından (Kendini hayvan biçiminde görüp, etlerini ısırma koparma hastalığı) İncil okuyarak iyileştiren ve insan kılığına dönüştüren bu Anak oğlu Aziz Grigor’un minnettarı olarak 301 yılı baharında vaftiz edilip, Hıristiyan oldu. O yaz yapılan on altı boy beği-satrapın katıldığı kurultayda hepsi çağın amentüsüne göre hak dini olan Hz. İsa dinini gönülden benimsediler. Böylece, o yıl ülke resmen Hıristiyan oldu. III. Tiridat’ın Roma’dan getirdiği kâtibi Agathangelos’un yazdığına göre, kısa zamanda Hz. İsa dini, her biri bin ve on bin askere sahip bu beğlerin bölgesine dönmelerine müteakip, Torkom (Türkmen-Oğuz) ırkı tarafından benimsendi. Satala (Gümüşhane’deki Sadak) şehrinden Khaldik ülkesine (Trabzon), sonra Kalarç’tan (Aşağı Çoruk bölgesinde/Ardanuç, Şavşat, Artvin, Borçka, Gönye ve Rize yanındaki) Mesagetlerin hududuna (Kafkaslar kuzeyinde, Dağıstan’da), Alanlar’a, Kaspiler (Şirvan-Hazar Denizi kıyıları) ve Amid (Diyarbakır) şehrine, Medzpin’e (Nusaybin) varınca yayıldı. Horasan Arşaklılar kolundan bir prens olan Anak oğlu Aziz Gregor’un benimseyerek kurduğu mezhebe Grigoryanlık denilmekte olup, hep Türklük töresini yansıtmakta ve öteki Hıristiyan Katolik, Ortodoks ve Süryani mezheplerinden ayrılan şu esaslar bulunmaktadır: a) Domuz eti haramdır ve domuz beslenmez. b) Tavşan uğursuzdur, eti de yenmez.c) Kabir taşları, at ve koyun heykeli konma âdetine göre devam ettirilebilir.d) Papazlar evlenir ve çocuk sahibi olur.e) Vaftiz Babası ailesinden kız alınıp verilmez (Bu da bugün Hazar Denizi’nden Sivas ve Adana’ya varınca, yerli ve göçebelerde “kirvelik” âdetiolarak yaşaya gelmektedir).f) Kadınlar, yabancı erkekleri görünce yaşmaklanır(Dede-Korkut Oğuznâmeleri, Hazar Denizi’nden Kızılırmak başlarına varınca yerleşip hâkim olan Sakalar/Aşkenaz ile onların soyundan Arşak Partlı-Torkomyan, Türkmenlerin tarihî destanlarıdır)[97].

İlk-Hıristan Türk Hükümdarı Arşaklı Büyük/III. ‘Tridat’ın son yıllarında, (301’deki Elbeğleri Kurultayında resmen benimsenen) Hristiyanlığı sindiremiyen Elbeğleri’nin apaçık muhalefetiyle karşılaşmıştı. (Kendi Dayısı, Taş-Oğuzlar Khanı “At-Ağızlu Oruz-Koca- soyu timsali, Gökçe-Karabağ bölgeleri hâkimi “Si-Unik-Beğ’i”, onu, Erzincan güneyindeki dağlarda yaptıkları bir av sırasında, fırsatını bularak, öldürrnüştü. (Ellerinden 305’te Başkumandanlık alınıp, Mamıkonlular hanedanına verilmesinden küskün olan) “Güney-Bideaşkhı (Diyarbekir-Mardin Garzan/ Siirt kesimi) Arzanen/ Ale-Unik Beği Bakur”da, isyan ederek. İranlılar’a tabi olmuştur. Bu karışıklıklar içinde, Valarşabat’ta tahta geçen Büyük-Tirridat’ın (boyunun kısalığından olacak) -Kotak- (farsça, gödek= küçük) lakaplı oğlu II. Khosrov (330-338), büyük güçlükler’le karşılaştı. Bu sıralarda, “Aydınlatıcı Aziz-Grigor”un oğlu Katolikos Vartan’ın oğlu, II. Grigor (Şirvan kuzeyindeki ilk Albanlar merkezi -Kabalak- şehrinde) -Albanya-Katolikosu” iken, kuzeydeki komşu “Hunlar-Ülkesi”ne müridleriyle giderek, büyük bir iman ve gayretle, orada Hıristiyanlığı benimsetip yaymağa çalışıyordu. Ancak, atalarının dinine bağlı ve “yağmayı haram kılan hazreti İsa’nın dininden ürken Hunlar”, bir casus-ajan saydıkları “Aziz-Grigor”u yakalayıp, mezalimle “Şehid” ettiler (Dağıstan-Demirkapı/Derbend’i yakınındaki “Sultan Dede-Korkud”un, çok ziyaretçisi olduğu, -Derbendname-deki, 1092’lerde biten arapça tarihten tercümedir, -1638’de Alman Elçisi Adam Olearius, 1647 de Evliya-Çelebi tarafından anlatılan “Kabri”, buna aittir[98].)

Alban Katolikosu’nun “Şehid” edilmesinin arkasından, 331’lerde, “Paytakaran” (Mugan bölgesi) Beği -Sanatruk- da denen “Sanesan”, ordusuyla Aras yukarılarını elegeçirirken, onun müttefiki “Kuzeyliler” de akın ederek, Kür boylarını ve sonra güneyi istila ile vurup yağmalıyorlardı. Bu sırada, Katolikos Aziz Vartan (330-338) ile II. Khosrov, korkulu zamanlarda hazine ile harem halkının korunduğu, Bagratlıların mülkü ve alınmaz sayılan Taryun (Doğubayazıtı kalesine sığınmışlardı. Orduyu toparlayan kahraman Başkumandan Mamıkonlu Vaçe, düşmanları önce, (Kars-Göle ilçesindeki) “Boğa-Tepesi” yanında bozguna uğrattı. Sonra da, Valarşabat kuzeyinde Oşakan’ın kayalık kesiminde yetiştiği Sanesan/Sanatruk’un asıl kuvvetini yenerek, onun da başını kesti, Kıral Khosrov’a gönderdi. Mamıkonlu Vaçe, bu büyük fedakârlık ve hizmetleriyle, hem ülkeyi, hem de yıkılıp silinme korkusu geçiren Hıristiyanlığı kurtarmış oluyordu. Kendisine sunulan Sanesan’ın kesik başını gören II. Khosrov. “O, benim akrabamdı diye ağladı” ve saygı ile gömdürdü[99]. Taş-Oğuz Beğleri, atlarından inip, “Kazan’ın ayağına düşdüler”: suçları bağışlandı; İç-Oğuz’dan Bayarak’ın, “kanı alındı”. “Dedem-Korkut  (hanedanı timsali), Aziz-Grigor oğlu Katolikos Aziz Vartan’ı gelüben, şazılık çaldı; soy soyladı, Gazi (Alp) -Erenler başına ne geldügin aydı-verdi[100]”.

Alban Utilerine gelince, bunların bir İşguz topluluğu olduğu düşünülmektedir. Bu görüşü ilk kez Z.V. Togan öne sürmüş ve onları Antikçağ müelliflerinin eserinde geçen Utidors’larla aynı topluluk hesap etmiştir. Utidors adı Utidur adının Yunanca bozulmuş biçimidir. I. Yüzyıl müelliflerinden Plinius onları İskitlerden bir boy olarak göstermektedir. Plinius’a göre, Albanya’da oturan Utilerin kuzeyinde Utidors adlı bir kavim oturmaktadır. Utidurlar bir İşguz kavmi olarak geniş bir coğrafyaya yayılmışlardır[101].

Utiler, İslâmî dönemde, Bâbek’e yardım ettikleri için, kendilerine Uz denilmiştir. O dönemde bunların, Türklerde olduğu gibi, Tarhanları da vardı. Bugünkü Udinlerin, eski Uzlarla münasebetlerinin bulunup, bulunmadığı kesinlik arz etmiyor. Ancak, Hazar Hakanı Harun’un mektubunda bir Hazar kabilesi olarak Avazlar ile Moğollar zamanında İlhanlıların hizmetinde bulunan Uzlar, bu Uzların bâkiyeleri olsa gerekir[102]. Uz, Oğuz sözcüğünün ya da isminin bozulmuş veya farklı dillerde yazılmış biçimidir. Uzlar, Volga ötesi Oğuzlarından bir bölümdür. Oğuzlar, Rus kaynaklannda Torçin, Tork, Torki (Türkler), Torklar adları ile geçmektedir. Bizans kaynaklarında ise -ğ- ünsüzünü bilmediklerinden ya da söyleyemediklerinden Oğuzların adı kısaltılmış, Uz olarak tarihe geçmiştir. 1050’den sonra Aral Gölü’nün kuzeyinden hareket ederek batı istikametine göçrnüşler, önlerinde olan Peçenekleri de sürerek batıya doğru ilerlernişlerdir[103].

İgor Destanı’nda (Slovo o polku İgoreve) Uzların bazı kabile adları geçmektedir. Tatran, Şelbir, Topçak, Olber (Alper), Revuga (Erboğa) … Vakayinamelerde geçen kabile adları ise şöyledir: Turpey (Turbey), Bastiy (Bastı), Kayep (Kayıoba) … Kaynaklarda Toklovin ismi ile bir topluluk da yâd edilir. Bunun karşılığı Tolmaç yani Dilmaç’tır. Bunlar Türkçe ile Rusçayı bilen ve tercümanlık yapan zümredir[104]. Ukrayna’da yani Karadeniz’in hemen kuzeyinde Uzlara yani Torklara ail çok sayıda yer adı bulunmaktadır: Torçesk, Torç, Torçikovo, Torçin, Torskoye, Torçanka, Torçitsa, Torça, Torkov, Torki, .. , bunlardan bazılarıdır. Bu bölgede çok ayıda akarsuyun adı da Oğuz Türkçesi ile adlandırılmıştır: Sula isimli nehir Salur sözcüğünün bozulmuş biçimidir. Kayala Nehri’nin adı da Kayalı’dan gelmektedir. Bu nehrin adı Oskol olarak değiştirilmiştir. Oskol ise Kayalı dernektir. Uzların Karadeniz’in kuzeyi, Balkanlar ve Doğu Avrupa’da izleri, yer adlarından dolayı, hâlâ canlıdır[105].

Rus kaynaklarındaki bilgilere göre Ruslar, Kiyev knyazı Vlademir Svyatoslaviç (980-1014) komutasında 985 yılında Bulgarların üzerine sefer düzenler, Ruslar sefere kayıklar ile gelmiştir, Diğer yandan Torklar yani Oğuzlar da atlarla nehrin kenarına geldiler ve Bulgarları yendiler. Rus kaynaklarında Oğuzlar ilk olarak böyle anılmaktadır[106].

Uzların Batıya Göçmek Zorunda Kalışı: Kimeklerin bir kolu olan Kumanlar, Oğuzların doğu sınırında yer almaktaydı. Bir Moğol boyu olan Kitanların baskısı ile Kumanlar batı tarafına, Oğuz yurduna yürümek zorunda kaldı. Oğuzlar da batı tarafında yurt tutan Peçeneklerin ülkesine girmek zorunda kaldı. Onlar, arkalarından gelen Kumanlar/Kıpçaklarm baskısıyla yurtlarından ayrılmışlar, İdil kıyılarında bulunan Peçenekler, 848’den itibaren Uzların baskısına maruz kalmışlardır. Onlar 1050’den sonra Peçenekleri İdil boyundan çıkarıp batıya doğru sürmüşlerdir[107].Urfalı Mateos çok uzak coğrafyada olmasına rağmen verdiği bilgiler diğer kaynaklar ile uyumludur. O, göçün başlangıcını 1050 olarak göstermektedir. Ona göre Yılan milleti (Kitanlar) hareket edip Khardeşler’i(Ermenicede sarışın, sarı saçlı) önlerinden sürdüler. Mahaceret eden Khardeşler de Uzlar’ı ve Badzinagları (Peçenekler olmalı) ileriye sürdüler ve bütün bu milletler müttefiken hiddetlerini Romalılara karşı çevirdiler. Mateos, bu göçlerden Bizans İmparatorluğu’nun çok zarar gördüğünü ve çaresiz kaldığını bildirir[108].

Peçenekler, Uzların baskısından dolayı batı istikametine göçmek zorunda kalmış, sonuç olarak bir kısmı güney Rusya’da kalmış bir kısmı da daha batılara göçmüştür. Onlardan Bizans Devleti’ne sığınanlar da olmuştur. Bir kısmı daha da batıya giderek Macaristan’a gidip yerleşmeye başlamışlardır. Uzların Karadeniz’in kuzeyindeki yolculuğunda, Oğuzların yani Uzların batıya doğru ilerleyişlerinin ilk kaydına yine Rus kaynaklarında rastlamaktayız. Vsevolod Yaroslaviç Pereyaslavl knyazı iken 1054 yılında Torkların üzerine sefer düzenler ve onları yener. Pereyaslavl şehri Dinyeper Nehri ‘nin doğusunda, Kiev’in güney doğusunadır. Pereyaslavl şehri ile Oğuzların eski yurdu arasındaki mesafenin çok da uzun olmadığı dikkate alınırsa onların 1054’ e yakın bir tarihte yurtlarından ayrıldığı ortaya çıkmaktadu. 1056 yılında Ruslar tekrar kalabalık bir ordu ile Voin’de Uzlara saldırılar ve onları yenilgiye uğratırlar. Voin, günümüzde Romanya sınırları içerisinde, Tuna’nın kuzeyinde yer alan Voineasa olmalıdır. Bu durumda Uzlar bir yıl içerisinde Bükreş’in batısına geçmişlerdir[109].

Balkan Albanyası

Arnavutlar (Albanlar), ünlü Pelasgların torunlarıdır. Pelasgların antik dönemlerde Epir, Makedonya, İlirya, Yunanistan (Hellas ve Mora) ve İtalya’nın önemli topraklarında yaşadıkları söylenmektedir. Yunanistan’da Pelasgların, Pelasg unsurlarının üzerine Helenik unsur yerleştirildiğinde Helen dilini benimsedikleri bilinmektedir. Albanya’da (Güney İlirya ve Epir) Pelasg unsuru Slav unsurunu geri püskürtmüş veya asimile etmiştir. Yunanistan’a yerleşen Pelasglar ise şu anda Aetolia, Acarnanya, Lakonia ve Messinia hariç, ister anakara Yunanistan’da, ister Mora yarımadasında olsun, bütün Helen eyaletlerinde yaşamaktadır. Attika, Megaris, Argolis ve Boiotia’da nüfusun büyük çoğunluğunu oluştururlardı. Son olarak Hidra, Spetzia, Poros ve Salamis adaları, Eğriboz’un güneyi ve Andros adasının kuzey kesimi yalnızca Albanlar tarafından meskûn edilmişti. Ayrıca, “Proto-Albanca,” “sadece Proto-Roma ve Proto-Grek ile çağdaş olmakla kalmıyor, aralarında bir birlik vardı ya da başka bir deyişle, üç halkta benzer olan şey aynı unsurdan, Pelasg unsurundan geliyordu[110].  Güney İtalya’daki Albanlar kendilerine ataları olarak Homeros’un Pelasglarını veren görkemli keşiflerle haklı olarak gurur duyuyorlardı. Bu Pelasglar, Helen mitlerinde “aydan önce” doğdukları söylenen, “dünyadan doğan ilk insan” Pelasgos’un oğullarıydı ve “güneşin gördüğü ilk Lyceum’u (Eğitim Merkezi-Lise)” inşa etmişlerdi[111].

Şemsettin Sami de “Tüm dünya en eski atalarımıza Pelasg adını verir ki bu da daha sonra bize gelen atalarımızdan kalmış bir kelimedir. Onlar atalarına Plak ya da Pleq (Plak-İhtiyar, Pleq-İhtiyarlar) demişlerdir. Ne olursa olsun bu halk, tarihleri boyunca doğu Avrupa coğrafyasında daha büyük, daha güçlü ve daha genişti. Balkan’ın tümünde ve Tuna’nın ötesinde Macaristan, Hırvatistan vd. yer almaktaydılar. Ayrıca Yunanistan ve Küçük Asya’nın, yani Anadolu’nun batı kısmı Pelasgların, eski Arnavutlar’ın bölgeleriydi. Pelasgların bazıları Adriyatik denizini aşarak, İtalya’ya gittiler ve Etrüskler, Latinler ve İtalya’nın halkları Pelasg soyundan gelmişlerdir”demektedir[112]

Şemsettin Sami bu coğrafyayı ve halkını şu cümlelerle anlatır: “Tüm Arnavutların yaşadığı bölgeye Arnavutluk denir. Arnavutlar Avrupa’nın en eski halkıdır. Belirgin bir biçimde görülüyor ki Asya’nın ortasından Avrupa’ya ilk gelen onlardır; bu bölgede duvar örerek ev inşa etme ve arazileri sürme, ekme ve hasat toplama yöntemini ilk onlar getirmiştir; çünkü onlardan evvel Avrupa’da yaşayan insanlar mağaralarda ve ormanlarda yaşıyor, yaban ağaç kabukları ve av eti ile beslenerek vahşi bir hayat sürüyorlardı. Bundan dolayı eski atalarımıza “Arbënë” (Arbını) denmiş, Toskaların yaptığı gibi “n” harfini “r” harfine dönüştürerek, bugün de kullandığımız gibi “Abërë” şeklini almıştır. Yani o zamandan beri bu halka Arbënë ya da Arban derler ki, bu da arazileri süren, toprakta ekip hasat toplayanlar anlamını taşır. Romalılar bu kelimeyi “Alban” olarak değiştirirler ve onların yaşadığı bölgeye de Avrupalıların bugün kullandığı gibi “Albania” adını verirler. Sonraki Yunanlılar ise “l” harfini “r” harfine dönüştürerek bize “Arvanit” dediler ve bu kelimeden Türklerin ve Yunanlıların bize hitap ettikleri “Arnavut” kelimesini türetmişlerdir. Ancak biz Arbënë kelimesini soyumuzun tek bir dalında olan halkımız “Shqipëtarë” adını, atalarımızın taptıkları Tanrıların kutsal kuşu olan ve bayrağımızda da taşıdığımız kartaldan almışızdır. Ancak bu kelime sanıldığı kadar eski ya da daha ilk yıllarda kullanılan bir kelime değildir. Çünkü Arnavutluk’un dışında Yunanistan’da, İtalya’da ya da başka bir yerde yaşayan kardeşlerimizin bu isimden haberleri yok ve halen kendilerine “Arëbërë” diyorlar[113]”.

Daha sonra “Helen” ya da “Grek” adını almış küçük bir halk Pelasgları kovarak ya da onlarla karışarak Yunanistan’da, Ege Denizi’nin etrafında yerleştiler. Ancak burada yerleşen Helenler de, “arian” olarak adlandırılan Slavlar, Germanlar, Galliler ve Asya’dan gelen diğer milletler gibi Pelasg kökenli olup; Perslileri, Hintlileri ve Asya’nın diğer milletlerini de kapsamaktadır. Ancak biz Arnavutlarla en yakın olanlar Latinlerdir. Bu yüzden dilimiz de, kendi dilimizden ayrılmış olan İtalyanca ve Fransızca gibi dillerle benzerlik gösterir. Pelasglar güzel ve şairâne bir dine sahiptiler. Doğanın işaretlerine ve gökyüzü cisimlerine inanır; güneşe, aya, büyük yıldızlara, gökyüzüne, bulutlara, rüzgâra, denize vd. dua ederlerdi. Onların gözünde yıldırım, gök gürlemesi, şimşek gibi doğa olayları kutsallaşmıştır. Ateşi çok sayarlar ve bazen hiç söndürmezlerdi. Yönetimde ve dinde tekliğe karşıydılar, her şeyi yapan tek kişiyi sevmezlerdi; çok kişiden oluşan meclisin öğütlerini severlerdi. Yunanlıların ve Latinlerin benimsedikleri ve aynı zamanda geliştirip güzelleştirdikleri bu din, bugün dahi Avrupa’nın ve tüm medeniyet âleminin şairleri, bu güzel dinde ilhamlarını getiren duygu ve düşünceyi bulabilirler. Mitoloji olarak bilinen bu inanç şekli, atalarımız olan Pelasgların inancıdır. Pelasglar birçok kola ayrılıyorlar ve bunların en büyükleri ve en çok bilinenleri; İliryalılar ya da Liretë (Dliretë), Makedonyalılar, Trakyalılar (Trashëtë), Frigyalılar vd. Bunların arasında olan İlliryalılar ise Arnavutluk’ta ve bugün Bosna, Hersek, Karadağ, Hırvatistan, Dalmaçya vb. olarak bilinen yerlerin bulundukları kuzey kesiminde, Adriyatik denizinin sonuna kadar, Sava’nın ötesinde yer alıyorlardı; Trakyalılar da Makedonya ve Trakya’da yer alıyorlardı; Fridonyalılar ise bugün Kızılırmak olarak bilinen eski çağlardaki Alis nehrinden denizin kıyılarına kadar uzanıyorlardı. İlliryalıların; Makedonlar, Trakyalılar ve Frigyalılar ile daha yakın oldukları söylenir, ancak tüm bunlar tek bir millet idi ve birbirlerinin dillerini anlayabiliyorlardı[114].

Romalılar dönemine kadar tüm bu Pelasg milletleri birlik ve beraberlik içerisinde hayatlarını sürdürdüler. Makedonyalılar, Filip’in zamanında genişleyip büyük bir coğrafyaya sahip olmasına ve Filip’in oğlu olan Büyük İskender zamanında da, o dönemde bilinen dünyanın büyük bir bölümünü; Yunanistan’ı, Trakya’yı, Küçük Asya’yı, Pers İmparatorluğunu, Hindistan’ı, Mısır’ı vd. fethetmelerine rağmen, İllirya’ya ve Epir’e (Epirus), yani bugünkü Arnavutluk’a dokunmadı. İskender’in ölümünden sonra Makedonyalılar; Asya’da, Mısır’da ve Avrupa’da birçok krallık kurdular. Fakat birleşik durumda değil, birbirleriyle savaşarak birçok kola ayrıldılar ve kısa bir sürede gerileyerek Romalılar tarafından fethedilip Makedonyalılar’ın yerlerine yerleştiler. Frigyalılar ve Trakyalılar, Romalılarla savaşarak ya da aralarına karışan diğer milletlerle karışarak son buldular. Makedonya’da ise durum biraz daha farklıydı, ancak karışan milletler yine mevcuttu. VI. yüzyılda Bulgarlar, Tatarlar ve Slav ırkları (Sırplar ve Hırvatlar gibi), yarımadaya geçerek vahşice Balkan’a girdiler ve Makedonya’nın büyük bir kısmını alıp, Pelasglar’ı ya kovdular ya da onlarla karıştılar. Böylece İlliryalılar’ın dışında, Pelasg kökenli olan Albanların ataları ve yine Pelasg kökenli olan Makedonyalılar, Trakyalılar v.d. kayboldular[115].

İlliryalılar ve Epiruslular

Eski İllirya bugünkü Arnavutluk’un hepsini kapsamıyordu, çünkü güney sınırı Viyosa Nehri’ni geçmezdi. Ancak söylediğimiz gibi kuzey sınırı, Bosna ve diğer yerleri de kapsayacak şekilde Sava Gölü ve Adriyatik Denizi’nin bittiği yere kadardır. Viyosa Nehri’nden başlayarak Ambrakia’nın (Arta’nın) sınırlarına kadar olan ve bugün güney Toskëri denilen coğrafyaya Epir [Hipërë, İpërë ya da Sipërë (ya da bilinen ismiyle Epirus)] denmekteydi. Alt denizlerin yerlilerinin kullandıkları ve Arnavutça bir kelime olan bu ismi de, buraya ticaret için gelen Yunanlılar da kullanmaya başladılar. İllirya Krallığı ile Epir Krallığı birbirinden farklıydı. Ancak İlliryalılar ya da Epirliler, bu krallıklar altında bastırılmış veya aşağılanmış değil; tam aksine birçok sülaleye ayrılmış ve herbiri büyüklerin cemaatleri vasıtasıyla yönetiliyordu. Bunlara Plakoni ya da Pleqësi (ihtiyarlar meclisi) denilirdi. Tarihte de görüldüğü gibi, belirli bir medeniyete sahip olan bu iki krallıktan, Romalılar’ı yenerek Yunanistan’ı geri alan Epir’in (Epirus’un) kralı olan Pirrus ve Romalılar’a karşı uzun bir süre kahramanca direnen Kralliçe Teuta ve oğlu olan Gjenço gibi güçlü ve âlim yöneticiler çıkmıştır. Eski Yunan yazılarına göre; İlliryalılar ve onlar gibi olan (aynı soydan gelen) Epirliler de, bugünkü Arnavutlar gibi yaşayıp, bugün kullanılan dili konuşurlardı[116]. Plakoni ya da Pleqësi (ihtiyarlar meclisi) üzerinde durulması gerekmektedir. Romalılar’ siyasî ve idarî kuruluş şekillerinin çoğunu Pelasgların akrabası Etrüsklerden almışlardır. Meselâ, önce Eski” Türklerdeki “Aksakallılar Meclisi” gibi bir Danışma müessesesi olup, daha sonra yasama yetkileri kazanmış olan Senato (Yaşlılar Meclisi) Romalılara Etrüsklerden geçmiştir[117]. Eski Türklerin “Töre”, Kafkasyalıların ise “Xabze” dediği toplum hayatını düzenleyen yazılı olmayan yasalar vardı. Aksakallı adı verilen deneyimli yaşlıların oluşturduğu meclis gerektiğinde toplanıp problemleri çözer. Çok önemli konularda her bireyin katıldığı toplantılarda karar verilirdi[118].

Balkan Albanlarının dili

Kâmûs-i Türkî gibi sözlük ve Kâmûsü’l-A’lâm isimli hacimli bir ansiklopedi ile Türkolojiye büyük katkılar sağlayan eserlerin yazarı Şemsettin Sami’nin (1850-1904) tesbitlerine göre. “Arnavutlar (Albanlar) dünyanın en eski ve en güzel dillerinden birisini konuşurlar. Arnavutça (Albanca) ile kardeş dil sayılabilecek diğer diller ise binlerce yıldan beri kaybolup yeryüzünün hiçbir yerinde konuşulmuyor; onların yerine sonradan ortaya çıkan ama onlardan gelen diller (zamanla değişikliğe uğramış diller) kullanılır. Arnavutça; Eski Yunanca, Latince, Sanskritçe, Eski Hint Dili vb. gibidir. Ancak Arnavutça ile kardeş ve Arnavutça’dan çok daha genç olan bu bahsettiğimiz diller, binlerce yıldan beri konuşulmuyor ve bunları sadece birkaç eski yazıda bulabiliriz. Bunlara “ölü diller” denilir ve onlardan çok daha eski olan dilimiz, halen Pelasg’ların döneminde konuşulduğu şekliyle konuşulmaktadır[119]”. Şemsettin Sami bu noktada Pelasgca’nın Ön-Türk dillerinden olduğunu tesbit edememiş olması yaşadığı döneme göre normal karşılanabilir. Hayatının son yıllarında ise klasik Türk Tarihi dönemine ait 1902’de Kutadgu Bilig[120]‘in ve 1903’te Orhun Abideleri[121]‘nin izahlı çevirilerini hazırlamıştır.

Ona göre “eskiliklerinden dolayı masal gibi gelen Pelasgların, bugünkü Albanların kullandığı dili konuştuklarını açıkça gösteren birçok bulgu ve anlatılar bulunmaktadır. Yunan ve Roma mitolojisinin sonradan aldığı ve kullandığı, tarihin sakladığı Pelasg tanrılarının isimleri ve yer adlarının Arnavutça olup, bugün konuşulan Albanca, bu dili binlerce sene evvel Pelasgların kullandığını gösterir. Arada hiçbir fark yoktur ya da değişiklikler o kadar azdır ki bugün bir Pelasg dirilirse, onunla konuşmamız bir Geg ile bir Tosk’un arasındaki konuşmaya benzer. Bugünkü dillerinin hiçbirinde bulamadığımız ve eski dillerde dahi tamamlanmamış olan bazı unsurlar vardır; Arnavut dilinin grameri, kelimelerin çok şekilliliği, bağlaçların, zamirlerin detayları ve daha birçok özellikler gibi. Tüm bunlar Arnavutça’nın eski bir dil olduğunu ve eski zamanlardan beri şekil değiştirmeden, bozulmadan ve korunmuş bir şekilde günümüze kadar geldiğini göstermektedir. Bu şekilde kendi dillerini kaybederek unutulup sönen ve aynı zamanda Pelasg yani Arnavut olan Makedonyalılar, Trakyalılar, Frigyalılar, yukarı İlliryalılar ve daha birçokları sönmüştür. İşte bu küçük yerde de (Arnavutluk’ta da) bu eski dil konuşulmaktadır[122]

Arnavutluk hakkında birçok doğrulara parmak basan Alman filolog Dr. Han (Johannas Georges von Hahn), Arnavutluk’un bir bölgesinde, üzerinde Fenike dilinin harflerine benzeyen ve onlardan alıntı yapılmış harflerle yazılı bir yazıt bulur. Ancak bu harfler daha önce görülmemiş ve Arnavutluk’ta kullanıldığına dair bir bulgu saptanmamıştır. İtalya’da ve Küçük Asya’da Angora yakınlarında (Ankara) bulunan birkaç mezar taşlarının ve yazıtların üzerinde Yunanca ve Latince değil, Pelasg soyundan gelen, yani Arnavut olan Etrüsk ve Frigyalılar tarafından yazılmış olan bu metinler Arnavut dilinde yazılmıştır. Ama yine de bunlar çok yetersizdir. Anlaşılan o ki, Arnavutlar tarihleri boyunca bildikleri harflerle kendi dillerini yazmışlardır[123].

Balkan Albanya’sının Coğrafi Konumu

“Günümüzde Albanların ataları olan Pelasglar’ın sahip oldukları geniş coğrafyadan sadece alt İllirya ya da güney İllirya, Epir ve üst ya da kuzey ile batı Makedonya kesimleri Arnavutluk’tur. Ancak bugün İllirya, Epir, Makedonya vb. yer adlarını sadece eski coğrafya kitaplarında bulabiliriz. Bugün Arnavutlar’ın yaşadığı yerin ismine “Shqipëria” (Arnavutluk) denir ve yabancı dillerde “Albania” olarak geçer. Arnavutluk, Balkan Yarımadası’nın bir parçası olup, Avrupa’nın güneydoğusunda yer almaktadır. Bu yarımadanın orta batı kısmında ve İyon ile Adriyatik denizleri boyunca 42°’den başlayarak 32°’ye, yani Arta şehrinin sınırına kadar uzanmaktadır. Arnavutluk’un kuzey sınırları ise deniz kıyısından başlayarak Karadağ ve Novi Pazar sınırlarından geçerek, Sırbistan sınırına, yani 43°’nin üstünde bitmektedir. Güney sınırları Arta Nehri’nin kuzey kıyılarında başlayarak Yunanistan’da bulunan Zhigo’ya kadar devam eder. Doğu sınırları da Sırbistan’ın Vranya şehrinden başlayarak Yunanistan’ın Zhigo Dağı’na kadar olan bölgedir. Bu sınır çizgisi dağ etekleri arasında, nehirlerin ayrıldığı ve mümkün olduğunca burada yaşayan milletleri gözetlemek, yani onları da içinde barındırarak Arnavutluk’un diğer Yarımada bölgelerinden ayırmaktadır. Böylelikle Arnavutluk 39° ile 43° meridyenleri arasında, 17° ve 19° 25° Doğu basamağında yer alır”[124].

Harita 3. Balkan Albanyası (Arnavutluk Haritası) (De Beauvau 1619: 11)[125]

17. yüzyılın başlarına tarihlenen bu gravürün, Baron Henry De Beauvau’nun “Voyage du Levant” adlı eserinde yer almaktadır. “Arnavutluk”un (Balkan Albanyası’nın) “ilk coğrafi çizim” olduğu varsayılmaktadır. Harita, ülkenin kuzeyindeki İşkodra’dan, güneydeki Duraz’a, yani Dıraç’a kadar ana yerleşim yerlerini gösteren numaralandırılmış topografik işaretlerle donatılmış ve özet bir tarihsel-ahlakî taslağı anlatan birkaç satırla desteklenmiştir[126].

Arnavutluk eyaleti büyük ve verimlidir, özellikle Kuzey’e doğru insanlar, İskender Beyin(1405-1468) liderliğinde temel değerleri göstermiş olmaları nedeniyle çok savaşçıdır. Osmanlı-Türk Devletini yenmişlerdir.  Dilleri Yunancadan farklıdır.  Fakat iş yapma biçimleri ataları İskitlerinkine benzer. Bu bölgedeki başlıca yerler Duraz [sic] ve Valone kasabalarıdır. Antiklerin Dirrachium [sic] veya Epidaurum adını verdiği Duraz çok meşhurdur. Eskiden limanı nedeniyle Romalılar tarafından sıkça ziyaret ediliyordu. Cicero[127](M.Ö. 106-M.Ö.43), Mektuplar’ında buradan sürgün hayatı boyunca kendisine büyük dostluk gösteren bir şehir olarak bahseder. Balkan Albanya’sında Osmanlı-Türk Devletine karşı 15. yüzyılda uzun süre Arnavutluk’un bağımsızlığına direnen İskender Bey’in figürü önemlidir. Ülkenin tamamında (kuzeyden güneye) Albanların İskitlerden, yani kabaca Karadeniz ile Hazar Denizi arasındaki bölgelerde yaşayan halkdan geldiğine dair oldukça çarpıcı ifadeler yer almaktadır[128].

Michael Grant, Demir Çağı başlangıcında İtalya’ya göçen İliryalıların geleneksel görüşte, Etrüskler gibi Anadolu’dan geldiklerinin kabul edildi­ğini, ve onların ölülerini gömdüklerini ve Hint-Avrupalı olmayan bir dille konuştuklarım yazar. Hakikaten, isimlerinde bulunan “İl” kelimesi, Truvahlann kendi memleketlerine yani Truva’ya verdikleri isim­den başka bir şey değildir. Bu adı kullanarak Homeros meşhur İliad (İlyada), yani “İl’in destanı, Truva’nın Destanı” adlı eserini yazmıştır. Latin­ce İl-ium (“Truva”) da İl kökünden çıkmıştır. Diğer bir ifade ile İliryalıların Kuzey İtalya’da yerleşmiş bir Truva kolonisi olduğunu söyleyebiliriz[129].

Böylece, onların kendilerine verdikleri isim olarak bir “İlir” kelimesine sahibiz. İllyr/İlir [“(Ana) Vatan’ın eri; Truva erleri”], İlir < Türkçe İl-er “İl’in (Vatan’ın) eri; İl’in (Truva’nın) erleri, Truvalı yiğit”: Türkçe il “memleket,” ve erler “adam; erler; yiğit.” Herodot, İlirya’dan [yaklaşık bugünkü Bosna] çıkan, kuzeye akıp Brongus [Sava] ile birleştikten sonra Tuna’ya karışan oldukça büyük bir Angrus [şimdiki Drin, veya az ihtimalle Bosna] ırmağından söz eder.[130] Angrut(s) kelimesi, Ankara (Engürti) kelimesinin Latincesi olan Ankyra kelimesine çok benzemektedir. Ankyra, Kral Midas’m kurduğu bir Frig şehri idi. Böylece, Angru(s): (1) < Türkçe-Sumerce Ong-kur “sâlim (iyi) dağ,” veya An/Ong-kır-ı “Tanrı dağı; selâmet kırı (ovası); bereketli kır”; (2) < Ogurca On-gur-a “On-Ogur memleketi”; veya (3) < Türkçe En-gür-ü “(her şeyin) en bolu”: Sum. kur “dağ,” Türkçe kır “kır, basık dağ, açık yer” (DLT), Sum. an “tanrı, gök,” Türkçe ong “iyi, bol, bereketli”; “sâlim; selâmet” [131].

Bazı araştırmacılar Arnavutlar (Albanlar), Arnavut dilinin, eski Trakya ve İlirya dilleriyle Frig ve İskit dillerini içeren ve genel olarak “Thrak-İlir” diye adlandırılan bir büyük dil grubunun bakiyesi olduğunu düşünmekte­dirler (EncyAm, Languages of the World). İliryalıların Hint-Avrupalı ol­mayan bir dille konuştuktarı, ve İskitlerin ve Friglere yakın akraba olan Etrüsklerin, ve yine Trakya kavimlerinin çoğunun Türkçe-konuşan halklar oldukları hatırlanırsa, Arnavut dili üzerinde çok daha dikkatli bir araştırma yapmanın gereği ortaya çıkmaktadır[132].

Tarihlerde İliryalılara ait çok az bilgi vardır. Onların tarihlerini anlaya­bilmek için belki biraz ileri tarihlere, meselâ Slav Sırp istilâsı zamanına git­mek; Doğu Roma İmparatorluğunun Yunan Ortodoks halkı ile Anadolu’nun muhtelif doktrinlere bağlı yerli halkı arasındaki uyumsuzluğu incelemek gerekiyor. Bu doktrinlerden biri, 381 yılında İstanbul’da toplanan ikinci ruhani meclisince menedilen fakat yerli halk arasında yine devam eden Arianizm doktrini idi[133].

Aryanizm’den etkilenen diğer bir Suriye-Anadolu doktrini olan Nesturîlik genelde şu üç özelliği taşıyordu: Hazreti İsa, biri Kelâmullah, Tanrının Kelâm’ı, diğeri ise insan olmak üzere, ancak manevi bir bağla birbirine bağlanan iki kişiliğe sahiptir. Meryem de Tanrının değil İsa’nın annesidir. Nesturîlik, 431 yılından sonra, Ortodoks Bizans Devleti­nin gazabına uğrayınca, Anadolu’nun doğusuna kaydı. Daha sonra İran’a, Mezopotamya’ya ve Asya’da Moğolistan’a ve Çin’e kadar yayıldı[134].

Antakya’da, Edessa’da (Urfa) ve Nizip’te Nesturîler, Aramî dilinde tarih, tıp ve felsefe üzerinde ekol yarattılar. Onlar, daha sonra gelen Müslüman- Arap medeniyetinin nüvesini teşkil ettiler ve çoğu Araplaştılar. Bizans tarih, kültür ve kilisesi üzerinde incelemeler yapan Heinrich Gelzer’e göre,’ “Anadolu halkı eski çağlardan beri dinlere karşı büyük bir heyecan göstermiştir… Çektikleri sıkıntılarla bunalan taşralılar için kilise başvurulabilecek en son sığınak olmuştu”… (Nesturîler’in dininden kay­naklanan bir grup olan) Paulikian (Pavlâki) mezhebi VIII. ve IX. yüzyıllar­da tesir sahasını Müslüman Malatya emirlerinin hududuna kadar Doğu Anadolu’da genişlettiler. Bizans ordusu 872 yılında merkezleri Teprike’yi (Divriği) basarak ileri gelenlerini öldürdü ve mezhep mensuplarını dağıttı. X. yüzyılda Balkanlara sürülen bir kısmı da hâlâ geçerli olan Bogomil mezhebinin tohumlarını attılar… [135].

Pavlikan, Paulicianism, Paulikianer, Polisyenlik, Pavliniki, Pavlusçuluk, Pavlosyen, Paulisianizm, Pavlakiler, Paulikianos, Arap dilinde Beyalike, Beylikan terimleri onlarla ilgili kullanılan isimlerden bazılandır. Ancak onlar bu adı kendileri için kullanmamışlardır. Kendilerini sadece “evrensel havari kilisesinin üyeleri” diye nitelendirdikleri nakledilmektedir.  Araştırmacılar bu adın kökeni ile ilgili farklı görüştedirler.  Tartışmalar daha çok Paul ismi üzerinde yoğunlaşmıştır. “Paul” kökü, bazan Aziz Paul’la, bazan da kaynaklarda adı geçen, Maniheist olduğu iddia edilen Kallinike isimli bir kadının iki oğlu John ve Paul’ dan biri olan Paul’la ilişkilendirilmek istenmiştir. Ayrıca III. yüzyılda Antakya Patriği olan Samsat’lı Pavlus ile de bağlantısı olduğu düşünülmektedir[136]. Gerek Kilise otoritelerinin, gerekse siyasi oteritelerin bu adı onlara küçük düşürücü bir niyetle verdiklerini de hesaba katarsak, anlam itibariyle “Pavlikan” (Pavlaki) (Paulikian) kelimesinin “Zavalı Paul’un takipçileri” manasına gelebileceğini düşünebiliriz[137].

20. Yüzyıl araştırmalarında Bizans heretiklerinin ortaya çıkışıyla ilgili üç nokta üzerinde durulur. Birincisine göre; heretik gruplar(Pavlosçular, Bogomiller, Katharlar, Albigenler, Paterenler vb.), feodal kesimin baskısına karşı, emekçi sınıfların tepkisi sonucu doğmaktadır. İkinci yaklaşımda; heretikler etnik ve coğrafi etkeniere bağlıdırlar. Bu bağlamda onlar, Ermeniakon, Bulgar veya Phrigya bölgeleriyle birlikte düşünülür. Mesala XII. yüzyıldan sonra Pavlikanlarla sıkı bağlantısının olduğu öne sürülen Bogomilizm hareketi, Slav çevreleri ile ilişkilendirilmişdir. Montanistlerin Phrigya dağlık bölgesiyle bağlantılan kurulmak istenmiştir Phrigya aynca diğer heretiklerden Novatyanlar, Sabellianlar ve Athinganoilerin de çıkış noktası olarak gösterilir. Üçüncü olarak da heretikler(Hristiyan klişesinin Ortodoks doktrinin karşısında olanlar), Maniheistlerle veya Gnostik denilen, düalizm(Birbirine karşı iki zıtlık, iyi-kötü, ruh-beden, aydınlık-karanlık) ile sıkı bağlantısı olan fırkalarla ilişkilendirilmişlerdir. Bunlar arasında sonuncusu en yaygın alanıdır. Eğer bir grup, heretik olarak nitelendirildi ise, doktrininin içeriği çok fazla hesaba katılmadan Maniheist damgasını yemiştir Pavlikanlar, başlangıçtan itibaren Ermeni millî ve coğrafi unsuru ile iç içedirler. Bizans döneminden sonra da grubun bu bölgede varlığını sürdürdüğü, birçok yazar tarafından kabul edilmektedir[138]. Fakat kendilerine “Hay” diyen Ermeniler, Armenya coğrafya adını ve yabancıların kendilerine verdiği “Armen/ Ermeni” ismini hiçbir zaman benimseyip kullanmamışlardır[139]. Kırzıoğlu’na göre Armenya (Ermenia), Anadolu ve İran’ı dolaşıp tanımış olan Halikarnaslı (Bodrum) Herodot  (M. Ö. 485- 424) ile Yeşilırmak üzerindeki Amasya’dan yetişme Strabon (M.Ö. 63-M.S. 23) un açıkça belirttiği gibi yukarı el “ülke” anlamında bir coğrafya adıdır. “Arami dilinde Armenya Yukarı il, yüksek ülke demektir. M.Ö. 188- 159 yıllarındaki genişlemeden önce, Dicle başlarıyla Kızılırmak kaynakları ve Karasu/ Fırat’ın ilk büyük dirseği arasında küçük bir bölgeydi. Ancak bu tarihten sonra Hazar (Kaspian) denizine kadar ki bölge’de Armenya’ya dâhil edilmiştir. Eski Yunanlı ve Romalı yazarlar Bizans ve İran kaynaklarının coğrafyaya göre andıkları Armanian/ Armani Araplar ile onlardan bu adı öğrenen Selçuklular ve haleflerinin Ermeni= Ermenli dedikleri 301’den beri Hristiyan olan kavimler topluluğu coğrafyadan gelen bu adı asla benimsememiştir. Onlar 286’dan 405 yılında Mesrop alfabesi icat edilinceye kadar ki Yunanca Latince ve Süryanice yazılan “Arşaklılar çağı kronikleri”nde kendilerini daha çok ülkenin M. Ö. VII. yüzyıldan beri hâkim unsuru Sakalar’ının adıyla Aşkenaz milleti/Uruğu ve M.S. 52-423 arasında Khorasan’dan gelme hâkim sülaleye göre “Torkomyan (Toraman/ Türkmen) Torkam ırkı diye anmıştır[140].” Kendisi Trabzonda bulunan Prof. Dr. Mehmet Bilgin bir hatırasını şöyle nakletmektedir: “Dedem ticarî nedenle Erzurum’da yaşamaktaydı. Erzurum’a gitmeye hazırlanırken, “Yukarı gideceğim” derdi. Ben Erzurum’a gittiğim zaman evde, “Aşağıdan yeni geldi.”,“Yarın aşağıya gidecek.” denildiği zaman Trabzon kast edilirdi[141].

Harita 4. Pavlosçuluk akımının Anadolu’dan Balkanlara doğru yayılması[142]

Anadolu 7-8. yüzyıllarda zuhur eden ve Hıristiyanlık içinde önemli bir heterodoks mezhep olan Pavlusçuluğa ev sahipliği yapmıştır. Bizans İmparatorluğu’nun yaptırdığı kovuşturmalar ve doğal yollardan Balkanlara geçiş yapan Pavlusçular, burada Balkan milletlerinin düşüncelerini bünyelerine alarak Bogomil denilen yeni bir mezhep inşa etmişlerdir. Bogomiller bilâhare – Katharlar, Albigienler, Babunlar, Poturlar gibi pek çok farklı isimle Avrupa ve Asya’da muhtelif mekânlara dağılmışlardır. X. yüzyılda, siyasî ortam olarak Bizans’ın ihdasından beridir gerek barbar akınlarının gerekse de sonraki yüzyıllarda Türkî-Slavyan halkların yerleşmeye başladığı Balkanlarda yeni bir mezhebin geliştiğine şahit olunmuştur. Bulgaristan’da, X. yüzyılın ikinci yarısında Bogomil adında bir rahip, fikirleri hem Kilise mahfillerinde hem de siyasî alanda büyük sonuçlar doğuracak yeni bir düalist öğreti sentezlemiştir. Elbette Konstantinopol ve mahallî dinî liderler bu yeni mezhebe cevap vermekte geç kalmamışlardır. Bogomil’in öğretilerine karşı ilk reaksiyon -yol açabileceği tehlikelerin boyutlarına binaen hakaret dolu olarak- Patrik Teofilakt’dan gelmiştir. Ayrıca Bogomiller, Bizans tarafından maruz kaldıkları takibatlardan sonra yayıldıkları geniş coğrafyaya nispetle çok farklı isimlerle anılmışlardır. Bu isimlendirmelerden “torba taşıyanlar(scripbearer) veya phundaites” sözcükleri de bulunmaktadır[143].

Bogomilizm, Bizans ve Balkanlar’da kilise, devlet, edebiyat, din ve folklor alanlarında etkili olmuş bir dini harekettir. Ancak Bogomilizm’le ilgili olarak kapalı ve yarı kapalı birçok mesele bulunmaktadır. Bu arada Batı’daki Bogomillik çalışmalarının geçmişi de çok uzaklara gitmemektedir. Konuya dini, felsefi ve tarihi açıdan yaklaşmak ve bunlarla ilgili araştırmalar yapmak gerekmektedir. Tarihçilerin en çok merak ettikleri bir konu; Bogomilizm’in bir fay hattı gibi Doğu’dan Batı’ya dogru yüzyıllarca etkili olması ve Ortaçağ’da küresel bir etki bırakmış olmasıdır. Bogomilliği tam olarak anlamak için 3. yüzyılda yaşamış olan Mani’nin ögretilerinden, 13. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan Albigenler’e kadar kapsayıcı bir araştırma yapılması icap etmektedir. Çünkü onlar ilk başta Pavlikanlar adıyla yaşadıkları Doğu’dan sürüldükten sonra Batılıların, yani dindaşlarının Haçlı Seferleri’yle karşılaşmışlardır. Bogomillik 10. Yüz yılda ortaya çıkmış ve Osmanlıların Bosna’yı fetihleriyle birlikte tarih sahnesinden çekilmiş olan ve heretik sayılan bir dini akımdır[144].

Pavlikanların doğuş yeri Batılı yazarlar tarafından Ermenistan gösterilmekle beraber, Pavlikan liderlerin taşıdığı Silvanus, Titus, Timotheos, Epaphroditos ve Tychikos gibi isimlerin açıkça -şahısların kökeni ne olursa olsun-Ermenice olmadığı ortadadır[145]. Garsoian’ın Pavlikanlar ile ilgili en eski kaynaklardan olan Thophanes Continuatus’tan aktardığına göre, Balkan Pavlikanlarının liderlerinden hiç biri Ermeni ismi taşımamaktadır. Yine o, Anna Kommena’nın Filibe’deki Pavlikan ve Ermenileri birbirinden ayrı iki grup olarak bahsettigini söylemektedir. Pavlikanlar’ın bu anlamda dışarıya açık diğer birçok heretikler ile hatta Yahudilerle (Hazar Türk Yahudileri) ilişki içinde oldukları, Peçeneklerle evlilik ilişkilerinin bulunduğu da nakledilir. Bulgar yönetiminin Bogomillere yaptığı gibi Ermeni Millî Kilisesinin önde gelenleri de, onları desteklemek şöyle dursun, siddetle afaroz etmişler ve sürekli takibatlara uğratmışlardır[146].  (Anadolu’da) da yüzyıllar süren mücadeleler sonucu, çok kritik bir noktada, tam İran-Arap-Bizans hududunda yerleşmiş olan Ermeni kilisesi hariç diğer muhalefetler hemen hemen ortadan kalktı. Taşra halkı, içinde kendi inancını sürdürmeye devam etti[147] .

Anna Komena’nın (doğ.1083) kaydettikler ile bakarsak, Bogomillerin XI. ve XII. asırlarda İstanbul’da bulunduklarını görürüz. Bu onların sadece Slav köylüleri oluşmadıklarının bir göstergesidir. Phirigya ormanları ardına kendilerini gizleyen Montanistler bile, Kartacalı Tertullian gibi ileri seviyede eğitimli insanları, kendi taraflarına çekebilmişlerdir. Bunun yanında kaynakların bildirdiğine göre, Montanistlerin kendi aralarında son derece demokratik ve insanlar arası eşitliğe dayalı bir toplum düzeni oluşturdukları göz önüne alınırsa, heretiklerin hiç de alışageldiğimiz anlamda kırsal kesim anlayışına sahip olmadıkları sonucuna varılabilir. Dağlık bölgeleri karargâh edinmelerinin altında kendilerini güvenceye alma kaygısının yattığı kolayca anlaşılır. Baskılar bu tür grupları dağıttığı zaman tabii olarak kendilerini koruyacak yerler ararlar. Pavlikanların biyografilerinde de bunu açıkça görebiliriz. Baskılar onları Anadolu’da Sivas Divriği gibi sarp kayalıklı bir coğrafyayı yurt edinmeleriyle gelen her türlü saldırıya çok sert yanıtlar vermelerine itmiştir. Garsoian’un aktardığına göre Chelstov, “Pavlikanlar Üzerine” adlı eserinde, Pavlikanların kökeninin her hangi bir heretik bir ilk dönem zümresine dayanmadığını ileri sürmektedir. Chelstov’a göre Pavlikanların düalist anlayışa sahip bir mezhep olmaları bir yana, onlar hakiki bir dini oluşum bile sayılmazlar. O’na göre Pavlikanizmin ortaya çıkışının temelinde din adamı sınıfı ile avam kesim arasında VII. Yüzyılda imparatorlukta ortaya çıkan kırılmalar ve sorunlar yatmaktadır. Böylece ortaya çıktığı ilk yüzyılda Pavlikanizm, doktrin açısından hiçbir heteredoks özeliğe sahip değildir. Pavlikanlar yalnızca, kutsal metinleri birlikte okumak ve yorumlamak için bir araya gelen insanların oluştırduğu sade bir cemaattir. Bu cemaat, IX. yüzyıl başlarında ilk kez, Sergius’un önderliğinde tam bir grup olma yoluna girmiştir. Sergius’un reforme etmesiyle birlikte cemaat, Ortodoks hiyerarşisine şidetle karşı çıkmış ve heretik bir kimliğe bürünmüştür[148].

6. yüzyılın bazı doğulu patriklerinin Pavlikanların menşeini, her iki grubun da ikon karşıtı olduklarını delil göstererek Montanistlerle irtibatlandırdıkları görülür. Hıristiyan olmadan önce pagan bir din adamı olan Montanus tarafından kurulan bu akım, çok erken bir dönemde, II. Yüzyılda, Phrigya, Kapadokya, Kilikya, Lycaonia (Denizli yakınları) ve Galatya bölgesinde etkili olmuştur. Montanistler Anadolu’nun en eski yerli heretiklerinden sayılır lar. Roma’ da Hıristiyanlığa müsamaha gösterildiği ilk zamanlarda, bu bölgelerden taşarak farklı yörelere dağılma imkânı bulmuşlardır[149]. Kartaca’nın ünlü teoloğu Tertullian (M.S.190-230) da bu akıma mensuptur. Pavlikanlarla Montanistlerin ilişkilerine gelecek olursak; IX. Yüzyılın başında büyük Pavlikan lider Sergius’un Montanist Leo ile işbirliği yaptığı gelen bilgiler arasındadır. Montanistler de Pavlikanlar’da olduğu gibi Ortodoks klerjiyi (ruhbanlığı) tamamen reddetmişlerdir. Bu yüzden katı teoloji konusunda az da olsa Pavlikanların, Montanistler’ den etkilenmiş olabilecekleri düşünülebilir. Lider Sergius’un Montanist Leo ile mektuplaşması her iki kilisenin birbiriyle ilişkileri olduğunun göstergesidir. İ.S. 722’de Montanistleri bitirmeye yönelik en şiddetli baskıdan sonra grubun iyice dağıldığı ve geriye kalanların bir kısmının Firigya ve Lycanoia bölgesinde yine Athinganoi diye · anılan heretik bir gruba, bir kısmının da Pavlikan saflarına geçtiği imkân dâhilindedir. Montanistlerin kadın papazlara sahip oldukları ve seçkin diye niteledikleri kimseleri Faraklet olarak degerlendirdikleri bilinmektedir[150]. Faraklet Yuhanna İncili’nde (14:16, 15:23-27) geçen ve genelde “teselli edici” olarak çevrilen bu kelime hakkında değişik bir çok spekülasyon vardır. Hıristiyanlar bunun Kutsal Ruh’un lakabı olduğunu veya bizzat Mesih’in kasdedildiğini öne sürmektedirler. Müslüman âlimler ise kelimenin Aramice kökeninden yola çıkarak, “Periklit”, yani methedilmiş anlamına geldiğini, Arapça karşılığının ise Ahmed olduğunu savunurlar. Paraklit ise bunun Yunancaya çevrilmiş halidir. Kur’an’da Saf Suresi 6. ayette geçen İsa’nın kendinden sonra gelecek olarak müjdelediği, Ahmed isimli peygamberin geleceği ifadesini bununla isbat ederler[151].

Ayrıca birçok heretik akımın yanında Ermenistan’da Ortodoks din adamlarının en fazla tepkisini çeken iki grup, Messalianlar ve Borboritler olmuştur. “Euchite” olarak da bilinen Messalian kelimesi, dua edenler veya namaz kılanlar anlamına gelmektedir. Kaynaklara göre Messalianlar köken olarak Mezopotamya’dan gelmektedirler. IV. yüzyılda Urfa civarında ortaya çıkmış ve V. Yüzyılda Lycaonia, Pamhliya, Lycia, Kapadokya ve Pontus yörelerine kadar daha birçok yere yayılmışlardır. Messalianlar, 431 Efes Konsili’nde aforoz edilmişlerdir[152]. Mesalianların  (Messalian kelimesinin Süryancadan geldiği ve bunun arapçada oldugu gibi salat dua kelimesinden türediği, arapçadakine benzer “Musalliyun”, yani dua edenler anlamına geldiği belirtilir) Ermeni kilisesi için ne derece tehdit unsuru olarak görüldüğünün ifadesidir. Hatta IV. yüzyılda doğudan Trakya’ya kaydırıldıklan, orada varlıklarını uzun süre korudukları ve VIII. ile IX. Yüzyılarda getirilen Pavlikan sürgünleriyle birleşerek, Balkanlarda Bogomilizmin temelini atıkları kaydedilmektedir[153].

Peçenekler ve Bogomilizm

Akdes Nimet Kurat’a göre, Peçenekler 8. ve 11. asırlarda, önceleri Balkaş Gölü civarında, aşağı Sır Derya ile İdil (Volga) boylarında, sonraları Güneydoğu Av­rupa ve Balkanlar’da yaşamış olan göçebe bir Türk kavmidir. Pe­çenekler, Kumanlar ve Uzlar 11. ve 12. yüzyılda, aynı soydan olan Müslüman Osmanlılar ise, 14. yüzyılda Balkanlar’a gelmişlerdir[154]. Peçeneklerle ilgili en eski bilgiler 745 tarihli Tibetçe bir bel­gede (Be-ça-nag) pe-ça-naglar, şeklinde Uygur, Karluk ve Türgişler ile birlikte zikredilmektedirler. Peçeneklerin bir kısmı, 11. ve 12. yüzyıllarda Macaristan’da, bazı zümreleri ise Güney Doğu Avrupa, Balkanlar ve Anadolu’da yerli unsurlar ile karışarak müstakil ulus yapısını kaybetmiştir. Burada yerli unsurlarla karışarak Slavlaşan bu Peçenek bakiyesi unsurlar Hazarların Musevi olmalarına benzer tarzda Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlığın mücadele alanı olan böl­gelerinde Asya’dan getirdikleri Manici Bogomillige sığınarak diren­meye çalıştılar[155].

Peçenekler hakkında en önemli ilk bilgileri veren kaynakların başında Anna Komnena’nın kitabı “Alexiada” gelmektedir. Bilindiği gibi bu eser aynı zamanda Bogomiller’e ilgili ilk kaynaklar­dan biridir. Bizans imparatoru Aleksius Komnenos’un büyük kızı Anna Komnena (dog. 1083) tarafından yazılan kitap sadece Peçenekler değil, Kumanlar ve bilhassa Anadolu Selçukluları tarihi ile I. Haçlı Seferine ait çok enteresan ve önemli malumat içermektedir. Anna konumu gereği, kitabını yazarken saray arşivinden ve diğer evraklardan faydalandığı gibi, olaylara katılmış olan kişilerle de di­rek temas kurarak sözlü bilgi de elde etmiştir. Diğer yandan kendi­sinin gördüğü ve işittiği şeyler de eserde önemli bir yer tutar. Bu iti­barla Anna Komnena’nın eseri, ihtiva ettiği devir için büyük bir kıy­meti haizdir. “Alexiada”da Peçenekler’den çokça söz edilmektedir. VI. kitabın 14. bölümü, VII. kitabın 11. bölümü tamamen ve VII. kitabın ilk üç bölümü hep bunlara tahsis edilmiştir. Alexiada, hemen hemen yal­nızca Bizans Peçenek savaşlarını ihtiva etmektedir. Yaradılıştan savaşçı olan Peçenekler, yaşayış tarzlarının geregi olarak askerî teş­kilatlarını da çok düzenli bir hale getirmişlerdi. Bu yüzden onların diğer ülkelere sık sık akınlar düzenlemeleri Peçeneklerin tarihinde önemli bir yer işgal eder[156].

Görünen o ki, diğer Ortaçağ heretiklerinden farklı bir karakte­re sahip olan ve savaşçılıklarıyla öne çıkan, hatta belli bir süre dev­let bile kurmuş olan Pavlikanlar, Peçeneklerle komşu olmaları ha­sebiyle onlardan bazı yönleriyle etkilenmişlerdi. Pavlikanlar da Bi­zans’a karşı isyan etmiş ve daha sonra bu hareket Batıya doğru in­tikal etmiştir. Bilindiği üzere Bogomiller de Pavlikanların halefleri­dir. Hem Pavlikan, hem Bogomil ve hem de Katharlarda görülen ikili dinsel hiyerarşi Peçenekler’deki aristokrat ve aristokrat olma­yan kabile yapısından etkilenmiş olmaları düşünülebilir. Gerçi di­ğer Türk kitleleri arasında da “ak” ve “kara” olmak üzere iki zümre­nin varlığı bilinmektedir. Ancak Pavlikanlar’a en yakın kavim olan Peçenek Türklerinin bu etkilemede önemli bir etken olduğu düşünülebilir[157].

Peçenekler 9. yüzyılın ortalarında, Volga dolaylarından Karade­niz’in kuzeyine, oradan da Bizans sınırlarına kadar gelip yerleşmiş­lerdi. Bunlar bir süre sonra Bizans’ın hizmetine girerek Hıristiyanlı­ğı kabullendiler. Uzlar da onların peşinden Bizans sınırlarına gel­mişlerdi ve Volga ötesi Oğuzlarının bir bölümünü teşkil ediyorlar­dı. Bizanslılar tarafından Kumanlar olarak zikredilen Kıpçak ve Kunlar ise, Doğu Avrupa’da Uzlar’la aynı devirde görünmüşlerdi. Bunların da Balkanlar’a indikten sonra Hıristiyanlığa geçtiği anlaşı­lıyor. Nitekim Mervezî, Kunların Nesturi olduklarını kaydetmekte­dir. Peçenekler Karadeniz’in kuzeyindeki bozkırları işgal ettikten sonra Doğu Slavları ile komşu olmuşlardı ve bunun sonucunda da, her iki topluluk arasında sıkı bir temasın meydana geleceği çok ta­bii idi. Bizans imparatoru, Norman tehdidi ortadan kaldırılır kaldırılmaz Peçeneklerle savaşmak zorunda kaldı. Son on yıllar içinde im­paratorluğun üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanmakta olan Pe­çenek tehdidi, Balkan Yarımadası’nın Dogusu’nda oturan Bogomillerin, akıncı Peçenek kitlelerine yaptıkları yardımla daha da büyü­müştü. Peçenekler, uzun ve değişik tarihli bir mücadeleden sonra 1090 yılında Bizans payitahtının surları önüne kadar ilerlediklerin­de buhran en yüksek noktasına ulaşmış oldu[158].

A. Kurat’a göre, Peçenekler 950-1000 yılları arasında İdil Nehri’nin batısından Karpat eteklerine ve bir taraftan da Tuna Ovası’na kadar geniş bir alana yayılmış bulunmaktadırlar. Peçenekler (Oğuz­lar) 9. yüzyılın sonlarında Karadeniz’in kuzeyini işgal etmiş, Kiev ve Kırım sahillerine kadar dayanmışlardır. Hatta 1050’de Bizans’a karşı yürütülen Peçenek akınları Marmara kıyılarına kadar uzan­mıştır. 1080’de patlak veren büyük Bogomil hareketlerine katılmış­lar, yörede etkin rol oynamışlardır. Ancak, yerleşik hayata geçeme­dikleri için 8 urug ve 40 boydan ibaret olan bu güçlü Oğuz kitlele­ri etraftaki kavimler arasında eriyip gitmişlerdir. Günümüzde hem Gagauzlar hem de Ortodoks Türkler, soylarının Peçeneklere kadar uzandığını iddia etmektedirler[159]. Doğu’ya mahsus itizal hareketlerinin etkisi ile Slav Balkan’da meydana gelmiş olan Bogomil doktrini zamanla öylesine yayılmış ve Bizans ahalisi ve hatta Bizans başkenti içinde o kadar çok sayıda taraftar bulmuştu ki, İmparator 1. Aleksius bu tehlikeli sapıklığa karşı hareketi, devletin önemli görevlerinden biri saydı. Bogomillerin önderi Basil ve ona bağlılıklarını koruyan havarileri odun yığın­ları üzerinde yakıldılar.521

Bizans İmparatorluğu’nun Balkanlar’da uyguladığı baskılar so­nucunda 1074 yılında Peçenekler ’in de desteğini alan Bulgar Bogomilleri (Pavlikanlar) isyan ederek Bizans’ın başkenti Konsfantiniye kapılarına dayanmışlardır.522 Aynı şekilde 1086’da patlak veren bü­yük Bogomil isyanına Peçenekler de katılmışlardı. Peçenekler 1087’de, Macar kralı Solomon’un kuvvetleri ile birlikte Bizans’a karşı hücuma da katıldılar.525 1050 yıllarından sonra özellikle Filibe’de ve civarında yaşayan Bulgar Bogomilleri devlet için her zaman bir tehlike oluşturmuştur. Bogomiller yahut başka bir isimle Pavlikanlar Grek-Ortodoks dini­ne muhalif, kuvvetli Maniheist etkiler altında kalan bir mezhepti. Daha önce de değindiğimiz üzere bu mezhebin anavatanı Doğu Anadolu olup, Bizanslılar Anodolu’da bu mezhebin yayılmasına en­gel olmak için müntesiplerinin birçoğunu Bulgaristan’a yerleştirmişti. Bulgaristan’da yerleştirilen Pavlikanların Tuna boylarından kopup gelen akınlara bir engel olacaktan düşünülmesine karşın, Bizanslılar’ın umduklarının tam tersine bu mezhep Bulgaristan ahali­si arasında pek çok taraftar bulmuş, neredeyse bir millî Bulgar ha­reketi şekline bürünmüştü. Bunların Peçeneklere karşı mücadelele­ri şöyle dursun, bilakis birçok defa kendileri Bizans’a karşı mücade­lede Peçenekleri davet etmişlerdi. Hatta 1078-1081 yallarında aslen bir Rum olan Leka adlı Filibe’li bir Pavlikan, Peçenek başbuğların­dan biriyle akrabalık kurduktan sonra, Sofya ile Niş arasındaki yer­lerde imparatora karşı isyan bayrağı kaldırmıştı. Kısacası, Bulgar Bogomilleri Balkanlar’da Peçeneklerin doğal müttefikleri idi. Bu Bulgar halk kitlesinin Bizans’a karşı Peçenekler’le elbirliği yapmala­rı, her iki kavim arasında hem duygu, hem de çıkar birliğinin bulun­duğunu göstermektedir. 11. yüzyıl ortalarında Bulgar halk kitlesi arasında, eski atalarının Tuna nehrinin kuzeyinden, Peçenekler’in gelmiş olduktan diyardan neş’et ettiklerine dair bazı ananelerin he­nüz büsbütün unutulmamış olduğu da muhtemeldir. Nitekim bir defasında Bogomil ayaklanmasını idare eden kişinin adı Travl idi. Bu ad halis bir eski Bulgar adı olan Tervel’dir. O halde Peçeneklerle Bulgar Bogomilleri arasındaki işbirliğinin Bizans kaynaklarında açıklanmayan ikinci bir yönü de vardır. Yalnız bu hususu aydınla­tacak malzemeye sahip olmadığımızdan meselenin bu tarafına gi­rişmeye cesaret edemiyoruz. Biz de A. N. Kurat’m bu tespit ve görüşlerine katılıyoruz. Ger­çekten de Bogomillerle Peçenekler sürekli bir şekilde işbirliği yap­mışlar, ortak düşman olarak Bizans’ı görmüşlerdir. Bunun dışında­ki bilimsel verilerin elde edilebilmesi için daha geniş linguistik, ta­rihsel, folklor ve arkeolojik araştırmalara ihtiyaç duyulmaktadır[160].

679 yılında Hunlar’la yakınlıkları olan bir Türk Tatar kabilesi olan Bulgarlar Asparuk Han’ın liderliğinde Rusya steplerini aşarak Tuna civarına yerleşmiştir. Türkler burada 6. yüzyıldan itibaren değişik yerlerden gelen Slavlar’la karşılaşmış ve bu iki aynı ırkın bir arada kaynaşmasından da Bulgar milleti oluşmuştur. Doğrusu Türkler sayıca daha az olmasına rağmen gelenekleri ve organizasyonlarıyla Slavları etkilemiş ve değiştirmiştir. Orhan  Türkdogan’a göre Hazar Türklerinin etkisiyle, Türk Gök-Tanrıcılık dininin töreleri Hıristiyan Şia’sına girmiştir. Tarihte Pavlosçuluk ile Batı Süryani Hristiyanlığını etkilemiştir[161].

İskitler ve Hunların ardılı kabul edilen Göktürklerde, Gök Tengri veya Türkiye’de yaygın bilinen adıyla Gök Tanrı inancının yanında Budizme ve Mani inancına da bir geçiş vardır. Ayrıca ciddi bir Hıristiyanlaşma da görülmüştür. Hıristiyanlığın Doğu Kilisesi-Nasturilik kolu güçlü bir şekilde ilk olarak Göktürklerde kendini göstermiş, daha sonra Orta Asya’da yaygınlaşmıştır.  Bu inancı Süryanice konuşan Doğu Hıristiyanları yaymıştır. Moğollar öncesinde Orta Asya’da, İslamiyetin yanında ağırlıklı olarak Doğu Süryani Hıristiyanlığı görülürken az da olsa Batı Süryani Hıristiyanlığının kollarından biri olan Melkitler ve Hz. İsa’yı Tanrının oğlu olarak gören monofizit Yakubiler ile Ermeni Hıristiyanlığı ve Bizans Hıristiyanlığı da görülmüştür[162].

Aynı zamanda bir minyatür sanatçısı olan Mani’nin tüm amacı, Hıristiyanlık karşısında direnen Mazdeist hanedan ve gruplan yumuşak yaklaşımın getirdiği bir bağdaşımla Hz. İsa’nın yoluna davet etmekti. Mani yüzyıllar boyunca çok etkili olmuştur. Türklerin büyük bir bölümü Maniheizm’i benimsemiştir. 8. yüzyılda Uygur Türklerinin resmî dini Maniheizm’dir ve 12. yüzyıla kadar bu inancı sürdürmüşlerdir. Bulgaristan ve Balkanlar’daki Bogomil akımlar büyük ölçüde Maniheizm kökenlidir. Boşnaklar, Türklerin o bölgelere geldigi 16. yüzyıla kadar Ortodoks ve Katolik Hıristiyanlık karşısında Manihaizm’in uzantısı olan Bogomil yapıyı korumuşlardır. Fransa’nın Albi bölgesinde yaşayan Katharlar Maniheist olarak 13. yüzyılda Hıristiyanların katliamına maruz kalmışlardır. Viyana kapılarına kadar dayanan Osmanlı egemenliği içerisinde Boşnaklar’ın, Arnavutların ve Bulgarların önemli bir kısmının kolayca Müslüman olmasında eski din ve kültleri olan Bogomilligin artık dönemini tamamlamış olması etkili bir rol oynamıştır. Osmanlı İmparatorlugu’nda sünnî doktrin karşısında direnen Alevi ve Bektaşi grupların yaşadığı bölgelerde eski din hep Maniheizm idi[163]. Ahmet Yaşar Ocak, Türkler ve heterodoks İslam’la ilgili olarak, “Kızılbaşlık yahut Aleviliğin tarihsel temeli, bazen ileri sürüldüğü gibi, antik Anadolu kültürü olmaktan çok, 10. yüzyıldan beri Orta Asya’dan Anadolu’ya gelinceye kadar yolunun üstündeki topraklardaki kültürlerle temas ederek, onlardan aldıklarını özümseyerek yüzyıllar içinde şekillenen işte bu Türk heterodoks İslam yorumudur. Anadolu ve 15. yüzyıldaki Osmanlı fetihlerinden sonra da Balkanlar,  bu senkretizme hiç şüphesiz ki önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu katkılar arasında en önemlisi, henüz üzerinde ciddî bir şekilde durulmayan ve özellikle Sivas ve Tunceli Aleviligi’nin gelişmesinde önemli rolü bulunan Paulicianisme yahut Pavlakilik, Balkanlar (bilhassa Deliorman) Aleviligi’nin gelişmesinde önemli rolü bulunan Bogomilizm’dir demektedir[164].

Burhan Oğuz ise benzer şekilde “Hıristiyan Anadolu halkının, özellikle köy halkının önemli bir bölümünü oluşturan ve gerçekten birer halk hareketi olan ve ciddî bir düalist-Maniheist eğilimi arz eden heretik toplulukları (Paulikan, Bogomil, Tondrak, (Ton- rak/Thonrak) Ophit, Montanist, Nesturi ve Gregoryan) İslam’a girerken İslam’ın heterodoks tarafını tutmuş, Alevi-Bektaşi olmuştur” görüşünü ileri sürmektedir. Melikoff, 19. yüzyılın başlarına kadar görülen Tondraki’lerin Pavlikan kökenli olduğunu, bu adı Malazgirt yakınında, göle bakan eski bir yanardağdan, yani Aladag’dan aldığını, ayrıca o, Tondrak’ın eski Ermenice’de Thonr “Ocak”dan geliyor olabileceğini, dolayısıyla onların ateşperest olma ihtimalinin varlığını öne sürmektedir. Melikoff un öne sürdüğü bu görüşler çerçevesinde düşünüldüğünde, Tondrak kelimesiyle Türkçe’deki Tandır (Ocak) kelimesi arasında bir ilişkinin olabileceği akla gelmektedir. Türkler’in Anadolu’ya yayılmasından önce Anadolu’da güçlenen Yeni Pavlosçuluk akımı, Balkanlar’a geçen Bogomillik, hem Katolik hem Ortodoks Kiliselerine isyan edenler arasında çıkmış, gerek Anadolu’da gerek Balkanlar’da bunların birçoğunun Müslümanlığa geçmesine yol açmıştı. Bu gibi akımlar hem Katolik hem de Ortodoks Kiliseleri tarafından “heretiklik” (sapkınlık) sayılıyordu. Bu gibi akımların birçok Hıristiyanın Müslümanlığa geçmesine yol açtığı biliniyordu[165].

Bogomillerdeki ve Katharlardaki kadına bakış ve ona gösterilen önem, ayinleri erkeklerle beraber -icra etmesi, seçkinler seviyesine kadar yükselebilmesi gibi inanışlar bize Türklerdeki eski Şamanist geleneklerin izlerini ve etkilerini hatırlatmaktadır. “Şamanist Türk- lerin uyguladıkları bu kadlı-erkekli dinsel ayin ve merasimler, bilindiği üzere, Müslümanlığın kabulünden sonra da, özellikle göçebeler arasında devam etmiştir. Fuad Köprülü araştırmalarının önemli bir kısmında bu konu üzerinde durmuştur. O başlangıçta daha Sünnî bir karakter arz eden Yesevîligin, giderek göçebe Oğuz çevrelerinde, bu çevrelerin gerektirdiği hayat tarzına uymak zorunda kaldığını, böylece heterodoks bir mahiyet kazanarak geliştiğini, bu arada mesela Şamanizm’den kalma kadınlı erkekli toplantıların Yesevîlik’te de sürdüğünü vaktiyle göstermişti.” Kadınlı-erkekli bu ayinlerin eski İran’da da görüldüğü ve özellikle Maniheistlerin bu tip ayinler yaptıklarına dair tarihî haberler vardır. Bundan dolayı da Maniheistlerin hasımlarınca (düşmanlarınca) dedikodular ve bizdeki mum söndü hikâyesine benzer asılsız, yalan rivayetler çıkarılmaktaydı. Türklerin bir ara Maniheizm’i kabul ettikleri dikkate alınırsa, eskiden mevcut bu Şamanist geleneğin İran dinine geçtikten sonra da devam ettiği ve bu hüviyetiyle Yesevîlik, Vefaîlik gibi Türkmen tarikatlarına girerek yaşadığı tahmin olunabilir. Eski Türklerdeki Şamanizm geleneğinde ve Maniheizm’de görülen kadınlı-erkekli ayin usulü daha sonra ortaya çıkan, Anadolu ve Balkanlar’da ve hatta Avrupa’da yayılan Pavlosçular, Bogomiller ve Katharlar gibi heretik akımlar arasında da uygulanmaya devam edilmiştir. Bize göre buradaki eski Şamanist ve Maniheist etkinin inkârı mümkün değildir. Çünkü böyle bir hayat tarzı Batı Avrupa’ya, Katolik ve Ortodoks dogmalara çok yabancı idi[166].

Balkanlarda, X. yy. ortalarında ortaya çıkan Bogomil mezhebine karşı Ortodoks Sırplar da (Sırplar ve bilhassa Bulgarlar)  Bizans’la birlikte mücadeleye giriştiler. Sırbistanda, XII. asırda Nemanya sülâlesi (1166-1371±) tarafından tamamen ortadan kaldırılan Bogomiller Bosna ve Hersek’in dağlarına kaçtılar. Ve, sadece bu dinin (Bogomil mezhebi) mensupları XV. yüzyılda da Bosna-Hersek’te ve Arnavutluk’ta Osmanlılar’ın dini İslâmiyet’i kendi istekleriyle kabul ettiler. Enteresan olan nokta şudur ki Nemanya kralla­rının Kuman süvarileri vardı. Şaman Kumanlar, Bizans’ın müttefiki olarak ırkdaşları Peçeneklerle de savaştılar. Zannediyoruz ki, Peçenekler bu devirlerde Bogomil mezhebine âşinâ olmalıdırlar ve Bosna­lılara da kendi isimlerini vermiş olduktan aşikârdır [Bosn-ia < Latin Bessen-ia < Türkçe Becen-ia “Becen (Peçenek) memleketi.” Türkçe Boşnak kelimesi Gk. Patzinak “Peçenek” kelimesinden türemiş olmalıdır], Böylece, çok muhtemeldir ki Bosna’ya gelen Bogomil dinine bağlanan yerli İliryalılar ve Peçenekler, Ortodoks ve Katoliklerin baskılarına maruz kal­dılar[167]. Tarihî bir özet çıkarırsak, muhtemeldir ki, Bosnalılar, başlangıçta bir Roma eyaleti olan İlirya’nın yerlileri idi ve 6. yüzyılda Sırpların bölgeye göçünden sonra zorla asimilasyona tâbi tutularak dillerini kaybettiler. Fa­kat, Sırplardan farklı olduklarını bildikleri için, Sırpların Ortodoks ve Hır­vatların ve Slovenlerin Katolik mezheplerini kabul etmeyerek kurtuluşu yeni Bogomil dininde (mezhebinde) aradılar. Sonradan da kolay Müslüman oldular[168].

Kısaca Orta Çağ Avrupası’nda ortaya çıkmış dinî bir akım olan Bogomilizm, Bogomil adlı bir papaz tarafından başlatılmıştı. Bunlar, Hıristiyan anlayışından farklı olarak teslise inanmıyor, İsa’nın Tanrı’nın oğlu değil, peygamberi olduğunu kabul ediyor, Papalık otoritesini tanımıyor, haç ve ikonlar gibi dinî sembolleri reddediyordu. Özellikle Boşnaklar ve Arnavutlarda, Osmanlı’dan önce etkili olan Bogomilizm, İslam dininin temel esaslarının kabulünde belli ölçüde pay sahibidir. Orta Asya’dan Avrupa’ya göç ederek tarihte etkin olan Türk halkarından biri olarak kabul edilen Peçenekler de, İslam kültürün iyi bir taşıyıcısı olarak nitelenmiştir[169].

Turan Coğrafyasında Kafkasya ve Balkan Albanyaları Benzerlikleri

Bahtiyar Tuncay, Ön Türk Tarihi Araştırmalarında şu yaklaşımda bulunmaktadır: “Musa Kalankatuklu, bugünkü Albanya’nın komşusu olan Makedonya’nın eski halkını, yani eski Makedonları Yafes soyundan saymış ve “onlar Yafes’in oğlu ve Homer’in kardeşi Kitimin soyundandırlar” demiştir. Bugün, Makedonya ve Arnavutluk’ta (Albanya) yaşayan Türkler, eski Albanların ve Makedonyalıların torunları olabilirler. O zaman, iddia edildiği gibi, o Türkler, Osmanlı tarafından oralara getirilip yerleştirilmemişlerdir, oranın yerli halklarıdır. Bu da bir ihtimaldir ama araştırılması gereken ikinci ihtimaldir. Doğru araştırma yapılırsa, Albanya’da ve Makedonya’da yaşayan Türklerin yerli halk oldukları ortaya çıkacaktır”[170]. Bahtiyar Tuncay’ın ifade ettiği Anadolu Türkçesi konuşan Türkler değildir. Türk soylu fakat dilleri farklılaşmış Turanî haklar olmalıdır.  Bugün Balkanlarda (Albanya, Makedonya ve Kosova) yaşayan Alban Türkleri kendilerini “Şkitar” olarak adlandırır. Büyük bir ihtimaldir ki,  “Şkitar” adı “Ketari” adının uzun zaman içinde tahrife uğramış formasıdır. Şkitar adının “Skit” ( İskit) adı ile genel özelliklere sahip olduğu hemen göze çarpmaktadır. Bundan daha ilginç olan bir belge ise Ehemeni yazılarında Trakya ve Makedonya’nın birlikte  “İşkudra” olarak adlandırılmasıdır. Bu konuda M.A. Dandamayev ve V.Q. Qlukonin’in birlikte yazdıklan  “Kultura i Ekonomika Drevnoqo İran’a” adlı kitabın 169. sayfasında, 31. kayıtta bilgi verilmektedir. Şüphesiz ki, bütün bu söylenenler Avrupa’ya uzanan ve asimile edilen soylarımızın tarihini ve kökenini öğrenmek bakımından çok değerli belgelerdir ve bu yönde de ciddi araştırmalar yapılması gerektiği de açıktır. Çünkü bu belgeler bugünkü Albanya ile Kafkasya Albanyası arasında belirli bağların olduğunu ispat etmektedir[171].

Değerli araştırmaları ile tanıdığımız Yusuf Gedikli ise Kafkasya ve Balkan Albanyasını birbirinden farklı düşünmektedir: “Alban ve Albanya adı çoklarımıza bugünkü Arnavutların batı dillerindeki adı olarak görünür. Oysa Alban adı bundan yaklaşık 2500 yıl önce Güney Kafkasya’da yaşamış bir halkın, Albanya da o halkın kurduğu devletin adıdır. Bu Albanların, yabancı dillerde Alban adı verilen günümüz Arnavutlarıyla bir alakası yoktur. Bugünkü Arnavutlar kendilerini Şkiptar olarak adlandırır. Üstelik Arnavut dili Hint – Avrupa dil ailesine, Kafkasya Albanlarının dili ise Kafkas dilleri ailesine mensuptur. Günümüzde Azerbaycan ve Gürcistan’da yaşayan ve 1989 sayımına göre 8.849 kişi olan Udinler, Albanların ahfadı sayılır. Udin dili bitişimli ve Alban diline en yakın dildir”. Yusuf Gedikli’nin Balkan Albanyasını da araştırdığında bu kanaati muhtemelen değişecektir. Aynı makalede “Ülkemizde 2006 Nisan’ına kadar Albanlarla alakalı hiçbir kitap, hatta makale yoktu. Nisan 2006’da birincil bir kaynak olan Yusuf Gedikli çevirisi Kalankatlı Mose ‘in Alban Tarihi Selenge yayınları arasında çıktı. Daha sonra Mirza Bala’nın Azerbaycan Tarihinde Türk Albanya ( Ankara 1951) kitapçığı ve F. Kırzıoğlu’nun “Gence – Karabağ / Aran ve Şirvan’dan oluşan Kuzey Azerbaycan’da İslam fethi öncesi Türklüğü tanıtan, “Albanlar Tarihi” (Ankara 1994) adlı makalesinin olduğunu öğrendik[172]” demektedir. Bu bilimsel hassasiyeti olan Hocamızın araştırmamızda vereceğimiz kaynaklar ışığında Kafkasya ve Balkan Albanyasının Turan coğrafyasında Türk tarihi ve kültürü içinde yeniden birlikte değerlendirileceği şeklinde bir yaklaşımı daha anlamlı göreceğini düşünmekteyiz.

Kafkasya ve Balkan Alban dilinin birlikteliğini göstermek için Yusuf Gedikli’nin şu tesbitini yeniden hatırlatarak araştırmamıza devam edelim: “Alban dili Kafkas veya İber – Kafkas dillerindendir ve bugünkü Udinlerin diline yakındır. Albanlar, Azerbaycanlıların etnik kökünde mevcut olan halklardan biridir[173]”.

Her ne kadar Ellada Bekirova, “Alban kabilesinin etnik menşeyi hakkında antik kaynaklarda direkt bir bilgiye henüz rastlanamadı. Albanların kendi yazıları arkeloji kazılarda ortaya çıktı, lakin o da tam okunamadı. Bu alfabenin Alban kabilelerinin kalıntısı olarak Azerbaycan arazisinde yaşamını sürdüren Udinlerin dili esasında okunmasına çaba gösterildi, amma bu çabalar çok da başarılı olmadı. Bunun için Albanların etnik kimliği konusunda kesin fi kir söylemek zordur. Albanşünaslık dalında bu konuyla alakalı bir kaç mülahaza mevcuttur. Onları kafkasdilli, irandilli, Türkdilli düşünenler vardır. Q.A.Melikişvili, K.V.Trever, İ.Q.Aliyev ve diğerleri Albanları Kafkas dilli hesap ederler. Onların genel fi kirlerine göre Albanlar Kafkas dil grubuna dâhil olan dillerden birinde konuşmuşlar. Lakin 26 dilde konuşan kabilelerin hepsinin kafkasdilli olması inanılır bir fikir olamaz. Onların içerisinde farklı etnik mensubiyyete malik kabileler mutlaka olmuştur, lakin Alban etnosunun kendisinin kafkasdilli olması mümkün değildir. Günümüzde Türk dilinde konuşan Orta Asya halkları – Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler, Karakalpak Türkleri, Türkmanlar arasında kendisini Alban adlandıran toplumlar kalmaktadır. Orta Asya arazisinde bir kaç tane Alban sözcüğüne yakın toponimler aşkara çıkarılmıştır. Eğer Albanlar Kafkas dilli olsalardı Türk dilli halkların arasında bu kadar Alban terimine rastlanmazdı[174]” demesini yeterli görmek mümkün değildir.

Çünkü Hem Albanlar hem Udiler Ön-Türk araştırmaları ile değerlendirildiğinde Ön-Türk ve Ön-Türkçe dairesinde kalmaktadır. Yusuf Gedikli’nin araştırmasına göre “Alban alfabesi 5. asrın ilk çeyreğinde, Azerbaycan arazisinde oluşturulmuş­tur. İlk defa Erivan’da Matenadaran’da 15. yüzyıla ait bir ders kita­bında Gürcü âlimi İ. Abuladze tarafından ortaya çıkarılmıştır (Ma­tenadaranın aslı metn daran’dır, eski el yazmalarının korunduğu yer demektir; Ermeniler bunu Ermeniceleştirip Matenedaran şek­line okarlar. Arapça – Farsça “metinler kapısı” manasında olma­lıdır). Mezkür ders kitabında muhtelif alfabelerle birlikte Alban alfabesi de verilmiştir. 1970 yılında ise Dağıstan’ın Yukarı Labko köyünde bulunan yassı taşın bir yüzünde 25, öbür yüzünde 19 harfin yer aldığı Alban yazısının listesi ele geçirilmiştir. Alfabe 10 ünlü ve 42 ündeş (ünsüz) olmak üzere 52 harften müteşekkildir. Ermeni ve Gürcü alfabeleriyle ortak cihetlere maliktir. 5 – 7. yüzyıllar arasında yaygın şekilde kullanılmış, edebi, ilmi, dini eserler kaleme alınmıştır. 5 – 6. asırlara ait Alban takvimi de bu alfabe ile tertip edilmiştir[175]. Süregelen Ermeni – Alban mücadelesi sonucunda Ermenilerin üstünlük sağlaması, bir yandan halkın İslamlaşması, öte yandan halkın Gregoryenleşmesine yol açtı: Alban dilinin ve bu dilde yazılan her türlü eserin yasak edilmesiyle Alban alfabesi 8. asırda ortadan kalkmıştır[176].

Alban kitabeleri: Albanlardan Orta Çağ’a ait birçok kitabe kalmıştır. 1948 – 1952 arasında Azerbaycanda, Minkeçevir civarında yapılan kazılarda Albanlara ait 5 – 6. asırlardan kalma kitabeler bulunmuştur. Bu asırlara ait bir kilisenin üzerine kazılmış yazı, günümüze dek kalmış en mühim kitabe kabul edilir. Ayrıca kilden yapılmış seramik şamdanlar ve seramik kaplar üzerinde de Alban yazısıyla yazılmış kitabeler ele geçmiştir. Bu kitabeler henüz okunmamıştır[177]. Fakat bunların arasında VIII. yüzyılda yaşamış Hıris­tiyan Alban yazar Musa Kalankatuklu’nun eserindeki kelimelerin etimolojisinin yapılması, Albanya’da kullanılan Unvan ve rütbe adlarının tahlil edilmesi, yer adlarının incelenmesi ve arkeolojik bulguların yorumlanması önemlidir. Bu arkeolojik bulgulardan en ilgi çekici olanı Azerbaycan’da bulunan Qrta Çağ’ın başlarına ait Türkçe bir kitabedir. Bu kitabenin net olarak okunabilen ikinci cüm­lesi aynen şu şekildedir: ‘B (engü) T (anrı) I (osep) K (risti)…Senin nökerin bilen biz. Am(e)n.’. (Kemal Hasanoğlu, Feride Ali, ‘Kafkas Albania’sı Hakkında Birkaç Söz’, XII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri, Ankara, 12-16 Eylül 1994, c. 2, s. 318)[178].

Albanlardan kalan yer adları: Hazar denizinin adlarından biri antik kaynaklarda geçen Alban denizidir. Bu isim Albanlar dolayısıyla verilmiştir. Batlamyus’un verdiği bilgiye göre Alban çayı Albanya arazisinden akıp Kür’e katılırdt. Bazıları onu Kür’ün kollarından biri sayar. Abbaskulu Ağa Bakıhanov Alban çayını, Samur çayına eşitler. Albana, Azerbaycan’da yer alan kadim şehirlerden biriydi. Batlamyus Coğrafi Talimname (Coğrafya Kılavuzu) eserinde Albanya’nın Kas çayı ağzında olduğunu gösterir. Bazı bilginler ise onu Toprakkale, Derbend, Zerdab kazasındaki Elvend ile aynılaştırır. Lakin Kuba kazasındaki şimdiki Alpan köyünün Albana olma ihtimali daha inandırıcıdır. Mahmud İsmayilov, şu yer adlarının da Albanlardan kaldığını belirtir: Derbend yakınındaki Alpan ve Gürcistan’daki Alpan adlı iki yerleşim yeri, Dağıstan’daki Alpan’ın harabeleri, Gusar’daki Alpan’ın harabeleri, Yardımlı’daki Alpan köyü, Murovdağ’daki Alban istihkâmları, Şuşa’daki Alban harabeleri, Hekeri’nin eski adı olan Alban, Gah-Lekit köyündeki Alban kalesi ve çayı, Şeki’deki Ağvan mahallesidir[179].

Aytek Namıtok ise Albanya’yı, Kuzey Kafkasya, Dağıstan, Anadolu, Trakya, Ege Adaları, Balkanlar ve Avrupa’nın birçok coğrafyası ile irtibatlandırır. Bu durumda Alban dili bugün Udilerde devam ediyor görülse de Ön-Türkçe ve tarihsel süreç içerisinde Kafkas dillerinin de katkılarıyla Balkan ve Ege dilleri ile de akraba çıkmaktadır. Bu çerçevede Aytek Namıtok, Albanları ve Albanya devletini Balkan Albanları ve Kafkasya Albanları olmak üzere ele alır ve her iki bölgede de birçok ortak kabile ismine işaret eder. Örneğin bunlardan biri Tosk (Toska) kabilesidir. Toskalar günümüzde Arnavutları (Balkan Albanları) oluşturan en büyük kabilelerden birisidir. Dolayısıyla Etrüskler, Pelasglar, İlliryalılar,  Traklar, Kimmerler, İskitler ve Amazonlar gibi birçok Ön-Türk kavimleri Aytek Namıtok’un,  araştırmasında yer almaktadır. Bu çerçevede Arnavutların (Balkan Albanları) da Avrupa’nın ilk sakinleri olan Ön-Türk Kavimlerinden İlliryalıların ve Pelasgların torunları olduğu unutulmamalıdır.

Çünkü Aytek Namıtok eserinde[180]Eski Çerkesya’(Kafkasya)nın etnografik haritasının yüzeysel olarak incelenmesi bile Çerkesya ile Thrakia-İllyria bölgelerinin boy adlarında öylesine bir uyarlık ortaya koymakta ve iki bölgede ortak özel adlar öylesine çok ve arkeolojik veriler öylesine benzerlik göstermektedir ki Tuna-Balkan dünyasına başvurmadan Çerkeslerin etnik oluşumundan söz etmek olanaksızdır[181]” demektedir.

Eski ulusların kökeninin aydınlatılmasında soy ağacıyla ilgili öykülerin belli bir işlevi vardır. Genel­likle kardeşler ve oğullar gibi tanıtılan öyküsel kim­selerin eski ulusları veya boyları belirtmesi bilinen bir gerçekliktir. Örneğin, 10. yüzyıldan kalan Hazar Türklerinin yazılı kaynaklarında görülen Avar, Oğuz, Bizal, Tarna, Hazar, Tirs gibi, Yafes’in oğlu Togarma’nın on oğlunun adları eski Türk uluslarının adları olmuşlardır. Bu on kardeş adlarından Tir-s olanı, eski İskan­dinav coğrafya yapıtlarında görülen Türklerin ulu atasının adı Tiras’ı anımsatmaktadır. Tiras’ın Trak­ya’nın ilk yerlisi olduğu ve ondan Türk denilen ulu­sun türediği kaynaklarda belirtilmektedir. “A Tracia bygti fyst Tiras sonr lafeths Noasonar. Fra honum er komen thiod su, er Tyrkir heita[182].”

İskandinav kaynaklarında Truvalılarla Türkle­rin aynı ulus olarak belirtilmesi, bilinçsizce yazılmış boş bir bilgi değildir. Çünkü Truvalılar, Trakların M.Ö. 3. binyılda Anadolu’ya yerleşen bir koludur. Snorri Sturluson’un “Küçük Edda” adlı yapı­tında, Tor’un oğlu Odin’in önderliğinde Avrupa’nın kuzeyine gelen ulusun ara sıra Truvalılar ve ara sıra da Türkler gibi anlatılması, onların aynı ulus olarak bilindiğini gösterir[183].

Truvalıların ve Trakların Türk oldukları konu­sunda 7. ve 12. yüzyıllar arası dönemden kalan Av­rupa tarih kaynaklarının verdikleri bilgiler, bu dönemde hiçbir siyasi yönlendirmeye bağlı olamazdı. Birincisi, Trakların ve Truvalıların Türk oldukları konusunda eski Avrupalıların öyküler uydurması saçma görünmektedir. İkincisi, bu öykülerin gerçek­lere dayandığını gösteren çok daha önemli bir gerek­çe vardır; Truvalıların ve Trakların taşıdıkları çok sayıda eski Türk adıdır. Neden Truva Hakanı ve eski Türk kahramanlık öyküsünde anlatılan Türk Beyi (Komutanı) aynı adı, Priam adını almışlar? Hakan Priam’ın soyundan olanların taşıdıkları Alber, Askan, Atila, Dardan, Eney ve onlarca başka adların eski Türklerde de bulunması gelişi güzel bir olgu sayılabi­lir mi?

Trakların ve Truvalıların Türk oldukları konu­sunda eski Avrupalı tarihçilerin ilettikleri bilgilere kuşkuyla yaklaşanlar, Türklerin tarihi üzerine üretil­miş yanlış bir kuramı kendilerine dayanak yapmış­lardır. Bu kurama göre, Orta Asya’da ortaya çıkan Türkler Batıya Yeni Çağda gelmişlerdir. Ancak Avru­pa’nın büyük bilginleri, bu kuramın tersinin daha gerçekçi olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Örneğin İngiliz bilim insanları S. Lloyd ve G. Childe, Turanlılar denilen Türklerin yaklaşık on veya on iki bin yıl önce Dicle ve Fırat ırmakları bölgelerine yerleştiklerini, yeryüzündeki uygarlıkların ortaya çıkmasında büyük işlevler gördüklerini yazmışlardır[184].

Kelt ve Ligür halkları Kuzey Kafkasya’da, Kırım’da yığılmış olmalarına karşın Çerkesya’da kalanları olan Taurlar tarafından önce temsil edilmiştir. Gerçekten de bu Taurların aynı zamanda Kelt ve Ligür olarak da düşünülebilecek Avrupalı adaşlarıyla özdeşleştirilmeleri gerekir. Torino bölgesinde (bu ad halkın adından gelmektedir) yaşayan Tauriniler “antik Ligür halkı” olarak adlandırılken, Liguria’da Cöte d’Azur’de bir Tauroentum kenti ve Bizanslı Etienne tarafından “Ligustin gölü” olarak adlandırılan Taurum Paludem (bugünkü Thau), Norikler olarak da adlandırılan Lienz bölgesinin Tauriskleri eski yazarlar tarafından Kelt sayılmıştır. Bununla birlikte bu adların farkı yalnızca Ligürce olan senekten ileri gelmektedir; sku veya ska eklerinin Bask dilindeki – esku “aile, millet, vatan”, -esko “topluluk”, kökeni, çıkış yerini belirten -ko veya -ezko ile aynı anlamı olmalıdır ve Çerkeş dilindeki ko “oğul, soyundan gelen anlamına gelmektedir[185]. Öyleyse bu iki adın ayrı iki halka -Ligürler ile Keltler- ait olduğu ileri sürülemez; bu iki ad, daha çok iki gruba bölünmüş ve bu iki gruptan -diyelim ki Kelt dili Ligür dilinden farklı olsun- doğu grubu Keltleşmiş tek halkın adlarıdır. Örneğin Pannonia Tauriskilerinin Ligürce biçimli Taurunum adlı bir ırmaklarının olması belirtici bir niteliktir[186].

Günümüzün birçok yazar Kırım Taurlarına Kimmer kökeni[187], başka bir deyişle, Kimmerler genelde bir Thrak halkı sayıldığından Thrak kökeni atfetmektedir. Taurların bir yandan Ligüro-Keltlere ve öte yandan Thrako-Kimmerlere bağlanması arasında bir çelişki yok mudur? Ligür-Kelt-Thrak akrabalığı hakkındaki açıklamadan sonra çelişki yoktur. Yalnızca Kırım’da Ligür niteliği tartışılamaz başka bir halkın, Sardilerin bulunması ile Taur// Taurini// Tauriski özdeşliğinin doğrulandığını söyleyelim. Taurların Herodotos tarafından anlatılan gelenekleri, özellikle ünlü Ay tanrıçası tapkısı her yönüyle Keltlerin geleneklerine benzemektedir. Sicilyalı Diodoroso’ya göre Kelt kadınları Ay tanrıçasına tapınıyorlar, Loire ağzı yakınındaki bir adada, tam Çerkes kadınlarının yaptığı gibi erkeklerin alınmadığı gizemli törenlere katılıyorlardı[188].

Dil bilimci N. Y. Marr yaptığı araştırmalarda, Akdeniz kıyılarında Yunan ve Latin dillerinin ortaya çıkmasından daha önce Türk dilinin konuşulduğu ve Çuvaş Türkçesinin Avrupa’nın eski dillerini çözücü işlevi gördüğü sonucuna ulaşmıştır, Ayrıca, eski çağlarda Avrupa’da Türk kökenli ulusların varlı­ğını yansıtan önemli bilgiler de ortadadır. Tüm bu veriler birlikte düşünülünce, eski Avrupa kaynakla­rında somut biçimde anlatılan Trakların ve Truvalıların Türk kökenli uluslar oldukları konusundaki gö­rüşlerin tarihi gerçekleri yansıttığı ortaya çıkmaktadır[189].

İtalya’ da Etrüsklerin eskiden yerleştiği bölgede Kimer (Cimmerium) adında bir kentin olması, Etrüsk yazıtlarının okunmasında Bulgar ve Çu­vaş dillerindeki seslerle sözcüklerin çözücü (açacak) işlevi görmesi, Kimerlerin Avrupa’nın en eski ulusla­rından birisi olduğuyla ilgili bilgilerle tümüyle örtüşmektedir[190].

Kimmerler Proto-Türkler olarak tanımladığımız Ural-Altay kökenli bozkır göçebelerinin batı kolunu oluştururlar. M.Ö. II. bin yılbaşlarından M.Ö. 8. yüzyıla kadar -merkez Kırım olmak üzere- Karadeniz’in kuzeyinde, Avrasya bozkırlarında ve Kafkasya bölgesinde yaşamışlardır. Bu tarihler arasında güney Rusya Tunç çağı kültürlerinin “taşıyıcıları” ve “temsilcileri” olarak görülürler. Bu devrenin başlarında “doğudan batıya doğru” Kafkasların kuzeyindeki bozkırlarda Donetz havzasına yayılmaları, özellikle Ukrayna bozkırlarında yaşayan Hint-Avrupa kökenli toplumların hareketlenmelerine neden olur. M.Ö. II. bin yılın başlarında Akhaların Yunanistan’a inmeleri, kuzeydeki Avrupa bozkırlarındaki bu hareketlerin bir uzantısıdır. M.Ö. 13.-8. yüzyıllar arasında da Kafkasya ve Dinyeper havzasındaki bölgelere yayılırlar. Bu dönemde özellikle Volga boylarından gelen “Ahşap Mezar Yapıları” ile tanımlanan Srubna kültürü Pre-İskit/Kimmer organik bağlarının arkeolojik kanıtlarıdır. Çünkü daha sonraki yüzyıllarda da Kimmer ve İskit eserlerinin ayrılmazlığı bilim adamlarınca daima konu edilmiştir. Kimmer boylarının M.Ö. 13. yüzyılda batıya doğru yayılmaları -aynen M.Ö. II. bin yılın başlarında olduğu gibi- Hint-Avrupa kökenli toplumların yeniden hareketlenmelerine neden olur: M.Ö. 1200 dolaylarında Dorlar Yunanistan’a, Trak kökenli diğer toplumlarla birlikte Frigler Anadolu’ya göç ederler: Anadolu’nun “karanlık çağları”, başka bir deyişle de belli bir süre sonra en renkli dönemlerden biri olan “Anadolu Demir Çağı” başlar[191].

M.Ö. 1.200 yılları “Deniz Kavimleri”nin Anadolu’yu istila ettiği bir dönemdir. Bu saldırılar sonucu, Hitit Devleti tarih sahnesinden silinmiştir. Bu saldırılardan 450-500 yıl sonra Doğu Anadolu’da Urartu, Orta ve İçbatı Anadolu’da M.Ö. 750 yıllarında Frig Devleti’nin kuruluşuyla bu kargaşa son bulur. Eskiçağ Tarihçileri Herodot ve Strabon’a göre Frigler, Avrupa’dan geldiler ve gelmezden önce de “Brig” adıyla anılıyorlar idi. Yine Homeros’un “İlyada” Destanı’nda Frigler, Troya’nın müttefikleri arasında idiler[192].

Maarif Vekâletince bastırılan Türkiye’nin ilk Tarih Ansiklopedisi’nin I.Cildinde Frigler konusunda şu bilgiler yer almaktadır: Frigya” ismi, Anadolu’ya geçen Trak kabileleri içindeki hâkim kabilenin ismine izafeten verilmiş olmalıdır. Frigyalılar, Turovalılarla akraba idiler[193].” Strabon İtalya’nın kuzeyinde beş yüz stadiya (bir stadiya yüz dok­san iki metre yirmi yedi santimdir) uzaklıkta Salların yaşadığını ya­zıyor. Daha sonra “Tektosak denen halk Pirenelerin yakınlığında yaşı­yor” diye ekler[194] Burada biz, Tektosak etnosu ile karşılaşıyoruz. Biliniyor ki, “Tek” sözü, “yalnız”, “bir” anlamı verir. Yani tek kalmak… İhtimal ki, Saklar tek yaşadıkları ya da Sak halkından ayrıldıkları için kendile­rine Tek adını vermişler. Şöyle bir ihtimal daha var ki, bunu Strabon da tasdik ediyor. Saklar yanlarında kalan halkları etraflarından kovmuşlar ve bu yüzden kovulanlar ve çevre halkları, onları Tekto­sak adlandırmaya başlamışlar. Strabon anlamlı bir şekilde şunları yazıyor: Anlaşılıyor ki, ne zamansa onlar (Tektosakları kastediyor) öyle güçlü ve çokluk olurlar ki, bir isyan ile karşılaşınca ken­di halklarının bir kısmım kovarlar; bu kovulma işine başka halkları da katarlar. İlginçtir ki, Strabon burada Tektosaklara akraba olan iki halkın daha adını verir. “…Bunu ispat için orada halklar vardır ki, onlar şimdi bile Tektosak olarak adlandırılıyorlar. Fakat orada üç halk yaşa­maktadır. Onlardan biri Ankir şehri etrafında yaşıyor ve Tek­tosak halkı olarak tanınır. Geride kalan iki halk ise “Trokma” ve “Tolistobo’tur…[195]

Trokma sözü, zannımca, mahiyet itibarı ile Troya sözüne gider ve Türkoba anlamım taşır. Diğer bir düşünce ise şudur: Trok ile Trakı aynılaştırmak mümkündür. Bugün de Türkiye devletinin Avrupa bölümüne Trakya denir. Daha ilginç olan söz Tolos’tur. Strabon “Tektosakların şehri olan Tolos varlıklı ve zengin bir şehirdir. Denizle, okyanusun ayrıldığı yerde, dar bir boğazda kurulmuştur” diye yazar. Bu sözde, kullanılan “o” ünlülerinin “a” ünlüsü ile ses değişmesi olabilir. Eğer böyle ise Tolos sözünü, Talas gibi okumak mümkün olur. İlginçtir ki, Strabon’un Avrupa’da varlığından bahsettiği Tolos/Talas şehrinden yedi yüzyıl sonra Asya’da Talas şehri kurulur ve yanından akan nehre de Talas adı verilir [196].

Sinan Meydan da “Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi” adlı eserinde şu bilgileri paylaşır: “Kazım Mirşan’ın ısrarla üzerinde durduğu kavim, Friglerdir. Mirşan, Batı Anadolu’nun tarımcı toplumu olan Friglerin yazılarının Ön-Türkçe olduğunu bu yazıtları okuduğunu ve Friglerin “Türk kökenli” olduğunu söylemektedir[197].”

Prof. Dr. Şemsettin Günaltay, “Yakın Şark II-Anadolu” adlı eserinde şu bilgileri vermektedir: “Batı ve Orta Anadolu’da 1.200’lerdeki Kavimler İstilası’ndan sonra ilk defa bir devlet kurmaya muvaffak olanlar Muşki-Frigler idi. Boğazköy, Alişar kazılarında Hatti devletlerine ait çeşitli eşyalar ve keramikler ile Frig şehri olan Gordiyon ve Midas yöresindeki keramiklerin aynısıdır. Frig Devleti’nin Büyük Hatti Krallığı’nın yıkılmasından sonra kurulduğunu söyleyebiliriz. Frigler, Anadolu’nun yerli halkıyla kaynaştıktan sonra kuvvet ve nüfusları, bilhassa kültür sahaları gittikçe genişlemiş, batı da Ege Denizi’ne, Doğu’da Fırat kıyılarına Kuzeydoğu da ise Turhal, Zile taraflarına kadar dayanmıştır[198]” der.

Selahi Diker de “Türk Dili’nin Beş Bin Yılı” adlı eserinde şu bilgileri paylaşmaktadır: “Frigya adı ile Batı Anadolu’da Sakarya havzasını ve ekseriya Lidya’yı ve Mysia veya sonradan Truva olarak bilinen bölgeyi de içine alan Büyük Frigya kastedilir. Adları Asur kaynaklarında “Müşki”, Tevrat’ta Meşek geçer. Frigler’in “Flüt”ten sonra en büyük mirası “Ana Tanrıça Kybele Kültü idi[199]” demektedir.

Kazım Mirşan, Kral Midas’ın Mezarının bulunduğu abidenin üzerindeki yazılmış yazıları okuyarak hem yazının Erken-Türkçe hem de Friglerin Erken-Türk olduğunu ispat etmiştir. Ayrıca Frigler, hayvan öykülerinin (fabl) bulucuları olarak da kabul edilmişlerdir. Müzik: Frigler, flüt, davul ve dümbelek nağmelerinin tahrik ettiği ayinler ile ibadetlerini vecd içinde yerine getiriyorlardı. Yunanlı tarihçiler, Frig’leri müziğin mucidi olarak gösterirler[200].

Kazım Mirşan’ın ısrarla üzerinde durduğu eski Anadolu topluluğu Friglerdir. Frig Yazıtları’nı Hint-Avrupai dil kurallarıyla çözme ısrarı olduğunu belirtmiş ve Erken-Türkçe olan bu yazıtları okumayı başarmıştır. Frigya Anıtları, Eskişehir, Afyon ve Kütahya illeri içinde yer almaktadır[201]. Yazılıkaya Anıtı, bize şunu açıklıyor: ÖĞ (Kral olarak) UÇUD (Allah tarafından tayin edilmiş lider) ölünce, anıtı yapılacak yere bir Krematorium teşkil edilmiş, cesedi yakılmış, külleri bir kül kabına konulmuş, anıtın açılmasına kadar muahafaza altına alınmıştır. Anıtın üst kısmına isabet eden kısmına da ÖTÜ ON (öbür dünyaya geçiş) yazısı yazılmış bulunuyor. Bundan sonra da, Türk geleneklerine göre, YUĞ’a (ölü törenine) kadar anıt bitirilmek üzere işe başlanılmış, İnşaat biteceği gün elçilerle halklarla haberler salınmıştır[202].

Güney Rusya’daki Kimmerlerle bağıntılı arkeolojik bulguların, M.Ö. II. bin yılbaşlarına kadar uzanmasına karşılık, yazılı kaynaklarda adlarının geçmesi ancak M.Ö. 8. yüzyıldan itibaren başlar: Antik Grek kaynaklarında Kymmerioi/Kymmerios olarak geçer. İlk kez, ünlü ozan Homeros onlardan söz eder. Homeros’a göre Kimmerler, yer altı tanrısı Hades’in “ölüler ülkesi”nin yeraldığı “ıssız dünyanın sis ve karanlıklarla dolu bölgelerinde” yaşıyorlardı. Ünlü coğrafyacı Strabon’un bu konuda yaptığı eleştiri ilginçtir. “Ozan (Homeros), Kimmerlerin Bosporus Kimmerius’un kuzeyindeki kasvetli yerlerde oturduklarını bildiği için, Hades civarına yerleştirmiştir. Belki de İyonyalıların bu kavime karşı olan derin düşmanlıkları yüzünden böyle yapmıştır[203].”

Herodotos ve Strabon gibi -İskitleri ayrıntılarıyla anlatan- antik çağ yazarları, Kimmerleri güney Rusya’nın ilk sakinleri olarak tanımlamaktadırlar. Antik çağda Kerç Boğazı, “Bosporus Kimmerius (Kimmer Boğazı)” adını taşımakta, Kırım’da Grek kolonileri olarak görülen Kimmerikum, Kimmeris, Kimmerike gibi yerleşmeler ve yer adları bir zamanlar Kimmerlerin bu topraklara egemen olduklarını vurgulamaktadır. Kırım adının da Kimmer’den türediği bilinmektedir. Kimmerleri ve Kırım’ı kapsayan Avrupa Hunları ile ilgili mitoslar tüm ayrıntılarıyla birlikte, Bizans tarihçisi Jordanes tarafından nakledilmektedir.26 M.Ö. 8. yüzyılda, takriben M.Ö. 500 civarına kadar olan devre çok hareketlidir: Kimmerler, doğudan gelen İskitlerin istila ve baskısı sonucunda, güneye ve batıya doğru çekilerek göç etmek zorunda kalırlar. Göç edemeyen bazı Kimmer boyları ise, İskit egemenliği altında Kırım ve çevresinde yaşamlarını sürdürürler ve zamanla onların içinde eriyerek tarih sahnesinden çekilirler. Antik kaynakların bildirdiğine göre, Taurlar, Toreteler, Dandariler, Psessler, Thteler ve Maotler, İskit egemenliği altındaki, Kırım ve çevresindeki Kimmer boylarını yansıtmaktadırlar. Kimmer-İskit mücadeleleri, Türk devletlerinin tarihleri boyunca tanık olduğumuz kardeş kavgalarının en eski örneklerinden biridir. Tarihi bakımdan İskit istilası, maddesel kültürün gelişimi yönünden de yeni bir devrin başlamasına neden olur: Güney Rusya’nın Tunç Çağı sona erer ve Demir Çağı başlar[204] .

İskit baskısı ile Kimmerler, Traklarla birlikte Trako-Kimmerler olarak Trakya üzerinden Anadoluya geçmişlerdir. Daha sonra İskit coğrafyasında Sarmatlar görülmektedir.

Polybios’a göre “Helvet” Tigurinlere bir Thrak halkı olan Digoroilar (zikreden Bizanslı Etienne) ve bugünün Oset Digorlarında rastlanmaktadır, aynı şekilde Danais yakınındaki Avrupa Sarmatya’sının bir halkı olan Tagroiların adları, aynı adın yalnız­ca başka bir biçimidir ve Oset Tagaurların adında devam etmek­tedir[205]. Peutinger tablosunda Meotid halkları topluluğu içine Psaccani ile Aspurgianiler arasına Plinius’un Sardileri, Ptole- maios’un Suardenleri olan Sardetaeler konulmuştur. Bu halkın adında Ligür halkı Sard veya Sordları, Dalmaçya’nın Sardeatlarını, Thrak Sardi veya Serdilerini ve Taurid’in Sardilerini bulgulamak gerekir. Dromos Achill yakınında yaşayan bu sonuncular (Sardiler) Kafkasya’ya doğru hareket halindeki halkın ana noktalarından birini oluşturuyorlardı. Ama özellikle Kolhida ve Kafkas Albania’sında Ligürlerin bulunduğu apaçıktır. Kolhidalıların komşuları Phthirophajları veya kendilerini Salae olarak adlandırdığını Plinius söylemektedir. Oysa bu adın Alpes Maritimes bölgesindeki bir Ligür boyunun adı olduğu bilinmektedir. Kolhida’nın kendisi bir Ligür adı taşıyordu; şair Lykophron’un Kolhida’ya “Lighistik” demektedir[206].

Kafkasya’nın eski Albanialıları ile bunların soylarından gelen Dağıstan halklarının Ligürlerle çok yakın akrabalık bağları vardır. Strabon ve Plutarkhos (Pompeius) Albanlılar ile Amazonlar arasında oturan bir Lezgi halkı tanımaktadır. Bugünün Lakları bunların doğrudan soylarından gelenler olabilir. Bunlar Gürcüler ile Oslar tarafından Leki, Ermeniler tarafından Leksi olarak adlandırılmaktadır. Orta Çağ yazarları bunları bilmektedir: Horenli Moses ve Horenli sahte Moses’in Coğrafya’sı bu halktan söz etmektedir; Arap Mesudî (943’e doğru) ile Abulfeda (1221’e doğru) da bunlardan söz etmektedir, Abulfeda bunları Derbent geçidi yakınına koymakta ve Lakz veya Leksi olarak adlandırmaktadır. Diğer Arap kaynakları Hazar’a kadar uzanan Samur ile Sabiran arasındaki Leketi (Gürcü biçimi) ülkesinden söz etmektedir. Gürcü yıllıkları onlardan sık sık söz etmektedir; örneğin 1228 yılında bir Lak veya Lezgh birliği son Harezm sultanı Celalettin’e karşı savaşan Gürcü kraliçesi Ruzudan’a yardım etmeye gelmiştir. Marko Polo (XIII. yy. sonuna doğru). “Lakları” Kuzey Kafkasya halkları arasında göstermektedir ve Volga’dan Ermenistan’a gelirken Dağıstan’dan geçen Rubroek (Kasım 1254) “Sarrasen Lezgilerinden” söz etmektedir[207].

Lek ile Lezg sözcükleri aynı halkı belirtmektedir; zaten Lezg adı, Dağıstan ve Zakatali kasabasının Tatarlar dışında tüm Kafkas boylarını, hatta İnghiloiları kapsamaktadır. Bununla birlikte bunların adı Çeçenlerde Swylye (Dağlılarda Suli), çoğul swyliy’dir. Klaproth Lezghleri Çeçenlerin Sueli ve Çerkeslerin Hanovatçe olarak adlandırdıklarını biliyordu. Eckert’e göre Soli adı Çeçenler tarafından Dağıstanlıların yalnızca bir bölüme verilmektedir1 ve sözcüğü genitif haliyle (in hali) -suilih muokhk “Suillerin ülkesi” olarak yazan Baron Uslara göre bu halk Koysu ile Andi kaynakları yakınındadır[208].

Ama Çeçenler ve Oslar tarafından Soly olarak adlandırılanlar özellikle Avarlardır. Birçok Kafkasya halkının durumunda olduğu gibi Avarlar kendilerini komşularının onlara verdiği adla adlandırmamaktadır: Zakatali’de Lazgi-al, Kafkasya’nın başlıca sıradağının kuzeyinde Hunzak, daha da kuzeyde maarul ve güneyde bagualal (anlaşılmamış sözcük) olarak kendilerini adlandırmaktadırlar. Bizim için önemli olan Avarların kendilerini Lazgi-al, yani Lak olarak adlandırdıklarını, Çeçenler ile Oslar tarafından onlara Soly ve Karataylar tarafından halbi, yani Albanialı adının verildiğini saptamaktır. Tüm bu adlar bizi Ligür kökenine götürmektedir: Alpes Maritimes bölgesinde Ligürlerin (Lig-Lek) Salialı adlı bir boya sahip olduğunu bilmiyor muyuz? Büyük Türk gezgini Evliya Çelebi’nin Lezg / Laz özdeşliğini ileri sürmesi ve Trabzon’u “eski Lezgi vilayeti” olarak adlandırmasını saptamak ilginçtir. Ondan önce İbn-Said’e dayanarak Arap Abulfeda Trabzon’da özellikle Lezgilerin oturduğunu söylüyor ve bu kentin güney ve güney doğusunda, konuşulan dillerden dolayı “Dillerin Dağı” adını taşıyan Lezgi dağının olduğunu yazıyordu. Abulfeda başka yerde Dağıstan hakkında aynı ifadeleri kullandığı için Evliya Çelebi’nin de kurbanı olduğu düşünülen ad yarım uyağından kaynaklanan bir hata gibi düşünülebilir. Bununla birlikte incelenmesi daha sonraya bırakılan Laziarın Ligür kökenini de kabul ederek Lazların ülkesinde Ligustinlerin (Lig, Lek, Lesg) bulunuşu olup bitenleri kısaca açıklayabilecektir[209].

Kafkas-Avrupalı akrabalığı açıklaması ışığında diğer ortak et­nik sözcükler arasındaki şu benzerlikler açıklanmaktadır: Raet halkı Suanetler (kuşkusuz Ligür-Keltlere akraba Medüllerin soy­daşı ve İtalya’da Suanensler adı altında soydaşlarıyla karşılaşılan) ile Kafkas Suanetlerin adları arasındaki benzerlik; Doğu Germaia’nın Lugua Didunları ile Dağıstan Didoları veya Mesudî’nin yazdığı gibi Dudaniyeh Lakzları, yani Kafkasya Albanialıların bir boyu olan Didurların adları arasındaki benzerlik; yine eski halkları Albalar veya Albensler olan İllyria, Kafkasya, Latium Albanialarının adları arasındaki benzerlik; Albania boyu Tosklar, Meot boyu Dosklar ve Kafkasya Albania’sının bir boyu Tuchilerin adları arasındaki benzerlik[210]önemlidir.

Önce Thraklar ve İllyrialılar arasında bir sınır çizgisi çizmenin olanaksız olduğu noktasında da anlaşmak gerekir; bu halklar arasında hiçbir ayırım yapmayan kimi günümüz yazarları haklı görünmektedir. Eski yazarların bu iki etnik grubu karıştırmasıyla ilgili birçok örnek verilebilir: örneğin Balkanların Brigleri İllyrialı olarak sayılırken Küçük Asya’daki kolonileri olan Phrygler Thrak olarak görülmüştür; Triballoslar, Trerler ve Agrianlar kimi zaman Thrak kimi zaman İllyrialı gösterilmektedir. Dion Kassios Dardanları Moesialı bir boy olarak görmektedir ve Bizanslı Etienne bir Dardan kenti olan Nissos’u bir Thrak kenti olarak düşünmektedir; aynı Bizanslı Etienne bir Thrak halkı olan Triballosları İllyrialı saymaktadır; en batı İllyrialı boy İstriahlar Khioslu Scymnus tarafından Thraklar arasına konulmuştur. Zaten iki halk coğrafi olarak karışmıştı: İllyria’nın tam ortasında, Adriyatik kıyısında Thraklar vardı. İllyrialı boylardan Ardieisler ile Autoriatların eskiden Thrakia’da yaşadıklarıyla ilgili Erastosthenes’in tanıklığını Bizanslı Etienne korumuştur[211].

Türk ulus adının eski bir biçimi olan Tark da birtakım ses değişiklikleriyle Akdeniz Bölgesinde, Karadeniz’in kuzey kıyılarında, Asya’da yaygın ola­rak görülür. 18. yüzyılda yaşamış tarihçi Haçatura Cugaetsi, Asya’daki Saka (İskit) ülkesinin Apahtark diye anıldığını, Beyaz Türk anlamına gelen Apahtark adlı ulusun da Türk olduğunu yazmaktadır. Eski dönemlerde Kırım’da yaşamış ve kökeni bilinmeyen Satarlı Ulusunun adındaki Tarh sözcüğü ulus adı Tark’ın başka bir biçimidir. Gerçekte Truvalılarla aynı kökenden gelen Trak Ulusunun adı da aynı kökten türemiştir. Tark sözcüğünün Etrüsklerin soy veya ulus adı olduğunu söylemeye temel oluşturan başka bir kanıt, Roma kentine de egemen olan Etrüsk hakanlarının adlarındaki Tark öğesidir. Bu öge örneğin, sırayla M.O. 616-579 ve 535-510 yılları arasında egemen olan “Lucius Tarquinius Priscus” ve “Lucius Tarquinius Superbus” gibi hakanların adlarında görülmektedir[212].

Bu adlarda bulunan Taryuinius deyiminin Latince kökeni Tarq sözcüğüdür. Tarq sözcüğünün Türkçe karşılığı da Tark adıdır. İlgi çekici olan başka bir konu da eski tarihçi Likafron’un Tarhun ve Tirşen adlı öyküsel kahramanla­rı Etrüsklerin ulu ataları olarak anlatmasıdır. Öykülerdeki ulu ataların adlarının ulus ve boy adla­rını bildirmesi, belirtildiği gibi artık bilinen bir ger­çektir. Tirşen adı eski Yunan dilinde Etrüskleri belir­ten soy ya da ulus adıdır. Böylece, Tarhun sözcüğünün de Etrüskleri be­lirten soy veya ulus adı olduğu sonucuna varılmakta­dır. Başka bir deyimle, eski Yunan dilindeki Tirşen adının Etrüsk dilindeki “Etrüsk” anlamını taşıyan Tark kökünden oluştuğu anlaşılmaktadır. Tark ve Tarh sözcüklerinin Akdeniz Bölgesinde ulus, boy, soy, ulu ata adı olarak yaygın biçimde kul­lanıldığını araştırmalar göstermektedir. Romalıların Turski, eski Yunanlıların ise Tirşen diye adlandırdığı Etrüskler kendilerini Tark olarak anmışlardır. Etrüsk gömüt taşları yazıtlarında bulunan “Tark Boyu” (Tark oğlu), “Tarki Luesnal” (Tark Ulusu) ve öteki anlatımlar ölünün Tark, başka bir deyimle Etrüsk Ulusundan olduğunu gösterir. Burada olağa­nüstü hiçbir şey yoktur, çünkü Etrüskler ve Truvalılarla aynı soydan gelen Traklar ve eski Türklerin bir kolu olan Tarklar (Apahtarklar) da benzer ulus adını taşımışlardır[213].

Trakların ve Truvalılarm Türk kökenli olduk­ları konusunda eski Avrupa kaynaklarının verdikleri bilgilerin doğruluğunu dil verileri de onaylamakta­dır[214].

M.Ö. II. Binde Trakların işgali altında bulunan Balkan Yarımadası‟nın güney-batı bölgelerine İllirialılar‟ın girmesi üzerine yerlerinden oynatılan bazı Trak kabileleri, en çok Brigler ya da Frigler Boğazlar üzerinden Anadolu‟ya geçerek bu ülkenin batısında ve kuzeyinde oturan bazı savaşçı kavimlerin bunlara katılmasıyla günden güne büyüyen bir çığ halinde Hitit devletine saldırmışlar, şehir ve kasabaları yakıp yıkarak bu devleti ortadan kaldırmışlar, aynı zamanda Anadolu‟nun etnik ve sosyal bünyesinde büyük değişiklikler meydana getirmişlerdir[215]. M.Ö. 7. yüzyılda batıdan gelen son bir baskı neticesinde Bithynler ve bunlarla akraba olan Thynler ve diğer bazı kavimler Anadolu‟nun kuzeybatı köşesinde yerleşerek buraya Bithynia ismini vermişlerdir. M.Ö.7.yüzyılda İskitlerin büyük bir dalga halinde kuzeyden Tuna memleketlerine indikleri dikkate alınırsa, Bithynlerin göçlerinin bu İskit akınıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Bithynler çok sayıdaTrak kabilesinden sonraki geride kalan göçmenlerdir. Bithyn kabileleri aslında Trakya‟da Orta Strymon (Vardar) bölgesinde oturuyorlardı. Bithyhnler, bunun gibi Matiolobithynler, Thynler ve Bithynler ile akraba kabileler Homeros‟un destanlarında zikir edilmemektedirler. Bazı bilim adamları Bithynlerin Anadolu‟ya 700 yılları ya da biraz daha geç gelmiş olduklarını yazmaktadırlar bundan dolayı, ne Bithynler ne de onların ülkesinden Homeros destanlarında söz edilmemiştir[216]

Trakya’da Yunan etkisinin yanında İskit etkileri dahi önemli bir alan işgal etmektedirler. İskitler yalnız kültürel etkilerde bulunmakla kalmamışlar, birçok kereler güneye inerek Trakya’ya girmişler ve Traklar ile ırk olarak dahi kaynaşmışlardır. Ölüleri kırmızıya boyamak, erkeğin yanına atını dahi gömmek ve diğer İskitlere has bir takım adetlerin, M.Ö.6. ve 5. yüzyıllara tarihlenen Trak mezarlarında yapılan kazılarla mevcut olduğu anlaşılmıştır[217].

Tapa, tape sözcüklerinin Trak dilinde “kaya, taş” anlamında kullanıldığı sanılmaktadır. Adile Ayda, tepae sözcüğünün Pelasg dilinde “tepe” anlamında kullanıldığını göstermiştir. Bu gibi dil olguları, Pelasgların ve Trakların değişik dönem­lerde ayrı adlarla tanınan aynı ulus olduklarını göste­rir[218].

Trakya’nın Dakiya kentindeki bir dağ Tape adım taşımıştır. Hint-Avrupa dillerinde bu sözcüğün bilimsel olarak bir kökeni belirlenemediği için araş­tırmacılar onu Ege Denizi Bölgesinin söz varlığına eklemişlerdir. Latincede, Tapa, Tape adının bir başka biçimi olan ve “tepe” anlamına gelen teba sözcüğü bulun­maktadır. Teba sözcüğü, eski çağlarda İtalya’ya yerle­şen, Pelasg veya Etrüsklerin ataları Tirsenlerin dilin­den Latinceye geçmiştir. Araştırılan Trak kökenli Tapa veya Tape adının Anadolu ve Özbek Türkçelerindeki tepe, Kazak Türkçesindeki töbe sözcükleri ile aynı kökten olduğuna hiç kuşku yoktur. Günümüze sınırlı sayıda Trak kökenli sözcü­ğün ulaşmış olması, Trak dilindeki niteleme sözcük­lerinin araştırılmasını kısıtlamaktadır. Ancak eski Trakların ve aynı kökenli Pelasgların söz varlıklarının bir bölümünün eski Yunan diline aktarılmış olması, Ellada’da (Kuzey Yunanistan) Yunanlılardan önce yaşamış bu ulusun kökeniyle ilgili belli bir düşünce belirtmeye olanak vermektedir. Batılı dil bilimcilerin kökenini belirsiz saydıkları ve bilimsel olarak çözüm­lenmemiş bu söz varlığı araştırılarak onun önemli bir bölümünün Türkçe kökenli olduğu ortaya çıkarılmış­tır[219].

Trak dilinin söz varlığında ve Türk dillerinin kaynaklarında yapılan araştırma sonucu, Trak dili söz varlığının çok daha eski dönemlerde Türkçe kökenli olduğu gösterilmiştir. Daha eski Trak söz varlığında­ki kişi, boy, ulus ve yer adlarının eski Türkçe söz varlığında karşılıkları vardır. Ayrıca eski Trak dili söz varlığı, eski Türkçe niteleme sözcüklerinin kökleriyle kolayca açıklanmaktadır. Ancak M.Ö. 1. binyılda tü­müyle özümlenmeleri sonucu özgün dillerini yitiren Trakların özel adlarından oluşan geniş söz varlığı doğal olarak Hint-Avrupa kökenlidir. Bulgaristan’da görülen özümlenme, daha eski çağlarda Trakya deni­len ülkede ortaya çıkan özümlenme sürecinin bir par­çasıdır[220].

Trakları Hint-Avrupa kökenli sayan Batılı dil bilimciler, eski Trak ülkesinde sonraki çağların Hint- Avrupa kökenli özel ad söz varlığını araştırmışlardır. Ancak onlar, çok daha eski dönemlerin Hint-Avrupa kökenli olmayan özel ad söz varlığının eski Türkçe kökenli olduğunu belirtmemişlerdir. Eski Trak ülke­sinde ilk kullanılan Pelasg ve Trak dillerinden eski Yunan diline eklenmiş ve Batı dil biliminin geniş araştırma kaynağı olan söz varlığının da Türkçe kö­kenli olması, bu dillerin kökenine açıklık getiren önemli bir kanıt oluşturmaktadır. Örneğin, eski Yunanistan’ın Selenga ırmak adıyla Türk ülkelerinde bulunan Selenga ır­mak adının aynı kökenli olmamaları neredeyse ola­naksızdır. Türk dillerindeki “uğultu, ses” anlamına gelen seleng, selen su kaynağı niteleme sözcüğü kökünden türeyen Selenga adı, eski Yunanistan’ m özel adlarından derlenen çok sayıda Türkçe öğeyle örtüşmektedir. Yunanistan’ın öyküsel hakan ve kişi adlarının önemli bir bölümü eski ve çağdaş Türklerin kişi adlarında da görülmektedir[221].

“Thrak, İllyrialı”nın nerede başladığını ve “Pelasg”, “Asyalı”nın nerede bittiğini görmek de zordur. Coğrafi olarak karışmışlardır: Rodop masif santrali ile Thrak Khalhidike’de Pelasglar vardı, özellikle Athos yarımadasında Pelasgların yaşadığını Thukydides’den öğrenmekteyiz; Epeiros’daki Dodona Pelasg kökenliydi (Homeros “Dodonalı Zeus, Pelasgların Zeus’u” ve Hesiodos “eteğinde Pelasgların oturduğu Dodona’yı ve yazgısal gürgeni ziyaret etti”, demektedir; Ephoros’a göre Dodona tapınağı Pelasglara aitti). Dodona tapınağına önce Thesprotlar, sonra Moloslor (Epeiroslu iki halk) sahip olduğundan Pelasgların Epeiros halklarıyla çok yakın ilişkileri olduğu ortaya çıkmaktadır. Bir Pelasg halkı olan Pelagonlar Scymnus tarafından Adriyatik kıyısında yaşayan ve Liburnialılara komşu bir halk olarak gösterilmektedir[222].

Kuzeyden geldiklerine göre Pelasgların Balkan ülkelerinde bulunmaları doğaldır, zaten fizik yapıları Kuzey kökenli olduklarını yansıtmaktadır: Pelasgların sarışın bir halk olduğu bilinmektedir. Öte yandan Thraklar ile İllyrialıların Hellas’da (Yunanistan) kolonları vardı. Gerçekten de Grek rivayetleri Thrakları Yunanistan’ın en eski tarihine ortak etmektedir. Eumolpos Thrakları Attika’ya sahip oldular, bu kahraman (Eumolpos) Eleusis sırlarının kurucusu olarak tanınmaktadır; soyundan gelen Eumolpidler her zaman Eleusis’de Ceres’in rahipleri oldular. Pelasglarla birleşen Thraklar Kadmos’un soyundan gelenleri Boiotia’dan kovdular. Hellen’in torunu ve Deukalion’un oğlunun torunu olan İon, Attika’da Eumolpos Thraklarını yendi. Boiotia Thrakları Parnassos’a kadar sürüldüler; Boiotia’da Helikon dağını ve Makedonya’da Pieria’yı Musalara vakfedenler bunlardır. Thrak Tereus’un Fokis’de Daulis kenti vardı2. Salamis adasına Kykhreia denilmiştir; oysa Plinius Thrakia’da aynı adı -Kykhroi- taşıyan bir yer bildirmektedir. Sicilyalı Diodoroso Ege adalarının eskiden Thrakların tekelinde olduğunu söylemektedir. Özellikle Phryglerin Girit’te oturduklarını gösteren izler vardır; buranın Batı bölümünde – Kydonialıların yurdu- Berekunthos adını taşıyan bir dağ vardı, bu ad ile Phrygialılar veya Phrygiahların Berekynthes boyunun adı arasında benzerlik görmemek olanaksızdır. Ligürlerle ilişkilendirilmedikçe Rodos’taki Brigindarios adı Phryglerin Ege adalarından geçtiklerini düşündürmeye yolaçar. Anakara’da da Atina yakınında Perikles zamanında bir Phuygies kasabası ve Oite masifinde (arazi-bölge) Phrygia adlı bir kasaba vardı (Bizanslı Etienne). Bilindiği üzere Kekropia Attika’nın, özellikle Akropol’ün eski adı idi ve ülkenin ilk kralının adı Kekrops’dan dolayı Atinalılara Kekropidler deniliyordu[223]. Yunanistan halkı arasında İllyrialı unsurların bulunduğu apaçıktır. Lokrisliler İllyrialı bir ad taşıyorlardı. İllyrialılar ile Thrakların Hellas’da oturduğunu ortaya koyan çok sayıda coğrafi sözcük bulunmaktadır: Messapioi -Batı Lokris’de bir kasaba, Messapionores, Euboia’nın karşısında Boiotia’da bir yer, Messapeiai -Lakonia’da bir kasaba, Messapios -Batı Girit’de bir ırmak. krş. Karia’daki Messaba İllyrialı bir boy olan Messapialıları çağrıştırmaktadır. Akhaia’daki Bura kentinin adı İllyrialı bir addır, aynı şekilde Bura ve Delphoi yakınındaki Sybaris kaynağının adı bir Messapi adı olmalıdır, krş. Syberos, İllyria’da bir yer. Aynı şekilde Thrak-Pelasg yer adları da inandırıcı kanıtlardır: Setae (Girit), Setos (Kilikya), Setoi (Bithynia); Assoros (Sisam), Asoros ve Assa, Assera (Thrakia Khalkidike’si), Assesos (Milet yakınında); Astakos (Akarnania), Astakos (Marmara); Idake (bir İon adasında), İdakos (Gelibolu yarımadası), İdake (Akarnania); Tiasa (Lakonia’da bir dere), Tios (Bithynia); Arainon Khorion (Lakonia), Arainon akre (Thrakia); Kleonai (Actei kıyısında Athos yakınındaki kent), Kleonai (Argolis’de bir kent); Piloros (Athos), Piloros (Girit); Benna (Pangaion), Bene (Girit), Beine (Efes). Thrakia’da rastlanan Lingos, Bolbe ve Arne adları belki Pelasg’dır[224]

Adila Ayda “Etrüskler Türk mü İdi?” İsimli eserinde Pelasglar hakkında şu bilgileri vermektedir: Bizanslı Stefan ve saire Igte bu yazarlar bir de Pelasg adlı bir kavimden bahsederler ki, Homer’in de zikrettiği bu kavim, bazılarının ifadesine göre kuzeyden gelerek dağınık gruplar halinde Yunanis-tan’da ve Anadolu’da yerleşmiş ve Truva muharebesinden sonra İtalya’ya hicret ederek, orada Etrüsk adını almıştır. Modern tarihçiler arasında bilhassa Beloch, Fick, Treidler, Meyer, Ehrlich gibi Alman bilginleri Pelasglar konusunu incelemişlerdir. Ekserisi Pelasglarla Etrüsklerin ayni kavim olduğunu ileri sürmekte tereddüt etmemektedirler[225]. Fransız âlimleri ile Fransız dilinde yazan âlimler arasında da, bu konuya eğilenler aynı temayülü göstermektedir. Meselâ 1924 yılında bile, Meillet ve Cohen’in klâsik eser olarak kabul edilen “Dünya Dilleri” nde aşağıdaki satırları okumak mümkündür:

“Pelasgca Milâttan sonra 5 inci yüzyılda bile Trakya sahillerinde, Propontid’in güneyinde ve İmros, Lemnos gibi adalarda henüz konuşulmakta idi. Hem Lemnos adasında 1885 yılında bulunan, fakat henüz deşifre edilmeyen o meşhur yazıt belki de bu dilin bir örneğini vermektedir… Yazıtta kullanılan dilin terkip özellikleri Pelasg dili ile Etrüsk dili arasında bir akrabalık ihtimalini hatıra getirmektedir[226].”

Liege Üniversitesi Profesörlerinden A. Severyns gibi bir bilgin, daha emin bir ifade ile: “Homer’den önce Yunanistan ve Yakın Doğu” adlı eserinde şöyle der: “Esrarengiz Etrüskçe ile Lemnos yazıtlarında kullanılan ve daha az esrarengiz olmayan dili mukayese eden bilginler, bu iki dil arasında garip benzerlikler bulmuşlardır. Etrüsklerin, İtalya’yı işgal etmeden önce Tyrsen adı altında, Ege’nin bir köşesinde yaşamış oldukları hatır­lanırsa, bunda şaşılacak bir şey bulunmadığı neticesine varılır[227]. Diğer taraftan, Etrüsklerin Lydia’dan geldiklerine dair Herodot tarafından ileri sürülen görüş ile Truva’dan geldiklerine dair Virjil tarafından terennüm edilen inanış arasında çelişki yoktur. Çünkü Pelasglar hem Lydiada, hem Truva’da yerleşmiş bulunuyorlardı. Göçleri için kullandıkları izmir limanı da oralara pek uzak değildir[228]. Sofokles’in Hellanik tarafından zikredilen “İnachos” adlı trajedisinde Etrüsklere “Pelasg -Tyrsen” adının verildiği malûmdur. Mesele derinleştirildikçe, Etrüsk = Pelasg denklemi bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. Fakat bu böyle olsa bile burada, bizi asıl meşgul eden problemin çözümüne doğru ancak yarı yolda bulunduğumuzu kabul etmemiz gerekir. Zira Etrüskler Pelasglar idi demek kâfi değildir. Asıl Pelasglarm kim olduklarını ve bugünkü hangi millete tekabül ettiklerini tesbit etmek mühimdir.

Pelasg adlı kavim hakkında eski Yunan tarihçilerinin eserlerinde mevcut bilgiler şöyle özetlenebilir:

1)Pelasglar kuzeyden gelmiş bir kavim dir: Bu kendilerinin ya Yunanistan’ın, ya da Karadeniz’in kuzeyinden geldikleri manasına gelir.

2)Bu kavim durmadan yer değiştirirdi yani göçebe idi[229].

3) Pelasglar oturdukları bölgelerin veya kendilerini yöneten başbuğun adına göre kolayca ad değiştirirlerdi.

4) Pelasglar inşaatçı ve imarcı bir millet idiler. Atina’ya hâkim bulundukları sırada, orada öyle bir duvar meydana getirmişlerdi ki, bunun bir parçası asırlara meydan okumuştur.

5)Nihayet,   Pelasgların komşu milletler açısından pek hoş olmayan bir âdetleri vardı: o da kız kaçırma şeklinde başka milletlerin kadınları ile evlenmeleri idi.

6)Yukarıdaki beş noktaya Yunanlı tarihçiler tarafından işaret edilmeyen, fakat Lemnos yazıtlarının teyit ettiği ve bilginlerce Etrüsk lisanı ile Pelasg lisanının birbirine benzetilmesinden çıkarabileceğimiz şu noktayı da ilâve edebiliriz:   Pelasglar Hint-Avrupalı olmayan, agglutinatif ve ses uyumuna tabi bir dil konuşurlardı[230].

Thrak – Çerkes Yer Adları ve Özel Adları

Yer adları eki -dava, deva,-dana,-deba, “yerleşme, konut”, Thrakia’da çok yaygındır ve bu eke sahip kırktan fazla ad bulun­maktadır. Ptolemaios tarafından Daçya’da sayılan 44 kentin 14’ünün adında bu ek vardır. Bu eke sahip kentlerin var oluşu Thrak kolonlarının bulunuşunun belirtisidir. Böylece Vistül’ün bir kolu olan Bzura ırmağının yakınındaki Setidana burada Thrakların oturduğunu göstermektedir. Çerkeslerde sözcük korunmamıştır, ama “köy”e daba diyen Gürcülerde vardır. Prokopios’un yapıtında şato adlarında sık olarak -za, -zo, -zio sonekire rastlanmaktadır: Epeiros’da Capaza; Makedonya’da Melikhiza, Brigizes, Metizos; Dardania’da Petrizen, Pentza, Ebetzio, Blezo; başka yerlerde Arsaza, Odriuzos, Pontzas vs. Bu ek Ubıkh dilindeki -zuâ, -zâ, “ev” ile açıklanabilir. Thrakia yer adlarında -pa çekim eki de oldukça yaygındır: Burdapa (var. Burdipta), Zaldapa (var. Daçya’da Salde), Rhodope, Merope ve diğerleri. Eski Çerkesya’da Gorgipa (var. Gorgippia), Pantikape kentleri ve bugün Ulap, Labap beldeleri veya Anapa, Maykope kentleri aynı unsuru içermektedir. Thrakia dilinde pâ “ileri konum, burun” ve p’e (rekürsif) “yer, bölge, yan” demektir. Çerkes adlarında görülmesi gereken ilk anlamdır[231].

Özellikle Ligür-Kelt, Thrak-İllyria ve Hellen öncesi dünyasının ülke ve kent adlarında görülen -on, -onia so- neki Abkhaz dilindeki -ny “ülke” ile çözümlenmektedir, krş. Çerkes dilinde wune “konut, ev”. Thrakia’da Çerkes boy adlarını içeren yer adlarına rastlanmaktadır: Asgizane; Daçya’daki Sangidana; Phrygia’daki Sangas, Sangia; Baskon; Bagas; Daçya’daki Kaberzos yer adları Azyglerin, Saniglerin, Abask veya Baskelerin, Abaza Bağların, Kabartayların adlarını çağrıştırmaktadır[232].

Thrakia’daki diğer yer adları Thrak-Çerkes özel adlarından gelmektedir: Tugurias, Çer. Tugurug; Arbatai, Çer.Arbat; Britaro, Britura, Çer.Bartar, krş. Lyd. Bartaras; Peteres, Çer. Peterez; Medeka, Çer.Meduko, Med, Met; Kandarai, krş. Naissos yakının­daki Kandilar, Çer. ve Dağ.Kandaur; Baika, Çer. Baîko; Kassia, Çer. Kassai; Tamasidana, Çer. Tamas; Bragulos, çer. Bragun; Padisara, Çer. Padis. Padyadres’in Mosynoklarının adını oluşturan ve Thrakia’da Prasia gölü kıyısında (Mosunos), Kuzey İtalya’da (Masuones), Phrygia’da (Mosouna kenti rastlanan mosun ismi. Cavetzos beldesindeki küçük bir şatonun adı Tzimes, Novorossisk kentininin ve bir ırmağın Çerkesçe[233] (Adiğece) adı Tzemez’in bir karşılığıdır. Dalmaçya’daki Asseria, Makedonya’daki Assoros kentleri Meot kenti Azara’yı karşılamaktadır; krş. Pelagonia’daki Azoros, Sicilya’daki Assoros, Ermenistan’daki Azara. Bununla birlikte bu adın Pelasg ve Ligür veya daha doğrusu As olması olasıdır[234].

Thrakia ile Kimmer Bosporos’undaki özel adların uyarlığı bilim adamlarının dikkatini uzun zamandan beri çekmiştir. Bosporos krallığı hanedanında Thrak adları taşıyan kralların olması bu ha­nedana bir Thrak kökeni verilmesinin nedenlerinden biri olmuş­tur. Thrak adları yalnızca arhontların (yargıç kral) adları olmamış­tır, yerlilerin de adı olmuştur. Latıyşev tarafından katalogu yapı­lan yazıtlarda Bosporos’da kırk Thrak adı bulunmuştur[235]

Kimmer Bosporos’unda karşılaşılan, ama fonetik bakımından bozuk saptandıklarının belirtilmesi gereken Thrak adları aşağıdaki listededir[236].

  —PantikapeL IV 233krş. Thrak ‘Entevıç, Kalink.
  —GorgippiaLU 402, 409, 436, 45SA6âpaç T 7
  —PantikapeLII136T4
  —PantikapeL II169T 1,4
  —PantikapeL II 223T 12
  —PantikapeT51
  —Aspurgos’un oğlunun (Bosporos prensi) karısıT51
  —PantikapeLII146T 30
  —PantikapeLII136T 30
  —GorgippiaLU 402T 30, krş. Asya’da bir ad, Kalinka, Antique Denkmâler n.115 ve Sundwal, lndex
  —Phanagor.L386
  —TanaîsLII 423,446, 452, 454
  —TheodosiaL IV 468 vs.T 30, krş. Lyk. Aanâaıç

Sundwall 283

  —Phanagor.L II 389
  —PantikapeLIV 254T 34
  —TanaîsL II 447, 454T 35
  —PantikapeL II 290T 32
  —LII 296T 36
  —PantikapeLl 178T 41
  —Latıyşev Scythica 1 878 vd.T 1, s.49 vd.
  —TanaîsL II 427T 15
  —PantikapeLII 19, 346T 42
  —LU 403T 48
  —Bosporos’un üç kralının adıThrak sikkelerinin üs- tünde: Kotu, Koto T 6 (Apâöoıcoç), krş.

Ksenophon, Anabasis; Louvre’daki bir Papi- rüs’ün üstünde 0paÇ yazılıdır.

  —TanaîsL II 451
  —
  —PantikapeL II 223T 24
  —PantikapeL IV 254
  —PantikapeL IV 241
  —TanaîsT 24
  —PantikapeT 24
  —TanaîsLII 477T 45
  —Bosporos krallarının adıThrakia’da rastlanmaktadır.
  —PantikapeLII 86; IV 331T 18
  —Homolle 336Krş. Phrygia’da
  —PantikapeL II 86T18
  —Bosporos’un altı kralının adıT 27
  —PantikapeL II 198, 264; IV 252 vsT 41
  —PantikapeThrak halkı laioı’danVasmer 50
  —TanaîsLII 452Kalinka,Ant.Denkmâlerin

Bulgarien lndex

  —PantikapeL II 86T 41
  —PantikapeVasmer 51T 42
  —PantikapeLII 263T 43
  —PantikapeLIV 333, Str. VII 4, 3T 45
  —Bosporos krallarının adıT 44 vd.Sparadoko sikkesinde
  —PantikapeT44
  —PantikapeL II 331T 37

 

Katıksız Thrakça olan bu adlar dışında Kimmer Bosporos’unda, Küçük Asya’da rastlanan ve bir kısmı Aytek Namıtokun’un kitabında verilen adlar da saptanmaktadır[237]:

  —GorgippiaLII 402, 56, 60Phrygialı Asios, Hektor’un dayısı İliada XV.774 krş.Lykaon.Afjıoç Sundwall krş.Troia adı, iliada II 837 ve 839
  —TanaîsL II 447Aanâvöaviç iliada II, 827
  —GorgippiaLII 402, 404Arta ve kuwa Vasmer
  —GorgippiaYukarıda yazdığımız Attamas’dır, Helle’nin babasının adı, krş.Adamas, Assios’un oğlu, iliada XII, 140; XIII 560, 759.
  —PhanagoriaL IV 423Asya’da ad ‘Aruç Sundwall 56
  —GorgippiaVasmer 34Asya’da ad ‘Anaç Sunvvall
  —Gorgippia, Phanagoria, Tanaîs, TheodosiaAynı zamanda Asya’da ad.
  —GorgippiaL IV 436Asya’da ad ûâÇaç Sundwall 65
  —PhanagoriaL II 389Lykia’da ad ûanâoaç Sundwall 283
  —Tana isL II 454Asya’da ad Mâvöaou; Sundwall 147
  —GorgippiaLII 402Bir Lykia sikkesinin üstünde Zabaga (?), J.Friedrich, Kleinas sprachdenkmâler, Berlin, 1932, s.88, n.161.
  —TanaîsLU 440
  —TanaîsL II 446

Çerkesçedeki -ko ekine sahip adlar Bosporos’ta çok fazladır. Böyle oluşmuş sözcükler Thrakia’da da çoktur, örneğin: Medokos veya Metokos, Pardokos (krş. Pardalos), Monzakos, Muskus, Phonakos, Derranikos, Draukos, Arimakos, Torkos, Zakotralis (krş.Zialis), Sadokos (krş.Sadalas), Saratokos, Sparadokos, Spartokos, Skostakes, Kotykos (krş.Kotys), Gaserykos, Phittakos, Gigligekos, Xebanokos vs. Aynı ek İllyria’da çok yaygındır: Sintacus, Teuticus (İllyria kralının elçisi, krş. Teuta, İllyria kraliçe­si); Venezia’da: Turancus, Mogiancus, Laviscos, Bagiscos, Niscariko, Vonako, Katariko[238].

Diğer bir ek -la, -lo, -lu daha az görülmektedir: Artila (krş. Artakai), Muscellus (krş. Muscos), Pittalos veya Phittalos (krş. Phittakos), Dizala (krş. Diza-centum), Ditula (krş. Dita, Ditas), Zantiala (krş. Zantias, Zantikos- lazyg prensi), Sadalas (krş. Sadaios, Sadokos) vs. Dumont-Homelle bunun küçültme işareti olduğunu sanıyordu  ki bu görüş Tomaschek tarafından kabul edilmiştir: “Öyleyse, diyordu Fransız yazar, yalnızca küçültmeli haller ile tanıdığımız bir takım sözcükleri Thrak söz varlığına ek­leyebiliriz”. Lenula, Lenus ile Lenos’u, Asdula, Asdus’u, Sintula, Sintus’u, Susula, Susus’u, Zantiala, Zantias’ı, Sadala, Sada’ı, Cothela, Cothes’i gibi. Burada daha çok lâ “erkek” sözcüğünü görmek gerekir gibi gelmektedir. Bu anlam özellikle boy ve ülke ifade eden sözcük­lerden çıkmaktadır: böylece Sintula “Sint ülkesinin adamı veya Sintialı adam”, Muscellus-“Muski adamı veya Moski adamı” vs. anlamında olabilecektir[239].

Çok sayıda Thrak adı günümüze kadar Çerkeslerde sürüp gelmiştir[240]:

Aulu-zene, Aulu-zanos, Muka-zanusÇer. Zane, Zanoko;1
Amadokos, Medokos, Medos, MetokosÇer. Medoko, Met, Mat;
Adamas, AtamazÇer. Tamas;
Orsobaris, Orsoaltios, UarzobalosÇer. VVorzebes’;
Bastakos, Sobastos, StrombastosÇer. Bastoko1 2 3, Baste;
PedizasÇer. Pedis;
PatumasÇer. Batmaz;
Maisides, Maisira, MaifarnesÇer. May;
Gorgas, GorgipposÇer. Gorgoz1;
TeresÇer. Terez, Peterez4 5 6;
Zeipas, ZopasÇer. Dzepas;
Sitalkes, Rhoimalkes, RhumitalkesÇer. Alkes9;
Kotys, KotykkosÇer. Kotuko”;
Bato, Baton, Battas, illyria, Dardania, Dalmaçya, Pannonia, Mesappia, Lykia, Libya’da ad7Çer. Batin8, Batoko9
SeuthosÇer. Seutouk, Seotok
PatasÇer. P’ataz’;
MamaÇer. Mamiy10 11;
Bagios, Bagas, Bages11, krş. Bagaios, Phrygia Zeus’u (Hesykhius) ve Paphlagonia’da ad.Çer. Bag1
Manius, krş. Paphlagonia Manes’iÇer. Manez’unko* 2
Gaserunkios (Bithynia)Çer.Gusaruko
Uresupos, DiosupesÇer. Supas’ (“atlıların başkanı)
Bithus3,

En yaygın Thraklarda, Keltlerde de karşılaşıl­maktadır.

Çer. Bit4
Dizas, Dezas vs.Çer. Diz5
Tarulos, Tralis, Bithi Tralis, Diza Tralis’deÇer. Terol6
Saratokos, Thrak prensi, krş. Lykia Seratos, Paphlagonia ZaradokesÇer. Sarat7
KandanÇer. Kandan8
KardenthosÇer. Kardan
Bores, krş. Boros (iliada V, 4 ve XIV,177)Çer.Borez’9, Borok

Grek komedilerinde Getae kölelerinin adı olarak çok yaygın olan Daos, Davos adına, Samothrake, Thasos, Phrygia’da rast­lanmadadır. Sözcük Phrygia dilinde “kurt” demektir, krş. Çer.tuguz’, duguz’ (Kabartay lehçesinde) “kurt”.Çerkeslerde özel ad olarak çok yaygın kullanılmaktadır. Bu ada eski Greklerde de rastlanmakdadır[241].

Thrak dili konusunu ele almadan önce Grek dilindeki, kuşkusuz, Hint-Avrupa dilinden olmayan ve Çerkesçe ile açıklanan veya bu dilde karşılığı bulunan unsurlar hakkında bir şeyler söylememiz de gerekmektedir. Hellen öncesi bu unsurlar çoğu durumda Ligür-Karia kalıntısı olmadıkça Thrak-Pelasg kökenli olmalıdır. Bugün dilbilimde, Grek dili ile Latin dilinin üçüncü bir dilden bir şeyler aldığını kabul etmekte tam bir anlaşma vardır. Bu üçüncü dile, Pelasg dili kastedilerek “Hellen öncesi”dil denilmekle yetinilmektedir. Oysa Pelasg dili bilinmemektedir. Bu durumda kalan tek yöntem, Kafkas dilleri ve bunların içinde Çerkes (Adiğece)  dili gibi yaşayan çok eski dillerin incelenmesi ve Grek ve Latin dillerindeki alt katman ile karşılaştırılmasıdır[242].

Aytek Namıtok 1939 yılında bilimsel bir eser vucuda getirmiştir. Fakat o dönemde Pelasg dili hakkında ki çalışmalar günümüzdeki kadar gelişmemişti. Namıtok’un da vurguladığı gibi Grek Latin dillerinin öncüllerinin yani alt katmanları bilinmesi gerekmektedir. Greklerden önce Yunanistan’da Pelasglar gibi Ön-Türk kavimleri yaşamaktaydı. Günümüzde Pelasg=Etrüsk brnzerlik denklemi Kazım Mirşan ve diğer bilim insanları tarafından aydınlatılmıştır.

Araştırmacı Haluk Tarcan’a göre: “Pelasglar, M.Ö. 3 binlerde Yunanistan’ın Attika bölgesine yerleştiler. Şimdiye kadar ölü dillerle yazılmış denen 120 adet Pelasg Yazıtları bizzat Kazım Mirşan tarafından okunmasıyla bunların Ön-Türk oldukları ortaya çıkmıştır. Fransa ile İspanya arasında yaşayan Baskların Pelasglardan geldiklerini ve Pelasg sözünün anlamının “Şahin” olduğunu belirtir. Demek ki Pelasglar, Ongun olarak “Pelaç” yani “Şahin kuşunu” seçmişlerdi[243].

Selahi Diker “Türk Dili’nin Beş Bin Yılı” isimli eserlerinde “Kayıp Dillerin çözümü” hakkında geniş bilgiler vermektedir:

Herodot, Pelasg dili hakkında bazı ipuçları verir: “Pelasgların dili hakkında kati bir şey söyleyernem. Lakin mesela eskiden Thesaliotis denen bölgede Dorlar’ın komşusu olup ta bugün Tyrrhen’lerin [Etrüskler] yukarısında Kreston’da yaşayan Pelasgların ve yine, daha önce bir müddet Atinalılarla birlikte yaşamış olan ve sonra Hellespont üzerinde Plakia ve Skylake şehirlerini kuran Pelasglar’ın ve kısaca, birçok şehirlerde yaşayan, isimlerini bırakmış olmakla beraber, hakikatte Pelasg olan halkların dillerinden bir kanaat edinmek istersek, onların kat’i olarak barbarca (Yunanca olmayan) bir dil konuştuklarını söyleyebiliriz. Buna göre ve de bütün Pelasglann aynı dili konuştukları göz önüne alınırsa, Pelasglardan olduğu muhakkak olan Atinalıların, Hellenler’e karışmaları ile dillerini değiştirmiş olmaları gerekir. Bugün Kreston’da ve Plakia’da iki ayrı yerde yaşayan halkın dili aynı olduğu halde komşulannın dillerine hiç benzemez. Bu da gösteriyor ki onlar eskiden sahip oldukları şivelerini aynen korumuşlardır”(Herodot 1.57)[244].

Yunanistan’da (Pelasgia’da), Hellenlerle Pelasgların dilleri arasındaki bağları inceleyebilmek için, Prof. E. Adelaide Hahn ve Prof. Norman O. Brown’ın müşahedelerini dikkate almamız gerekiyor. Prof. Hahn, “Hayret verici miktarda çok Yunanca kelime, Hint-Avrupa dil etimolojisine sahip değildir. Mesela, Hint-Avrupa dilinde ‘kral’ (Skt. rajarı, Lat. Rex) kelimesinin karşılığı olan Yunanca anax, basileus ve tyrarinos gibi tâbirlerin Hint-Avrupa dilinden olmadıkları gözüküyor…”  derken, Prof. Brown da, “Yunan dilindeki kelimelerin en az % 40’ı Hint-Avrupa kökenli değildir”  diyerek onu destekler[245]. Bu halde, mantık şunu gösteriyor ki, Yunan diline bu yabancı kelimeleri verenler Yunanistan’ın yerli halkı olan Pelasglar olmalıdır. Ve Pelasgların, komşuları olan Etrüskler, Truvalılar, Mysialılar ve Friglerden de farklı bir dil konuştuğu nazan itibara alınırsa, dillerinin RL-diyalektinde yani Ogurca-bir dil olması gerekir. Birçok Hint-Avrupa dilinde harfi tarifin zamirden türediğine inanılır. Bu hali bariz bir şekilde Yunancada görüyoruz. Homeros’ta ‘o’ şu anlamlara geliyor: (1) işaret zamiri olan bir isim “şu”; (2) zamir olarak erkek, dişi ve nötr hepsi için “o, o kişi.” Ve bu “o” sonraki Yunancada, İngilizcedeki “the” gibi işlev gören bir harfi tarife dönüşmüştür. Homeros’un ’o’su Türkçe “o” zamiri ve “o, ol” işaret zamirinden başka bir şey değildir. Bu ve diğer LR ve ŞZ fonemlerini içermeyen birçok kelimeler hem normal Türkçede hem de Ogur Türkçesinde mevcuttur. Bundan dolayı Hellenlerin bu zamiri Pelasglardan veya Türkçe ŞZ-diyalekti ile konuşan diğer komşularından almış olmaları mümkündür. Bazı Eski Yunanca ve Latince kelimelerin normal veya Ogur Türkçesinden alınmış olabilecekleri gösterilmiştir: İyonca Koirh (kiri) ”kız(ı)” < Ogurca Kır-ı < Türkçe kız-ı; Jove (Lat. Jüpiter, Gk. Zeus) “Rab; Tanrı” < Türkçe yavu/yabu veya yabgu/yapgu “yapan kimse; yapıcı; tanrı”; Gk. İdi/îda < Türkçe İdi “Tanrı (Dağı)”; Gk. tis (nötrti)-. “sahip” < Türkçe iti < Ana Türkçe idi “tanrı, efendi, sahip”[246].

Kimmer’lerin (daha doğrusu Kırım’lıların), ve Urartu kavimlerinden Nairi ile aynı olabileceklerini, Herodot’un bahsettiği Neuri halkının Ogur Türkçesi bir diyalekte sahip olmalarıdır. Ogur Türkçesi ile konuşan diğer eski halklar, Avrupa’da, Mezopotamya’da, Mısır’da, Kuzey Hindistan’da, Orta ve Doğu Asya’da Türkçe ve yabancı birçok diller üzerinde etkili olmuşlardır. Çuvaş ve Macar-Fin dillerini incelerken, Ogur Türkçesinin özellikleri hatırlanmalıdır. Başlıca kural şu idi: Ogurca r < Normal Türkçe z/d/d ve Ogurca / < Normal Türkçe ş. Ökür, bör, sâr/şar gibi r-diyalektine giren kelimeler çok muhtemelen eski orijinal Ogur Türkçesine ait olup Macarca’da ve hem de aynen vıgır/ogur, pir, şar şeklinde Çuvaşça’da muhafaza edilmiş kelimelerdir. Bilhassa, Türkçe böz/bez (“bez, kumaş”) karşılığı olan Macarca bör (“deri”) kelimesinin, insanların sadece hayvan derilerini giydikleri kadim zamanlarda kullanıldığı aşikârdır[247].

Selahi Diker Pelasg dilinde mevcut olduğunu düşündüğü bazı ilginç kelimeleri, başta Pelasg adı olmak üzere incelemiştir:

  1. HAL – Pelas-g [< Ogurca Bel-Uz(k) < Türkçe Beş Uz(lar)]

Pelasg kelimesinde (herhalde < Pel-us-k) Uz adının bulunduğu, ve keli­menin de Ogurca’da (Macarca’da) ve Yafetik dillerde mevcut olan -kl-ik çoğul eki ile oluşmuş çoğul bir ifade olduğu görülüyor. Böylece, tekil Pel-As < Bel-Uz < Türkçe Beş-Uz “Beş Uz/Guz/Oğuz” for­mülü iyi bir yorum olarak ortaya çıkıyor. Adın Ogurca olmayan ikinci (Uz) kısmının Pelasglara Türkçe z-diyalektiyle konuşan gruplar tarafindan ve­rilmiş olması gerekir. Bel-uz kelimesinin asıl Ogurcası Bel-Ur veya Belgur (“Beş Gur”) olur ki bu ad sonradan Volga Bulgarları’na adını vermiştir. Pelasg adını başka şekillerde de analiz edebiliriz: (1) Pelas-g (çoğul) < Bal- Uz-k < Türkçe Baş Uz/Guz/Oğuz(lar), ki bu ifadenin de Ogurcası olan Beş- Gur(lar) yahut Baş-Gur(lar), bugün Urallarda yaşayan Başkırt(lar)’ın adıdır. (2) Pelasg < Ogurca Bel-Azık < Türkçe Beş Iduk “Beş kutsal (millet).” (3) Pelasg'< Ogurca Bal-Azık < Türkçe Baş Iduk.

  1. HAL – IRI > Gk(Grekçe). Rhea/Era “Ana Tanrıça, Yer (Ana)” < Ana Türkçe İDİ

Ogurca İRİ/Irı (< Türkçe idi) “tanrı(ça),” Eski Yunancaya Rhea veya Era/Rea “Yer, Ana Tanrıça” olarak,[248] [249] ve tyoncaya Ari (Gk. Ara) (“tahrip ve intikam tanrıçası”) şeklinde girmiştir. Ogurca ırı, aynı zamanda eski Mısırlılara Ra veya Re[250] (“Tanrı; Güneş- tanrısı, tanrıların kralı” (R. Anthes[251])) kelimesini vermiş olup, Anadolu’daki Yeşil Irmak’m eski adı İri.s (Strabo XH.3.14-15); ve bir Karya kasabası olan Karura [Kar-ırı “Kar, tanrı (şehri)”] kelimelerinde bulunur[252].

  1. HAL – ogur > Gk. our.os “yabanî boğa” < Ana Türkçe ogud/ud “öküz”

Pelasgca ogur (“öküz, boğa”) > Macarca ökör, Çuv. vıhır/ugur, Mon(Mongolca, Moğolca). ukor, > Gk. our.os “yabanî öküz”, Lat(Latince). ûr.us/uur “yabanî öküz,” ki hepsi < Ana Türkçe-Sumerce gud/ogud (> O. Türkçe ud) >  z-diyalektinde Dobruca-Kırım Türkçesi oğuz, Türkçe öküz , > E. İng. okso, E. Cer. ohso, Tokharca okso. ‘Öküz’ kelimesinin hakikî Hint-Avrupa dilindeki karşılıkları, Skt(Sanskritçe). anaduh, Gk. bodi (vodi), ve Lat. bos kelimeleridir[253].

  1. HAL – ogur > Gk. ora, Lat. hora “zaman” < Türkçe ogud/öd “zaman”

Normal Orta Türkçe’de hâlâ yaşayan Ogurca ogur (“zaman”) kelimesi şu dillere geçmiştir: Gk. ora, Lat. hora, Etrüskçe oğar/ogur, Mac(Macarca). (o)kor “zaman” ve ör(a)lour(a) “saat,” Fin. vuoro “zaman, zaman ilimi” ki bütün bunlar bir Ana Türkçe ogud kelimesinden çıkmış olmalıdır. Nihayet, Ana Türkçe ogud > E-O Türkçe öd/öd “zaman, mevsim; hava” (DLT), Mac. idö “zaman; hava” ilişkileri aşikârdır.

  1. HAL – kır-ı > İyonca koirh “(Demeter’in) kızı” < Türkçe kız-ı

İyonca Koirh (telaffuzu: kiiri) “Kız” (aslinda Kız-ı) kelimesi, ti Mitri (Demeter) kaiti Koiri “Anne ve Kız[ı]” ifadesinde geçer ki burada Gk. Mitir/matir “anne,” Ogurca Kır (> Çuv(Çuvaşça). kır) < Türkçe kız “kız, bâkire,” -ı, 3. şahıs tekil iyelik zamir eki. Gk. Gugatir “kız” asıl Hint- Avrupa kökenli kelimedir. Romalıların, Gk. Rhea’ya tekabül eden Ops/Opis’in kızı Demeter için kullandıkları Ceres (Kere.s?) tâbiri de aynı etimolojiye sahiptir: Kere < Ogurca Kır-ı < Türkçe kız-ı.

  1. HAL – ur(ı) > Gk. re.os “ırmak” < Türkçe un < Ana Türkçe ögüd/öd

Gk. re.os “ırmak” kelimesi, Ogurca ur(i) kelimesinden gelmiş olabilir, ki kelime Orta Türkçe’de mevcuttur: urı “dere, dere yolu,” < Ana Türkçe *ögüd/öd > O. Türkçe öd/öt/üt “dar geçit,” Sumerce id “ırmak”, > Çigilce özi “dağ geçidi,” O. Türkçe öz “dere,” E-O Türkçe ö(k)üz/ö(g)üz “ırmak; deniz.” Keza, Ogurca ur(ı) > uur > uğur > Ogurca öğür “ırmak; deniz.” Ana Türkçe *ögüd/öd (> Sum(Sumerce). id) kelimesinden de diğer bir Eski Yunanca kelime, od. os “yol, geçit; ırmak yatağı”, çıkmıştır.

  1. HAL – öğür > Gk. Acher.on < A. Türkçe ögüd > Türkçe ögüz “ırmak”

Ogurca öğür [< Ana Türkçe ögüd > E-O Türkçe ögüz “ırmak; deniz”], Homeros’un Yunancasına Acher.on veya Aker.on “Hades’te (ölüler diyarında) bir ırmak” veya Acher.us “Hades’te bir felâket ırmağı” şeklinde geçmiştir[254].

  1. HAL – pur/bur > Gk. pâg-os “buz” < Ana Türkçe bud > Türkçe buz

Ogurca pur/bur (> Çuv. pur “buz”), Gk. pâg-os kelimesini türetmiş olabilir. Kök pâg kelimesinde g Fransızca “roi” kelimesindeki r fonemine, yani genizden bir rgh sesine yakın olduğundan, pâg > pa-rgh > par/pur, < Ana Türkçe bud > Türkçe buz. Ogurca pur/bur, Pyretus (Porata < Ogurca Pur-ata < Türkçe Buz-ata), Borysthenes (Pur- isi-ton “buz-tanrı-don” veya Bur-eş-ton “buz-eş-don”) ve yeni adı Dnieper veya Danaber (Don-e-pur “don-ve-buz”) ırmak adlarında, Fırat’ın İbranîcesi Burattu [Bur-attu < Bur-Ata “buz ata”] adında ve Kırım Türkçesi perdalez “koca karı soğuğu” [pur- dolus(ü) < Türkçe buz-dolusu “buz veya dolu fırtınası”] tâbirinde bulunur.

  1. HAL – kırı > Gk. kra.s “kıyı, hudut” < Ana Türkçe kıdığ “kıyı”

Ogurca kırı > Çuv. hırı “kıyı” < A. Türk, kıdığ (> Türk, kıyı) kelimeleri, A. Türk, kıd- “kenar dikmek, kıyılamak; korumak” fiilinden türemiştir. Yine, Ogurca kırı > Gk. kra(s) “kenar, hudut” ve İyonca (a)kri (Gk. akra) “son, uç, kenar; en yüksek yer, hisar; en uç (Lat. extremus)” ki baştaki a- bir anlam vermek için değil sadece bir ses etkileme amacıyla kullanılan bir fonemdir.

  1. HAL – Pelasg. tepae “küçük dağ” < Türkçe tepe

Son olarak, Pelasg dilinde r-diyalektinde olmayan normal Türkçe bir kelime, TEPAE, Romalı bilgin Varro (M.Ö. 116-27) tarafindan anlamı “küçük dağ” olarak belirtilmiştir. Tarihte bilinen bu tek Pelasgca kelimenin de Anadolu Türkçesindeki TEPE, E-O Türkçe’deki töpü, töpö, tüpü ve Çuvaş ve Kazan Türkçesindeki tübe kelimelerinden başka bir şey olmadığı aşikârdır[255].

Ayrıca Selahi Diker eserinin Pelaslar-Ogur Türkleri bölümünde Pelasgca (Ogurca) Ek Lügatçe de 58 adet kelimenin[256] anlamlarını da vermektedir.

Bilindiği üzere Herodot, Pelasglar için, “bir barbar dili konuşuyorlar” diyerek, bugünkü Atina şehri olan Attika halkının Helen olmadığını Pelasg olduğu bilgisini verir[257]. Tarihçi Thukydides: “Pelasglar Tyrrhenlerdir[258]” der. Tarihçi Strabon’a göre: “Etrüsk soyu Pelasglar’dan gelmiştir. Mysiaların dilleri de Lidya ve Frigya dillerinin bir karışımıdır. Tyrrhenos sözcüğü Küçük Menderes Havzası’nda bir Lidya kenti olan Tyrrha’nın bir türevidir. Tyrrhenos’un babası Telephos, Lidya’da Teuthrania kralıydı. Lidya, Pelags ve Etrüsk dilleri aynı kökten geliyordu. Etrüskler Anadolu’da Lidya, Karia ve Likyalılarla bağıntılıydılar[259]. Prof. Dr. Ali Müfid Mansel, “Ege ve Yunan Tarihi” adlı eserinde Pelasglar ile ilgili: “Yunanlılar, Ege bölgesinde kendilerinden önce bir takım yabancı kavimlerin oturduklarını biliyorlar, fakat Pelasg, Leleg veya Kar olarak adlandırdıkları kavimler hakkında bilgileri yok. Yunanlılara göre Pelasglar, Yunanistan’da geniş bir alana yayılmışlardır ki; bir zamanlar tüm Yunan ülkesi “Pelasgiye” diye gösterilmiştir. İlk zamanlar Teselya’da oturmuş, Peneios Vadisi’ne “Pelasg Argos’u” adını veren Pelasglar, Yunanlı tarihçilere göre Yunanistan’ın Yunanlılardan önceki halkıdır[260]” demektedir.

Avrupa’da M.Ö. 5000 yıllarından itibaren Turanî halkların varlığı James Fergusson (1877), Leon Kahön (Leon Cahon) (1876) gibi araştırmacılar tarafından açıklanmıştır. Avrupa’da Layard, Rawlinson, Layard’ın İskoç danışmanı Fergusson gibi bilgin diplomatlar 1800-1880 yılları arasında yaptıkları arkeolojik çalışmalarda Asur, Babil, Sümer gibi eski uygarlıkların kalıntılarını ortaya çıkarmış ve bu uygarlıklarda Asya kökenli, Turanî toplulukların yapıcı etkisi bulunduğunu kanıtlarıyla duyurmuşlardır[261].

James Fergusson 1877 yılında yayınladığı, “Rude Stone Monuments in All Countrie – Tüm Ülkelerdeki Kaba Taş Anıtlar” adlı kitabında “Çin, Moğolistan, Tataristan, Hindistan, Yunanistan (Pelasglar), Etrürya ve Avrupa’daki tarih öncesi anıtları yapanlar Turanlılardır” diye yazmıştır. Fergusson, kitabının 507. ayfasında “Turanlı milletlerin egemen olduğu yerler, Aryenlerin hiç ulaşamadığı yerlerde yaşayanlardır. Avrupa’daki dolmenleri inşa edenler kesinlikle Aryen ırkından değildirler, bu eserleri damarlarında Turan kanı taşıyanlar inşa etmiştir” demiştir. (Atatürk, bunu 1930 yılında Türkçeye çevirtmiştir). İskoç asıllı yazar, kendi halkının da köklerini incelemiş, İskoçların da Türk olduğunu ve kökenlerinin İskitler olduğunu yazmıştır. İskoç bilgin yaptığı bir araştırmada “İskoçyalıların 6 Nisan 1320’de Papa’ya gönderdikleri bir yazıda kendilerinin Asyalı İskitlerin soyundan geldiklerini, “İskoç” (Scoth) sözcüğünün “İskitein” (scyth) özgün biçiminden başka bir şeyolmadığını resmen bildirerek kilise kayıtlarına geçirtmişlerdi. Komşuları İrlandalılar da kökenlerinin Turanlı olduğunu belirterek övünürlerdi” diye yazmıştır[262].

Ruşen Eşref (1930) Leon Kahön (Leon Cahun) un : “Fransa’da Arî Dilleri Takaddüm Etmiş Olan Lehçenin Turanî Men­şei” başlıklı eserin önsözünde şunları yazmaktadır: Reisicümhur Gazi Mustafa Kemal Haz­retlerinin emirleri üzerine Leon Kahön (Leon Cahun) un yazısını tercüme ettim. Fakat bundan elli beş, altmış yıl önce yazılmış olan bu eserde bir noktayı bugünkü keşif­ler neticesine göre, Jak dö Morgan (Jacques de Morgan) ın: “L’hummanite prehistorique” isimli kitabından mülhem ola­rak, tenvir etmeği faideli buluyorum. O nokta şudur: Leon Kahön Avrupa’da bir mağara insanlarını esas tutuyor ve Kelt (Celte) leri onlardan ayrı düşünüyor. Hâlbuki Ketler de Orta Asya yaylasından gel­mişlerdir. Bir de Orta Asya’dan garbe olan muhaceret yalnız işlenmemiş taş devrinde vuku bulmuş değildir. Avrupa milletlerinin tarih devrine girdiği milâttan evvel bininci seneye kadar şarktan garbe muhaceretler, birbiri ardınca giden deniz dalgaları gibi devam etmiştir. Bu hususun tenviri için ta­rih muallimi Afet Hanımefendinin yeni menbalardan topladığı ve mektebinde okuttuğu notları kendisinden aldım, aynen dercediyorum. Bir de Jak dö Morgan (Jacques de Mor­gan) m L’humanite prehistorique kitabının 316 inci sahifesindeki bir kaç satırı da ay­nen aldım[263].

J. de Morgan dan

“…Merkezî ve Garbî Avrupa’da mes’ele büsbütün başka türlü olsa gerek. Rus sahralarından doğru Asya’dan gelmiş olan dalgalardan biri, cilâlı taşın ve bakırın ve tuncun istimalini Atlas denizi kumsal­larına kadar getirmiş olacak: Bu dalga, uzun asırlar zarfında Gol (Gaule) de mes­kûn olmuş olan Ligür (Ligure) kabileleri­ne atfolunur. Bunlardan sonra hallstatien (halstatien)[264] kültürleri ve demir san’atleri ile seltler, geçişlerinden Tuna vadisinde, Ukranya’da, merkezî Kafkas’ta (Ossethie), maverayi Kafkas’ta ve Hazer deni­zine komşu garp İran memleketlerinde iz­ler bırakmış olup, daha hâlâ meçhul mehtleri ihtimalki şarka doğru çok uzak yerler­de bulunan o insanlar gelmiş olacaklar[265].”

Leon Cahun eserinde Fergusson için şu açıklamayı yapmaktadır“1872 de, bütün memleketlerdeki iş­lenmemiş taş âbideler hakkında yazdığı bir eserde[266] – ki ben o eseri ilim için en mühim ve en başlıca şey diye addederim – meşhur İngiliz arkeoloğu Fergusson, işlen­memiş taş âbidelerin mevcudiyeti ile yer isimlerinin fârik ve mümeyyiz şekli ara­sındaki mütemadi intibaktan dolayı daha o zamanlarda hayretlere düşmüş görünü­yordu. Her nerede işlenmemiş taş âbideler müterakim iseler, oralarda en sık tesadüf edilen yer isimleri Ak (Ac) ile nihayet bu­lur. Her nerede Ak (Ac) h yer isimlerine tesadüf edilemezse, oralarda da işlenme­miş taş âbideler hiç bulunmıyor[267]. M. Fergusson’a göre, Kelter (Celte), Goller (Gaulois), Kimriler (Kymris) diye yadedilmek istenen kavimler gelmezden önce bir insan ırkı vardı ki onların yer isimleri Ak (Ac) ile nihayet bulurdu. Ma­ğaraların içinde mevcudiyetinden ve san’atından izler bırakmış olup M. Fergusso”n’un Eskimolara, Samoyet’lere ve Alaska kavimlerine kıyas ettiği bu iptidaî ırk im­ha edilmiş ve yahut ki şarktan garbe Fransa ve İngiltere’nin en sefil ve en az müsait kısımlarına doğru, (Bretagne) Britanya’nın kayaları içine, (Gaile) Gal memleketinin dağları içine, (Lozere) Lozer’in kuru yaylaları üstüne, (Dordogne) Dordonya’nın en kısır kısımları içine püs­kürtülmüş olacak. Bu ırk oralarda devamlı ihtilâtlarla massedilerek ve yahut ki şid­detle imha edilerek en sonunda ortadan kayboldu. Fakat M. Fergusson, yukarıda zikri geçen havalilerin hepsinde bizim mi­lâdî tarihimizin XII inci asrına kadar ori­jinal bir mimarinin izlerini takibe mukte­dir olabilmiş ve onu bu ırka ve yahut ki, hiç değilse onunla ihtilâtlara maruz kal­mış olan ırklara atıf ve isnat etmiştir. M. Fergusson’un bu işlerdeki yüksek salâhi­yeti ve kitabında vermiş olduğu kat’î, ret ve cerhi gayri kabil deliller, beni de onun hüküm ve neticelerini kabule mezun kılı­yor[268]. Şu halde bakalım, Goller (Gaulois) gel­meden önce, kablettarih devirlerde Fransa ve İngiltere’de oturmuş, yer isimlerini Ak (Ac) ile nihayetlendirmiş olup, bizim mi­lât tarihimizin XII inci asrına kadar kur­duğu âbideleri M. Fergusson’un bize Orta Asya’nın, Hindistan’ın, Tibet’in, Rusya’nın ve umumiyetle Fino – Japone (Finno – Japonais) lerin yaşamakta olduğu Ve yaşamış bulunduğu ve yahut ki geçişlerin­den aşikâr izler bırakmış bulunduğu bütün memleketlerdeki âbidelerin ayni olmak üzere gösterdiği bu ırk kimdi?Fakat, yer isimlerine taallûk eden nokta­da, elinde ancak natemam vesikalar mev­cut bulunmuş olduğunu Ferğusson kendi de tasdik ediyor[269]. Redruth’un cenubunda ve Falmuth’un garbinde bulunan Kornuay (Cornouaille) köşesinde, yani İngiltere’nin bu kısmındaki bütün işlenmemiş taş âbide­lerin müterakim bulunduğu bu noktada o, Ak (Ac) lı 38 isim meydana çıkarıyor; fa­kat elinde haritalardan başka bir şey bulunmıyan M. Fergusson’un ancak 75 tane Ak’lı isim meydana çıkarabildiği (Dordogne) Dorboniya’da- yukarı Lojöri (Laugerie) ile aşağı Lojöri’nin, Madlen (Madeleine) in, (Eyzies) Eyzilerin, Karmaniyon (Carmagnon) un kablettarih (milattan önce) âbi­deleri bulunan – Dordoniya’da M. Bertrand bu âbidelerden 100 tane mevcut olduğunu meydana çıkarıyor. Pek iyi ben bu eyale­tin topoğrafî kamusunu[270] tetkik ederek, yalnız A ve B harflerinde bunlardan 84 ta­ne ve bütün eyalet içinde de 800 den fazla isim buluyorum: Lo (Lot), Morbihan, Finister ‘ (Finistere), Şarant (Charente), Aveyron, Lazer (Lozere) için de böyle di­yebilirim. Bunların hepsi de megalitik âbi­delerin çok miktarda müterakim bulun­duğu, ve iki bröton eyaleti müstesna ol­mak üzere her tarafında mağara insanla­rının bakayası bulunmuş olan eyaletlerdir. Daha âlâsı var: bu mağara insanlarının ba­kayasının onda dokuzu, ismi Ak (ac) ile nihayet bulan bir yerin civarında keşfe­dilmiştir[271]. Misaller: Dordogne’de: Grotte de Crosmangon-Tayac nahiye­sinde. Grotte des Eyzies – Tayac nahiyesinde. Grottes de Laugerie haute et hasse – Tayac nahiyesinde. Grotte du Moustier – Peyzac nahiye­sinde. Gisements de Cros et de Lenquais – Mont-de Neyrac nahiyesinde, v. s[272].

Daha sonraki tetkiklerde yer bulacak olan daha bol teferruata girişmeksizin:

  • — Fino – Japone tipinde megalitik âbidelerin.
  • — Mağara insanının.
  • — Ak (Ac) lı yer isimlerinin[273] birbirlerine mütemadi ve değişmez inti­bakını ben hemen bugünden tasdik edi­yorum.

Şimdi bu yer isimlerini tahlil edelim:

En önce, işaret edelim ki bu yer isimle­rinin büyük ekseriyeti obalara, köylere, kasabalara tetabuk eder; bu isimlerden yalnız 20 kadarını bir ırmak, bir tepe ve yahut ki sair arazi arızası taşımaktadır; bu takdirde dahi civarda daima Ak (Ac) lı yeni veya eski bir durak veya kü­çük köy ismi bulunur. Meselâ: Dordogne’de: Beone yahut Beonak (Beonac) ça­yı, ki Beonak köyünden 1100 metre mesa­fededir. Keza şunu da işaret edelim ki, Orta Asya’da pek sık bulunan Ak’lı isim­lerin büyük ekseriyeti meskûn yerlerin adıdır, arazi arızalarının değil; misalleri: Sağanak, Akinak, Benlak, Tursak, Djisak v. s. Bundan başka, bu bapta, şu da müşa­hede edilir ki Orta Asya’da arazi arızalarına verilmiye yarayan isim, meskûn ye­rin ismidir; Syr veya Seyhun demekten zi­yade Hocent (Khojend) ırmağı denir. Fransa’da da son hecası Ak’lı yerlerde bu farik vakıaya tesadüf olunur. Bu, bir defa bu suretle mevzu olunca, şu esrarlı Ak’m manasını keşfetmek çok zor bir şey değildir. Fakat ben bunu böyledir diye bil­miyorum, bunu kat’î surette bir yana bıra­kıyorum da, şimdilik muvakkaten, şu Ak intihasına tekaddüm eden hecalarla meş­gul oluyorum[274].

Yer isimlerini tetkik edecek her hangi bir kimse için değişmez bir kaide vardır, o da şudur: Her tercüme edilen yer adının bir manası vardır; sonra da bir kavim bir memlekete göçtüğü zaman, o memlekette kendinden evvel teessüs etmiş olan kav­inin yer isimlerini tercüme eder; ya o isim­leri olduğu gibi muhafaza eder veya ki kendi konuştuğu dilin fonetiğine göre o isimleri sakat telâffuz ederek muhafaza eder: Bu böyle olunca, şu halde Ak (ac) ile nihayetlenen Fransız yer isimlerinin ilk hecalarını alalım ve onların Seltik (Geltique), Gaelik (Gaelique) bir lehçede, daha ilerisine varıyorum, her hangi Arî bir lehçede manasını bulmaya çalışalım. Yüz­de 99 buna muvaffak olamayız. Fakat Fino – Japone bir dilde arayacak olursak iş değişir! Bu Fransız yer ismini, yüzde altmış, birdenbire tefsir etmeğe muvaffak oluruz! Hepsi bundan ibaret te değildir: Bu isimlerin dörtte üççeyreği kulağa aşikâr  surette Asyaî bir ahenk arzeder. Hemen hepsinde de şu Ai, Ei, Oi, Eui (öy) mah­reçlerini bulursunuz ki Türk’lerin hançeresine pek munistir. (Aillac) Ayyak’a, (Baînac) Baynak’a, (Boyac) Buvayyak’a, (Beillac) Beyyak’a, (Bayac) Beyak’a, hat­ta XI inci ve XII inci asırlardaki (Charte) Şartların içinde yazılı olan (Braîarac) Brayarak ve (Baraîrac) Barayarak’a ba­kınız; Türk savtının bundan âlâsı olamaz! Bu o kadar gerçektir ki Orta Asya ha­ritası üzerinde tesadüfen her hangi Ak’h bir yer adı almanız ve sonra onu Fran­sa’nın topoğrafî kamuslarından birinde aramanız birdenbire bulmaklığınız için kâfi, vâfidir[275].

Turanî Halkların Anıtları ve Taşları

M. Taner Tarhan’a göre de en görkemli İskit kurgan grupları, M.Ö. 8. ve M.S. 1. yüzyıllar arasında Kuban, Taman, Kırım, Dinyeper, Don, Kiev, Poltava, Volga, Ural, Altay, Kuzey Moğolistan ve batıda da genellikle Macaristan ve Romanya’da kümelenmişlerdir. Bunlar, bu “mezarlık” alanları, bu atlı-göçebelerin en kutsal alanlardır. Tuna Havzası ve Balkanlar üzerinden Trakya’ya ve Anadolu’ya göç eden ve bu topraklarda yerleşen göçebe kökenli toplumlar da, özellikle toprağa bağlanıp, devlet kurabilme aşamasına geldiklerinde, eski geleneklerine bağlı kalarak, ulularını, krallarını, kraliçelerini, soylularını, “tümülüs” adıyla tanımlanan mezarlarına gömmüşlerdir: Anadolu Demir Çağlarındaki Frig, Lidya ve Trak tümülüslerinin tipik örnekleridir[276].

Ekrem Hayri Peker’in “ Yeşim Taşı”, “Taşların Yolculuğu”, “Avrupa’da ve Amerika’da Ön-Türkler çalışmalarında Ön-Türklerin maden, taş sanatları ile kurgan ve dolmen gibi anıtsal yapıtları ele alınmaktadır: Antik Çağ’da Rusya ve Ukrayna’da Demir Çağı, MÖ 7. yüzyıldan itibaren bir demir kültürü geliştiren İskitler’le önemli ölçüde ilişkilidir. Nikopol yakınlarında bulunan ve MÖ 5. ve MÖ 3. yüzyıllara tarihlenen demir mamul ve haddehane aletleri, bu bölgenin İskit topraklarında oldukça gelişkin bir metalürji bögesi olduğunu göstermektedir. Demir teknolojisi MÖ 6. yüzyıldan itibaren Hallstatt kültürü’nden Kelt yayılmasıyla batıya taşınmıştır. Demir teknolojisine sahip Kelt toplulukları Britanya Adaları’na ve Hispania’ya yayılmışlardır. Britanya Adaları’nda Demir Çağı, güney bölgelerde yaklaşık olarak MÖ 800 yılında, kuzey kısımda ise MÖ 5. yüzyılda başlamıştır. Bu Kuzey ve Güney ayrımı kabaca Hadrian Duvarı hattıdır. En eski İskandinav demir çalışmaları bataklık demirinden elde edilen malzemeyle yapılmıştır. İskandinavya Yarımadası, Finlandiya ve Estonya 500’den itibaren özgün demir ürünleri ortaya koymuştur[277].

Turanîlerden geriye kalan başka bir iz ise Yeşim taşıdır. 1800’lerin başında İngiltere’nin güneyinde, Fransa’nın kuzeyinde çok sayıda yeşim taşından balta ağzı ve mücevher bulunmuştur. Buluntular; 6000, yani 8000 yıl öncesine aittir. Avrupa’nın neresinde olursa olsun, kuruluşu 6000 yıl öncesine dayanan taş anıt ya da mezar bulunmuş ise; orada Orta Asya Türklerinin eski çağlarda “ya de” taşı dedikleri, hemen bütün Avrupa dillerinde “Ja de” (okunuşu) olarak adlandırılan ve Farsların “yeşm” dedikleri bizim ise yeşim taşı dediğimiz, sert taştan yapılmış baltalar ve turkuvaz taşından gerdanlıklar çıkarılmıştır[278].

Yeşim taşının Türkler için dinsel bir önemi vardı. Ölen insanların yanına yeşim taşından yapılmış mücevherler, nesneler konurdu. Bu adet Türklerden Çinlilere geçmiş. İlginçtir, aynı adet Orta Amerika ve Meksika’da büyük uygarlıklar kurmuş Mayalar ve İnkalar’da da görülüyor. İki İsviçreli araştırmacı bu taşın peşine düşerler, taşı sadece Türklerin yaşadığı Hotan’da bulurlar. Tarihçi Max Müller, yeşim taşını Aryenler’in yanlarında getirdiğini öne sürmüşse de ciddiye alınmamıştır[279].

Yeşim taşı, sadece Türklerin yaşadığı bölgede bulunuyordu. Türkler yeşim taşını Çinlilere satıp yerine ipek kumaş alıyorlardı. “Eski Tang Tarihi” adlı eserde, Çinlilerin Türklerden işlenmiş ve çoğu işlenmemiş yeşim taşı aldıklarını ve karşılığında ipek kumaş verdikleri yazılıdır. Yeşim taşı, onu parlatacak elmas tozunu elde etmek için daha sert bir maden olan zirkonyum Türklerin yaşadığı bölgede bulunuyordu. Bu bölgede Ari halklar bulunmuyordu. Avrupa’da yeşim taşı yoktur. Yeşim taşını Avrupa’ya Türk soylu, Turanî halklar getirmişlerdir[280].

Bu konuda 1906 yılında çeşitli disiplinlerden oluşan bilim adamlarınca bir kitap hazırlandı. Devasa boyutlarda sadece 100 adet basılan bu kitap o zamanki devletlere gönderilmiş ve kitabın kalıpları imha edilmiştir. Bazı bilginler Avrupa’da yeşim taşı aramışlar. Ancak sadece Kuzey İtalya’da içinde yeşim damarları olan bir metreküplük bir taş dışında bir şey bulamamışlardır. Dünyanın en sert taşı olan elmasın sertlik derecesi 10, yeşim taşının ise 7’dir. Bu taş ancak kendinden daha sert olan elmas, safir, zircon, yakut gibi taşlarla işlenebiliyordu. Bu taşı işleyen Turanlı ustalar mineraloji konusunda büyük bir bilgiye sahiptiler. Dağlarda buldukları damarlardan dev ateşler yakarak yumuşattıkları tonlarca ağırlıkta ya de bloklarını dövüp kuma dönüştürdükleri elmas, safir, zircon ve yakut tozlarını ıslak derilere yedirip kurutarak elde ettikleri zımparalarla binlerce yıldır kullandıkları kendi yaratıları olan özel tornalarda tıraşlayarak biçimlendiriyorlardı. Avrupa’da bulunan yeşim taşları Türkistan’ın Hotan, Yarkent, Lolan, Miran dolaylarında çıkarılıyordu. Avrupa’da bulunan ya de baltaların ağızları keskin değildir, çünkü bu baltalar dinsel törenlerde kullanılıyordu[281].

Avrasya’da Turanî Halklar ve Dilleri

Avrupa’da zamanla Herodot’un “Grekler tanrılarını Mısırlılardan aldılar” sözü unutuldu. Medeniyetin Mezopotamya-Anadolu-Mısır ve Türkistan-Hindistan ve Çin aksından doğduğu unutturuldu. Avrupa emperyalizmi ne kadar uğraşırsa uğraşsın kendine bir kök bulamadı, sonunda Grekleri ata ilan edip bu işin içinden çıktılar. 1800- 1870 yılları arasında bilim dünyasında Asur, Babil, Sümer gibi uygarlıkların Turanî olduğu kabul edilmişti.  Bu görüşler ve Avrupalıların atalarının Turanî olduğu tezi Avrupa’nın önde gelen düşünürlerinden Ernest Renan’ı dehşete düşürmüştür. 29 Temmuz 1873’te “Journal Asiatique” dergisinde uzun bir makale yazar. Yazdığı makalede ırkçı bakışını dile getirir ve deyim yerindeyse Renan, diğer düşünürlere ayar verir. Yazının 41 ve 42.sayfalarında Mezopotamya’da yapılan kazılarda bulunan Asur, Babil, Sümer gibi uygarlıkların, bugüne kadar hiçbir uygarlık üretmemiş barbar Türklere ve Macarlara mal edilmesi ağır siyasi sonuçlar doğurur. Eğer bu uygarlıkları Türkler kurduysa durum fecidir[282] diyordu. Hâlbuki Türk Tarihi üzerine çalışmalar yapan son dönem Türk ve Rus tarihçiler konuya değişik bir açıdan bakıyorlardı. Bu tarihçiler olaylara iklimsel değişiklikleri temel alarak yaklaşıyorlardı. Jeolojik kanıtlarla desteklenmiş tezlerine göre Orta Asya’da birkaç büyük deniz vardı. Bu bölgede yaşayan kavimler deniz kenarında büyük bir medeniyet oluşturmuşlardı. Bu denizler bugünkü Kazan şehrine kadar ulaşıyordu. Bu şehirde gemilerin bağlandığı “baba” tabir edilen taş direkler bulunmuştur. Asırlar sonra iklim değişmiş, denizler kuruyarak Gobi, Taklamakan ve Kızıl Kum çölleri oluşmuştur. Bu süreçte bölge insanları mecburen göçmen olmuştur. Bölgeden binlerce yıl sürecek bir göç başlamış; Sümer, Elam, Mısır, Anadolu ve Hindistan’a güneyden, Ural’ı aşarak kuzeyden de Avrupa’ya göç sürmüş gitmiştir. Türkler göçer değil, göçmendir. Elamlıların, Sümerlerin Türk kökenli olduğu Rus ve Avrupalı bilim adamlarınca öne sürülmektedir. Göçmenler gittikleri yerlere gelişmiş tarım ve maden işleme tekniklerini götürmüşlerdir[283].

Avrupa’ya dönersek aydınlanma dönemine kadar Avrupalılar Turan/Türk soyundan olduklarını kabul ediyorlardı. Etrüsklerin Türk kökenli olduğu bilim çevrelerinde neredeyse istisnasız kabul görmektedir. Avrupalıların Türk atalarından kurtulması (Türkleri ret etmesi) aydınlanma çağıyla başlar. Osmanlı İmparatorluğu 2. Viyana kuşatmasından sonra (1686) yenilgi dönemine girmiştir. Avrupalı filozoflar kendilerine ata olarak Antik Yunan’ı seçerler. Ancak Antik Yunan’ın yazısı Fenike kökenliydi. Orta Asya, Mısır, Çin medeniyetleri karşısında Antik Yunan medeniyeti çok sönük kalıyordu. Sonunda Hindistan’a kadar uzandılar ve oradan gelen “Arien” halkların Avrupa’ya göç etmesiyle Avrupa medeniyetinin oluştuğunu keşfettiler. Halkları sınıflandırdılar. Kendilerini de Hint-Avrupalı sınıflandırmasına soktular. Oysa 1750’li yıllarda İsveç tarihini kurucusu Profesör Legerbring, İsveç dilindeki Türkçe isimlerden yola çıkarak atalarının Türkler olduğunu öne sürmüştü[284].

Sven Lagerbring Lund Rektörü sıfatıyla (1707-1787) Oden’in Türk ülkesinden (Turkland) geldiğini ve bir Türk soylusu olduğunu İsveç bakanlık müsteşarlığına yazar. Yazdığı bu mektup saray saymanlığı tarafından kitap olarak basılır. Lagerbring yalnız İskandinavya dillerinin değil Almanca, Fransızca ve İngilizcenin de Türkçe ile akraba olduğu görüşünü savunmuştur. Lagenbring sadece İsveç’in değil Avrupa’daki krallık hanedanlarının çoğunun Oden’in soyundan geldiğini öne sürmüştür. Aydınlanmacıların öne sürdüğü tezler başlangıçta pek etkili olmadı ama emperyalizm olgusu ortaya çıkınca durum değişmiştir. Emperyalist İngiltere’nin Liberal Parti lideri Gladstone 1876 da “Türk ırkını Avrupa’dan kovup Asya’ya süreceğiz” diyordu. İngiltere ve benzeri emperyalist ülkelerin aydınları da yöneticilerine buna uydu. Antik Yunan/Grek kültürü öne çıkarıldı. Olmayan Aryan ırkın izleri Tibet’te arandı ama şu ana kadar bulunamadı. Bulunamayan “Ari ırk” safsatası 20. Asrın ortalarında Hitler gibi ırkçı, faşist liderlerin dünyayı kana bulamasına yol açmıştır. Emperyalistler ırkçılıklarına, işgalciliklerine kılıf bulmak için gerek kendi halklarına gerek işgal ettikleri ülke halklarına kendilerini medeni, insancıl olarak tanıttılar. Hümanizm sözcüğü dillerinden hiç düşmemiştir. Onlara göre barbarlara medeniyet götürüyorlardı. Kültürsüz, yazısız barbarların tek seçeneği olabilirdi; o da emperyalistlere köle olmak, onlar için ölünceye kadar çalışmaktır. Bunun için de Osmanlı, Çin, Fas, İran gibi köklü devletlerin yıkılması gerekiyordur[285].

Kaan Arslanoğlu ise, Avrupa Dillerinin temelindeki Türkçeyi XVIII- XIX. yy da ispatlamaya çalışan Sven Lagerbring, Leon Cahun, James Fergusson gibi batılı objektif bilim adamlarının tezlerini günümüzde geliştirmiş bulunmaktadır.  “Avrupa Dillerinin Gizlenen Kökü: Türkçe, Dünya Dillerini Kavramanın Şifresi” ve “Batı Dillerindeki Türkçe Kökler Sözlüğü” isimli kapsamlı çalışmaları ile Avrupa ve Türk Bilim Dünyasına önemli katkılar vermeye devam etmektedir:

Kaan Arslanoğlu “Avrupa Dillerinin Gizlenen Kökü: Türkçe, Dünya Dillerini Kavramanın Şifresi Türkçe” isimli eserinde hadiseye “Türkçe neden kök dildir, neden en eski dildir ya da en eski birkaç dilden biridir” sorusu ile başlamakta ve onu 8 maddede özetlemektedir:

1- Bu kitapta ve daha önce defalarca genişleterek yayımladığım sözlükte Batılı etimologların Batılı kelimelerle ilgili açıklamalarını geniş bir şekilde ele alıyorum. Onların çaresizlikten nasıl sahtekârlığa saptıklarını kendi gözlerinizle göreceksiniz. Türkçeyi bilinçli olarak görmezden gelerek dünya dillerini güya çözümlemeye çalışıyorlar. Birçok yanlış sonuca varıyorlar. Sümer, Hitit, Akad ve Etrüsk dillerinden Türkçeyle ortak kelimeleri önlerine koyduğumuzda bütün tezleri boşa çıkıyor. Bu kadim dillerin en yakın ortağı Türkçedir. Bu sözlükte incelediğimiz kelimelerin çoğunda tüm bu dillerden örnekler bulacaksınız[286]. Türkçe ile Farsça arasında ortak bir kelime varsa, bu otomatik olarak Türkçenin Farsçadan ödünç aldığı yönünde yorumlanır. Ancak Türkçede bir küme oluşturan Sümer, Hitit veya Akad dilinde ortak bir kök bulduğumuzda “Pers iddiası” yeri öpüyor. Tekrar “Fars” derlerse Farslar zaten ağırlıklı olarak Turanlıdır. Farsça tarih öncesi ve tarihte zaten en azından yarı Türkçedir.

2- Kıtadan 20 bin yıl önce ayrılan Kızılderili dillerinden aynı ortak noktalara dair pek çok örnek gösterdiğimizde ana kökün hangi dil olduğu sorusu kesin bir cevap buluyor. Mesela bir kelimenin Latince, Yunanca ve Türkçede ortak olduğunu var sayalım. Refleks olarak ne diyorlar: “Türkçe ve Latince bu kelimeyi Yunancadan almıştır”. Ancak bu kelime Kızılderili dilinde de aynı anlamda mevcutsa asıl kökün Türkçe olduğu ortaya çıkar. Türkçenin Hint-Avrupa dilleri olarak adlandırılan dillerle ortaklığı bulunmayan sözcükleri arasında Kızılderili dilleriyle ortak olanları da vardır. Bu kesinlikle Türkçenin ana dilolduğunu kanıtlamıyor mu? Kızılderililer Asya’da yaşarken Yunanlılarla, Latinlerle temas etmediler. Ama Türklerle iç içeydiler ya da zaten Proto- Türk’tüler. Bu sözlükte Sanskritçeden de binlerce örnek bulunmaktadır.

3- Türkçe köklerin diğer dillere geçişindeki ses değişim yasalarını da bulup gösterdiğimizde kanıt düzeyi iyice artıyor. Değişim yasasına yedi sekiz örnek gösterdiğimizde “bu bir te adüftür” savunması gülünç hale geliyor. Üstelik bazı kanunlar için 30-40 hatta 100’den fazla örnek gösteriyoruz. Adnan Atabek, ses yasalarını keşfetme konusunda en yetkin kişidir. Ben de onunkine bazı kanunlar ekledim. Elbette hepsi bilimsel tartışmaya açıktır. Yeter ki açık delilleri kasıtlı olarak “görmeme, duymama, konuşmama” tavrını kınayalım.

4- Son 30-20 yılda yayımlanan genetik çalışmalara dayanan, insanlığın kadim göç yollarının haritaları ve tarihleri de aynı gerçeği göstermektedir. Bunlardan en gelişmiş ve kapsamlı olanı Anatole Klyosov’un yayınlarıdır. Bu doğrultudaki makaleler ve kitaplar, dil alanında ortaya çıkardığımız ortaklık kodlarını doğrulamaktadır. Bizim kanıtlarımız da onlarınkini doğruluyor[287].

5- Aynı ortaklık kültürel kodlarda, efsanelerde, dinlerde, anıtlarda, kilimlerde, kıyafetlerde, müzikte, sembollerde vb. zaten mevcuttur.

6- Batı dillerinde ortak olan Türkçe kelimelerin önemli bir kısmı, birbirinden binlerce kilometre uzakta yaşayan ve ayrı ülkelerde yaşayan Türk lehçelerinde de ortaktır. Lehçeler arasında ve aynı lehçe içerisinde kavramsal bir birlik içerisinde gelişmişlerdir. Dallara ayrılarak kümeler oluşturdular. Bu çeşitlilik, birlik ve kümelenme eğilimi diğer dillerde pek çok ortak kelime için yoktur. Bu da o kelimelerin ana kökeninin Türkçe olduğunun delilidir.

7- Türkçe diğer eski diller Sümer ve Hitit gibi eklemeli bir dildir. Sondan eklemeli diller diğerlerinin atalarıdır. Latince zaten Türk lehçesi gibidir. Türkçe özdizimine çok benzer. Aynı zamanda eklemeli bir dil olarak da düşünülebilir. Bir çalışmamda Türkçenin gramerinin birçok özelliğinin “Hint- Avrupa” olarak adlandırılan dillerde yaşadığını gösterdim. Başka bir çalışmamda İngilizce ve Almancada Turan ve Türk yapılarının yoğun izlerini gösterdim. Bu kitapta o iki makale birleştirilmiş olarak vardır.

8- Türk Orhun alfabesinin Etrüsk ve Latin alfabesine benzerliği … Latin alfabesinin Türkçeye tam uyumu … Kelimelerin yazımı ve seslendirilmesi açısından başka dillerde bulunmayan tam bir uyum … Bu alfabede ve Türkçede “i” harfinin sivriliği ve dikliği; yuvarlaklığı gösteren kelimelerde ise “o” harfinin yoğun varlığı[288] önemlidir.

Kaan Arslanoğlu aynı eserinde Adnan Atabek’in çok önemli bir dilbilim uzmanı olduğunu ifade etmektedir: 2002 yılından bu yana Türkçenin temel kuralları, Türkçe köklerin başka dillere geçiş kuralları ve Güneş Dil Kuramı üstünde çalışıyor. Ona göre Türkçe kökler başka dillerde çok yaygın ve apaçık biçimde halen kullanılıyor. Ancak bir o kadar da açık olmayan geçişler var. Ortaklığı göstermek için yalnızca ortak sözcüklerin ses ve anlam benzerliklerini gösterrnek yetmiyor. Üstelik bu sıklıkla hatalara yol açıyor. Kavramları bütünsel olarak pek çok dil açısından karşılaştırmalı olarak ele almak gerekiyor. Tarihsel ve kültürel süreci açısından ele almak gerekiyor. Ona göre gerçek etimoloji tek tek sözcüklerin karşılaştırması ve benzerlik yakalamak yoluyla değil kendi deyimiyle “alan araştırması” yoluyla ilerlemeli. Batı dilbilimi baskın eğilim olarak asla bunu yapmıyor. Kavram ortaklıklarının yasalarını bulmak, ortaya koymak ve örneklemek gerekiyor. Ancak o zaman herhangi bir dil tezinin doğruluğu kesin kanıtlanır. Atabek bu düşünceyle araştırıyor ve bugüne dek pek çok geçiş yasası bulmuş (Adnan Atabek, Güneş Dil Kuramı). Bu kurallar Türkçenin farklı “ailelerden” başka dillere kök verdiğini ve bir kurucu dil olduğunu kanıtlıyor[289].

Tekrar Aytek Namıtok’un çalışmasına bakarsak “Grek dili ile Latin dilinin morfolojisinde Hellen öncesi etkilerin nereye kadar vardığını söylemek zordur. Ama söz varlığında (vokabüler) bu etki bellidir ve öncellerinin dillerine karşı Greklerin yürüttükleri amansız, ama başarılı olmayan mücadelelerine karşın bu etki olmuştur: yeni gelenler kültürün tüm dallarında kendilerinden üstün olan halkların dillerinin araçlarını elbette kullanmamazlık edemezlerdi. Grek diline geçen sözcüklerin sayısı çoktur; günümüz yazarlarının yaptığı listenin uzatılması gerekir”[290].

Thrak-İllyria dilinde bir Hint-Avrupa ağzı görmekte ayak direyen yazarlar bir savı kanıtsama işlemine girişmişlerdir: anlamı verilmeyen bir sözcüğe Hint-Avrupalı denilmiş ve bunun üzerine karışık dilsel oluşturumlar yapılmıştır; sözcük eski bir sözcükse ve Thrak anlamı eski yazarlar tarafından kanıtlanmış, ama Hint- Avrupa varsayımı ile bağdaşmıyorsa sözcük bırakılmış ve Thrak olmadığı kabul edilmiştir. Lemnos yazıtının Etrüsk dili ile açık­lanması denemeleri obscurum per obscurius[291] yöntemine dön­mektedir[292]. Estüskolog Raymon Bloch, Lemnos’ta bulunan Pelasg’ça Yazıtlar konusunda şunları söyler: “Bu yazılar, gerek morfolojik gerekse leksikografi bakımından Estrüskçeye çok yakın özellikler taşımaktadır. Bu cümlelerin yapılış biçimini bizce bilinen Etrüsk metinlerinde bulmaktayız[293]açıklamasını yaparken Kazım Mirşan ise “İskandinavya Yazıtları, Etrüskler ve Frigya Yazıtları’ndan daha eskidir. Diğer yandan Frigya hem de Lemnos Yazıtları, İtalya’daki Etrüsk yazı karakteri göstermesine rağmen onlardan çok daha eskidir[294]” demektedir. Yine Kazım Mirşan, Limni-Lemnos adasındaki Ön-Türk yazıtlarını okumuştur:

Şekil 1. Limni-Lemnos adasındaki Ön-Türk yazıtları[295]

As-Ata Us/ Emitirte Emitib Al Usu Et Elik/Usuçup Etisinç Uçu Esinç/Anıqın Açurun Ötüsüqun/Usutusa/El Anı Etisiç Al(uç) Ötüsün Aniqın/Etik Açur Esi Otu-At Ur Asın Ub/Otuk Örütüp Etinçisitip Açurun/Ötüsünürü Etisip[296]

Anıtın kaidesindeki bu yazıtı kaydedip geçiyoruz. Han vekilini Tanrıya mal etmek için ayinle göğe ulaştırılan Han’ın heykelini açışım onu Tanrılaştırmak içindir. Millî hatıra edilen göğe geçiş anıdını açma dolayısıyla ateşte yakılma ziyareti onun mukaddes ateş vasıtasıyla iş bu açılışta göğe geçebilmesi için verilmiş bulunmaktadır[297].

 

Şekil 2. Limni Adasında Kaminla’da Bulunan Yazı[298]

Yukarıda görülen yazı, Limni Adasında Kaminla’da bulunmuştur. Önce Grekçe okunmak istenmiş, fakat hiçbir sonuç anlamayınca- Türkçe hariç- akla gelebilecek bütün dillere, Ermenice, Dravitçe ve en son Koptça’ya başvurulmuştur[299].  Daima çıkmaza saplanan yazının, Etrüskçe’ye benzemesi nedeniyle, Etrüskçe olduğu ve Kyme alfabesiyle yazıldığına karar verilmiştir. Akademik ortamlar daima bu kanaati kabullenmişlerdir. Bilinmeyen bir dilde yazılmış olduğu sanılan bu yazıt, Ön-Türkçedir. Yukarıda okunuş şekli ve transkripsiyonu görülmektedir. Kazım Mirşan’nın vermiş olduğu tercümeyi şu şekilde toparlayabiliriz: “Tanıya erişmek için ayinle göğe ulaştırılan Han vekilinin heykelini açışım, onu Tanrılaştırmak( Tanrılaştığını ifade etmek) içindir. Ulusal hatıra olarak kalacak olan bu, göğe geçiş anıtını açma dolayısıyla yapılan ateşte yakılma ziyafeti onun kutsal ateş vasıtasıyla ve bu açılış töreni ile göğe geçebilmesi için verilmiş bulunmaktadır. “Ateşte yakılma ziyafeti” denen tören ya da ayin Han’ın vücudunun yakılarak Tanrıya erişeceği Tanrılaşacağı, ölümsüzlüğü elde edeceği için tam anlamıyla büyük bir ziyafet veriliyordu. Bunu Etrüsk etkisiyle Roma uygarlığında orgie (orji) olarak gördüğümüz gibi İslamiyette ölümden sonra verilen yemek âdetinin ön Türklerden olduğunu düşünmekteyiz.

Anadolu Türkçesi ile bu yazıttan bazı sözleri anlayabilmekteyiz: al: kutsal, ateş kırmızısı/ Us:  yüksek Gök, Yüce kat Gök / Uç: Uç en yüksek yer kavramı ile lider/  Etisinç, Etisiç, Etik, Elisip: Et/mek fiilinin çeşitli çekimleri, edilmiş, edilip, edilerek/  Anıqın: An/mak’tan, anılana ait, anıt/ Açurum: aç/maktan, açılış/ Ot: Ateş

 Ön-Türkler buraya İsi-Yir’den gelmişlerdir. Yazıları Etrüsk yazısına benzediği için milattan önce 3000’ler düşünülmelidir. 1926’da İtalyanlar yapmış oldukları kazılarda Kaminia yazıtının Tunç çağına ait olduğunu ortaya koymuşlardır[300]. Anticlides’e göre bu ada Tyrsenos tarafından işgal edilmiştir. Yazının Tamga sistemine ait oluşu adada birkaç bin yıl önce Ön Türklerin bulunduğunun delilidirler. Lemni adasının Grek işgaline uğraması milattan önce 516’dır. Ön-Türk ateş kültü Grek mitolojisine “yanardağ, Volkan Tanrısı, Hephaistos’u kazandırmıştır. Hephaistos (Vulcanus, Vulcifer, Volcane) Moscylos Yanardağı’nın bulunduğu bu Limni adasında doğmuştur demircidir dolayısıyla “demircilerin ustası”dır[301].

Eski tarih­çilerin Pelasgları Tirrenlere veya Tirsenlere (Etrüskle­re) yakın sayması, onların Hint – Avrupa kökenli de­ğil tersine Truvalı Etrüsk soyundan olduğunu göste­rir. Eski Yunanlı tarihçi Dionysius Halicarnassus veya Halikarnaslı Dionysios, Tirrenlerin ve Pelasgların aynı ulus olduğunu yazmıştır. 5. yüzyılda yaşamış Yunan­lı tarihçi Lesboslu (Midillili) Helanik (Hellanicus) ise Tirsenlerin önceleri Pelasglar diye anıldığını ve Yunanlıların yayılmasından sonra bir bölümünün İtal­ya’ya göç ettiğini yazmıştır. Limni Adasında ortaya çıkarılan Pelasg yazıtı da Pelasg ile Tirsen veya Etrüsk dillerinin aynı dilin yalnız değişik söyleyişleri olduğunu gösterir. Eski Yunanlı tarihçilerin ver­dikleri bilgiler ne Truva’nın, ne de Yunanistan diye anılan ülkenin en eski dönemlerde Yunan toprakları olmadığını, Yunanistan’da Truvalılar ile aynı soydan olan Pelasgların, Tirserrlerin ve Trakların yaşadığını göstermektedir[302].

Thrak-İllyria dilinin Hint-Avrupa niteliğini yalnızca sesbilgisi (fonetik) yardımıyla göstermek çabaları, bir yöntem hatası olduğundan daha da az başarılıdır: sesbilgisinden önce, eldeki Thrak sözcük dağarcığının izin verdiği ölçüde sözlükbilim, sözcük yapımı, biçimbilim (morfoloji) üzerinde durmak gerekmektedir[303]. Başka bir değişle Thrak sözcüklerinin incelenmesi dışında Çerkesçe ile Balkanların Thrak-İllyria soyundan olduğu kabul edilebilecek halklarının yaşayan dillerinde, bu halkların maruz kaldığı çok sayıdaki Grek ve Latin etkilenmelerini de elbette dikkate alarak, derinlemesine ortak bir dilbilimsel araştırmanın yapılması gerekmektedir. Burada düşünülen Romenler ve Arnavutlardır. Romenler için (henüz) kanıtlar sağlayamayız, ama Romanya’nın dağlılarında Çerkeslerinkine benzer halkbilimsel olgulardan başka Çerkesçe sözcüklerin var olduğunu gözlemlemiş Romanya’da yaşamış Çerkeslerin tanıklıklarını biliyoruz. Bu ortak unsurlar Thrak kalıntılarıdır, bundan kuşku duymuyoruz, bu konuyu incelemek ilginç olacaktır[304].

Arnavut diline gelince yüzeysel de olsa bir inceleme, bu dil ile Çerkes dili arasında dil bilgisi ve söz varlığı benzerliğini göstermektedir.

  1. Arnavut dili morfolojisinden örnekler verelim[305]:
ArnavutçaÇerkesçe
E, edhe “ve, de, da (dahi)e (enklitik) “aynı”
Mos “olumsuzluk sözcüğü”

 

me, olumsuzluk şekli (aynı kullanımlar
(istek, yasaklama, yan cümle ve mastar)bağ fiil, dilek ve mastarda)
ça “ne”si, sid “aynı”
sa, save, sash “ne kadar”sö-fadiz “aynı”
nji here, dy here “bir kez, iki kez”zire, t’ure “aynı”
i pare, e pare, i pari, e para “ilk”apere “aynı”
çdo, bir şey (cinsliksiz)sddo “ne, hangi”
a i “o”a i        “aynı”
ajo       “onlar”as’ “aynı”
tyn, ton “bizim”tiy “aynı”
suj       “sizin”s°uy “aynı”
i, eti “onun”yiy “aynı”
pa        “-sız, -siz”p olumsuz biçim

Sözlükçede Arnavutça-Çerkesçe birleşmesi çok fazladır[306]:

ArnavutçaÇerkesçe
lagap “köken, soy”lago “aynı”
tgobitis “bir şeyi birinden zorla almak”
tgrabitis “hırsız”tögo “hırsızlık”
nüse “gelin”nöse “aynı”, krş. lazca nisa”aynı”
djala, djal “çocuk, küçük çocuk”cale “aynı”
cikrim “küçüklük”ciku “küçük”
shı (shori) “yağmur”s’xd (wo-sxd) “aynı”
les “rahat, kolay”les “rahat, güçlü”
bara “yük, ağırlık”be, ber “çok”
nana, nane “anne”nâ, nane “aynı”
curk “kürk manto”cako “yün palto”
Najna konut, oturulacak yer”wune “ev, konut, oda”
psura “nem, idrar”psd “su”, guthe-psö, “idrar” krş.Gürcüce p’sela “idrar, işemek”
jati “baba”tâ “aynı”
l’eke “bacak”lako “aynı”
l’ege “halk, kitle”l’ago, lauj “boy, klan” vs.
miluar, milore “kuzu, toklu”, melore “oğlak”meld “koyun”
buka “ekmek”c’ago (Kabartayca) “aynı”
büze “dudak”bze “dil”
gak “yaban domuzu”q’o “domuz”
Hake “akrabalık”l’aqo “soy, sop, aile”
ker, koci “araba, yük arabası”ku, kor “aynı”
makar “en azından, hiç olmazsa”mace, make, maker “az”
soca dajes “yenge”daye “cici anne”
Lupe lipes “dilenci lip “dileniyorum”lao “yakarı, istek”
pris “sürücü”Peris “önde bulunan”
Parij “soylular” para, prpara “ileri” marsapara “ilkin”Pere, apere “ilk, önde”
mola “elına”mâ “aynı”
ndih “yardım ediyorum”, ndihme “yardım”dean “yardım etmek”
njifar “doğruluğu kesin, bilinen”nefd, nefer “açık, belli” (ne “göz” ve fâ “beyaz”dan)

Çerkesçe sözcük wune “ev, oda” vs. yalnızca najna, krş. vendi najes “kümes” ( Toska lehçesinde vent) sözcüğünde bulunmaz, aynı zamanda astaone “hastahane” (Türkçe hasta’dan), meona “konuk evi”, apsone (Türkçe hapis’ten) “cezaevi, tutukevi”, ascone “mutfak” (Türkçe aşçıdan). Bu sözcükler Gega lehçesinden alınmıştır ve Toska lehçesi çok Grek etkisinde kalırken bu lehçenin Grek ve İtalyan etkisinde en az kalan bir lehçe olduğu (S193) bilinmektedir (Toskalar Arnavutların güney kolunu oluşturmaktadır)[307].

Aşağıda örnek olarak gösterdiğimiz Arnavutça sözcüklerin telafuzu verilmektedir.

c= Almanca z (tz) (zart, zehn vs.)/c= İtalyanca c (dölce vs)/c= Almanca tsch (kutsche)/dj=İtalyanca dj (giorno)/dz=(İngilizce John)/h=Almanca h/lj=milyondaki gibi, I ve j’yi ayrı ayrı telafuz etmeyiniz. s=Almanca sch/z=Fransızca z/z=Fransızca j[308]

Yusuf Gedikli’nin “Alban dili Kafkas veya İber – Kafkas dillerindendir ve bugünkü Udinlerin diline yakındır. Albanlar, Azerbaycanlıların etnik kökünde mevcut olan halklardan biridir[309]” tesbiti ile Aytek Namıtok’dan alıntıladığımız açıklamalar örtüşmektedir: Namıtok Arnavutça’da dâhil Balkan dillerinin birçoğunu Kafkas dilleri ile açıklamıştır. Tarihî, folklor ve mitolojik verilerle Namıtok’un zenginleştirdiği bu eserin akademisyenler tarafından henüz yeterince incelenmediği de görülmektedir.

Sonuç

 ‘Alban’ kelimesinin kökeninin anlamının da ‘cesur, yiğit, koçak’ anlam­larına gelen alp/alb kelimesinin Farsça -ân ekiyle yapılmış çoğul hali oldukça makul gözükmektedir. Günümüzde Türkmenler’in ‘Alpan’, Kazaklar’ın ‘Alban’ adlı boyları da dikkate alındığında bu iddia iyice kuvvetlenmektedir[310]. Bu görüşle bağlantılı bir diğer bakış açısından ise; antik Ermeni, Yunan, Roma, Suriye, Gürcü ve Arap kaynaklarından edinilen bilgilere göre Albanya’nın en eski sakinleri Utiler, Kaspiyanlar, Gargarlar, Gırdımanlar gibi halklardır. Albanya’nın sakinlerinden bir kısmı dil olarak Kafkas kökenlidir, Kafkas dil ailesine bağlıdır. Yine aynı kaynaklarda daha başka göçebe etnik toplulukların da Albanya’da bulunduğu kaydedilmektedir. Bunların arasında İskitler(Sakalar), Kıpçaklar, Hunlar ve Avarlar sayılmaktadır[311]. Buna dayanarak Kafkas Albanyası’nın etnik yapısını oluşturan unsurlardan birinin de Türk toplulukları olduğu söylenebilir. Dahası; Albanya’nın merkezindeki Gargar ovasında ve diğer bölgelerde Hazarlar ve Basiller gibi Türkçe konuştukları bili­nen topluluklar bulunmaktaydı. Bu görüşe göre; Albanlar çeşitli Türk grupların başat unsur olduğu bir etnik gruplar konfedererasyonu idi. Bu nazariyeye göre Albanya’da özellikle IV. yüzyıldan başlayarak tabii bir entegrasyon süreci yaşanmıştır; bu entegrasyon tamamen doğal, sosyolojik bir süreçten ibaret olup zorlama unsuru içermemiştir. Bu süreç elimizdeki bilgilere göre çeşitli düzlemlerde gelişmiştir. İlk olarak Kafkas ve Türk dillerinde konuşan yerli kabileler arasında. İkinci olarak dışardan gelen kabilelerin arasında. Son olarak ise, dışardan gelen Türk ve Fars dilli kabileler ile Kafkas ve Türk dilli yerli kabileler arasında. Sözü geçen bu süreç, Albanya’nın etno-liguistik yapısında iki sonuca yol açmıştır: bunlardan birincisi dışardan gelen Türkçe konuşan kabilelerle yerli Türkçe konuşan kabilelerin birleşmesidir. Diğer sonuç; Türk kabileleri ile Kafkas ve İran-dilli kabileler arasında yaşanan doğal bir entegrasyon süreci ve bu süreçten Albanya’da Türkçe’nin başat dil, Albanya’nın yerel bir unsuru olan Türklüğün de başat etnos olarak çıkmasıdır[312].

Albanlar’ın konumuz açısından bir diğer önemi de Kafkaslar böl­gesinin ilk Hıristiyanları olmalarıdır. Albanya’da Hıristi­yanlığın tarihi havariler dönemine kadar gitmektedir. Buradaki ilk Hıristiyan vaiz Elisey’dir. Elisey, bugün­kü Şeki şehri civarındaki Kiş bölgesinde Kafkasya’nın ilk kilisesini inşa etmiştir. Onun başlattığı Hıristiyanlaşma sürecini Alban Kralı Urnair pekiştirmiştir. Albanya’da Hıristiyanlık Milan Bildirgesi’nin yarattığı uygun ulusla­rarası ortamda devlet dini ilan edilmiştir. Alban­ya’da Hıristiyanlık, havariler dönemi kadar eskiye dayan­maktadır. Hıristiyanlık’ın daha Ermenistan’da bilinmediği dönemlerde bile Albanya’da bu konuda bilinçli bir kamu­oyunun varlığı bilinmektedir. Ermenistan’da -Roma’nın si­yasetine uygun olarak- Hıristiyanlar’a eziyet edilirken; si­yasi bağımsızlığını kaybetmemiş olan Albanya’da kiliseler inşa edilmiş, İncil Albanca’ya çevrilmiş ve Hıristiyanlık’la ilgili önemli eser ve yazıtlar meydana getirilmiştir[313].

Balkan Albanyasındaki Hıristiyanlığın tarihi Bogomil mezhebi incelemeleri ile gün yüzüne çıkmaktadır. Diğer taraftan Balkan Albanyasında Arnavutların(Albanların) atalarının İliryalılar ile Epirotların olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla İliryalılar Kuzeyli Arnavutların (Gegler), Epirotlar ise güneyli Arnavutların (Tosklar) atası sayılmaktadır.

Bunlar Arnavutluk yerlileri olup aslen Arnavut’tur ve görüldüğü üzere Gega ile Tosk diye ayrılıyorlar. Gegalılar ile Tosklar arasında köklü bir değişiklik yoktur. Shkumbin Nehri Gegëria ile Toskëria’yı birbirinden ayırmasına rağmen, nehrin güney kısmında Gega lehçesinde konuşan birkaç Gegalı da vardır. Değişik lehçelerde konuşmalarına rağmen bunların hepsi tek millettir[314].

İliryalılar, Pelasglar ve Etrüskler Ön-Türk kavimleridir. Birer Ön-Türk kavmi olan İlirya, Pelasg ve Etrüsk tarihi aydınlatılarak Balkan, Anadolu ve Kafkasya Uygarlıkları bağlantıları hakkındaki bilimsel çalışmalar gelişecektir.  Firudin Ağasıoğlu’na göre “Her dilin özel ses kuruluşu (fonemenler sistemi), söz dağarcığı (leksikası), gramer kuruluşu olur. Etrüsk dilini öğrenmek için dilin bu üç ayn-ayrı katlarını araştırmak gerekir. Üstelik bu dilin yayıldığı bölgelerin diyalekt özelliği, yazı kuralları da dikkate alınmalıdır. Yazı örnekleri olsa bile, şifresi çözülmemiş bir ölü dilin diyalekt özelliklerini açıklamak zor bir iştir. Bugün Toskana’da yaşayan Etrüsklerin biyolojik-genetik varisleri, İtalyanca konuşurlarken sözleri farklı telaffuz edebilirler, fakat bu telaffuz şeklinin etrüsk dili ile değil, İtalyanca ile ilgisi vardı. Adile Ayda’nın yazdığına göre, bu bölgede c (k) sesi x (kh) gibi söylenir ve bu özellik gorgia toscana (toskana gırtlağı) olarak adlanır. Etrüsk yazılarında aynı ismin, sözün farklı yazılış şekilleri gösterir ki, bunların belirli bir parçası diyalekt farklarından doğmaktadır. Uzmanlar Etrüsk dilinin kuzey ve güney diyalektleri olduğunu söylerler[315]”.

Dinî açıdan ise Arnavutlar’ın üçte ikisi Müslüman olup, diğer üçte biri de Hristiyan’dır. Hristiyanlar’ın neredeyse yarısı Katolik ya da başka bir deyişle Latin’dir ve diğer yarısı da Ortodoks’tur. Gegalılar’ın kesimindeki Arnavutlar Katolik Hristyanları, Tosklar’ın kesimindekiler ise Ortodoks Hristiyanları’dır. Müslümanlar da Sünni ve Bektaşî diye ayrılıyorlar. Ancak dindeki bu farklılıklar Arnavutlar arasında herhangi bir istihkârı (aşağılama) ya da bölünmeyi ortaya çıkarmamıştır. Sadece doğu ülkelerinde değil, Avrupa ülkelerinde de görülen ve birçok kez büyük ve korkunç cinayetlere sonuç doğurmuş din çatışmaları, Arnavutluk’ta görülmemiş ve Müslümanlar ile Hristiyanlar, Katolikler ile Ortodokslar ya da Sünniler ile Bektaşîler arasında böyle şeyler yaşanmamıştır. Bir Arnavut, Müslüman ya da Hristiyan olmadan önce Arnavut’tur. Nasıl ki Pelasglar’ın dinine mensup olduklarında hiç değişmedikleri gibi, sonradan Hristiyanlığı kabul ettiklerinde ya da İslâm dinini takip ettiklerinde de değişmemişlerdir. Din onu hiçbir şekilde değiştirmemiş ve dinini milliyetinden önce tutmamıştır[316].

Ön-Türk ve Türk tarihinin önemli ana başlıklarından olan bu konular yıllar önce Atatürk’ün Türk Dil ve Tarih tezlerinde işlenmiştir. Üstelik bu alan sadece Kafkasya ve Balkanlar açısından değil Türkiye’deki bilim insanlarının da dil ve tarih açısından aydınlatmaları gereken yönleriyle önlerinde durmaktadır. Türkiye coğrafyasında yaşayan hem Balkanlar hem Kafkasya’dan gelen soydaşların Ön-Türkler hakkında bilgilendirilmesi akademisyen ve araştırmacıların görevidir. Anadolu coğrafyasının etrafındaki Turan soylu halkların ortak mazisi ortak bir geleceğe ancak bilimsel bilgilerin ışığında bilim ahlakı ilkelerine uygun güçlü köprülerle taşınabilecektir.

Kaynaklar

Adile Ayda, Etrüskler Türk mü idi?, TKAE, Ankara, 1974.

Ali İpek, Azerbaycan Tarihi’ne Giriş, Lalezar Kitapevi, Ankara, 2007.

Aytek Namıtok, Origines des Circassiens, Premiere Partie, Libraire Orientaliste Paul Geuthner, 12, rue Vavin, Paris, 1939.

Aytek Namitok, Çerkeslerin Kökeni 2. Kitap. Çeviren Aysel Çeviker, Kaf-Dav yayınları, 2008, Ankara.

Bahtiyar Aydın, Sakalar/İskitler, Gizlenen Kök Atalarımız, Kaynak Yayınları, 2022, İstanbul.

Bahtiyar Tuncay, Ön Türk Tarihi Araştırmaları, Türkiye Türkçesi: Hüseyin Adıgüzel, Bilgeoğuz Yayınları, İstanbul, 2017.

Bekir Yüksel Hoş, Bir Literatür Ve Coğrafya Karmaşası: Kafkasya Albanyası ve Arnavutluk,  Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 12 Sayı: 2 Haziran 2022.

Çingiz Garaşarlı, Truvalılar Ve Etrüskler Türk İdiler, Azerbaycan Türkçesinden Aktaran: Sefer Yavuzaslan,  Kömen Yayınları, 1. Baskı, Konya, 2015

Dora D’ıstria Source, La Natıonalıté Albanaıse D’après Les Chants Populaıres , Revue Des Deux Mondes (1829-1971) , 15 Maı 1866, Seconde Pérıode, Vol. 63, No. 2 (15 Maı 1866), Published By: Revue Des Deux Mondes pp. 382-418.

Ekrem Hayri Peker, Yeşim Taşı Ön Türkler ve Türk Tarihinden Kesitler, Kastaş Yayınevi, İstanbul, 2017.

Ekrem Hayri Peker, Taşların Yolculuğu Avrasya, Ön Asya ve Akdeniz’de Ön Türk İzleri, Bilge Baykuş Yayınları, Bursa, 2021.

Ekrem Hayri Peker, Avrupa’da ve Amerika’da Erken Türkler, Ekin Basım Yayın, Bursa, 2024.

Ellada Bekirova, Antik Kafkas Coğrafyasinda Albanya Devleti, 2018, XVIII. Türk Tarih Kongresi.

Engin Çetin, Şemsettin Sami’nin Orhon Yazıtları Üzerine Etimoloji Denemeleri, Belleten, 2013, 61 – 1, pp. 43-56.

Fatma Uygur, Yunan İsyanında François Pouqueville’in Siyasî ve Diplomatik Rolü, XVIII. Türk Tarih Kongresi Cilt VI, Ankara, 1 – 05 Ekim 2018, pp.571-591.

Firudin Ağasıoğlu, Etrüsk-Türk Bağı, 2013, Ankara.

Florida Kulla, Arnavutluk’ta Ahilik Kültürü ve Toplum Hayatındaki Yeri, Erdem Dergisi, sayı 68, 2015, pp65-79.

Furkan Gedik, Pavlusçuluk, Bogomilizm Ve ‘’Phundaites’’ İsimlendirmesi Üzerine, 2021. https://independent.academia.edu/.pp.1-14.

Halûk Tarcan, Ön-Türk Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1998.

İsmail Mehmetov, Türk Kafkası’nda Siyasi ve Etnik Yapı, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2009.

Kaan Arslanoğlu, İlknur Arslanoğlu ve Arif Yavuz Aksoy, Eleştirel Bakışla Güneş-Dil Kuramı ilk Güneş-Dil Sözlüğü, İthaki yayınları, İstanbul, 2018.

Kaan Arslanoğlu, Avrupa Dillerinin Gizlenen Kökü: Türkçe, Dünya Dillerini Kavramanın Şifresi Türkçe, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, İstanbul, 2024.

Kadir Albayrak, Bogomilizm ve Bosna Kilisesi, Emre Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2005.

Kalankatlı Moses, Alban Tarihi, Selenge Yayınları, İstanbul, 2019., Mirza Bala, Azerbaycan Tarihinde Türk Albanya, Ankara 1951.

Leon Kahön (Leon Cahun) un : “Fransa’da Arî dilleri takaddüm etmiş olan lehçenin Turanî menşei, tercüme eden: Ruşen Eşref, Cumhuriyet Matbaası, İstanbul, 1930.

MA Zeqije Xhafçe, Şemsettin Sami’nin “Kutadgu Bilig” Çevirisi, DEDE KORKUT Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, Cilt 6, Sayı 12, Nisan 2017, pp.173-180.

Mahmut Niyazi Sezgin, Ermenilerde Din, Kimlik ve Devlet, Ermeni Sorununa Ermeni Milli Kimliği Açısından Bakış, Platin Yayınları, Ankara, 2005.

Mehmet Bilgin, Fahrettin Kırzıoğlu İle Tanışmam ve Beni Etkileyen Yönleri, , Fahrettin Kırzıoğlu Armağanı,, Editör: Şevket Kaan Gündoğdu, Ardahan’ın Kurtuluşunun 100.Yılı, Erzurum, 2021.

  1. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars Tarihi, Cilt I, Işıl Matbaası, İstanbul, 1953.
  2. Fahrettin Kırzıoglu, Selçuklular’dan Önce “Armenya” Ya/Yukarı-Eller’e Hakim Olanlar (MÖ-IV Bin-MS. 1064), Türk Tarihinde Ermeniler Sempozyumu, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir, 1983.
  3. Fahrettin Kırzıoğlu, Ablanlar Tarihi (M.Ö. IV.-M.S. X. Yüzyıllar) Üzerine, Türkiye-Azerbaycan Dostluk Derneği Yayını, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1994.
  4. Taner Tarhan, Ön Asya Dünyasında İlk Türkler: Kimmerler ve İskitler, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.

Necati Demir, Türklerin Derin Tarihi, Altınordu Yayınları, Ankara, 2025.

Nuran Akyay, Trakya Tümülüsleri, Buluntuları ve Kültür Tarihi Açısından Değerlendirilmesi,  Yüksek Lisans Tezi, Tez Danışmanı Prof. Dr. İlhami Durmuş,  T.C. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eskiçağ Tarihi Bilim Dalı,   Ankara-2010.

Olimpia Gargano, L’espace façonné: l’Albanie fictionnelle de François C. H. L. Pouqueville, Librotos, 06/2017: 47-46 | 10.21747/9789899937567/libreto10a4.

Recep Koyuncu & Recep Usta,  Fahrettin Kırzıoğlu’nun Rize’yle İlgili Çalışmaları, Fahrettin Kırzıoğlu Armağanı,, Editör: Şevket Kaan Gündoğdu, Ardahan’ın Kurtuluşunun 100.Yılı, Erzurum, 2021, S. 271.

Sakin Özışık, Pavlikan Kilisesi ve Eski Hıristiyan Heresileriyle İlişkisi, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, Cılt: XIV, Sayı: 2, pp.505-533.

Selahi Diker, Türk Dili’nin Beş Bin Yılı Kayıp Dillerin çözümü, Oral Matbaası, İzmir, 2000.

Selçuk Silsüpür, Sümerliler/Kengerler Türk’tür Ve Tarih Türklerle Başlar, Ankara / 2016.

Selçuk Silsüpür, Bilinmeyen Türk Tarihi ve Kültürü (Prehistorik Çağlardan 21.Yüzyıla), Ankara, 2014.

Şemsettin Sami Frashëri, GQIHEBIA Ç’KA QENB, Ç’ECTE E Ç’bO TE BEHETE? Arnavutluk Ne İdi, Nedir Ve Ne Olacak? Çeviren: Klaudio Fusha, Bucurect, 1899.

Yılmaz Nevruz, Umumî Kafkas Tarihine Giriş, İstanbul, 2013.

Yunus Oğuz, Türk Tarihine Yeni bir Bakış, Türkiye Türkçesine aktaran: Hüseyin Adıgüzel, İleri Yayınları, Birinci Basım, İstanbul, 2008.

[1] Turan, Akademik İlim Fikir ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 54, Yıl: 2025, s. 53-138., Bu makale 25 Mart 2023 tarihinde “Anadolu ve Çevresindeki Coğrafyalarında Ön Türkler Sempozyumu”nda bildiri olarak sunulmuştur. Sempozyumdan sonra yayınlanan kaynaklar da eklenmiştir. Ön-Türk Akademisi& Maltepe Belediyesi, Yaşar Kemal Kültür Merkezi, İstanbul. Sempozyuma davet eden Sibel Zeren Hanım ve Vedat Köle Bey’e Teşekkürlerimle.

[2] ESOGÜ Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü, ESOGÜ Tıp Fakültesi Anatomi ABD Öğretim Üyesi.

[3] Adile Ayda, Etrüskler Türk mü idi?,  Ankara, 1974.

[4] Ellada Bekirova, Antik Kafkas Coğrafyasinda Albanya Devleti, 2018, XVIII. Türk Tarih Kongresi., s. 59.

[5] Yusuf Gedikli, Önsöz., s. 7. Kalankatlı Moses, Alban Tarihi, İstanbul, 2019., Mirza Bala, Azerbaycan Tarihinde Türk Albanya, Ankara 1951, s. 3, 5, 27.

[6] Yusuf Gedikli, Önsöz., Kalankatlı Moses, a. g. e., s. 8. Azerbaycan Sovyet Ansiklopedisi’nin, “Alban elifbası”, “Alban kilisesi”, “Alban kitabeleri”, “Albaniya”, “Albanlar” ve “Udinler” maddelerinden seçilmiştir; c. 1, s. 214, 217 – 220. / c. 9, .420

[7] Bekir Yüksel Hoş, Bir Literatür Ve Coğrafya Karmaşası: Kafkasya Albanyası ve Arnavutluk,  Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 12 Sayı: 2 Haziran 2022, s. 909-910.

[8] Bekir Yüksel Hoş, a. g. m., s. 909.

[9]Bekir Yüksel Hoş, a. g. m., s. 909-910.

[10] Dora D’ıstria Source, La Natıonalıté Albanaıse D’après Les Chants Populaires, Revue Des Deux Mondes (1829-1971) , 15 Mart 1866, Seconde Période, Vol. 63, No. 2 (15 Mart 1866), Published By: Revue Des Deux Mondes pp. 382-418.

[11] François Pouqueville için Fransız resmî gazetesi Journal Offi ciel de la République’de serbest bir akademisyen Jules Lair’in bir değerlendirmesi vardır. Pouqueville’in Yedikule zindanında geçirdiği bir yılın anısına kazınan modern bir yazıt Lair’in dikkatini çekmiş ve bu konuya eğilmiştir. Pouqueville’in tutsak iken kardeşlerine verilmek üzere yazdığı bir not vardır. Bu nottan anlaşılacağı üzere Yunancayı öğrenirken helenist bir yaklaşım kazanmıştır. Zindan onun için bir Atina Okulu olmuştur. Journal, 16 Novembre 1902, s. 7461. Fatma Uygur, Yunan İsyanında François Pouqueville’in Siyasî ve Diplomatik Rolü, XVIII. Türk Tarih Kongresi Cilt VI, Ankara, 1 – 05 Ekim 2018,, s. 579.

[12] Olimpia Gargano, a. g. m. s. 50.

[13] Fatma Uygur, Yunan İsyanında François Pouqueville’in Siyasî ve Diplomatik Rolü, XVIII. Türk Tarih Kongresi Cilt VI, Ankara, 1 – 05 Ekim 2018, s. 579-580.

Napolyon güvendiği adamı Julien Bessières’e Yanya’ya Ali Paşa’nın ilişkilerini takip etmesi için bir konsolosluk kurmasını ve bir yetenekli ajan yerleştirmesini istemiştir. İngiliz General Donzelot’un arşivlerini inceleyen Auguste Boppe’un l’Albanie et Napoléon (Arnavutluk ve Napolyon) adlı eserine göre, Bessières Mısır heyetinden arkadaşı Pouqueville tavsiye etmiştir

[14] Fatma Uygur, a. g. m., s. 579-580.

[15] Olimpia Gargano, L’espace façonné: l’Albanie fictionnelle de François C. H. L. Pouqueville, Librotos, 06/2017: 47-46 – | 10.21747/9789899937567/libreto10a4, s. 51.

[16] Dora D’ıstria Source, La Natıonalıté Albanaıse D’après Les Chants Populaires, Revue Des Deux Mondes (1829-1971) , 15 Maı 1866, Seconde Pérıode, Vol. 63, No. 2 (15 Mart 1866), Published By: Revue Des Deux Mondes pp. 382-418,  (s.384)

[17] Olimpia Gargano, a. g. m. s. 50.

[18] Olimpia Gargano, a. g. m. s. 50-51.

[19] Kaan Arslanoğlu, İlknur Arslanoğlu ve Arif Yavuz Aksoy, Eleştirel Bakışla Güneş-Dil Kuramı ilk Güneş-Dil Sözlüğü, İstanbul, 2018, s. 92.

[20] Ellada Bekirova, a. g. e., s. 60.

[21] Yılmaz Nevruz, Umumî Kafkas Tarihine Giriş, İstanbul, 2013, s.350.

[22] Yılmaz Nevruz, a. g. e., s.350.

[23] Yılmaz Nevruz, a. g. e., s.351.

[24] Yılmaz Nevruz, a. g. e., s. 351. K.V. Trever. “Oçerki po istorii i kültüre Kavkazskoy Albanii” 1959.

[25]Yılmaz Nevruz, a. g. e., s. 351. , C.A. Khalilov Materialnaya kultura Kavkazskoy Albanii 1984.

[26] Yılmaz Nevruz, a. g. e., s. 352. Z.İ. Yampolskiy, Drevnie avton o yazke naseleniya Azerbaycana 1955.

[27] Yılmaz Nevruz, a. g. e., s. 352. ,M.M. İkhilov, Narodnosti lezginskoy gruppı 1967.

[28] Yılmaz Nevruz, a. g. e., s. 352.

[29] Yılmaz Nevruz, a. g. e., s. 352.,A. Marcelline, İstoriya. VDİ N 3,1949.

[30] Yılmaz Nevruz, a. g. e., s. 352. Abdurragimov, G.A. Kavkazskaya Albanya-Lezgistan, istoriya i sovremennost http://www.lekia.ru/index.html

[31] Yılmaz Nevruz, a. g. e., s. 353.

[32] Yılmaz Nevruz, a. g. e., s. 353.

[33] Yılmaz Nevruz, a. g. e., s. 354.

[34] Yılmaz Nevruz, a. g. e., s. 355.

[35] Ali İpek, Azerbaycan Tarihi’ne Giriş, Lalezar Kitapevi, Ankara, 2007, s. 31-32.

[36] M. Fahrettin Kırzıoğlu, Ablanlar Tarihi (M.Ö. IV.-M.S. X. Yüzyıllar) Üzerine, Türkiye-Azerbaycan Dostluk Derneği Yayını, Ankara, 1994, s.13-14.

[37] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 14., Afif Erzen, s. 16-19.

[38] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 14-15., A. Zeki V. Togan, Giriş, s. 12.

[39] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 16., Afif Erzen, s. 24-27.

[40] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 16.

[41] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 17.,  M. Taner Tarhan, “Eskiçağ’da Kimmerler Problemi”, 1972 de verilen Doktora Tezi Özeti, VIII. Türk Tarih Kongresi (Ekim 1976), Bildiriler I. Cilt, Ankara 1979, s. 355-369, “Kimmer Buluntu Merkezleri, Göç ve istilâ Yolları” krokisi s. 215.

[42] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 17.,  A. Zeki V. Togan, Giriş, s. 17-18.

[43]M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 17.

[44] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 18.

[45] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 18.

[46] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 18-19.

[47] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 19.

[48] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 20.

[49] Ali İpek, a. g., e., s. 32-33.

[50] Ali İpek, a. g., e., s. 33.

[51] Olimpia Gargano, a. g. m., s. 52.

[52] Olimpia Gargano, a. g. m., s. 52.

[53] Bahtiyar Aydın, Sakalar/İskitler, Gizlenen Kök Atalarımız, 2022, İstanbul, s. 27-28.

[54] Bahtiyar Aydın, a. g. e., s. 28., Hasan Göktürk Erdoğan, Türk Töresi, Karakum Yayınevi, Ankara, 2018, s.18.

[55] Bahtiyar Aydın, a. g. e., s. 28., Ksenophon, Anabasis/On Binlerin Dönüşü, s.130.

[56] Bahtiyar Aydın, a. g. e., s. 28.

[57] Mahmut Niyazi Sezgin, Ermenilerde Din, Kimlik ve Devlet, Ermeni Sorununa Ermeni Milli Kimliği Açısından Bakış, Ankara, 2005, s. 134-135.

[58] Recep Koyuncu – Recep Usta, Fahrettin Kırzıoğlu’nun Rize’yle ilgili Çalışmaları, Fahrettin Kırzıoğlu Armağanı,, Editör: Şevket Kaan Gündoğdu, Ardahan’ın Kurtuluşunun 100.Yılı, Erzurum, 2021, S. 271.

[59] Recep Koyuncu – Recep Usta,a. g.m.,s. 271.

[60] Recep Koyuncu – Recep Usta,a. g.m.,s. 272.

[61] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 24.

[62] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 29.

[63] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 30.

[64] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 31.

[65] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 32.

[66] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 32-33.

[67] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 33.

[68] M. F. Kırzıoğlu, “Aran/Gence-Karabağ’da Yiğirmidörtlü ile Otuzikilü adlı ‘Ulus’ların oymakları ve Kür-Aras Kürtlerinin menşei”. VI. TÜRK TARİH KONGRESİ-Bildiriler (23.X.1961 de sunulmuştur), Ankara, 1967 s. 363-413. Bunda (s. 376, 398), Alban Kıralı “Oroeses/Oroizes” adının, Dede Korkut Oğuznâmeleri ”ndeki, Taş-Oğuzlar/Boz-Oklar kolundan 6 Elbeği’nin başı; “Oğuz Elleri” Beğlerbeğisi (Küçük-Arşaklı timsâli) “Kazan-Khan’ıın Tayısı”, “Altmış-Kırkıl Koca” (bir çeşit, “Aksakallılar/Senato-Meclisi) Ulusu” ve “Afrasyab-Oğlu Alp-Arız” kütüğü ile de anılan “Oruz Koca” sülâlesi timsâli olduğu; iki oğlundan büyüğü “Kayan-Selcük’ün, Demirkapu-Dervend”i alarak orada hâkim olan ve savaşta “Taş-Oğuz Beğleri” ordusu başbuğu sıfatıyla sağ-kolda savaşan “Elli- sekiz Selçuğ’un Ulusu Delü-Dündar Bek”; küçük oğlu Basat’ın da, “Oğuz – Elleri”nde Elbeğlerini “zabûn” eden (Ateşetapan Sasanlı Timsâli) “Depegöz’ü öldürdüğü, gereği gibi belirtilmiştir.

[69] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 33-34.

[70] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 34.

[71] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 35.

[72] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 35.

[73] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 35.

[74] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 43.

[75] M. Fahrettin Kırzıoğlu, a. g. e., s. 47.

[76] İsmail Mehmetov, Türk Kafkası’nda Siyasi ve Etnik Yapı, İstanbul, 2009, s. 92.

[77] İsmail Mehmetov, a. g. e.,s. 92.

[78] İsmail Mehmetov, a. g. e.,s. 102.

[79] İsmail Mehmetov, a. g. e.,s. 103.

[80] İsmail Mehmetov, a. g. e.,s. 103.

[81] Ali İpek, a. g. e., s. s.28.

[82] Ali İpek, a. g. e., s.28-29.

[83] Ali İpek, a. g. e., s29-30

[84] Ali İpek, a. g. e., s. s.30.

[85] Yunus Oğuz, Türk Tarihine Yeni bir Bakış, Türkiye Türkçesine aktaran: Hüseyin Adıgüzel, Birinci Basım, İstanbul, 2008, s. 131.

[86] Yunus Oğuz, a. g. e., , s. 132.

[87] Yunus Oğuz, a. g. e., , s. 132., A. S. Sumbatzade, Azerbaycan’ın Etnogenezinin Formalaşması Tarihi, s. 42-43.

[88] Yunus Oğuz, a. g. e., , s. 132.

[89] Yunus Oğuz, a. g. e., , s. 132-133.

[90] Yunus Oğuz, a. g. e., s. 133., Olcas Süleymanov, Az i ya, s. 547.

[91] Yunus Oğuz, a. g. e., s. 133.

[92]Yunus Oğuz, a. g. e., s. 133., F. Ağasıoğlu, Azer Halkı, s. 49.

[93] Yunus Oğuz, a. g. e., s. 133., F. Ağasıoğlu, age, s. 149.

[94] Yunus Oğuz, a. g. e., s. 133-134.

[95] Yusuf Gedikli, a.g. e., s. 323.

[96] Yusuf Gedikli, a.g. e., s. 323.

[97] Recep Koyuncu – Recep Usta, a. g. m., s. 273-274.

[98] M. Fahrettin Kırzıoglu, Selçuklular’dan Önce “Armenya” Ya/Yukarı-Eller’e Hâkim Olanlar (MÖ-IV Bin-MS. 1064), Türk Tarihinde Ermeniler Sempozyumu, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir, 1983, s..181

[99] M. Fahrettin Kırzıoglu, a. g. t.,s.181.

[100] M. Fahrettin Kırzıoglu, a. g. t.,s.182.

[101] İsmail Mehmetov, a. g.e., s.107.

[102] Ali İpek, a. g. e., s. 34.

[103] Necati Demir, Türklerin Derin Tarihi, Ankara, 2025, s. 346.

[104] Necati Demir, a. g. e., s. 346-347.

[105] Necati Demir, a. g. e., s. 347.

[106] Necati Demir, a. g. e., s. 347.

[107] Necati Demir, a. g. e., s. 347.

[108] Necati Demir, a. g. e., s. 347-348.

[109] Necati Demir, a. g. e., s. 348.

[110] Dora D’ıstria Source, La Natıonalıté Albanaıse D’après Les Chants Populaıres, Revue Des Deux Mondes (1829-1971) , 15 Maı 1866, Seconde Pérıode, Vol. 63, No. 2 (15 Maı 1866), Published By: Revue Des Deux Mondes pp. 382-418,  (s.384)

[111] Dora D’ıstria Source, a. g. e., s. 385.

[112] Şemsettin Sami Frashëri, GQIHEBIA Ç’KA QENB, Ç’ECTE E Ç’bO TE BEHETE? Arnavutluk Ne İdi, Nedir Ve Ne Olacak? Çeviren: Klaudio Fusha, 1899., s.6.

[113] Şemsettin Sami Frashëri, a. g. e., s. 6.

[114] Şemsettin Sami Frashëri, a. g. e., s. 7.

[115] Şemsettin Sami Frashëri, a. g. e., s. 7-8.

[116] Şemsettin Sami Frashëri, GQIHEBIA Ç’KA QENB, Ç’ECTE E Ç’bO TE BEHETE? Arnavutluk Ne İdi, Nedir Ve Ne Olacak? Çeviren: Klaudio Fusha, 1899., s. 8.

[117] Adile Ayda, Etrüskler Türk mü idi?, Ankara, 1974, s. 18.

[118] Ekrem Hayri Peker, Avrupa’da ve Amerika’da Erken Türkler, Bursa, 2024., s. 9-10.

[119] Şemsettin Sami Frashëri, a. g. e., s.15.

[120] MA Zeqije Xhafçe, Şemsettin Sami’nin “Kutadgu Bilig” Çevirisi, DEDE KORKUT Uluslararası Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları Dergisi, Cilt 6, Sayı 12, Nisan 2017, pp.173-180.

[121] Engin Çetin, Şemsettin Sami’nin Orhon Yazıtları Üzerine Etimoloji Denemeleri, Belleten, 2013, 61 – 1, pp. 43-56.

[122] Şemsettin Sami Frashëri, a. g. e., s.14-15.

[123] Şemsettin Sami Frashëri, a. g. e., s. 15-16.

[124] Şemsettin Sami Frashëri, a. g. e., s. 19.

[125] Olimpia Gargano, a. g. m. s. 50.

[126] Olimpia Gargano, a. g. m. s. 49.

[127] Cicero sürgün döneminde önce Makedonya’daki Selanik’e sonra da İlirya’ya gitmiştir.

[128] Olimpia Gargano, a. g. m. s. 50.

[129] Selahi Diker, Türk Dili’nin Beş Bin Yılı Kayıp Dillerin çözümü, İzmir, 2000, s. 160-161

[130] Selahi Diker, a. G. e., s. 161. Herod IV.49. Herodot, ve Evliya Çelebi her ikisi de bu suyun büyük ve geniş bir ırmak olduğunu söylerler. Sonraki muhtemel ismi olan Drin adı da Türk­çe derin anlamına gelebilir.

[131] Selahi Diker, a. g. e., s. 161.

[132] Selahi Diker, a. g. e., s. 162-163.

[133] Selahi Diker, a. g. e., s. 161.

[134] Selahi Diker, a. g. e., s. 162.

[135] Selahi Diker, a. g. e., s. 162.

[136] Sakin Özışık, Pavlikan Kilisesi ve Eski Hıristiyan Heresileriyle İlişkisi, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, Cilt: XIV, Sayı: 2, s. 507.

[137] Sakin Özışık, a. g. m.,  s. 510.

[138] Sakin Özışık, a. g. m., s. 510.

[139] M. Fahrettin Kırzıoğlu, Kars Tarihi, Cilt I, İstanbul, 1953, s. 116.

[140] M. Fahrettin Kırzıoglu, Selçuklular’dan Önce “Armenya” Ya/Yukarı-Eller’e Hakim Olanlar (MÖ-IV Bin-MS. 1064), Türk Tarihinde Ermeniler Sempozyumu, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir, 1983.

[141] Mehmet Bilgin, Fahrettin Kırzıoğlu İle Tanışmam ve Beni Etkileyen Yönleri, , Fahrettin Kırzıoğlu Armağanı,, Editör: Şevket Kaan Gündoğdu, Ardahan’ın Kurtuluşunun 100.Yılı, Erzurum, 2021. s. 445.

[142] Kadir Albayrak, a. g.e., s. 23.

[143] Furkan Gedik, Pavlusçuluk, Bogomilizm Ve ‘’Phundaites’’ İsimlendirmesi Üzerine, 2021, https://independent.academia.edu/ s. 7.

[144] Kadir Albayrak, Bogomilizm ve Bosna Kilisesi, 1. Baskı, İstanbul, 2005,  s. 16.

[145] Sakin Özışık, a. g. e., s. 511.

[146] Sakin Özışık, a. g. m. s. 512..

[147] Selahi Diker, a. g. e., s. 162.

[148] Sakin Özışık, a. g. m., s. 513-514.

[149] Sakin Özışık, a. g. m. s. 521-522.

[150] Sakin Özışık, a. g. m., s. 521-522.

[151] Sakin Özışık, a. g. m., s. 522

[152] Sakin Özışık, a. g. m., s. 523.

[153] Sakin Özışık, a. g. m., s. 524.

[154] Kadir Albayrak, a. g. e., s. 285.

[155] Kadir Albayrak, a. g. e., s. 285.

[156] Kadir Albayrak, a. g. e., s. 286.

[157] Kadir Albayrak, a. g. e., s. 286-287.

[158] Kadir Albayrak, a. g. e., s. 287.

[159] Kadir Albayrak, a. g. e., s. 287-288.

[160] Kadir Albayrak, a. g. e., s. 289.

[161] Kadir Albayrak, a. g. e., s. 290.

[162] Bahtiyar Aydın, a. g. e., s. 84. İbrahim Çeşmeli, İskitler, Hunlar ve Göktürklerde Din ve Sanat, s.69-70.

[163] Kadir Albayrak, a. g. e., s. 291.

[164] Kadir Albayrak, a. g. e., s. 291-292.

[165] Kadir Albayrak, a. g. e., s. 292.

[166] Kadir Albayrak, a. g. e., s. 293.

[167] Selahi Diker, a. g. e., s. 162.

[168] Selahi Diker, a. g. e., s. 162.

[169] Florida Kulla, Arnavutluk’ta Ahilik Kültürü ve Toplum Hayatındaki Yeri, Erdem Dergisi, sayı 68, 2015,s. 67.  pp65-79.

[170] Bahtiyar Tuncay, Ön Türk Tarihi Araştırmaları, Türkiye Türkçesi: Hüseyin Adıgüzel, s. 49-50.

[171] Bahtiyar Tuncay, a. g. e., s. 50.

[172] Yusuf Gedikli, a.g. e., s. 12.

[173] Yusuf Gedikli, a.g. e., s. 12.

[174] Ellada Bekirova, a. g.m., s. 66-67.

[175] Yusuf Gedikli, a. g. e., s. 325.

[176] Yusuf Gedikli, a. g. e., s. 325-326.

[177] Yusuf Gedikli, a. g. e., s. 326.

[178] Mahmut Niyazi Sezgin, a. g. e., s. 135

[179] Yusuf Gedikli, a. g. e., s. 326.

[180] Prof. Dr. Aytek Namıtok, Origines des Circassiens, Premiere Partie, Libraire Orientaliste Paul Geuthner, 12, rue Vavin, Paris, 1939. Bu eserin I. cildini Türkiye’de ilk defa Prof. Dr. Perihan Yalçın Fransızca’dan çevirmiştir. Daha sonra Opr. Dr. Yılmaz Nevruz tarafından tekrar gözden geçirilerek hazırlanmıştır. 2008 yılında ise Kaf-Dav yayınları tarafından Aysel Çeviker çevirisi ile iki cilt halinde yayınlanmıştır.

[181] Aytek Namitok, Çerkeslerin Kökeni 2. Kitap. Çeviren Aysel Çeviker, 2008, Ankara, s. 9.

[182] Çingiz Garaşarlı, Truvalılar Ve Etrüskler Türk İdiler, Azerbaycan Türkçesinden Aktaran: Sefer Yavuzaslan,  1. Baskı, Konya, 2015, s. 9.

[183] Çingiz Garaşarlı, a. g. e., s. 9.

[184] Çingiz Garaşarlı, a. g.e., s. 10.

[185] Aytek Namitok, a. g. e., s. 27. Louis H.Gray, Bulletin de la Societe de Linguistique de Paris’de yayınlanan “L’Origine de la terminaison hispano-portugaise Ez” adlı yazısında eksiksiz biçimde bütün Hint-Avrupa dillerinde iqo’nun “aidiyet veya ye ait” ( başka bir anlamı küçültme ekidir) anlamına geldiğini ortaya çıkarmış ve bir kaynakça vermiştir. Bu dikkate değer yazıda yazar -iko < -iqo’ya, tam Çerkeş dilinde olduğu gibi oğul anlamını vermeye varmaktadır. Bununla birlikte bu yapım ekine bir Hint-Avrupa eki gibi bakılamaz: bu, karışmış oldukları esas Avrupalı öncellerinden Hint-Avrupalıların aldıkları sözcüklerden birisidir.

[186] Aytek Namitok, a. g. e., s. 27-28.

[187] Aytek Namıtok, cilt, 2, a. g. e., s. 28. Strabon’un Kırım Taurlannı İskit gösteren açıklaması bu halkın bir bölümünün Tauride’de yerleşmesiyle açıklanabilir, “Tauro-İskit” deyimi de buradan gelmektedir.

[188] Aytek Namıtok, cilt, 2, a. g. e., s. 28.

[189] Çingiz Garaşarlı, a. g. e., s. 11-12.

[190] Çingiz Garaşarlı, a. g. e., s. 11.

[191] M. Taner Tarhan, a. g. m., s. 602., Ön Asya Dünyasında İlk Türkler: Kimmerler ve İskitler, s.597-610.

[192] Selçuk Silsüpür, Sümerliler/Kengerler Türk’tür Ve Tarih Türklerle Başlar, Ankara / 2016, s.79., Prof.Dr.Mehmet Ali Kaya, Türkiye’nin Eski Çağ Tarihi, İzmir, 2011, s.61.

[193] Selçuk Silsüpür, a.g.e., s.79. Maarif Vekâleti, Tarih Ansiklopedisi I, Devlet Matbaası, İstanbul, 1931. s.138.

[194] Yunus Oğuz, a. g., e., s. 155.

[195] Yunus Oğuz, a. g., e., s. 155.

[196] Yunus Oğuz, a. g., e., s.155-156. L. N. Qumilyov, Drevine Torki, s. 359-369-371.

[197] Selçuk Silsüpür, a.g.e., s. 79. Sinan Meydan, Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, İnkılap Yay, İstanbul, 2010, s.559.

[198] Selçuk Silsüpür, a.g.e., s. 81. Prof.Dr.Şemsettin Günaltay, Yakın Şark II-Anadolu, TTK Yay. Ankara, 1987.

[199] Selçuk Silsüpür, a.g.e., s. 81. Selahi Diker, Türk Dili’nin Beş Bin Yılı, Oral Matbaası, İzmir, 2000, s.167

[200] Selçuk Silsüpür, a.g.e., s.81. Selahi Diker, Türk Dili’nin Beş Bin Yılı, Oral Matbaası, İzmir, 2000, s.168.

[201] Selçuk Silsüpür, a.g.e., s.82. Kazım Mirşan, Erken Türklerin Anadolu Yazıtları, MMB Yay. Türkbükü, 2006, s.27-30.

[202] Selçuk Silsüpür, a.g.e., s. 82. Kazım Mirşan, Türklerin Kaybolan Ataları, MMB Yay. 2011, Türkbükü, s.26-27.

[203] M. Taner Tarhan, Ön Asya Dünyasında İlk Türkler: Kimmerler ve İskitler, s.602.

[204] M. Taner Tarhan., a. g. e., s.602.

[205] Aytek Namıtok, a. g. e., cilt, 2, s. 31.

[206] Aytek Namıtok, a. g. e., cilt, 2, s. 32.

[207] Aytek Namıtok, a. g. e., cilt, 2, s. 34.

[208] Aytek Namıtok, a. g. e.,  cilt, 2, s. 34-35.

[209] Aytek Namıtok, a. g. e.,  cilt, 2, s. 35-36.

[210] Aytek Namıtok, a. g. e., cilt, 2, s. 36.

[211] Aytek Namıtok, a. g. e., cilt, 2, s. 9-10.

[212] Çingiz Garaşarlı, a. g. e., s. 14.

[213] Çingiz Garaşarlı, a. g. e., s. 15.

[214] Çingiz Garaşarlı, a. g.e., s. 15.

[215] Nuran Akyay, Trakya Tümülüsleri, Buluntuları ve Kültür Tarihi Açısından Değerlendirilmesi,  Yüksek Lisans Tezi, Tez Danışmanı Prof. Dr. İlhami Durmuş,  T.C. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eskiçağ Tarihi Bilim Dalı,   Ankara-2010,, 8.

[216] Nuran Akyay, a. g. t.,  s. 9.

[217] Nuran Akyay, a. g. t.,  , s. 10.

[218] Çingiz Garaşarlı, a. g.e., s.36.

[219] Çingiz Garaşarlı, a. g.e., s. 37.

[220] Çingiz Garaşarlı, a. g.e., s. 37-38.

[221] Çingiz Garaşarlı, a. g.e., s. 38.

[222] Aytek Namıtok, a. g. e, cilt.2.,  s. 10.

[223] Aytek Namıtok, a. g. e.,cilt, 2, s. 11.

[224] Aytek Namıtok, a.g.e, cilt, 2, s. 12.

[225] Adile Ayda, Etrüskler Türk mü idi?, Ankara, 1974., s. 58.

[226] Adile Ayda,a. g.e.,  s. 59.

[227] Adile Ayda, a. g.e.,   s. 59-60., A. Severyns,  “Grece et Proche-Orient avant Homere” Preşseş Universitaires de Bruxelles, 1968, s.15.

[228] Adile Ayda, a. g.e.,   s. 60.

[229] Adile Ayda, a. g.e.,  s. 60-61.

[230] Adile Ayda, a. g.e.,  s. 62-63.

[231] Aytek Namıtok, a. g. e., cilt.2, s. 177.

[232] Aytek Namıtok, a. g. e., cilt.2, s. 178.

[233] Aytek Namıtok Çerkesce’den ağırlıklı olarak Adiğece’yi kast etmektedir.

[234] Aytek Namıtok, a. g. e., cilt.2, s. 178.

[235]Aytek Namıtok, a. g. e., cilt.2,  s. 179.

[236] Aytek Namıtok, a. g. e., cilt.2, s. 180-181.

[237] Aytek Namıtok, a. g. e. cilt.2,, s. 182.

[238] Aytek Namıtok, a. g. e. cilt.2,, s. 182-183.

[239] Aytek Namıtok, a. g. e. cilt.2,, s. 183.

[240] Aytek Namıtok, a. g. e. cilt.2,, s. 184-185.

[241] Aytek Namitok, a. g. e. cilt.2,, s. 185.

[242] Aytek Namitok, a. g. e. cilt.2,, s. 187.

[243] Selçuk Silsüpür(2016) Sümerliler , a. g. e., s.111 . Haluk Tarcan, Ön-Türk Tarihi, Kaynak Yay. İstanbul, 1998

[244] Selahi Diker, Türk Dili’nin Beş Bin Yılı Kayıp Dillerin çözümü, İzmir, 2000, s. 188.

[245] Selahi Diker, a. g. e., s. 188-189.

[246] Selahi Diker, a. g. e., s. 189.

[247] Selahi Diker, a. g. e., s. 189.

[248]Selahi Diker, a. g. e., s.190,  “Hemen hemen bütün tanrı isimleri Yunanistan’a Mısır’dan geldi… Bunları öğrenen Pelasglardan da Yunanlılara geçti” (Herod n.50-52). “Rhea (Earth) Friglerin Ana Tanrıçası Kybele’ye eşitti. Girit’te ona ’tanrıların anası’ diye tapılırdı”.

[249]Selahi Diker, a. g. e., s.190,  Gk. Eriş (“münazaa tanrıçası”) adı da aynı kelimeden çıkmış görünüyor.

[250] Selahi Diker, a. g. e., s.190, Kelime, Mısır Firavunu Thutmose IH (y. MÖ. 1504-1450) tarafından yazılan Filistin­lilere ait bir listede bulunany-‘-q-b-’-r (Yakub-el “Yakup, Rab”) kelimesinde sadece -r olarak görülür Böylece, Ra/re/r < ‘re < Ogurca İRİ/ırı “tanrı.”

[251] Selahi Diker, a. g. e., s. 190.Bkz: Samuel Noah Kramer, Editör, Mythologies of the Ancient world, Doubleday & Comapny, Inc., New York, 1961, s. 18,43.

[252] Selahi Diker, a. g. e., s. 190.

[253] Selahi Diker, a. g. e., s. 190-191.

[254] Selahi Diker, a. g. e., s. 191.

[255] Selahi Diker, a. g. e., s. 192.

[256] Selahi Diker, a. g. e., s. 192-194.

[257] Selçuk Silsüpür,  Selçuk Silsüpür, Sümerliler/Kengerler Türk’tür ve Tarih Türklerle Başlar, Ankara, 2016, s.110. Kazım Mirşan, Prototürkçe Yazıtlar Hakkında Konferans, MMB Yay. Türkbükü, 1993.

[258] Selçuk Silsüpür,  a. g. e., s.129 . Thukydides, Peloponnesos Savaşı, Çev. Tanju Gökçöl, Hürriyet  Gazetesi Yay. İstanbul, 1976.

[259] Selçuk Silsüpür, a. g., e., s.129. Strabon, Geographika, Çev. A Pekman, Arkeoloji ve Sanat Yay. İstanbul, 2000.

[260] Selçuk Silsüpür, a. g., e., s.110. Prof.Dr.Arif Müfid Mansel, Ege ve Yunan Tarihi, TTK Yay. Ankara 1984 s.19.

[261] Ekrem Hayri Peker (2017), Yeşim Taşı Ön Türkler ve Türk Tarihinden Kesitler, İstanbul, 2017, s. 11.

[262] Kaan Arslanoğlu(2024), a. g. e., s. 49.

[263] Ruşen Eşref (Önsöz), s. 3-4. Leon Kahön (Leon Cahun) un : “Fransa’da Arî dilleri takaddüm etmiş olan lehçenin Turanî men­şei, tercüme eden: Ruşen Eşref, İstanbul, 1930.

[264] Leon Chaon, a. g. e., s. 22. Yukarı Avusturya’da Sallzkammergut’ta, Halls-tat gölü üzerinde kâin Hallstadt isimli Avusturya – Macar burg’u ki 740 kişilik sekenesi vardır. Burada binden fazla mezar keşfedilmiştir. İçlerinde silâhlar: Cengâverlerln zırh takımları, demirden ve tunçtan silâhlar bulunmuştur. Tuncun ve demirin bir zaman­da kullanıldığı bu devreye arkeoloji’de Halstatien devri derler. Bu devir milâttan evvel 6 inci asırda başlayıp Alp’leri Romalılar fethetmezden takriben iki yüz sene önce nihayet bulur. — Ruşen Eşref.

[265] J. de Morgan, m L’humanite prehistorique, s. 316.  Leon Kahön, a. g., e., s. 22.

[266] Leon Chaon, a. g. e., s. 9. Rude Stone Monuments İn ali Contries; thelre Age and Uses, by Fergusson.

[267] Leon Chaon, a. g. e., s. 9.

[268] Leon Chaon, a. g. e., s.10.

[269] Leon Chaon, a. g. e., s. 11.

[270] Leon Chaon, a. g. e., s. 12., Eski ve yeni yer İsimlerini muhtevi bulunup Dordonya ziraat, fenler ve güzel san’atlar cemyetinin himayesi altında M. vicomte de Courgues tarafından kaleme alınmış olan: Dictionnaire topographique du departement de la Dordogne.

[271] Leon Chaon, a. g. e., s. 12-13.

[272] Leon Chaon, a. g. e., s. 13.

[273] Leon Chaon, a. g. e., s. 13., Şu kadar ki Lâtince aqua İle münasebeti olabilecek Ak (Ac) lı isimleri ihraç ediyorum ve buna mukabil at, ec, act ile olanların sıhhatini iade ediyorum. Bu sonrakiler hakkında misal: 1158 deki bir Şartın İçinde yazılı bulduğum Ajat: Apascum 1110 da yazılmış Agonat «Agonacum, v. s.»

[274] Leon Chaon, a. g. e., s. 14.

[275] Leon Chaon, a. g. e., s. 14-15.

[276] M. Taner Tarhan, Ön Asya Dünyasında İlk Türkler: Kimmerler ve İskitler, Türkler Ansiklopedisi, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002,  s. 598. (s.597-610)

[277] Ekrem Hayri Peker, Taşların Yolculuğu Avrasya, Ön Asya ve Akdeniz’de Ön Türk İzleri, Bursa, 2021, s. 14.

[278] Ekrem Hayri Peker(2021), a. g. e., s. 42.

[279] Ekrem Hayri Peker(2021), a. g. e., s. 42.

[280] Ekrem Hayri Peker(2021), a. g. e., s. 42-43.

[281] Ekrem Hayri Peker(2021), a. g. e., s. 43.

[282] Ekrem Hayri Peker(2021), a. g. e., s. 44.,Cengiz Özakıncı, Avrupalılar’ın Ataları Türk’tür, Kanal B. 04/11/2017, saat:22.

[283] Ekrem Hayri Peker (2017),a. g. e., s. 9.

[284] Ekrem Hayri Peker (2017), a. g. e., s.9-10.

[285] Ekrem Hayri Peker (2017), a. g. e., s.10.

[286] Kaan Arslanoğlu, Avrupa Dillerinin Gizlenen Kökü: Türkçe, Dünya Dillerini Kavramanın Şifresi Türkçe, İstanbul, 2024, s. 25.

[287] Kaan Arslanoğlu, a. g. e., s. 26.

[288] Kaan Arslanoğlu, a. g. e., s. 27.

[289] Kaan Arslanoğlu, a. g. e., s. 141.

[290] Aytek Namitok, a. g. e. cilt. 2, s. 188.

[291] Latince bir cümle anlamı: Karanlık olanı ondan daha karanlık olanla açıklama çabası(Ahmet İnam).

[292] Aytek Namitok, a. g. e., s. 191.

[293] Selçuk Silsüpür, Sümerliler/Kengerler Türk’tür Ve Tarih Türklerle Başlar, Ankara, 2016. s. Raymond Bloch, “Les Etrusques”, Presses Universitaires, Paris, 1968.

[294] Selçuk Silsüpür, Bilinmeyen Türk Tarihi ve Kültürü (Prehistorik Çağlardan 21.Yüzyıla), Ankara, 2014, s. 82., Kazım Mirşan, Etrüskler, MMB, Yay.Türkbükü, 1998.

[295] Halûk Tarcan, Ön-Türk Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1998, s. 324.

[296] Halûk Tarcan, Ön-Türk Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1998, s. 324-325.

[297] Halûk Tarcan, a. g. e., s. 325.

[298] Halûk Tarcan, a. g. e., s. 325.

[299] Halûk Tarcan, a. g. e., s. 325.

[300] Halûk Tarcan, a. g. e., s. 326.

[301] Halûk Tarcan, a. g. e., s. 327.

[302] Çingiz Garaşarlı, a. g.e., s. 7.

[303] Aytek Namitok, a. g. e., s. 191. D.Decev Bulgarca bir yapıtta: (Sofya, 1952), kendisine göre Etrüsk biçimli bir dil ile karışmış Thrak dilinin fonetiğinde, Thrak dilinin Hint-Avrupalı niteliğini göstermeye çalışmıştır. Bu dil karışımının Hint-Avrupa dillerinin saten ve centum gruplarına bölünmesinden sonra olduğuna, Thrak dilinin Ermeni diliyle birlikte saten grubuna ait olduğuna, Phrygia ve Germen dillerinin centum ailesine ait olduğuna inanmak-tadır. Decev’in çalışmasını bizim bilmemizi sağlayan bu yapıtın V.I.Abaev tarafından yapılan eleştirisi ( Moskova, n.l, 1954, s.86-90) yazarın yöntem hatasını ortaya koymaktadır.

[304] Aytek Namitok, a. g. e., s. 191-192.

[305] Aytek Namitok, a. g. e., s. 192.

[306] Aytek Namitok, a. g. e., s. 192-193.

[307] Aytek Namitok, a. g. e., s. 193.

[308] Aytek Namitok, a. g. e., s. 194.

[309] Yusuf Gedikli, a.g. e., s. 12.

[310] Yusuf Gedikli, a.g. e., s. 12., Yusifov, ‘Albaniya’nın Etnik Tarihine Bir Bakış’, s. 283.

[311] Mahmut Niyazi Sezgin, a. g. e., s. 135.

[312] Mahmut Niyazi Sezgin, a. g. e., s. 136.

[313] Mahmut Niyazi Sezgin, a. g. e., 136-137.

[314] Şemsettin Sami Frashëri, a. g. e., s.21.

[315] Firudin Ağasıoğlu, Etrüsk-Türk Bağı, 2013, Ankara, s. 81.

[316] Şemsettin Sami Frashëri, a. g. e., s.21.

Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen