Karmaşık Bir Yazı

İş hayatımda çok güzel insanlarla tanıştım. Bunlardan birisi de Türk Telekom’da Pazarlama Dairesi Başkanı olduğum dönemde Elazığ Pazarlama Müdürlüğü görevini yürüten Makine Mühendisi İhsan Tarakçı’dır…

İhsan Tarakçı’nın babası Emin Bey ilk teftişe gittiğim yer olan Elazığ’ da PTT Bakım Merkezi Müdürü olarak görev yapıyordu.  Emin Bey de Elazığ’da sevilip sayılan bir kişi idi…

İhsan çocuklarının eğitimi için 2002 sonrası İstanbul’da görev aldı. İstanbul’a gitmişken de Felsefe okudu… Ve yazmaya başladı… Elazığ’da mahalli gazetelerde köşe yazarlığı yaptı…

Sonra “Akasya Çiçeği” isimli çok güzel bir romana imza attı… Akasya Çiçeği en beğendiğim romanlar arasında yerini aldı… Meyve Tadında Romanlar’ın yeni ilaveli baskısı yapılacak olsa Akasya Çiçeği orada da yerini alır…

İhsan Tarakçı ikinci romanı KÜL’ü de tamamlamış. Yayınevine teslim etmeden, göz atmam için roman dosyasını bana da gönderdi… Bir günde bitirdim… Kül’de Akasya Çiçeğini de aşmış… KÜL de Akasya Çiçeği gibi Elazığ’da geçiyor…

Eğer tanıtımı iyi yapılırsa KÜL çok ses getirecek… Roman konusu, tekniği, zaman atlamaları ve dili ile çok farklı… Elinizden bırakamıyorsunuz… Güya kitabı dil ve anlatım açısından kontrol edecektim… Kendimi öyle bir kaptırmışım ki romanı bitirdiğimde o konulara hiç bakmadığımı fark edip, o amaçla yeniden okudum…

Roman basılınca bir tanıtım yazısı yazarım… Amacım romandaki kısa bir paragraftan hareketle bir yazı yazmaktı… Onun için romandan kısaca bahsettim… Yalnız KÜL yayınlanınca okuyacaklara önerim Albert Camus’un birkaç kitabını okumadan KÜL’ü okumaya başlamayın… Romanda Camus’a oldukça atıf var ve ondan pek çok alıntı var… Camus’u tanımadan romanı tam kavramak oldukça zor…

Sayın Tarakçı KÜL’de kitabın kahramanlarından Emin’i şöyle konuşturuyor:

“Karşıt görüş, insanın zihnini temizler.  Taşın altındaki su gibidir. Kir gider, berraklık kalır. Aynı fikirde olan biriyle konuşmak, sırayla birbirimizin sırtını sıvazlamaktır. Ama karşı görüşte olanla konuşman… kendi düşünceni yeniden inşa etmektir. Ben o tartışmalarda kendimi tanıdım.”

Bence bu cümleler çok önemli bir sorunumuza parmak basmış: Biz bırakın farklı görüşten birisi ile tartışmayı yan yana gelmeyi bile istemeyiz. İstesek bile beceremeyiz. Hatta öyle bir ihtiyaç duymayız…

Babam Adalet Partiliydi. Akrabalarımdan yarısından fazlası da CHP’li. Ben Lise birinci sınıfta babamın kitaplığında bulunan Orkun, Orhun ve Ötüken dergilerini okuyarak Türkçü oldum. Benim lise ve üniversite yıllarında sosyalist arkadaşım da İslamcı arkadaşım da olmadı…  İslamcılık o yıllarda bir görüş olarak belirmemişti… Nurcuların toplantılarına gitmeye başlayan birkaç arkadaş vardı ama onların da siyasi bir görüşleri yoktu… Sosyalist arkadaşımın olmamasına gelince; Kayseri Lisesi’nde ben gazetecik kolu başkanıydım. Sınıf gazetesi çıkacaktı. Ben Çınaraltı ismini önerdim. Bu ismi önermemin iki nedeni vardı. Birincisi Kayseri Lisesi’ni çok sayıda çınar ağacı çevreliyordu. Okulumuz çınarların altındaydı. Dolayısıyla “Çınaraltı” sınıf gazetesi için uygun bir isimdi… Ama ben bu ismi önerirken babamın kütüphanesinde birkaç sayısı bulunan Şair Orhan Seyfi Orhon tarafından 1940’lı yıllarda çıkarılan, alt başlığında “Dilde, Fikirde, İşte Birlik” sloganı olan Çınaraltı dergisinden de etkilenmiştim. Ama sınıfta Çınaraltı isminin o dergiyle ilişkisini kurabilecek kimse yoktu.  Okul pansiyonunda kalan ve pansiyon yöneticisi sosyalist bir öğretmenden etkilenen iki taşralı arkadaş da gazetenin ismi Emek olsun diye ısrar ettiler…Bu kez ben madem siz bizim uzlaşmacı tavrımıza karşı ideolojik davranıyorsunuz diyerek arkadaşım Arif Özdeş ile birlikte Ergenekon ismini önerdik. Sınıf öğretmenimiz de olan İngilizce öğretmenimiz Rıfat Akpınar’ın gözetiminde yapılan oylamada “Ergenekon” önerimiz 27 oy alırken Rıfat Akpınar’ın tüm yönlendirmelerine karşılık “Emek” ismi ancak 8 oy alabildi.  Bu kez Rıfat Bey “benim sınıf öğretmeni olduğum sınıfta ırkçı bir isim duvar gazetesine verilemez” diyerek başka bir isim bulmamızı önerdi. Bunun üzerine Arif ile ben edebiyat dersinde Türkçülüğün tarihini anlatan yazılılarda 30 puanlık bir soruyu da Türkçülüğün tarihinden soran edebiyat öğretmenimiz Müdür Yardımcısı Fethi Soykan’a[i] durumu anlattık. Fethi Bey’in müdahalesi ile sınıf gazetemizin adı Ergenekon oldu… Biz de bir yıl boyunca tüm yazıları haftada bir değişen edebiyat ve tarih ağırlıklı gazetemizi çıkardık… Ergenekon içeriği zengin, derse gelen öğretmenlerin, yan sınıflardaki öğrencilerin de takip ettikleri bir gazete oldu… Bu olaydan sonra sosyalist öğrenciler ile aramda bir mesafe oluştu… Ergenekon isminin Emek ismine nazaran çok oy almasında 8-10 kişiyi ayrık tutarsak fikir ayrılığının payı yoktu. Benim yakın arkadaş çevremin Kayseri şehir merkezi ve Talas, Erkilet, Hisarcık gibi merkeze çok yakın yerlerdendi. Yani Kayserili idi. Sosyalist arkadaşlardan birisi hariç diğerlerinin Kayseri’ye çok uzak ilçelerden gelmeleri nedeniyle Kayserili arkadaşlarla diyalog kuramamışlardı. Bir ikinci neden de öğrenciler tarafından pek sevilmeyen Rıfat Akpınar’ın oylama sırasında öğrencilerin üzerinde baskı kurmaya çalışmasıydı… Sonuçta liseyi bitirene kadar bir tane bile sosyalist öğrenciyle konuşmadığım gibi selamlaşmadım da… Bu olay nedeni ile Rıfat Bey bana ve Arif’e taktı ne yazarsak yazalım birkaç yazılıda ikiden fazla not alamadık. Bunun üzerine biz de boş kâğıt vermeye başladık. Tüm derslerden notlarım çok yüksek olmasına rağmen İngilizce’den ikmale kaldığım için hak ettiğim takdirnameyi alamadım.  Bu da beni fikri açıdan keskinleştirdi…

Akademi’de yüksek öğrenime başladığım 1972 yılında öğrenciler arasında kutuplaşmalar artmıştı. Okullar, yurtlar ayrışmıştı… Değil tartışmak, konuşmak, aynı mekânda birlikte olmak bile imkânsız hale gelmişti… Onlar bize göre vatan haini komünistlerdi… Biz de onlara göre ABD uşağı faşistlerdik… Belki yüz yüze gelsek, diyalog kursak, konuşsak, tartışsak, bize dayatılan ön yargıları sorgulasak, görüşlerimizde çok da büyük farklılık olmadığını anlayacak kavgayı birbirimize karşı değil bizi birbirimize düşürenlere karşı yapacaktık…

Belirttiğim nedenlerle Müfettiş olana kadar değil sosyalist, sosyal demokrat arkadaşım bile olmadı. Olmadı ama ben solcularla yüz yüze değil, kitaplar aracılığı ile konuştum. Tartıştım… Belirli noktalarda mutabık da kaldım. Nasıl mı? 1975’ti sanırım; bir kavga sırasında, karşı gruptan bir çocuğun elindeki kitabı çekip aldım. Attila İlhan’ın “Hangi Batı”. Kitabı o akşam okumaya başladım. Attila İlhan’ı şair olarak biliyordum, siyasi yazılarından haberim yoktu. Okuyanlar bilirler, Attila İlhan’ın “Hangi” serisi gazete/dergi yazılarından oluşur. Önce birinci yazıyı okudum. Yazı bitti “ben bunun altına imzamı atarım” dedim. Sonra ikinci yazı, aynı tepki. Üçüncü yazı; şaşkınım. Gece geç vakit kitap bitti. Koskoca kitapta, yazarın görüşlerine katılmadığım iki üç cümle ya çıkar ya çıkmaz. Kendi kendime söylendim: “İyi de biz niye dövüşüyoruz?” O günden sonra tek yönlü okuma dönemim de sona erdi. Kişilerle tartışmasam da kitaplarla tartışmaya başladım… Kitaplığımı farklı renklerdeki kitaplarla zenginleştirdim… 1990’lara geldiğimde okuduğum sol kitapların sayısı sağ kitaplardan fazlaydı…

Yine gelelim Emin’in sözlerine: “Karşıt görüş, insanın zihnini temizler.  Taşın altındaki su gibidir. Kir gider, berraklık kalır. Aynı fikirde olan biriyle konuşmak, sırayla birbirimizin sırtını sıvazlamaktır. Ama karşı görüşte olanla konuşman… kendi düşünceni yeniden inşa etmektir. Ben o tartışmalarda kendimi tanıdım.”

Ama tartışmak sanattır… Tartışabileceğin insan bulmak da şans… Bizde tartışma kültürü yok…  Bakın televizyonlara. Tartışma programı diye sunulan yaygaralara… Birbiri ile uzlaşmak, birbirlerinden bir şeyler öğrenmek için tartışmıyor insanlar… Birbirlerinin açığını bulmak, gol atmak peşinde tartışmacılar… Sesini yükseltip bağırarak haklı çıkacağını sananlar mı? Haklı çıkmak için yalan söyleyen mi? Başka bir tartışmacı konuşurken onu dinlemek yerine telefonu ile oynayan mı? Her çeşit insan var… Çoğu da uyumsuz ve narsist… Böyle bir ortamda bırakın zihnin temizlenmesini, zihin kirlenir…

Adı tartışma programı olan tamamı aynı görüşte kişilerden oluşan bazı yayınlar da katılımcıların birbirini onaylaması işe başlıyor birbirine haklısın demesi ile bitiyor… Adnan’ın deyimiyle katılımcıların birbirinin sırtını sıvazladığı programlar…

Bir de bir tartışmada, tartışan kişilerin bilgisi, zekâsı, kültürel birikimi yakın olacak… İlber Ortaylı ile Hacı Yakışıklı’nın tartıştığını düşünün… Böyle bir tartışmanın İlber Hoca’ya bir katkısı olur mu? Hacı dinlese belki kârlı çıkar ama o da dinlemez ki…

Tartışırken ve okurken karşı tarafı anlamak için onun karşıtlarının söyledikleri ile yetinmeyeceksin. Onun söylediklerine de kulak vereceksin… Ben ortaokuldan sonra edebiyata büyük ilgi duydum… Ahmet Kabaklı’nın 3 Ciltlik Türk Edebiyatı’nı ve Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri kitabını lise sıralarında iken okumuştum… İkisinde de Nazım Hikmet’e yer verilmişti. Ama ikisi de nedense Nazım’ın aynı şiirini inceleme konusu yapmışlardı: Makineleşmek… Ve belki de Nazım’ın en zayıf bu şiirini onun ne kadar materyalist olduğunu vurgulayarak tanıtmışlardı… Şuuraltıma o şiir ile ilgili o kadar olumsuz imge yerleşmişti ki Nazım’ın şiirlerine bir türlü ilgi duyamadım… Ta ki Nazım’ın Ağa Camii şiiriyle ve  Kuvayı Milliye kitabı ile tanışana kadar… Bize Nazım’ın “Ağa Camii” şiirini yazdığından bahsetselerdi, Alparslan Türkeş,  Nazım’ın “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan/Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ bu memleket bizim!” dizelerini 1994’de değil de  1980’den önce okusaydı, bizim Nazım’a ve “Sol”a bakışımız bu kadar katı olur muydu?

Ama bu yanlış tek taraflı yapılmadı. Herkes bu yanlışa düştü.  Kendi siyasi görüşünde olmayanları yok saydı, okumadı. Hatta düşman bildi. Öğrenmesi sözlü aktarımla gerçekleşen, okuyanı az bir toplumda insanlar bilgiyi okuyanlardan edinirler. Okuyanlar da tek renkten, hatta tek rengin tek tonundan oluşan kitaplar okuyunca; bizden farklı düşünenleri tanımak, tanıyabilmek mucizeye eş… Tanımadığımız, dinlemediğimiz, anlamadığımız için de bizim gibi düşünmeyene düşman olmamız kaçınılmazdı. Nitekim öyle oldu. Kutuplaşan yapı siyasilerin de işine geldiği için, onlar da yıllardır ayrıştıran dili tercih edince, kutuplaşma her geçen zaman dilimde keskinleşti

Tanrı herkese tartışmaktan, sohbetten zevk alacağı, kendi düşüncesini yeniden inşa edeceği, kendisini tanımasına yardımcı olacak kişiler ve bu görevi yerine getirecek kitaplar ile tanışmasını nasip etsin…

Yazı yazmak amacıyla klavyenin başına geçtiğimde KÜL romanının kahramanlarından Emin’in sözünden hareketle bir yazı yazmak niyetindeydim… 1970’lerde Elazığ’daki Karaca Kitabevini yakanlarla 1960’lı yıllarda Kayseri’de Tok Kitabevi’ni yakanları bu eyleme yönlendiren etkenlere, benzerliklere değinecektim… Ama yazmaya başlayınca sanki parmaklarımı yönlendiren bir rüzgâr bana farklı şeyler yazdırdı…  Ortaya karmaşık bir yazı çıktı…  Ama karmaşa da iyidir… İnsanı düşünmeye zorlar…

Beğenmeniz umuduyla…

Umarım düşünenlerden oluruz…

________________________________________

[i] Fethi Soykan Bey Türkçü idi ama MHP ve Ülkücü Hareket  ile bir ilgisi yoktu. Bağımsız, bağlantısız, Atatürk ve Yusuf Akçura  çizgisinde bir Türkçü idi…

Yazar
Fazlı KÖKSAL

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen