Galip TÜRKMEN
Âdem tek başına iken kendine hayrandı. Allah da tek idi ve teklik Allah’a mahsustu. Adem’in yanına Havva’yı yarattı. İkisi cennette mutlu mesut yaşıyordu, ta ki üçüncü devreye girene kadar. Şeytan’a uymaları cennetten kovulmalarına neden oldu. Dünya’da çoğaldılar. İki oğul Habil ile Kabil: Adem’in sevgisini kazanmak için yarıştılar. Habil kazandı, Kabil babasının sevgisini kaybetmekten korktu, korku sarmalında kavga ettiler. İlk cinayet işlendi ve hâlâ işleniyor. İnsan çoğaldıkça korku da büyüdü. İnsan insanın kurdu oldu, devlet ise devletin kocakurdu. Allah’ın affı ve Adem’in sevgisini kazanmak, barış ve refah içinde adil bir toplum düzenine ulaşmak ise hâlâ insanlığın en temel ütopyası…
Yönetim Aracı Olarak Korku
Korku, tarih boyunca devletlerin davranışlarını şekillendiren güçlü bir motivasyon kaynağı oldu. Devletler, genellikle güvenlik kaygıları, tehdit algıları veya güç kaybı korkusu gibi unsurlar nedeniyle belirli politikalar geliştirdi ve eylemlerde bulundu. Bu durum, hem iç hem de dış politikada kendini gösterdi. Korku, devletlerin rasyonel karar alma süreçlerini etkiledi ve çoğu zaman agresif politikaların benimsenmesine yol açtı. Örneğin, Soğuk Savaş döneminde nükleer silahlanma yarışı, büyük ölçüde karşılıklı yok olma korkusuna (MAD – Mutually Assured Destruction) dayanıyordu. Benzer şekilde, modern çağda terörizm veya siber tehditler gibi yeni korku kaynakları, devletlerin güvenlik politikalarını ve uluslararası ilişkilerini şekillendirmeye devam ediyor. Korkunun yönlendirdiği politikalar ittifaklar gibi olumlu sonuçlar da doğurdu. Ancak ittifaklar karşı ittifaklara zemin hazırladı, korku karşılıklı olarak sarmal halinde büyüdü.
Soğuk Savaş – Sessiz Mutabakat; ABD’nin Açmazı (1) başlıklı makalede İngiltere, Batı Almanya ve Sovyetler Birliği (Rusya) istihbarat servislerinin Soğuk Savaş sürecinde, korku ögesi üzerinden ABD’yi nasıl manipüle ettiğini anlatmıştık. Bu makalede sessiz mutabakatın bozuluşu ve Soğuk Savaşın bitişinden sonraki süreçte korku temelinde uluslararası ilişkilerin nasıl şekillendiği ele alınmaktadır. Makalede İngiltere; Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve diğer İngiliz Milletler Topluluğu ülkeleriyle bir bütün olarak değerlendirilmektedir. Küresel sermaye ile bütünleşmesi nedeniyle bu aktörler birlikte ifade edilmektedir.
Korkunun Yükselişi: Soğuk Savaş
Soğuk Savaş, ideolojik bir kutuplaşma üzerine kuruluydu. ABD ve müttefikleri, komünizmin yayılmasının özgürlük, demokrasi ve kapitalist ekonomik düzen için bir tehdit oluşturduğuna inanıyordu. Bu korku, “Domino Teorisi” gibi kavramlarla somutlaştı; bir ülkenin komünist düzene geçmesi, diğerlerinin de sırayla geçeceği korkusunu körükledi. Öte yandan, Sovyetler Birliği de kapitalist çevreleme (containment) politikalarından ve Batı’nın sosyalist sistemi çökertme niyetinden korkuyordu. Bu karşılıklı korku, her iki tarafın da agresif politikalar geliştirmesine neden oldu. Önce NATO kuruldu, sonra Varşova Paktı. Her iki taraf korku sarmalında, önlem olarak attıkları her adımda karşı tarafı daha çok korkuttular. Ara sıra U2 krizi öncesi liderlerin yumuşama adımları için görüşme planlaması gibi korku dozajını azaltmaya yönelik adımlar atılsa da sessiz mutabakatın görünmez eli korkuyu daha da büyütecek provokasyonlar yapıyordu.
1979: Jeopolitik Fırtına, Yeni Korku Dalgası
Soğuk Savaşın kenarına ilişmiş olan İran’da 1 Şubat 1979’da Humeyni darbesi oldu. İslami rejim kuruldu. Rejimin ilk yaptığı işlerden biri İngiltere ve ABD petrol şirketlerini (BP, Shell, Chevron vd.) kovmak oldu. Rehine krizi devam ederken Eylül 1980’de Irak, İran’a saldırdı ve Ağustos 1988’e kadar sürecek savaşı başlattı. Görünür sebep: İran’ın Irak’ta Şii nüfus üzerinden karışıklık çıkarma hazırlığında olduğu korkusuydu. İran’dan kovulan ABD, Irak’ı 1980’de terörü destekleyen ülkeler listesinden çıkardı ve kredilerle desteklemeye başladı. Silah ve teçhizat satışı kısıtları kalktı. İngiltere de askeri teçhizat, yedek parça ve teknoloji satışı yaptı. Ayrıca, Irak’a krediler ve ticaret anlaşmaları yoluyla destek sundu. Batı’nın İran devrimi sonrası Irak’a yönelik cesaretlendirici politikaları Irak’ı vekil güç konumuna getirdi ve sonucu kendisi için de yıkım olan bir savaşa itti. Korku hükmünü icra etti ve savaş olarak ödülünü aldı.
1979’da Nikaragua’da sosyalist Sandinistalar ABD yanlısı diktatör Samoza’yı devirdi. Ülke 1989’a kadar ABD – Sovyetler vekalet savaşının merkezi oldu. Domino Teorisi’nin korku sarmalında çarklar dönmeye devam etti.
İkinci Dünya Savaşı’ndan harap çıkan İngiltere, ABD yardımı ve Soğuk Savaş’ın getirdiği dengede kendini toparladı. ABD ile birlikte hareket ediyor görüntüsü verse de ABD’nin vekillerle ve doğrudan yürüttüğü savaşlarda geri planda kaldı, kalkınmaya odaklandı. Küresel sermaye Londra merkezli olarak büyüdü. 1979’a gelindiğinde küresel ölçekte kendi politikalarını uygulamaya koyacak güce ulaştığını düşünerek, ABD’de Demokratların (Carter) iktidarda olmasının sağladığı imkanla neoliberal küreselleşme programını başlattı. 1979’da Margaret Thatcher’ın iktidara gelmesiyle birlikte dönüşüm programı ilk olarak İngiltere’de uygulamaya konuldu.
Yine ABD’de Demokratların iktidarda olduğu 1980 yılında Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesi gerçekleşti. Demokratlar darbeyi destekleyerek ilkelerin ne kadar esnetilebileceğini gösterdi. Darbe yönetimi neoliberal dönüşüm programını yürürlüğe koymakta gecikmedi. İngiliz Morgan Guaranty Bank özelleştirme programını hazırladı, Özal uygulamaya koydu. Sermaye piyasalarını düzenleyecek kurumlar oluşturuldu. (SPK 1981, İMKB 1985)
Afganistan’da heterojen etnik yapısı nedeniyle, uzun süredir istikrarlı bir düzen kurulamıyordu. 1978’de iktidarı ele geçiren Babrak Karmal ülke içindeki gerilimi kontrol altına alamayınca 1979’da Sovyetler Birliğinden yardım istedi. 1979’da başlayıp 1989’da geri çekilme ile biten Afganistan’a Sovyet müdahalesi ülkede düzeni sağlayamadı. Muhaliflere ABD, İngiltere, Pakistan, Suudi Arabistan gibi ülkeler her türlü yardımı yaptılar. Afganistan vekalet savaşında 3 milyona yakın insanını kaybetti, milyonlarcası da göç etmek zorunda kaldı.
1979 dünya çapında etki üreten birçok gelişmenin temelinin atıldığı yıl olmuştu. 1991 yılında Sovyetler Birliği dağıldığında sessiz mutabakatın da sonu geldi. Büyük korku ortadan kalmıştı. ABD dağılan Sovyet ülkeleri üzerinde nüfuz kurma adımları atarken korku sarmalında meşruiyetini bulan NATO var olma – fesh edilme ikilemi ile karşı karşıya kaldı.
NATO’nun Meşruiyet Sorunu: Yeşil Düşman
1979 yılından itibaren neoliberal politikalar uygulamaya koyan küresel sermayenin temel hedefi ulus devletleri zayıflatmak ve giderek tasfiye etmekti. Zira sınırlar ve tarifeler serbest ticaretin gelişimi önünde engeldi. NATO ulus üstü bir savunma örgütü olarak ulusal ordulara alternatif bir yapıydı ve küresel sermaye için gerekli bir araç olarak korunması gerekiyordu. Kısa süren tartışmalardan sonra yeni korku objesi bulmak zor olmadı. 1990’lı yılların başında düşman rengini kırmızıdan yeşile çevirdi. Kırmızı, Kızılordu’yu ima ediyordu. Yeşil renkle İslami radikalizm ve terörü yeni düşman olarak ilan ediliyordu.
1988’de İran – Irak savaşı bitmiş, 1989’da Sovyetler Birliği Afganistan’dan çekilmiş, Nikaragua’da iç savaş sonuçlanmış dünya rahat bir nefes almıştı. Sovyetler’de Gorbaçov’un başlattığı açıklık ve yeniden yapılanma çabaları da uluslararası toplumu rahatlatan bir unsurdu. Korkunun işlevsiz kalmaktan korkmaya başladığı zamanlardı.
Korku Irakta Değil: Irak Kapsama Alanında
Ama korku yanılmıştı, korkacağı bir durum yoktu. Çok geçmeden İran savaşından yıpranmış ve borç yüküyle çıkan Irak, ABD Büyükelçisinin “Araplar arasındaki anlaşmazlıklara karışmak gibi bir niyetimiz yok” şeklindeki beyanına ve İran Savaşı’nda kendisine verilen desteğin yarattığı güvene dayanarak 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal etti. Irak’ın tuzağa çekildiği tezi genel kabul gördü. Irak’ın yayılmacı hevesleri olarak sunulan korku sarmalında ABD, İngiltere ve müttefikleri Irak’a karşı operasyon başlattılar. (Ocak 1991 – Nisan 1991) Irak, Kuveyt’ten çıkmak ve tazminat ödemek zorunda kaldı. İngiltere savaşa güçlü bir şekilde dahil oldu, zira petrol çıkarları doğrudan etkilenmişti. İran savaşından yorgun çıkan Irak’ı yenen ABD, Vietnam Sendromu’nu kısmen de olsa üzerinden atmış oldu ama yine kaos bıraktı arkasında. Sovyetler ise eski müttefiki Irak’a destek vermedi.
Yugoslavya’da Meşruiyet Arayışı
Sovyetlerin 1989’da Afganistan’dan çekilmesiyle, Soğuk Savaş dönemindeki silahlanma yarışını kaybettiği anlaşılmıştı. 1990’da iki Almanya’nın birleşmesi ve Doğu Avrupa’daki devletlerde sosyalistlerin iktidardan düşmesiyle birlik çatırdamaya başlamıştı. 1991 Aralık’da Sovyetler Birliği kendini feshetti. Birliğe dahil olan devletler bağımsızlıklarını ilan ettiler.
Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte Yugoslavya’da iç çatışmalar başlamıştı. NATO, BM ile iş birliği halinde Bosna Hersek’te (1992-1995) BM’den bağımsız olarak Kosova’da (1998-1999) çatışmalara müdahil oldu. Bosna Hersek yeni görev tanımı olan Barışı Koruma Misyonu adına ilk test sahası oldu. Meşruiyet tartışmaları kısmen aşıldı.
Türkiye İran Olmayacak
Sovyetlerin Boğazlarda üs ve doğuda (Kars-Ardahan) toprak taleplerinin oluşturduğu korkunun gölgesinde NATO’ya üye olan Türkiye; Soğuk Savaş boyunca NATO’nun ileri karakolu olarak konumlanmıştı. NATO’nun burada güçlü bir sivil uzantısı bulunmaktaydı. Komünizmle Mücadele Dernekleri ve antikomünist örgütler oldukça organizeydi. Komünizm korkusu sürekli işlenen bir objeydi. Sanayileşme gayretiyle Sovyetlerle yakınlaşma emareleri gösteren Menderes, Demirel ve Ecevit gibi siyasetçilerin görevden uzaklaştırılmasında antidemokratik yöntemler uygulanması, korku sarmalı gölgesinde görmezden gelinmenin ötesinde, teşvik edilmişti.
Soğuk Savaş bittiğinde Türkiye, laik – antilaik tartışmalarının ortasında buldu kendini. NATO düşman rengini yeşile çevirmişti ve İran bağlantılı olduğu iddia edilen örgütler tarafından laik aydınlara karşı eylemler başlamıştı. Uğur Mumcu gibi laik aydınların cenazeleri “Türkiye laiktir laik kalacak”, “Türkiye İran olmayacak” sloganları arasında milyonların katıldığı törenlerle kaldırıldı. NATO’nun yeni düşmanı olan radikal İslam (İran) karşısına Türkiye cephe ülkesi olarak çıkarılmak isteniyordu. Komünizm korkusu bitmiş, İran’ın devrim ihracı ve şeriat korkusu yerini almaya başlamıştı. İran’ın hedef olmasının gerçek sebebi, devrimin ABD ve İngiltere petrol çıkarlarına son vermesiydi.
Laiklik tartışmaları 28 Şubat 1997 postmodern darbesi sonucunda Erbakan Hükümeti’nin görevden uzaklaştırılmasıyla zirve noktasına ulaştı. Ancak Türkiye, partisi kapatılan Erbakan’ın sağduyulu tavrı ve halkın sabrı ile bu korku tünelinden çıkmasını bildi. Demokrasisi hasar aldı, aydınları öldürüldü ama ülke kaosa sürüklenmedi. İran korkusu NATO için yeterli olmadı.
Sessiz mutabakat ruhunun yeni korku objelerine ihtiyacı vardı. Balkanlarda çıkan krizler büyümeden söndürülmüştü, zira Avrupa kendi coğrafyasında savaş istemiyordu. ABD savaş çarkının uzakta dönmesi gerekiyordu. İran uygundu ama Irak yeterince İran korkusunu büyütemedi, Türkiye ise tuzağa düşmedi. Yeni kavram olarak asimetrik savaş ve terör devreye alındı.
Asimetrik Güç: Şapkadan Düşman Çıkarmak
1989’da Sovyetler Birliği’nin Afganistan’dan çekilmesiyle ülke, kaos ve iç savaş sarmalına sürüklendi. Sovyet destekli Necibullah Hükümeti 1992’ye kadar dirense de mücahit gruplar arasındaki çatışmalar istikrarsızlığı derinleştirdi. 1994’te Pakistan’ın desteğiyle ortaya çıkan Taliban, 1996’da Kabil’i ele geçirerek ülkenin büyük kısmında kontrol sağladı, şeriat temelli katı bir rejim kurdu. Afganistan, yoksulluk ve savaş yorgunluğuyla harap olmuş, dış güçlerin vekalet savaşlarının merkezi haline gelmişti. Bu kaotik ortam, korku sarmalının yeni bir boyut kazanmasına zemin hazırladı; zira istikrarsızlık, MI6 ve CIA gözetiminde radikal grupların filizlenmesi için verimli bir alan sundu.
El Kaide ve Asimetrik Savaşın Yeni Yüzü
Bu dönemde Usame bin Ladin liderliğinde kurulan El Kaide, Afganistan’ı üs edinerek küresel cihat çağrısı yaptı. Sovyet-Afgan Savaşı’ndan aldığı deneyim ve savaş boyunca MI6 ve CIA desteğiyle büyüyen örgüt daha sonra asimetrik savaş taktikleriyle, tam da NATO’nun ihtiyaç duyduğu zamanda, Batı’ya korku salmayı hedefledi. 1998’de Kenya ve Tanzanya’daki ABD büyükelçiliklerine düzenlenen bombalı saldırılar (toplam 437 ölü 10 binden fazla yaralı) ve 2000’de USS Cole gemisine yapılan intihar saldırısı (17 ölü) ile adını duyurdu. Ancak 11 Eylül 2001’de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yönelik uçaklarla gerçekleştirilen saldırılar (2.996 ölü), korku sarmalını küresel ölçeğe taşıdı. Bu saldırı, ABD’nin Afganistan’ı işgaline ve “terörle mücadele” adı altında yeni bir korku temelli uluslararası düzenin şekillenmesine yol açtı.
Korkunun Bedeli: Afganistan Bataklığı
George W. Bush iç sorunlara eğileceği ülke dışında savaşları bitireceği söylemi ağırlıklı olarak seçim kampanyası yapmasına rağmen 11 Eylül saldırısından sonra İç Güvenlik Bakanlığı kurmak zorunda kaldı. Patriot Act (2000) kapsamında Telefon ve internet iletişiminin izlenmesi, finansal işlemlerin takip edilmesi, “sneak and peek” aramaları (gizli arama yetkisi) gibi uygulamalar yasallaştırıldı. FBI ve CIA yeniden yapılandırıldı, kaynakları artırıldı. Havacılık ve ulaştırma alanında, toplumu rahatsız eden sıkı güvenlik uygulamaları getirildi. Korku içeride yükselmiş, Bush’u söylediğinin tersi politikalar uygulamaya itmişti.
11 Eylül 2001 saldırılarının ardından ABD, El Kaide’yi yok etmek ve Taliban’ı devirmek gerekçesiyle Ekim 2001’de Afganistan’ı işgal etti. “Terörle mücadele” sloganıyla NATO müttefikleriyle başlatılan operasyon, korku sarmalının yeni bir evresini ateşledi. Kabil’in hızla ele geçirilmesi ve Taliban’ın dağıtılması ilk başta başarı gibi görünse de, Taliban’ın yerel destekle gerilla taktikleriyle yeniden toparlanması, ABD’yi uzun soluklu bir asimetrik savaşa hapsetti. Demokrasi ihracı ve devlet inşası gibi iddialı hedefler, yolsuzluk, yerel direniş ve stratejik hatalarla çöktü. Karşılıklı yok olma korkusunun yerini, terörizmin yeniden canlanması ve “başarısızlık” algısı aldı; bu korku, ABD’nin milyarlarca dolarlık harcamalarını ve agresif politikalarını körükledi. İngiltere ise savaşta hem vardı hem yoktu. İkinci planda kaldı.
Kaotik Çekilme ve Korkunun Mirası
2009’da Obama’nın ek birlik göndermesi Taliban’ı durduramadı; 2011’de Usame bin Ladin’in öldürülmesi sembolik bir zafer olsa da sahada dengeyi değiştirmedi. 2020’de Trump Yönetimi’nin Taliban’la Doha Anlaşması, ABD’nin çekilme taahhüdünü getirdi. 2021’de Biden döneminde, 20 yıllık işgal kaotik bir tahliye ile sona erdi; Taliban, Ağustos 2021’de Kabil’i yeniden ele geçirdi. 20 yılda 2.400’den fazla ABD askeri ve on binlerce Afgan sivil öldü; trilyonlarca dolar harcandı. ABD, korku temelli politikalarının bedelini Vietnam’dan sonra bir kez daha ödedi: kaos, borç, itibar kaybı ve yeni bir güç boşluğu. Küresel sermaye ve NATO’nun çıkarları korunurken, Afganistan terk edildi. Bu bataklık, korkunun devletleri nasıl esir aldığını ve kaynakları tüketerek yalnızca yeni korkular ürettiğini bir kez daha gösterdi.
Korkudan Kaosa: Irak Savaşı
2003’te ABD, korkuyu “kitle imha silahları” ve El Kaide bağlantısı iddialarıyla besleyerek Irak’ı işgal etti. Saddam Hüseyin’in devrilmesi hızlı gerçekleşse de, iddiaların asılsızlığı ve yetersiz planlama kaosa yol açtı. İngiltere’nin güçlü desteğiyle yürütülen savaş, küresel sermayenin petrol çıkarlarını korurken, demokrasi ihracı vaadi mezhepsel çatışmalar ve direnişle çöktü. Yüz binlerce sivil ölüm, milyonlarca mülteci ve trilyonlarca dolarlık maliyet, korkunun gerekçesiz bir savaşı nasıl meşrulaştırdığını gösterdi. Ancak, Irak’ta bırakılan güç boşluğu, DAEŞ gibi yeni tehditler doğurarak korku sarmalını derinleştirdi.
Orta Doğu’yu Sarıp Sarmalayan Korku Fırtınası
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), 2000’lerin başında ABD tarafından ortaya atılan, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya’yı kapsayan geniş bir bölgede sözde demokratikleşme, serbest piyasa ekonomisi ve Batı yanlısı rejimler oluşturmayı hedefleyen stratejik bir plandı. 11 Eylül sonrası korku sarmalının zirvesinde, “terörle mücadele” ve “özgürlük ihracı” söylemleriyle meşrulaştırıldı. ABD, özellikle George W. Bush yönetimi altında, bölgedeki otoriter rejimleri dönüştürerek radikalizmi engellemeyi ve enerji kaynaklarını kontrol etmeyi amaçladı. Ancak BOP, korku temelli politikaların bir uzantısı olarak, bölgesel istikrarsızlığı körükleyen bir araç haline geldi. Bölgede, rejimlerin ve 22 ülkenin sınırlarının değişeceği söyleminin altının boş olduğu 25 yılda anlaşıldı ancak korku da yaygınlaşarak derinleşti.
BOP’un temel hedefi, “model ülke” olarak demokrasi getirilen Irak üzerinden diğer ülkelere domino etkisi yaratmaktı. 2003 Irak işgali bu planın merkeziydi; ancak, işgalin kaosa yol açması, mezhepsel çatışmalar ve direniş hareketleri, projenin başarısızlığını gösterdi. BOP kapsamında Tunus, Mısır, Libya ve Suriye gibi ülkelerde “Arap Baharı” ile tetiklenen değişim süreçleri desteklense de, bu girişimler çoğu zaman istikrarsızlık, iç savaş ve güç boşluklarına yol açtı. Örneğin, Libya’daki 2011 NATO müdahalesi Kaddafi’nin devrilmesiyle sonuçlandı, ancak ülke kaosa sürüklendi. BOP, küresel sermayenin enerji ve jeopolitik çıkarlarını koruma, ABD nüfuzunu yayma hedeflerini taşırken, korku döngüsü yeni tehditler (örneğin DAEŞ) üretti. Batı’nın “demokrasi” söylemi, yerel dinamikleri göz ardı ederek bölgedeki korku ve kaosu körükledi. ABD ve İngiltere dostu diktatörlüklere uğramadı demokrasi kervanı. Rus nüfuzunun etkin olduğu ülkelerle yetindi korku. Ancak bölgedeki kaos ABD uydu devletlerini de korkuttu. İstikrarsızlık ve göçler Avrupa’da endişeyi artırdı.
Suriye İç Savaşı ve DAEŞ’in Yükselişi
2011’de Arap Baharı’nın etkisiyle Suriye’de başlayan barışçıl protestolar, Beşar Esad rejiminin sert müdahalesiyle iç savaşa dönüştü. Rejimin muhaliflere karşı şiddeti, korku sarmalını körükleyerek ülkeyi kaosa sürükledi. Çatışmalar muhalif gruplar ile rejim arasında yoğunlaşırken, mezhepsel ve etnik gerilimler derinleşti. 2013’ten itibaren Rusya, Esad rejimine destek sağlayarak hava saldırıları, danışmanlar ve silahlarla dengeyi rejim lehine çevirdi. Rusya’nın müdahalesi, hem Batı’nın “demokrasi” söylemine meydan okudu hem de korku temelli vekalet savaşını tırmandırdı.
DAEŞ, 2013’te Irak’taki güç boşluğundan faydalanarak, MI6 ve CIA gözetiminde, Musul’da sahneye çıktı. 2014’te Rakka’yı ele geçirip “hilafet” ilan ederek küresel korku yarattı. Petrol sahalarını kontrol ederek finansman sağlayan DAEŞ, vahşi infazlar ve uluslararası saldırılarla (örneğin, 2015 Paris saldırıları) korkuyu besledi. ABD öncülüğündeki koalisyon, 2014’ten itibaren DAEŞ’e karşı hava saldırıları düzenledi; ancak, bu müdahale Suriye’deki kaosu derinleştirdi. Rusya’nın rejim desteği ve DAEŞ’in asimetrik tehditleri, Suriye’yi küresel güçlerin vekalet savaş alanı haline getirdi; milyonlarca mülteci ve yüz binlerce ölüm, korkunun yıkıcı ödülü oldu. DAEŞ kontrol altına alındığında ABD kontrolünde PKK/PYD, Türkiye için korku objesi haline geldi ve yeni krizleri tetikledi.
Türkiye-Rusya Gerilimi: Diplomasinin Başarısı
2015’te, DAEŞ’in Musul ve Rakka gibi kilit bölgelerde geriletilip dar bir alana sıkıştırıldığı bir dönemde, 24 Kasım 2015’te Türk Hava Kuvvetleri, Suriye sınırında hava sahası ihlali yaptığı gerekçesiyle bir Rus uçağını düşürdü. Bu olay, korku sarmalında yeni bir krizi tetikledi. NATO, Türkiye’yi sözde desteklese de, ABD ve diğer müttefikler Patriot hava savunma sistemlerini Türkiye’den çekerek Ankara’yı Rusya karşısında yalnız bıraktı; bu, bazılarınca Türkiye’yi Rusya ile savaşa sürükleme tuzağı olarak yorumlandı. Türkiye bu tuzağa düşmedi; 2016’da Erdoğan’ın Putin’e özür mektubu göndermesiyle kriz diplomasi yoluyla çözüldü. 1980 ve 1990’lı yıllar boyunca İran ile savaştırılmak ve İslami terör kapsamında cephe ülkesi yapılıp kaosa çekilmek istenen Rusya ile savaşma tuzağına da düşmedi.
Sovyet Sonrası Rusya: Dipten Dönüş
Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasıyla Rusya, ekonomik çöküş, siyasi kaos ve jeopolitik güç kaybıyla karşı karşıya kaldı. Boris Yeltsin’in liderliğinde yeni kurulan Rusya Federasyonu, korku sarmalının gölgesinde hem iç hem de dış tehditlerle mücadele etti. Ekonomik olarak, “şok terapisi” adıyla uygulanan neoliberal reformlar, özelleştirmeler ve serbest piyasa politikaları hiper enflasyon, yoksulluk ve oligarkların yükselişine yol açtı. 1998’deki mali kriz, rublede devalüasyon ve devlet iflasıyla sonuçlanarak toplumsal güveni sarstı. Çeçenistan’daki Birinci Çeçen Savaşı (1994-1996), Rusya’nın askeri zayıflığını ve iç istikrarsızlığını gözler önüne serdi; savaş, Çeçen mücahitlerin zaferiyle sonuçlandı ve Moskova’nın otoritesini zedeledi.
Dış politikada, NATO’nun genişlemesi ve eski Sovyet ülkelerinin Batı’ya yönelmesi, Rusya’da “çevreleme” korkusunu körükledi. Yeltsin, Batı’yla iş birliği arayışında olsa da, Kosova’daki NATO müdahalesi (1999) gibi olaylar, Rusya’nın küresel etkisinin azaldığını hissettirdi. Bu dönemde, istihbarat kökenli elitler (Siloviki) güç kazanmaya başladı. 1999’da İkinci Çeçen Savaşı’nın başlaması ve Yeltsin’in sağlık sorunlarıyla boğuşması, sahneyi Vladimir Putin’e hazırladı. FSB direktörü ve Başbakan olarak atanan Putin, Çeçenistan’daki sert politikalarıyla “güçlü lider” imajı oluşturdu. 31 Aralık 1999’da Yeltsin’in istifasıyla vekaleten, 2000 yılında da seçilerek devlet başkanı oldu. Batı yanlısı neoliberal Moskovich grup etkisini yitirmiş, Petersbug ekolünden neorealist ulusalcı Sloviki grup yönetimi ele geçirmişti. Putin istihbarat kökenli olsa da bugüne kadar uygulamalarıyla, Gorsky’nin Sovyet ruhuna uygun bütüncül bakışını, sessiz mutabakat kapasitesini yakalamaktan uzak profil çizdi. Ancak Rusya’yı toparladı ve ülke dağılmadan, federasyon olarak yoluna devam ediyor.
Neoliberal Korku: Renkli Devrim, Küresel Isınma
George Soros’un Açık Toplum Vakfı (Open Society Foundations) aracılığıyla küresel sermaye, 2000’li yıllarda, eski Sovyet ülkeleri ve başka bölgelerde mevcut yönetimlere karşı” renkli devrimler” organize etti. (2) Buldozer Devrimi (Sırbistan, 2000), Gül Devrimi (Gürcistan, 2003), Turuncu Devrim (Ukrayna, 2004), Lale Devrimi (Kırgızistan, 2005) ve Euromaidan (Ukrayna, 2014) devrimleri bölgede korkuyu körükledi. Türkiye’de 2013 yılında Gezi olayları ile başlayan devrim denemesi başarısız oldu. Ancak bu, kırılma etkisi yarattı ve artık Türkiye eskisi gibi olmayacaktı.
Küresel sermaye, neoliberal politikalarını yayma aracı olarak bir yandan Soros destekli devrimlerle etkin olmaya çalışırken diğer yandan küresel ısınma ve iklim konusunu tüm insanlığın ortak sorunu ve korkusu olarak sundu. Bu korku üzerinden karbon kredi ticareti gibi yeni finansal araçlarla finansal piyasalarda derinleşme ve yeşil enerji gibi yeni söylemlerle enerji piyasasını yeniden düzenleme yoluna gitti.
Yeni Korku Sarmalı: Rusya ve Batı’nın Karşılıklı Tehdit Algıları
BOP’un hedef aldığı ülkelerin Rus nüfuzunda olması, Doğu Avrupa ülkelerinin Avrupa Birliği’ne entegre edilmesi, NATO’nun doğuya genişlemesi ve Soros’un desteklediği renkli devrimler, Rusya’da “Batı çevrelemesi” korkusunu pekiştirdi; Moskova, bu hareketleri rejim değişikliği ve jeopolitik nüfuz kaybı tehdidi olarak gördü. Buna karşılık, Rusya’nın Birinci (1994-1996) ve İkinci Çeçen Savaşı (1999-2009) ile Gürcistan’a 2008 müdahalesi, 2014’te Kırım’ı ilhakı, Suriye’deki 2015’ten itibaren askeri varlığı ve Wagner gibi asimetrik güçlerle hibrit savaş taktikleri, Batı’da Rusya’yı agresif bir tehdit olarak yeniden tanımladı. Bu karşılıklı korkular, siber saldırılar (örneğin, 2016 ABD seçim müdahalesi iddiaları), enerji manipülasyonları ve NATO’nun Baltıklar’daki yığınaklarıyla yeni bir korku sarmalına dönüştü.
Rusya-Ukrayna Savaşı: Korku Avrupa’da
2016’da başlayan Astana Görüşmeleri, Türkiye, Rusya ve İran’ın öncülüğünde Suriye iç savaşında çatışmasızlık bölgeleri oluşturmayı ve siyasi çözüm arayışlarını hedefledi. 2017’de dört çatışmasızlık bölgesi üzerinde anlaşma sağlandı; bu, IŞİD’in 2019’da büyük ölçüde kontrol altına alınmasıyla birleştiğinde, Suriye’de geçici bir sükûnet getirdi. Daha önce Rusya ve İran’la savaştırılmak istenen Türkiye, korku duvarını yıkarak diplomasi yoluyla zoru başardı.
Rusya, Suriye’de oyuna dahil olmuş ve Ortadoğu’da BOP kapsamında oluşan nüfuz kaybına dur demişti. Ancak NATO, İngiltere ve küresel sermayenin Rus korkusuna ihtiyacı devam ediyordu. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Ukrayna tarafsızlık statüsünü seçmişti. 2014 yılında destekledikleri devrimle iktidara getirdikleri yönetim, NATO’nun güvenlik şemsiyesine acil ihtiyaç duyuyordu. Rusya ise bunu kırmızı çizgisi olarak ilan etmişti. 2014 devrimine cevap olarak Putin, Kırımı işgal ve ilhak etmiş, ciddiyetini göstermişti. NATO ise 2022 yılında Rusya’nın işgaline kadar Ukrayna’yı üyelik konusunda cesaretlendirdi. Şubat 2022’de Rusya, Ukrayna’ya girdi.
İşgal Avrupa’da korkuyu zirveye taşıdı; Kırım’ın 2014’teki ilhakından sonra NATO’nun genişlemesi ve Ukrayna’nın Batı’ya yönelmesi, Moskova’nın “güvenlik tehdidi” algısını tetikledi. Avrupa, enerji krizi, nükleer söylem ve konvansiyonel savaşın kıtaya dönüş korkusuyla sarsıldı. Rusya’nın hibrit taktikleri ve Wagner’in Afrika’daki faaliyetleri, Batı’nın “Rus tehdidi” algısını güçlendirirken, küresel sermaye, savunma sanayii ve enerji piyasalarını yeniden şekillendirdi. Bu yeni korku dalgası, vekalet savaşlarından açık çatışmaya evrilerek Avrupa’yı Soğuk Savaş’tan bu yana en büyük güvenlik krizine sürükledi.
Rus korkusu Almanya’nın silahlanması için kaldıraç görevi görmeye başladı. Soğuk savaştan sonra komünizm korkusu ile sağlanan ABD yardımıyla hızla ekonomik kalkınmasını tamamlayan Batı Almanya, Soğuk savaşın bitiminde Doğu Almanya ile birleşerek ülke bütünlüğünü sağlamıştı. Anayasal kısıtlamalar nedeniyle askeri kapasitesi oldukça düşük olan, güvenlik bakımından ABD ve NATO desteğine bağlı yaşayan Almanya, Rusya korkusu ile bu eksikliğini gidermek için savunma bütçesini büyük ölçüde artırma kararı aldı. Trump yönetimi de bu kararı destekledi. Gehlen’in ruhu Almanya’nın küresel güç olma yönünde attığı adımları takip ediyordu.
Suriye’nin Kuzeyinde PKK/PYD ve Türkiye’nin Askeri Müdahaleleri
2014’ten itibaren ABD’nin DAEŞ’e karşı mücadele görüntüsünde, Suriye’de, PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’yi desteklemesi, bu grupların kuzeyde geniş bir coğrafyayı kontrol altına almasıyla sonuçlandı. Bu durum, Türkiye’de tepki ile karşılandı; zira PKK’yı ulusal güvenliğine tehdit gören Ankara, PYD/YPG’nin ABD desteğiyle güçlenmesini, sınırında bir “terör koridoru” riski olarak algıladı. Türkiye bu korkuya cevap olarak Fırat Kalkanı (2016), Zeytin Dalı (2018’) ve Barış Pınarı (2019) harekâtlarıyla Suriye’nin kuzeyine askeri müdahalelerde bulundu. Bu operasyonlar, YPG’yi geri püskürtmeyi ve güvenli bölgeler oluşturmayı hedefledi. Aynı dönemde, Irak’ın kuzeyindeki PKK hedeflerine yönelik Pençe operasyonları (2019’dan itibaren) yoğunlaştı; Türkiye, Kandil ve Sincar gibi bölgelerde hava ve kara harekâtlarıyla PKK’nın lojistik ağlarını çökertti. Bu müdahaleler, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını hafifletse de, ABD ile gerilim ve Rusya-İran ile karmaşık müzakereler doğurdu. Küresel güçlerin vekalet savaşları ve enerji çıkarları, Türkiye’yi korku temelli proaktif bir politikaya itti.
Türkiye’nin Korku Sarmalında Fırsat Arayışları
1974’te Kıbrıs’ta Yunan cuntasının darbesi, Türkiye’de beka konusu olarak algılandı. Türkiye, garanti antlaşmalarına dayanarak Kıbrıs Barış Harekâtı’nı başlattı, ancak bu adım, korku sarmalının yeni bir halkasını ateşledi. ABD, 1975’te Türkiye’ye silah ambargosu uygulayarak NATO ittifakında çatlaklar oluşturdu. Yüzeyde Yunan lobisinin etkisi görünse de, ABD, İngiltere’nin etkisinde, (Akdeniz’deki üslerini koruma önceliğiyle) hareket etti. İngiltere üsleri güvence altına alırken, Türkiye ambargoya karşı kendi savunma sanayisini inşa etmeye yöneldi. ASELSAN’ın temelleri bu dönemde atıldı. Yaptırımlar, Türkiye’de “müttefik ihaneti” korkusunu derinleştirdi.
Soğuk Savaş’ın korku ikliminde Sovyetlere ağır sanayi tesislerini kurduran, buna mukabil sağ-sol çatışmaları ve ekonomik krizlerle ağır bedeller ödeyen Türkiye, NATO’nun 1990’larda “yeşil tehlike” (radikal İslam) tanımında cephe ülkesi olmayı reddetti ve 2015 sonrası Rus tehdidi karşısında NATO’nun güvenlik duvarına tam anlamıyla katılmadı. Bunun yerine, içeride PKK terörünü büyük ölçüde bastırarak sınır ötesinde proaktif bir mücadele başlattı; korku sarmalından doğan bu kaotik ortam, Türkiye’ye stratejik bir fırsat aralığı sundu. Suriye iç savaşında 3,5 milyon sığınmacıyı kabul ederek insani bir rol üstlenen Türkiye, Fırat Kalkanı, Zeytindalı ve Barış Pınarı harekâtlarıyla Suriye’nin kuzeyinde YPG/PKK’yı geri püskürterek güvenli bölgeler oluşturdu. Bu hamleler, Ankara’ya Suriye’nin geleceği üzerinde söz sahibi olma hakkı kazandırdı; Astana ve Cenevre süreçlerinde masada güçlü bir aktör haline geldi. Türkiye, küresel güçlerin vekalet savaşları ve enerji çıkarları arasında korkudan beslenen kaosu avantaja çevirdi; ancak bu pozisyon, ABD ve Rusya ile gerilimli bir dengeyi de beraberinde getirdi.
2015’te Rus uçağının düşürülmesi sonrası NATO’nun Patriot sistemlerini çekmesi, Türkiye’de müttefiklere karşı güvensizliği derinleştirdi. Yüksek irtifa savunma sistemi arayışında önce Çin’e yönelen Türkiye, 2014’te Selahattin Demirtaş’ın ABD gezisi sonrası çağrısıyla patlak veren 6-7 Ekim olaylarının körüklediği iç güvenlik endişesiyle bu anlaşmadan vazgeçti. Ardından Fransa-İtalya ortak yapımı SAMP/T için görüşmelere başlayan Ankara, 2018’de Fransa’daki Sarı Yelekliler protestolarıyla içerisi karıştırılan Fransa’nın vaz geçmesiyle bu seçeneği de kaybetti. Bu hamle, ABD’de ‘Türkiye’nin kopma’ korkusunu, Türkiye’de ise ‘Batı’nın ihanet’ algısını güçlendirdi. Sonuçta, Rusya’dan S-400 sistemlerini alarak NATO’yla krize yol açan Türkiye, korku sarmalında bağımsız bir savunma politikası izledi ve “kötü müttefik savunma sistemi geliştirtir” ilkesi gereğince kendi savunma sistemini kurmak için yatırımlarını artırdı.
Türkiye, Suriye iç savaşından kaynaklanan 3,5 milyon sığınmacıyı barındırarak Avrupa’nın ‘göçmen krizi’ korkusunu stratejik bir araca dönüştürdü. 2016 AB-Türkiye Geri Kabul Anlaşması ile göçmen akışını kontrol altına alarak milyarlarca euro mali destek sağladı ve Avrupa’nın PKK/YPG’ye verdiği desteği sınırlandırmak için diplomatik baskı oluşturdu. 2020’de sınırları geçici olarak açma hamlesi, bu korkuyu somut bir tehdit olarak Avrupa’ya hissettirdi. Böylece Türkiye, kendi korkusu olan terörü içeride ve sınır ötesinde bastırırken, Avrupa’nın göç korkusunu avantaja çevirdi.
Muhalifler Aralık 2024’de Türkiye desteği ile rejimi yıkarak, Şamı ele geçirdi. Esad, Rusya’ya kaçtı. Suriye’de Rus ve İran etkisi kalmadı. Belirsizlikler kısmen devam ediyor olsa da yeni Suriye yönetimi yine Türkiye desteğinde ülkeyi toparlamaya başladı. Türkiye kendi korkuları (irtica, bölücülük) ile yüzleşip, dışarıdan pompalanan korkulara karşı proaktif politikalar üreterek nüfuz alanını geliştirmeye devam ediyor.
Trump’ın Orta Doğu’ya karışmayacağız gibi söylemleri, ABD Irak Büyükelçisinin Saddam Hüseyin’e Kuveyt işgalinden iki gün önce söylediği “Araplar arasındaki anlaşmazlıklara karışmak gibi bir niyetimiz yok” şeklindeki tuzağa teşvik sözleri kapsamında algılandı.
Zaman Gelir Korkutan da Korkar
Soğuk savaştan bu yana İngiltere korku ile sınanmadı. Küresel sermaye zaman zaman krizlerle (2008) karşılaşsa da bu krizler korku kaynaklı değildi, kapitalizmin yapısal sorunlarından kaynaklanıyordu. 2025 yılında gerçek anlamda korku ile yüzleştiler. Cumhuriyetçiler zaman zaman İngiliz yönetimini aşağılayacak tavırlar sergileseler de korkutacak boyutta bir eylemleri olmamıştı ta ki Trump’ın Kanada’yı ABD eyaleti yapmak istediğini duyurmasına kadar. Yine Trump’ın tarife savaşları küresel sermayeyi çok korkuttu. Zira tarifeler ve gümrük duvarları ulus devletleri güçlendiren küreselleşme karşıtı politikaların en etkilisi. Küresel sermaye ABD’nin dikkatini dağıtmak ve tarife savaşlarını bitirmek için Hindistan-Pakistan gerilimini körükledi. Beklenen ABD’nin Hindistan, Çin’in Pakistan yanında tavır alıp korkunun yükselmesiydi. Ama her iki ülke de bu tuzağa düşmedi.
Trump seçimden önce taahhüt ettiklerini göreve başladıktan sonra gerçekleştirmek ve savaşları bitirmek için gayret sarf ediyor. Trump’ın bu çabası, Ukrayna-Rusya barış görüşmelerine evrilmek üzereyken Rus nükleer sırları ve Avangard hipersonik füze sisteminin sırlarının sızdırılması ve hemen peşinden Ukrayna’nın Rusya’ya etkili dron saldırılarıyla sarsıldı. İngiltere, Rusya’nın saldırılarına hazır olmak için savunma sanayisine büyük yatırım yapacağını açıkladı. Ukrayna’da savaşın devamını destekleyen İngiltere Başbakan’ı Starmer, ülkede en az altı cephane fabrikası yapılacağını, hibrit bir donanma oluşturulup, silahlı insansız hava araçlarının savaş gemileriyle, denizaltılarla ve uçaklarla entegre edileceğini belirtti. Starmer ayrıca 12 kadar saldırı denizaltısı yapılacağını, silahlı kuvvetler mensuplarına daha iyi barınma ve ekipman sağlanacağını ve “egemen savaş başlığı” yani nükleer silah programına 15 milyar sterlin yatırım yapılacağını açıkladı. Korku sarmalında ABD’yi bataklıktan bataklığa sürükleyen akıl, nihayet korku ile tanıştı.
İngiltere’nin Gölgesi: Çin’in Teknolojik Yükselişi
İngiltere, Soğuk Savaş’ta Cambridge Beşlisi aracılığıyla Sovyetler’e nükleer ve teknolojik sırlar sızdırarak ABD’yi bir korku sarmalına itmişti. Hong Kong’un 1997’de Çin’e devri ve teknoloji transferleriyle Çin’in yükselişini tetikledi. İngiliz firmaları ve küresel sermaye 3 trilyon dolardan fazla yatırım ve telekomünikasyon ile otomotivde know-how akışıyla Çin’i güçlendirdi. Çin hızla büyüyerek 18 trilyon dolarlık GSMH ile ABD’den (28 trilyon dolar) sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisi oldu. Sovyetler’in aksine, Çin’in tarihi bilimsel altyapısı ve devlet kapitalizmi, taklitten özgün teknolojilere geçişi hızlandırdı. 2025’te 5G patentlerinin %40’ını elinde tutan ve yapay zeka’da lider olan Çin, ABD’nin teknolojik üstünlük kaybı korkusunu körüklüyor. Çin, Tayland ve Güney Çin Denizi gibi sıcak anlaşmazlık alanlarına rağmen korku objesi olmaktan sakınarak büyümesine devam ediyor. Diğer yandan İngiltere ve küresel finans, kontrol ettiği firmalarla (Rio Tinto, Glencore, BHP v.d.) halen Çin’in en büyük ham madde sağlayıcısı olarak Çin’i etki alanında tutuyor. Viktor Rothschild’in ruhu İngiltere ve küresel sermayeyi yönetmeye devam ediyor.
İsrail: Bölgesel Korku Üretim Merkezi
1948’den bu yana İsrail, bölgesel bir korku kaynağı olarak ABD desteğiyle korku üretmeye devam ediyor. Kendisi için güvensiz bir coğrafyada ayakta kalamama korkusuyla, sözde vaad edilmiş topraklara doğru genişleme çabasıyla, kaos yaratıyor ve bu kaosta büyüyor. Büyümesini ABD vatandaşlarının vergilerinden aldığı pay ile devam ettiriyor. ABD’ye geri dönüşü itibar kaybı ve yüksek borç olan bu destek, içeride Yahudi lobisini kaybetme korkusuyla sağlanıyor.
Sonuç: Korku Sarmalının Gölgesinde Küresel Düzen
Korku, insanlık tarihinin en kadim duygularından biri olarak, Adem’in sevgisini kazanma arzusundan modern çağın jeopolitik labirentlerine uzanan bir esaret zinciri ördü. Günümüzün sahnesi, Soğuk Savaş öncesi dönemin (1945-1949) gölgelerini taşıyor; korku sarmalı, tıpkı o günlerdeki gibi, büyük güçleri ve toplumları bir provokasyon uçurumuna sürüklüyor. Soğuk Savaş öncesi Berlin Ablukası ve Çekoslovakya darbesi gibi olaylar, Sovyet yayılmacılığı korkusunu körükleyerek NATO’nun doğuşunu tetiklemişti. Bugün ise NATO yetkililerinin Rusya’nın 2029’a kadar çatışma potansiyeline dair uyarıları, İngiltere’nin nükleer silah ve hibrit donanma yatırımlarıyla korkuyu somutlaştırması ve ABD’de göçmen meselesinin iç tehdide dönüşmesi, benzer bir gerilim atmosferi yaratıyor. O dönemde komünizm korkusu toplumu ve devletleri esir almışken, şimdi Rusya’nın hibrit taktikleri ve göçmen karşıtı söylemler, korkunun yeni yüzleri olarak sahnede.
Bu korku sarmalında, U2 krizi ve 11 Eylül gibi provokasyonlar, küçük bir kıvılcımın nasıl yangına dönüştüğünü gösterdi. Bugün de benzer bir ortam olgunlaşıyor: Rus nükleer sırlarının sızdırılması, Ukrayna’nın dron saldırıları veya Baltıklar’da olası bir sınır çatışması, İsrail’in İran’a saldırısı Trump’ın diplomasi arayışlarını raydan çıkarabilir. Sessiz mutabakatın gölgesinde, İngiltere ve küresel sermaye, korkuyu manipüle ederek gerilimi tırmandırıyor; Starmer’ın savunma hamleleri ve NATO’nun alarmist söylemleri, bu oyunun bir parçası. ABD’de göçmen korkusu, iç politikayı bölerken, dış provokasyonlara zemin hazırlıyor. Korkuyu yöneten kazanır, korkuya kapılan kaybeder. Trump’ın korkuyu yöneten olup olmayacağını zaman gösterecek.
Türkiye, bu kaotik ortamda korkuyu avantaja çevirerek bölgesel bir güç olarak yükseldi; Suriye’deki proaktif hamleleri ve diplomasi başarısıyla sarmaldan sıyrılmayı bildi. Trump’ın diplomasiyi ve ticari rekabeti ön plana alan yaklaşımı, Çin’in korku kaynağı olmaktan kaçınan stratejisi ve Türkiye’nin adalet temelli (kazan-kazan) ilişkileri, bu karanlık döngüde umut ışığı sunuyor. Ancak, küresel düzen korkunun esaretinde şekillenirken, insanlığın barış ve adalet ütopyasına ulaşması, korkuyu besleyen manipülasyonlara karşı şeffaflık, iş birliği ve rasyonel politikalarla mümkün olacak. Korku sarmalından çıkış, onu anlamak ve sorgulamakla başlayacak; zira zaman gelir, korkutan da korkar.
- https://www.kirmizilar.com/soguk-savas-sessiz-mutabakat-abdnin-acmazi/
- https://www.kirmizilar.com/bir-beka-meselesi-olarak-soros-aglari/
Ayrıca bakınız: https://www.kirmizilar.com/kuresel-ingiliz-aklinin-kovboyla-dansi/