Neo-liberalizmin mutlak zaferi ve tüm “kazanımları”, içinde bulunduğumuz pandemi ile birlikte büyük bir çöküşe doğru ilerlemektedir. Bu olağanüstü süreç liberal savları bir bir yıkmaya devam etmektedir. Liberal anlayışın “ekonominin her zaman kendiliğinden tam istihdamda olacağı” ve “her arzın kendi talebini yaratacağı”, dolayısıyla da iktisadi sorunların adeta bir “görünmeyen el” sayesinde kendiliğinden çözüleceği şeklindeki temel kabullerinin gerçeklikle uyuşmadığı çok kısa bir süre içinde ortaya çıkmıştır. Korona virüs salgını sürecinde, Neo-liberal dünya düzeninin politik ve ekonomik kurumları adeta paralize olmuştur.
Küreselleşmeyle geçirgenleşen ülke sınırları, Korona virüs salgınıyla birlikte kısa sürede tamamen kapatılmıştır. Devletler stratejik ürünlerin ihracatını yasaklamış, özel sağlık kuruluşları kamunun hizmetine alınmış, devletler kamu sağlığı ve kamu düzenini sağlayabilmek için olağanüstü önlemlerle egemenliklerini pekiştirmiştir.
*****
Cenk ÖZATICI
Covid19 salgınının hızlı yayılımı sonuçları itibariyle bir kamu sağlığı meselesinin çok ötesindedir. İçinde bulunduğumuz pandemi, uluslararası politik ve ekonomik düzeni şekillendiren tüm fikirleri, kurumları ve yapıları kısa süre içinde paralize etmiştir.
Küreselleşme ve Neo-liberalizmin eş güdümlü olarak yönettiği ve öngörülebilir bir gelecekte asla yıkılmayacağı düşünülen uluslararası sistem, bu virüs salgını karşısında çaresiz kalmıştır. Küreselleşmenin kazanımları ile liberal ekonomik ilkelerin neredeyse tamamı birkaç ay içinde terk edilmiş ve ulus devlet yakın geçmişimizde hiç olmadığı kadar büyük bir otoriteyle dünya sahnesine çıkmıştır. Covid19 salgınının etkilerini devam ettirmesi halinde, küreselleşme ve Neo-liberalizmle kuşatılmış dünya büyük bir dönüşüme gebedir. Bu alelade yapısal bir dönüşüm değil, tüm uluslararası sistemi yeniden şekillendirecek bir paradigma değişimidir. Bu makale, Covid19 etkisiyle gerçekleşmesi muhtemel paradigma değişimini, uluslararası politik ekonomi disiplini çerçevesinde inceleyecek ve mevcut Neo-liberal sistemin çöküşüyle birlikte gerçekleşecek olası senaryoları tartışacaktır.
Uluslararası sistemi anlamak, sistemin ekonomi politiğini anlamakla başlar. Uluslararası Politik Ekonomi; siyaset ve ekonominin, devlet ve piyasaların, güç ve sermayenin arasındaki karşılıklı etkileşimi ifade eder. Tarih boyunca her bir politik ekonomist aynı soruyu sormuştur; Toplumların zenginliğinin ve refahının kaynağı nedir? Bu soruya verilen pek çok farklı cevap vardır. Örneğin Quesnay tarımsal üretim demiştir. Adam Smith emek bölümü ve serbest piyasa ekonomisi, Friedrich List ve Alexander Hamilton korumacı politika ve aktif devlet müdahalesi, Marx ve Lenin üretim araçlarında devlet kontrolü ve özel mülkiyetin kaldırılması, John Manyard Keynes devletin sınırlı müdahalesi ve istihdam… Bu büyük düşünürlerin ileri sürdüğü her bir fikir, dünya tarihinde, farklı zamanlarda ve mekanlarda pek çok toplumun kaderini şekillendirmiştir. Aslında bu güçlü fikirlerin her biri belirli bir toplumsal kesimin çıkarlarını savunmaktadır. Bütün bir dünya tarihi, ideolojik savaşlar ve çıkar çatışmalarının temelinde yatan meseleyi, uluslararası sistemi anlamak için Susan Strange’in sorduğu o ünlü soruyu sormamız gerekir; Cui Bono? (Kimin Çıkarına?)
Covid19 Öncesi Neo-liberal Dünya Düzeni
Korona virüs öncesinde içinde yaşadığımız dünya düzenini yöneten iç içe geçmiş iki hegemonik fikir vardı; küreselleşme ve Neo-liberalizm. Küreselleşme Yalnızca bilişim ve telekomünikasyon teknolojilerinin gelişmesi ya da ulaşımın kolaylaşması değildir, aynı zamanda üretim ilişkilerinin ve sermayenin uluslararası hale gelmesidir. Bu uluslararasılaşmanın doğal bir sonucu olarak finansal ve ekonomik sistemler birbirine entegre olurlar. Böylece sermaye, ulus devlet sınırlarını kolayca aşabilir ve karını maksimize ederek her türlü yerel risk faktöründen hızla kaçabilir. Dünyada son küreselleşme dalgası, 1970’li yıllarda çok uluslu şirketlerin doğması, 1980’lerde iletişim devriminin yaşanması, son olarak 1991 yılında SSCB’nin yıkılması ve liberalizmin mutlak zaferi ile başlamıştır.
Küreselleşmenin itici gücü Neo-liberalizmdir. Neo-liberalizmin kökenleri, Hayek ve Ludwig von Mises’ın ekonominin de-regülasyonunu ileri süren fikirlerine dayanır. Bu düşünürler insanın refahının, güçlü özel mülkiyet hakları, serbest piyasa ve serbest ticaret ile gerçekleşeceğini ifade etmişlerdir. Hayek’e göre, insanın refahını mümkün kılmak ancak bireysel girişimciliğin, özgürlüğün ve becerilerin geliştirilmesi, üretimin maksimize edilmesi ile gerçekleşecektir. Neo-liberal perspektif mutlak bir serbest piyasa ekonomisini, özelleştirmeyi, düşük gümrük vergilerini savunarak, ulus devletleri her türlü piyasa müdahalesinden men eder. Neo-liberalizmin altın kuralı sermayenin serbest dolaşımıdır. Sınırların, engellerin ve vergilerin olmadığı bir dünyada sermaye birikimi sürekli olarak yeniden üretilir. Böylece sermaye sonsuz bir döngü içinde kendisini güçlendirir.
Adam Smith’in ortaya koyduğu liberal anlayışa göre, kişisel çıkar, toplumun bütünü için en iyi olanı sağlar. Bu argümanın ardında yatan basit fikir şudur; İnsanların kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi yanlış değildir. Çünkü serbest bir piyasada, kendi çıkarını kovalayan insanların toplam eylemi toplumun tümüne fayda sağlar ve herkesi zenginleştirir. Böylece herkesin yalnızca kişisel çıkarları peşinde koştuğu bir serbest piyasa ekonomisi, herhangi bir dış müdahaleye maruz kalmadığı takdirde toplumlara refah ve zenginlik getirir. Ne var ki, liberalizmin temel sorunu zenginliğin ve refahın üretimi değil, paylaşımıdır. Doğa kanunlarının işlediği bir ekonomik düzende yoksulun daha çok yoksullaşması, zenginin ise daha fazla zenginleşmesi kaçınılmazdır.
Liberal fikirlerin yeniden doğuşu olan Neo-liberalizm ise, bir yönüyle aklımıza gelebilecek her şeyin finansallaşması ve ticarileşmesi, tüm insani alanların maddileşmesi, hatta günlük yaşamın dahi bir meta haline gelmesidir. Bu yaklaşımda her şeyin bir meta olarak değerlendirildiği, alınıp satılabildiği piyasa, en iyi kararların verildiği yer olarak tanımlanmaktadır. Bu her şeyin alınıp satılabilir olduğu bir sermaye düzenidir. O halde küreselleşmenin ve neo-liberalizmin tüm uluslararası sistemi şekillendirdiği bir dünya düzenini anlamak için Strange’in o veciz sorusunu tekrar sormamız gerekmektedir; Cui bono? Kimin çıkarına?
Bu çerçevede cevap sade ve yadsınamazdır; sermaye.
Dünyada Neo-liberal dönüşüm, 1979’da Margaret Thatcher’ın İngiltere’de, 1980 de Ronald Reagan ABD’de iktidara gelmesi ve bu iki liderin yalnızca kendi ülkelerinde değil tüm dünyada etkili olacak Neo-liberal ekonomi politikalarını hızla uygulamasıyla başlamıştır. Thatcher’ın refah devleti karşıtı politikaları, uzun zamandır Keynesyen politikalarla güç kaybetmiş sermayenin desteklediği bir proje olarak kısa süre içinde uluslararası sistemi etkisi altına almıştır. Kamu yatırımlarının özelleştirilmesi, doğrudan vergilerin azaltılması, girişimciliğin pekiştirilmesi, cazip bir iş ortamı yaratarak yabancı sermaye akışının sağlanması ile sosyal devlet anlayışı tamamen çökmüştür. Bu dönüşümü Thatcher, Douglas Keay’ın Womens’ Own dergisi için yaptığı röportajda şu sözüyle ifade eder: “toplum diye bir şey yoktur, yalnızca bireyler vardır”.
Devletin piyasadan tamamen çekilmesi ve piyasa şartlarının mutlak şekilde sermaye sahiplerinin eline bırakılmasından sonra tüm dünyada, tarihte görülmemiş bir küresel eşitsizlik ortaya çıkmıştır. Oxfam International adlı İngiliz araştırma kuruluşunun çalışmalarına göre, dünyanın en zengin 2.153 kişisinin elinde bulunan servet, 4,6 milyar kişinin toplam servetinden fazladır. Dahası, Oxfam 2019 raporuna göre dünyanın en zengin 26 milyarderi, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50’sini oluşturan 3,8 milyar insanın toplam varlığına eşit servete sahiptir. The Center on Budget and Policy Priorities (CBPP) araştırmalarının da gösterdiği gibi tüm dünyada kronikleşen küresel eşitsizlik, Neo-liberal dönüşümün başladığı 1980’li yıllardan itibaren hızla artmıştır.
Robert Cox, Gramsci’den aldığı hegemonya teorisinde bir dünya düzeninin inşası için 3 şey gereklidir der; fikirler, maddi imkanlar ve kurumlar. Korona virüs öncesi dünya düzeninin sahip olduğu ideolojik zemin, yani fikirler Neo-liberalizmin serbest piyasa ekonomisi idi. Bu fikrin maddi kapasitesinin temelini sermaye oluşturmaktadır. O halde liberal düşünce ve sermaye ancak uluslararası kurumlar varsa dünya düzenini tahkim edebilir. Bu uluslararası kurumlar ise rekabete ve sermayeye dayalı kapitalist üretim ilişkilerinin en sağlıklı şekilde yürümesini sağlayan, IMF (International Money Fund), WB (World bank), WTO (World Trade Organization) gibi organizasyonlardır. Bu kurumların en önemli fonksiyonları, ulus devletlerin içine kapanmasını engellemek ve serbest piyasa içindeki rekabete devam etmesini sağlamaktır. Çünkü unutulmamalıdır ki, Neo-liberal düzen doğası gereği küreseldir ve küreselleşmecidir. Her ülke sisteme entegre olduğu sürece sermaye mobilize olabilir ve yeniden üretimi sağlayabilir.
Neo-liberalizm, eğitim kurumlarının (üniversiteler ve think tankler), devletin ekonomiyi ve finansı düzenleyen yapılarının, medyanın, finans sektörünün, IMF, WB ve WTO gibi küresel finans ve ticareti düzenleyen uluslararası kurumların politika ve söylemlerinin merkezindedir. Adını çok da fazla duymadığımız bu kavram, dünyanın nasıl anlaşılacağı, yorumlanacağı, yaşama ve düşünme biçimleri, yeniden üretme aktiviteleri, insani ilişkileri ile ilgili tüm alanlara yönelik politik ve ekonomik programın ta kendisidir.
Covid19 salgını öncesinde bıraktığımız dünyada, tüm toplumlar ve tüm devletler farkında olsunlar ya da olmasınlar, kuralları Neo-liberalizm tarafından koyulmuş bir dünyanın içinde yaşıyorlardı. Ulus devletler küreselleşme karşısında Neo-liberalizmin öngördüğü ölçülerde küçülüyor, ulus devletlerin sınırları ve egemenlikleri giderek belirsizleşiyordu. Sağlıktan eğitime kadar en temel insani ihtiyaçlar dahi piyasa koşullarında şekilleniyor, piyasa koşullarını ise finans ve sermaye belirliyordu. Neo-liberalizmin güdümündeki aşırı finansallaşma hiçbir otorite ve sınır tanımıyordu. Kaldı ki Neo-liberal bir dünya düzeninin finansallaşmanın kontrolüne izin vermesi, Vatikan’ın kürtaja izin vermesi kadar imkansızdı. Neo-liberalizmle birlikte finansallaşma öyle güçlü bir noktaya erişti ki, ülkelerin para birimlerinin alınıp satıldığı de-regüle bir piyasa olan Foreign Exchange’in (Forex) günlün ticaret hacmi 5,5 trilyon dolara çıktı. Bu bile tek başına uluslararası finans piyasasının ne kadar güçlü olduğunun ve Neo-liberalizmin kurallarına uymayan devletlerin ekonomik yollarla nasıl cezalandırılabileceğinin bir kanıtıdır. Özetle Covid19 öncesi toplumlar, liberalizmin mutlak zaferini, Fukuyama’ın tabiri ile “tarihin sonu” evresi yaşamaktaydı.
Covid19 Virüs Salgını; Neo-liberalizmin Çöküşü
Neo-liberalizmin mutlak zaferi ve tüm “kazanımları”, içinde bulunduğumuz pandemi ile birlikte büyük bir çöküşe doğru ilerlemektedir. Bu olağanüstü süreç liberal savları bir bir yıkmaya devam etmektedir. Liberal anlayışın “ekonominin her zaman kendiliğinden tam istihdamda olacağı” ve “her arzın kendi talebini yaratacağı”, dolayısıyla da iktisadi sorunların adeta bir “görünmeyen el” sayesinde kendiliğinden çözüleceği şeklindeki temel kabullerinin gerçeklikle uyuşmadığı çok kısa bir süre içinde ortaya çıkmıştır. Korona virüs salgını sürecinde, Neo-liberal dünya düzeninin politik ve ekonomik kurumları adeta paralize olmuştur.
Küreselleşmeyle geçirgenleşen ülke sınırları, Korona virüs salgınıyla birlikte kısa sürede tamamen kapatılmıştır. Devletler stratejik ürünlerin ihracatını yasaklamış, özel sağlık kuruluşları kamunun hizmetine alınmış, devletler kamu sağlığı ve kamu düzenini sağlayabilmek için olağanüstü önlemlerle egemenliklerini pekiştirmiştir.
Örneğin liberalizmin başat ülkesi olan ABD’de Merkez Bankası (FED) tarafından, üst üste gerçekleştirilen olağanüstü toplantılar neticesinde faizler dramatik ölçüde düşürülürken, vatandaşlara bin dolarlık çek dağıtılması kararlaştırılmıştır. İki trilyon dolarlık teşvik paketinin ABD ekonomisini salgının olumsuz iktisadi etkilerine karşı dirençli yapacağı inancıyla hareket edilmiştir. Fransız devleti çalışan kesimlere istihdamı koruyucu tedbirler getirmiş, İngiltere istihdam odaklı iktisadi politikayı uygulamaya koyarak emek piyasasına doğrudan koruyucu müdahale uygulamasını başlatmıştır. Yalnızca bunun için İngiliz devleti 300 milyar Pound ’un üzerinde kaynak ayırdığını duyurmuştur. Türkiye, iş verenlerin işçilerini geçici bir süre işten çıkarmasını yasaklamış, ücretsiz izne çıkarılanlara maddi destek sağlayacağını açıklamıştır. Avrupa’nın en büyük ekonomisi Almanya 750 milyar Euro değerinde bir kurtarma paketini alışılmışın dışında bir hızla kabul etmiştir. IMF verilerine göre Almanya’nın açıkladığı paket, ülkenin Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının (GSYİH) yaklaşık yüzde 24‘ü büyüklüğündedir. Öyle ki bu kurtarma paketiyle birlikte Almanya 2013’ten bu yana ilk kez borçlanmış olacak. Covid19’un en çok yıprattığı Avrupa ülkesi İtalya’da hükümet, toplam 25 milyar Euro değerinde bir önlemler paketi açıklamıştır. İtalya devleti mortgage ödemeleri de dahil olmak üzere borç ödemelerinin salgın boyunca ertelendiğini duyurmuştur. Bu süreçte tüm ulus devletler kamusal kaynakları nispetinde kendi koşullarına uygun yasal düzenlemelerle krize karşı koyma gayreti içine girmiştir. Öyle ki dünyadaki Merkez bankalarının kurtarma paketleri yaklaşık 7 trilyon dolara yaklaşmıştır.
Uluslararası hukukun ve uluslararası kurumların tamamen işlevsizleştiği bir tabloda, küreselleşme ile birlikte etkisizleştiği iddia edilen ulus devletlerin tek ve mutlak aktör olarak sahneye çıkması, liberal ekonomik kuramların çöküşüyle birlikte dünya düzeninde büyük bir dönüşümün habercisi olabilir. Tüm dünya, Neo-liberal anlayışın öngördüğü serbest piyasa ekonomisinin ve piyasanın kendi kendini düzenlediği savının kriz zamanlarında büyük hızla çöktüğüne şahit olmuştur. Çünkü içinde bulunduğumuz durumda, liberallerin iddiasının aksine, ekonominin, çok büyük sosyal ve ekonomik tahribatlar söz konusu olmaksızın kendi kendine dengelenmesi mümkün görünmemektedir. Neo-liberal düzende sermaye devlet politikalarını şekillendirir. Oysa içinde bulunduğumuz pandemi sürecinde açıkça görülmektedir ki devletler sermayeyi yönlendirmeye hatta kontrol etmeye başlamıştır. O halde Covid19’un sonuçları basit bir halk sağlığına indirgenemez. Serbest piyasanın ve sermayenin devletin geri çekildiği alanları ele geçirmesi 40 yıl sürmüştü. Ancak Covid19 salgını ile birlikte devletin tüm bu alanları geri alması 40 gün bile sürmedi.
AB’nin Çöküşü ve Liberalizmin Krizi
Uluslararası ilişkilerde liberalizm ve realizm arasındaki en keskin ayrım uluslararası sistemin doğasına dairdir. Realistlere göre uluslararası sistem anarşi üzerine kuruludur. Her devlet kendi varlığını idame ettirebilmek için doğa kanunlarının geçerli olduğu uluslararası sistemde, yalnızca kendi gücünü ve çıkarlarını maksimize etmenin peşindedir. Dolayısıyla böyle bir sistemde, devletler arasında iş birliği ve yardımlaşma ya yoktur ya da geçici bir süre var olabilir. Liberaller ise Realistlerin aksine, uluslararası sistemde iş birliğinin ve koordinasyonun serbest piyasa ekonomisiyle mümkün ve kalıcı olabileceğini savunurlar. Liberallerin teorisini destekleyen en büyük organizasyonlardan birisi şüphesiz Avrupa Birliğidir. Avrupa Birliği, Avrupa halklarının ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel alanlarda birbirleriyle entegrasyonunu öngören, Avrupa devletlerinin ve vatandaşlarının bir araya gelerek oluşturduğu ulus üstü bir yapıdır. Liberallerin öngördüğü gibi; iç pazarın kurulmasına dayalı ekonomik bütünleşmenin siyasi ve sosyal diğer alanlara da yayılmasına ve ortak bir hukuk düzeni kurulmasına dayalı Avrupa Birliği, Covid19 öncesinde serbest dolaşımdan ortak para birimine, eğitimden sosyal politikaya kadar pek çok alanda üye devletlerin ortak politika üretip bunları birlikte uyguladığı bir iş birliği ve bütünleşmeyi temsil ediyordu.
Ortak bir hukuk sistemi, ortak bir pazarla birlikte insanların ve sermayenin mobilizasyonunu sağlama konusunda en başarılı organizasyon olan Avrupa Birliğinin tüm kurumları Covid19 krizi sürecinde kısa bir sürede bloke olmuştur. Covid19 krizinin Avrupa’daki merkezi haline gelen İtalya, AB ortaklarına Corona Bonds adı verilen bonoların piyasaya sürülmesiyle hep birlikte borçlanma ve yardım çağrısında bulunmasına rağmen, bu öneri birliğin güçlü üyeleri tarafından karşılık bulmamıştır. Mali disiplinleri güneye nazaran çok daha iyi olan Almanya, Hollanda, Avusturya ve Finlandiya gibi ülkeler yardımlaşma fikrini ret etmiştir. Covid19 salgını, Realist görüşün ifade ettiği gibi ülkeler arasındaki iş birliğinin ancak geçici bir süre var olabileceğini, uzun vadede hayatta kalabilmek için her devletin kendi kaynaklarına ihtiyaç duyduğunu kanıtlamıştır. Krizin ortaya çıkmasıyla birlikte ilk semptom, ülkelerin hızla içe kapanması ve self-help (kendi kendine yardım) sistemine geçmeleri olmuştur. Dünyanın en büyük siyasi ve ekonomik organizasyonu kendi üyelerine yardım edememiş, dünyanın en büyük ortak pazarına sahip olan birlik üyeleri, kısa bir süre içinde birbirlerine olan sınırlarını kapatmıştır.
Covid19 Sonrası Yeni Dünya Düzeni
Pandeminin dalgalanma etkisi, zaten zayıf olan küresel ekonomi üzerinde yıkıcı bir etkiye sahip olacaktır. Ekonomiyi ayakta tutmak için ülkeler birbirinin ardı sıra ekonomiyi canlandırma paketlerini açıkladılar. Ancak hükümetlerin çabalarına rağmen işsizlik oranları kaçınılmaz bir şekilde yükselecektir. Buna karşılık, tüketim düşecek ve ekonomi üzerinde bir başka kriz haline gelecektir. Pandeminin bir yıldan uzun sürmesi halinde küçük ve orta işletmeler toplu halde iflas edebilir. Uygun krediler ve vergi indirimleri bu sorunları ancak çok uzak olmayan bir geleceğe erteleyebilir.
Peki sonra ne olacak? Küresel düzenin sadece üretimi kutsayan ekonomik tabiatı ve sermaye üzerine kurulu ilişki biçimi değişmek zorundadır. Liberalizmin hızlı çöküşüyle birlikte alternatif bir dünya düzeni ihtimali giderek artmaktadır. Bu ihtimallerden en güçlüsü ise kapitalizmin eski kurtarıcısı John Maynard Keynes’dir.
Kapitalizmin son seçeneği; Keynesyen Ekonomi
Kapitalizm tarih boyunca belirli periyodlarla krizler yaşamış ve sonrasında kendini yenileyerek bu krizlerden çıkmıştır. Covid19 kapitalizmin ilk krizi olmadığı gibi son krizi de olmayacaktır. 1929 büyük buhranından sonra kapitalizm ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ sloganında somutlaşan serbest piyasacılıktan, liberal devlet modelinden uzaklaşarak, ekonomiye devletin müdahale ettiği Keynesçi politikaları benimsemişti. İktisat tarihçileri 1929 sonrası, özellikle de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1970’li yıllara kadar geçen dönemi adeta kapitalizmin altın çağı olarak tarif ederler. Çünkü büyüme oranları yükselmiştir, bebek ölüm oranları düşmüştür, kar oranları artmıştır, işçilerin genel olarak hayat düzeyi, gelirleri, standartları artmıştır. Ancak bu süre içerisinde sermaye güç kaybetmiştir. 1980’li yıllarda başlayan ve aşırı finansallaşma sürecini destekleyen Neo-liberalizm ortaya çıkışı, bir bakıma Keynesyen ekonomi politikalarının egemen olduğu dönemde güç kaybeden sermayenin kendisini toparlama hamlesidir.
Keynes 1936’da basılan “Emek, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” isimli kitabında finansal piyasaları kumarhaneye benzetmiş ve haddinden fazla büyümemesi gerektiğini belirtmiştir. Fakat aşırı finansallaşma, Covid19 öncesinde içinde yaşadığımız Neo-liberal dünyanın ayrılmaz bir parçasıydı. Nitekim 2008 küresel krizi, aşırı finansallaşmanın doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmış, finansal piyasalardaki karmaşıklık nedeniyle derinlik kazanmış bir krizdir. Tıpkı 1929 Büyük Buhranda olduğu gibi, 2008 krizinin ortaya çıkardığı tablo da işsizlik, kârlılık azalması, yetersiz üretim, tüketim ve stagflasyondur. 1929 Büyük Bunalımı ile birlikte ekonomiyi canlandırmak için ortaya atılan Keynesyen politikalar, 2008 krizinin aşılmasında da tek seçenek olarak görülmüştü. 2008 krizi sonrası süreçte, yalnızca hane halklarının refahı değil aynı zamanda büyük şirketlerin varlığı da devlet müdahalesi ile hayatta kalabilmişti. Çünkü kapitalizmin olağan akışında kendisini sürekli güçlendiren sermaye ve finans, kriz zamanlarında kendisini ve toplumları kurtarabilecek araçlardan ve bilinçten yoksundur. Dolayısıyla yalnızca sermaye ve finansın kontrol ettiği bir ekonomik düzen sürdürülebilir değildir. Coivd19 krizinin politik ve ekonomik sonuçları, 1929 Büyük Buhranı ve 2008 küresel krizinden daha derin olacağından, tüm dünyanın Keynesyen politikalara dönmesi kaçınılmazdır.
Keynesyen politika temel anlamıyla kamu müdahalesi ile, iç talebi canlandırarak, ekonomide üretim fonksiyonlarının kapasite kullanımını arttırmak ve kapasite kullanım oranı arttıkça, istihdamın yükselmesini sağlayarak, talebi daha da yukarıya itecek pozitif bir döngü yaratmak üzerine kuruludur. Çünkü Keynes’e göre; her arz kendi talebini yaratır şeklinde ifade edilen piyasanın görünmez elinin ekonomiyi düzenlediği iddiası doğru değildir. Krizlerden çıkabilmenin tek ve yegâne yolu, ekonomiye müdahale ederek olabilir ve bunu da ancak devlet yapabilir. İçinde bulunduğumuz Covid19’un ortaya çıkardığı ekonomik yavaşlama ve gerileme durumu, devlet müdahalesini kaçınılmaz bir gereklilik haline getirmiştir. Keynes’e göre durgunluk, resesyon ve depresyon ortamlarında istihdam, serbest piyasa dinamikleri ile dengeye ulaşamaz. Burada mutlak bir kamu müdahalesi gerekir.
Keynes, Büyük Buhran’a çözüm olarak düşük faiz ve devlet yatırımları ile ekonominin canlandırılmasını öngörüyordu. Çünkü devlet tarafından yatırım geliri tüketimi arttırmakta, bunun sonucunda daha fazla üretim ve yatırım sağlanmakta ve bunların sonucu tüketim tekrar artmaktadır. Covid19 sonrası dünyanın Keynesyen politikalara geri dönme zorunluluğunun birinci temel kaynağı, ulus devletlerin piyasadaki talebi arttırmak zorunda olmasından kaynaklanmaktadır. Bu durum yine Keynesyen ekonominin öngördüğü tam istihdam prensibiyle gerçekleşebilir. Covid19 sonrası Keynesyen ekonomilere dönüş mecburiyetinin ikinci sebebi ise salgın hastalık sürecinde değeri çok daha iyi anlaşılan sosyal politikaların sürdürülebilir olması gerekliliğidir. Bununla birlikte, Covid19 salgını sonrasında piyasadaki talebin daralması kaçınılmaz olacağından, tüm ülkeler merkez bankaları aracılığı ile ekonomideki aktiviteyi arttırmak amacıyla, tıpkı 1929 Büyük Buhranda oluğu gibi, piyasaya para enjekte etmek zorunda kalacaklardır. Tüm bunlar Covid19 salgını sonrasında uluslararası politik ve ekonomik sistemin tüm kapılarının Keynesyen politikalara çıktığını göstermektedir.
Covid19 salgını ile beraber halk kitleleri, kamu harcamalarının artışını ve devlet müdahalesini desteklemektedir. Devletin gücünün kullanılması gerektiği konusunda güçlü bir toplumsal eğilim mevcut. Bu toplumsal eğilim o kadar güçlü ki, Neo-liberalizmin merkezlerinden İngiltere’de dahi Muhafazakâr Parti hükümeti büyük borçlanma, harcama, yatırım, talep yönetimi politikaları içeren Keynesyen bir ekonomi programı açıklamak zorunda kaldı. Tüm bunlar göstermektedir ki, Covid19’un kısa bir süre içinde sona ermemesi halinde, küreselleşmenin temel bileşenlerindeki kırılmalar daha da hızlanacak, küreselleşmenin itici gücü olan Neo-liberal ekonomi politikaları tamamen terk edilecektir. Böyle bir durumda milliyetçiliğin, kendi kendine yetebilmenin ve sosyal devlet olmanın tüm vasıflarıyla yeni dünya düzenini şekillendirdiğini gözlemleyeceğiz.
———————————————————-
Kaynak: