Kültürel Entegrasyon ve Farklılıkların Yönetimi 

Tam boy görmek için tıklayın.

 

Cultural Integration and Management of Differences

 

Feyzi ULUĞ[1]

 

Özet

Günümüzde, farklılıkların ve melez kültürlerin varlığını sürdürmesi gereğini öne çıkaran postmodernist paradigma, ulus devlet yapısının ve kültürel uyum çabalarının erozyona uğramasına neden olmaktadır. Sorun, özellikle de ulus devlet sürecini tamamlayamamış ya da bunun herhangi bir aşamasında yer alan ülkeler için çok daha belirgindir. Küresel aktörlerin de etkisiyle kültürel farklılıkların ifade edilmesindeki alanın genişlemesi, bu ülkelerde ulus devlet üst kimliği altındaki toplumsal uyum ve bütünleşme çabalarını güçsüz kılmaktadır. Ulus devletlerin geleceği büyük ölçüde ‘merkez’ ve ‘merkez kaç’ kuvvetler arasındaki ilişkiyi dengeleme gücüne bağlı görünmektedir. Bu ise ulus devlette kültürel bütünleşme ve farklılıkların yönetimi konusunu her zamankinden daha çok önemli kılmaktadır. 

Anahtar kelimeler: kültürel bütünleşme, ulus devlet ve entegrasyon, farklılık yönetimi

Abstract

Today, the postmodernist paradigm, that highlights the necessity of maintaining the existence of different values and hybrid cultures, causes the interruption of the nation-state structure and cultural integration efforts. The problem is especially evident for countries that have not been able to complete the nation-state process or are at any stage of this proces. The expansion of the field of expression of cultural differences through the influence of global actors renders the social harmonise and integration efforts under the nation-state upper identity in these countries powerless. The future of nation-states seems largely dependent on the power of balancing the relationship between the ‘center’ and the ’centrifugal forces’. This makes cultural integration and the management of differences in the nation-state more important than ever. 

Keywords: cultural integration, nation-state and integration, diversity management

 

Kültürel Bütünleşme Ekseninde Ulus Devlet

Modern ulus devletlerin doğuşu; siyasal, ekonomik, kültürel birçok alanda köklü değişikliklere yol açmıştır.  Ulus devlet (milli devlet), aristokrasi ve feodaliteye dayalı siyasi ve toplumsal yapıları çökertirken; kral, bey gibi soya dayalı egemen gücün yerine millet, ‘meşrutiyetin kaynağı’ olarak öne çıkmış, yurttaş aidiyeti de millet ve onu sembolize eden ulus devletle özdeşlik yönünde bir evrilme yaşamıştır.

Modern ulus devlet anlayışı, kendisini güçlü kılacak ortak kültür ile birlik ve dayanışma ruhunu her koşulda önceleyerek kendine özgü bir kimlik yaratmıştır. Bu ortak kültürel kimlik alt bileşenler karşısında, birleştirici öğe olarak gelişmiştir. Dolayısıyla bütünparça etkileşiminde parçalar bütünü, bütün parçaları etkilemiştir. Bütün, uluslaşma süreci boyunca kendisini oluşturan farklı parçaların kendisiyle çelişen yanlarını olduğunca törpüleyip aynı potada yoğurarak varlığını ayakta tutma ve güçlendirme çabası içinde olmuştur.

Ulus devletin dayanağı millettir, onun örgütlenmiş formu da ulus devlettir. Modern anlamdaki her ulus devlet varlığını koruma sürdürme çabası içinde, kendisini oluşturan farklı kültürel bileşenler ile çeşitli etkileşim türleri geliştirmiştir. Böyle olmakla birlikte, ortalama 250 yıllık geçmişi olan bir siyasal sistem olarak ulus devlet olgusu, kimi çevrelerce küreselleşme sonrası nitelik açısından varlığı sorgulanır durumdadır. Nitekim ulus devletlere karşı gerek içten gerekse dıştan yönelen tehditler de bunun bir parçasıdır. Tartışmaların arka planında yatan ise daha çok, güçlü ekonomiler için pazar genişletme amacı güden yeni emperyal stratejidir. İnsan hakları, bunun sınırları ve kullanımı konusuna da ayrıca değinmek gerekir. Bu kapsamda AB gibi uluslararası birlikler, uluslarüstü örgütler, uluslararası sözleşme ve yaptırımların ulus devletleri baskılayarak hareket (egemenlik) alanını daralttığı da bir gerçektir. Özellikle ulus devlet süreci sancılı olan ülkelerde bu daha da belirgindir. Her iki konu açısından da küreselleşme olgusunun altını önemle çizmek gerekir. Çünkü küreselleşme; siyasal, sosyal ve ekonomik ağlar üzerinden ülkeler arasında yarattığı bağımlılık ilişkisiyle, karmaşık bir güç ve ilişkiler sarmalıdır. Bu süreçte, uluslararası ekonomik eşitsizlikleri artıran, güçsüzü güçlüye daha çok bağımlı kılan bir özellik kazanmıştır. Son çözümde -en azından bugün için- küreselleşme, ulus devletlerin çevresinden bağımsız olarak kendi başına yaşamını sürdürmesine yönelik ütopik gerçekliği boşa çıkaran bir siyasal, kültürel ve ekonomik olgu olarak karşımızdadır.

Günümüzde, ulus devletlerin kendi bünyesindeki yerleşik kültürel farklılıkların ve hibrit (melez) kültürlerin varlığını güçlendirerek sürdürmesi gereğini öne çıkaran postmodernist paradigma, ulus devlet yapısının ve kültürel bütünleşme çabalarının erozyona uğramasına neden olmaktadır. Sorun, siyasal olarak değil ama kültürel boyutlarıyla ulus devlet sürecini tamamlayamamış ya da bunun herhangi bir aşamasında yer alan ülkeler açısından daha ağırlıklıdır.[2] Bilinmelidir ki, tarihsel süreçte, farklı kültürel bileşenleri oluşturan alt toplulukların ulus kimliği altında ve ortak bir kültür bağlamında kaynaştırılması çabaları bu toplumlarda kimi zaman çözümü hiç de kolay olmayan yeni açmazlar ya da tehdit alanları doğurmuştur. Bugüne dönersek, küresel aktörlerin de tetiklemesiyle, kültürel farklılıkların ifade edilmesindeki alanın genişlemesi, ulus devlet üst kimliği altındaki toplumsal uyum ve bütünleşme çabalarını daha da önemli kılmaktadır.[3] Sonuçta, özellikle tekil ulus devletlerin geleceği büyük ölçüde merkez ve merkez kaç kuvvetler arasındaki ilişkiyi dengeleme gücüne bağlı görünmektedir. Bu da ulus devlette kültürel bütünleşmeyi ve o bağlamda kültürel farklılıkların yönetimi konusunu geçmişten bugüne daha stratejik önemde bir konu haline getirmektedir. Ortaya çıkan değişim eğilimleri ve gelişmeler karşısında, ulus devletin varlığını koruyabilmesi, bütünleşmeci politikalarını önceleyerek bu konuda etkili politikalar üretme ve uygulama gücüne bağlı görünmektedir.

Gerçekte her toplum, farklı parçaların belirli ortak özellikler nedeniyle bir araya gelmesiyle oluşur. Bu ortak özellikler psikolojik, sosyal, ekonomik, siyasal vb. ortak gereksinimlerin yarattığı benzer davranış kalıpları, değer ve düşünce sistemleri, kısaca kültür ile açığa çıkmaktadır. Başka bir anlatımla, toplum kültürü, kültür de yapıştırıcı/birleştirici özelliğiyle toplumu yaratmaktadır. Sosyolojik olarak bütünleşme, sosyal grupların birlik ve dayanışma temelinde belirli bir psiko-sosyal kararlılığa (denge durumuna) erişme durumudur. Bütünleşme (entegrasyon) kavramı, toplumu oluşturan etnik parçaların (küme, kesim, boy vb.) birbirleriyle eklemlenip kendilerinin matematiksel toplamını da aşan daha büyük bir bütüne ulaşmasına vurgu yapar.[4] Bu durum, kendine özgü parçaların bir araya gelip ortak özellikleri paydasından hareketle, birbirine karışması; deyim yerindeyse, etle kemik gibi ayrılmaz bir bütüne dönüşmesi biçiminde idealize edilebilir. Toplumsal bileşenlerin bütün içindeki ortak paydaları yanında, kendine özgü yönlerini korumaları bir bütünleşme engeli olmaktan öte, toplumsal bütüne güç kazandıran sinerji noktalarıdır. Bunların diğer sosyal parçalardan ayrışan bu kendine özgü yönler birer dinamizm kaynağı olarak düşünülebilir.

Kültür, en genel deyişle, toplumun sürekli evrimleşerek yaşayan sosyal mirasıdır (Maclver ve Page, 1994). Canlı bir organizma olmasından hareketle -sanıldığının aksine- kültürel bütünleşme; değer, inanç ve düşünce anlamındaki toplumsal farklılıkları yakınlaştırabilir, ancak tümüyle yok edemez. Bütünsel parçalar birbirinin varlığına tehdit oluşturan yönlerini geriye itip dengeleyerek onlara yön verirken, tarihsel anlamda bütünleşme olgusunun görelilik içerdiğini de belirtmek gerekir. Yani, mutlak değildir; yere, duruma, zamana bağlı olarak bütünleşmeyi sağlayan değişkenler ve etki alanı farklılık gösterebilir. Kültürel kümeler arasındaki çelişkiler, bütünleştirici öğelerin gücü arttığı ölçüde açık tehdit oluşturma özelliğini yitirecektir.

Öte yandan, türdeş özellikli toplumlarda kültürel bütünleşmenin görece daha kolay ve güçlü olduğunu da söylemek gerekir. Buna karşılık, birbirinden çok farklı ve çelişen kültürel değer ve inanışların varlığı, bütünleşme açısından zorlaştırıcı etkiye sahiptir. Günümüzde kültürel bütünleşmeyi zora koşan bir başka önemli neden de değişim olgusudur. Değişimin tüm yaşam alanları üzerine yarattığı etkiler, bundan etkilenme biçiminde göre, daha durağan kümelerin değişime direnmesine yol açarken, yüksek değişim hızı aynı zamanda kültürel yabancılaşmaya da neden olmaktadır (Bottomore, Tarihsiz). Bu anlamda, örneğin Türkiye’de son 50 yılda köyden kente göç oranındaki yüksek artış hızı, kentsel kültürel değerlerin içselleştirilerek güç kazanması bağlamında beklenen başarıyı sağlayamamış, tersine kent kültüründe yozlaşmaya yol açarak ne kırsal ne de kentsel olan melez bir geçiş kültürüne yerini bırakmıştır.

Kültür, Millet ve Ulus Devlet Etkileşimi

Ulus devlet, Batıda feodalizmin çöküşüyle ortaya çıkan bir siyasal oluşumdur. Bunun gerisinde ise, millet ve milletleşme ülküsü vardır. Millet, sosyolojik olarak farklı değişkenler üzerinden ele alınan bir sosyal ve siyasal kavramdır. Buna ilişkin tanım ve kavramlaştırmaların tarihsel kökenleri birkaç yüzyıl öncesine dayanmakta, ancak gelişen süreçte kavramı temellendiren öğeler bakımından, ‘daraltıcı’ (geleneksel) ve ‘kapsayıcı’ (modern) tanımlar olarak ayrımlaşabilecek biçimde birbirinden belirgin çizgilerle ayrışan özellikler üzerine oturmaktadır. Daraltıcı tanımın maddi öğeleri içermesine karşılık, kapsayıcı tanımın ayırt edici yanı kültürel öğeleri de içine almasıdır.

Daraltıcı tanım kapsamında millet kavramı ırk (soy), inanç (din) ve dil ortaklığı üzerinden ele alınmaktadır.  Buna göre, kavramlaştırmalar az çok değişkenlik gösterse de aynı ırktan ya da aynı din yahut mezhepten olanlar ve/veya aynı dili konuşanlar mekânsal birliğe bağlı olsun olmasın millet kavramı içinde yer bulabilmektedir.[5] Çoğu kez, bu üç değişkenin bir arada olması ve mekân ortaklığı, geleneksel anlamda milleti ortaya çıkaran ana etmenlerdir.  Yine de bu etmenler uluslaşma süreci için her koşulda geçerli değildir. Örneğin Hırvat, Boşnak ve Sırp toplumlarında ayrıştırıcı öğe din iken, Arnavutlarda dildir.[6] Öte yandan, günümüzde daha çok kabul gören ve benimsenen kapsayıcı millet anlayışı ise, diğerinden farklı olarak, psiko-sosyal bağlamı içinde kültürel öğeler ile ilişkilendirilmektedir. Buna göre, kültürel öğelere dayalı millet anlayışı ortak duygu, düşünce ve değer bağları ile birbirine bağlanmış (‘kader birliği’ içindeki) insanların oluşturduğu topluluğu vurgulamaktadır. Yaygın tanımlardaki ortak özelliklerden hareketle kapsayıcı anlayışa göre millet, geçmişten bu yana yaratılan ortak kültür ve ülküler çevresinde belli bir toprak parçası üzerinde bir araya gelmiş, birleştirici nitelikte kendine özgü sosyo-kültürel özelliklere sahip bireylerden oluşan bir toplumsal birlikteliktir. Millet olmak, maddi öğelerin ötesinde öncelikle tarihsel özellikleriyle ‘ortak bir ruh ve anlayış’ gerektirmektedir (Ülgen, 1943). Ancak, her iki tanımın da kapsayıcılık alanıyla yine de kimi yönleriyle sınırlılıklar içermektedir.

Kapsayıcı millet tanımına ilişkin ilk kavramlaştırma 1882’de Fransız felsefeci, tarihçi ve filolog Ernest Renan tarafından ortaya konulmuştur. Renan’a göre, “insan, ne ırkının, ne dilinin, ne de dininin, ne de nehirlerin izlediği yolun, ne de sıradağların yönünün eseridir. Sağlam duygulu ve sıcak kalpli insanların bir araya gelmesi manevî bir şuur yaratır ki, buna millet denir» (Gözler, 2001:114). Bu tanımıyla Renan, geleneksel millet tanımının öğelerini dışlamamakta, ancak birleştirici öğe olarak kültüre daha özel bir vurgu yapmaktadır.

Gerçekte, millet, ulus devletin ideolojisidir. Ulus devlet söylemleri arasında farklar olsa da bunlar millet kavramı üzerine oturmaktadır. Kavramın içinin nasıl doldurulduğu, ona gerçeklik kazandıran koşullardadır. Bu anlamda dil, soy, inanç gibi maddi öğelerde ortaklığın öne çıktığı ülkeler daha çok türdeş özellik taşırken, bunu sağlayamayan toplumlarda ve Türkiye gibi imparatorluk yıkıntıları içinden doğan ülkelerde ortak kültürel miras maddi değişkenlerden daha baskın duruma gelmektedir. Renan’ın millet tanımındaki genişleme de bununla ilgili olsa gerektir. Çünkü onun tanımının gerisindeki maddi koşullardan önde geleni, Fransa’nın ulusal bütünlüğü içindeki Franklar, Goller, Normanlar, Basklılar gibi farklı etnik kimliklerin olması, o arada da ülke içindeki German kökenlilerin Alman Birliğine alınma çabasıdır.  Dolayısıyla dil ve etnik çeşitlilik, Fransa’da ulus devletin kültürel tabanının  “yurttaşlık bağı ve sivil haklar önde tutularak aidiyet bilinci” üzerine kurulmasını gerektirmiştir (Saklı, 2012).

Ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine bakıldığında da benzer bir anlayışın öne çıktığını söylemek olasıdır. Cumhuriyet, Anadolu coğrafyasında imparatorluk artığı yeni bir siyasal yapı olarak ortaya çıkarken; farklı dil, inanç ve soylara dayalıdır. Bunları bir araya getiren birleştirici öğe, derin tarihsel geçmişe dayalı ortak kültür ve yazgı birliğidir. Onun içinde, elbette kimi durumda din, ırk ya da dil birlikte ya da ayrı ayrı birer yapıştırıcı işlev görmüşlerdir. Bu noktada Cumhuriyet ile ortaya çıkan yeni ulus devlet var eden millet de kendi maddi koşullarının bir ürünüdür.

Farklı toplulukları bir arada tutan ortak kültürün temel bileşeni dayanışma duygusudur. Toplumbilimin öncüsü Emile Durkheim’a göre de millet, ‘paylaşılan değerler ve gelenekler’ üzerinden toplumu ayakta tutan toplumsal bir dayanışmadır (Giddens, 2000). Dayanışma, üyelerin ve toplumsal kesimlerin karşılıklı olarak varlığına gereksinim duyduğu, yaşam ortaklığına temel oluşturan birbiriyle uyumlu (birinin diğerini dışlamadığı) benzer düşünce, inanç ve davranış kalıplarına sahip olmasıyla karakterize edilir. Nitekim toplum bunları ayakta tutmak ve daha da güçlü kılabilmek için aile, eğitim, korunma, sağlık gibi çeşitli sosyal kurumlar yaratır ki, kültürel anlamda bunlar birer yapıştırıcı araç olarak işgörmektedir. Bu noktada eğitim ise, toplumdaki değer ve inançların uyumunu sağlamanın en temel yollarından biridir. Durkheim, bu amaçla, çocuğa toplumsal kültür kazandırılması, ahlak eğitimi verilmesi gereğini savunmaktadır (Tezcan, 2019). Ahlak eğitimi, toplumun temel değerleri ve inançlarının benimsenmesine olanak sağlar.  Kaldı ki, bir toplumun eğitim sistemi, toplumu birleştirici öğeler anlamında onu ‘inşa eden’ ulusal ruhu yansıtır ve yansıtmalıdır da. Öte yandan dayanışma, bağlılık; yani, aidiyeti gerektirir. Dolayısıyla, millet kavramı doğası gereği toplumsal birlik ve bağlılık içerir. Başlangıçta doğuma dayalı soy ilişkisi ve etnik bağlar, zamanla yerini ortak bir dil, inanç ve değerler yönünde bir bilinç evrilmesine bırakmıştır. Kaymak (2018)’a göre, “herkese eşit uzaklıkta ve yakınlıkta bulunma zorunluğu, ‘herkesin olanın hiç kimsenin olduğu’ kamu anlayışı, ulusu, olan biten bir varlık olmaktan çıkarır, sürekli var edilmesi gereken bir niteliğe kavuşturur.” Bu bağlamda millet, geçmişten geleceğe uzanan ve kültürel öğelerin yarattığı karmaşayla bezenmiş bir aidiyet birliği, bir yaşam ortaklığıdır.

Osmanlı’nın son dönemleri ve genç Cumhuriyetin kuruluş sürecinde öne çıkan önemli Türk düşün insanı Ziya Gökalp’in yaklaşımında da aynı bakış vardır. Gökalp (1973)’e göre, millet; yalnızca ne coğrafî ne de ırk ya da siyasi temeller üzerine kurulmuş bir topluluk değildir. Millet, aynı  ‘terbiyeden’ geçmiş kültürel bir birliktir. Bu tanımın arka planı, imparatorluk ve onun artığı Cumhuriyetin ülkenin farklı kültürel bileşenlerinden oluştuğu gerçeğidir. Ülkede uygarlık ve eğitim bakımından birbirine benzemeyen 3 kesimden ilki hala Orta Asya-Uzak Doğu kültür anlayışında, ikincisi Ortadoğu kültüründe, üçüncüsü ise Batı uygarlığındadır. Bu görüşleriyle Gökalp, Osmanlı son dönemi Anadolu coğrafyasına kültürel yapı açısından ayna tutarken, kültür ve yaşantıdaki bu üç ayrı yapının ulusal birlik için çatışma doğurarak bütünleşmeyi zorlaştırdığını düşünür. Uluslaşma, ancak bu üç kültür anlayışının harmanlanarak bütünleşmesi yoluyla sağlanabilir. Buradan yola çıkarak, ortak toplum bilincinin geliştirilmesinde eğitimin çocuğa ulusal değerleri aşılaması gereğine işaret ederken, eğitimin ulusal olması üzerinde açık bir düşünceye sahiptir.

Millet kavramını kültürel temelde ele alan bir başka düşün insanı olan Mümtaz Turhan’a göre de millet, kültürü ortak olan toplumların yaşam birlikteliğidir. Kültür; insan ilişkilerini düzenleyen kurallar, gelenekler, inançlar ve düşünceler alanıdır.  Turhan’ın toplumun kültürel yapısına ilişkin yaptığı saptamaya, uluslaşma açısından genç Türkiye’nin daha çok yol alması yönündedir. Çünkü kültürümüz, ulus olmanın ana öğeleri bakımından yeterince güçlü değildir. Kültürün her yönüyle güçlendirilmesi, geliştirilmesi temel amaç olmalıdır. Bunu sağlayacak en önemli güç ise ‘milli’ eğitimdir. Turhan, kültürü bir yaşam anlayışı ve değerler bütünü olarak görerek, ulusal kültürü oluşturan öğeler arasındaki bağı güçlendirmek gerektiği görüşündedir.  Batı uygarlığı ile çağdaşlık arasında da sıkı ilişki kuran Turhan’a göre, Batı uygarlığı temelde; bilim, bilimsel düşünme ve teknoloji üzerine kuruludur ve bir ülkede çağdaş olmanın ölçüsü de bu üç niteliğin bir değer olarak yerleşmiş olmasına bağlıdır. Bu açıdan, ona göre, kalkınma ve batılılaşma temel sorunumuzdur. Batılılaşma bir kültür, kurum ve teknoloji ithali değildir; bilimin ve teknolojik düşünmenin alışkanlığa dönüşmesidir (Akyüz, 2018:173).

Atatürk’ün millet kavrayışında, ülkede varolan durumdan hareketle, Fransa örneği ile Renan ve Gökalp gibi dönemin düşün insanlarının etkileri olduğu açıktır. Nitekim Atatürk,

Bir harstan (kültürden) olan insanlardan mürekkep cemiyete ‘millet’ denir dersek milletin en kısa tarifini yapmış oluruz” sözleriyle dil, din ve ırkı geri plana iten, kültürel milliyet anlayışını ortaya koyar. Ona göre, «zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan; beraber yaşamak hususunda müşterek arzu ve muvafakatte samimi olan ve sahip olunan mirasın muhafazasına beraber devam hususunda iradeleri müşterek olan insanların birleşmesinden meydana gelen cemiyete millet namı verilir” (İnan, 1969:23-24). Buradan da görüleceği üzere, Atatürk’ün millet anlayışı, ‘kapsayıcı’ millet, yani ulus tanımıdır. Günümüzde Atatürk Milliyetçiliği adıyla anılan kavram, milleti oluşturan alt toplulukları dışlamayan, tersine onları kucaklayan bir anlayış üzerinden ortaya çıkmaktadır. Pratikteki uygulama bir yana, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası da Atatürk milliyetçiliği üzerinden kapsayıcı modern millet tanımına sadıktır.[7]

Atatürk’ün genç cumhuriyetin felsefi ve ideolojik temellerini oluşturma bağlamında, farklı kültürel bileşenlerden hareketle, kültürel bütünleşmenin temel araçları içinde eğitime özel önem verdiği görülmektedir. Bunun önemli ipucu, savaş ortamında Maarif Kongresi’nin düzenlenmesini sağlamasıdır. Eskişehir-Kütahya hattında kurtuluş savaşının sürdüğü bir dönemde 15-21 Temmuz 1921’de toplanan Kongre, yeni Türkiye’de kültürel bütünleşme ve kalkınmanın aracı olarak eğitime verilen önemin açık kanıtıdır. Cumhuriyet’in ilanını izleyen yıllarda yapılan harf devrimi, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumunun kuruluşu, yaygın eğitim için Halkevlerinin doğması, öğretmen okullarının kuruluşu, Elmalılı Hamdi Yazır’a yaptırtılan Türkçe Kur’an tefsiri de bu sürecin diğer parçalarıdır. Bütün bu değişim hareketlerinin özünde yatan şeyin Osmanlı artığı farklı etnik, inanç, kültür özelliklerine sahip toplumsal kesimlerden ortak bir millet yaratma çabası olarak görülmelidir. Bu noktada, tarihsel ve kültürel mirasıyla Osmanlı’nın ve Cumhuriyetin kurucu kimliği olan ‘Türklük’ kültür ve bilinci öne çıkarılırken, Batı uygarlığı bağlamında ortaya çıkan modernizme ilişkin (‘şapka devriminde’ olduğu gibi) biçimsel ve düşünsel değerler de bu kültür içine eklemlenmeye çaba gösterilmiştir. Burada Türklük ırk konusu olmaktan öte, bir üst kimlik olarak benimsenmiş; böylece, ortak paydada farklı alt kültürleri içinde barındıran bir şemsiye kültür ‘inşa edilmeye’ çalışılmıştır. (Yine, örneğin farklı ağızlar arasında, İstanbul ağzının Türkçe’nin ortak ağzı olarak benimsenmesi de bununla ilgilidir.) Kuşku yok ki, bu süreçte, formal eğitim; genç kuşaklar üzerinden toplumsallaşma, kültür aşılama ve mevcut kültürü güçlendirme aracı olarak öne çıkarılarak etkili biçimde kullanılmaya çalışılmıştır.

 

Kültürel Bütünleşme Zorunluğu 

Kültürel bütünleşme kavramı, sosyal grupların birlik ve dayanışma içinde bir iç dengeye ulaşma durumunu anlatır. Farklı toplumsal kümelerin bütünleşmesi doğal süreçlere dayalıdır. Dayatma, geçici etki yaratır. Her toplum, farklı sosyal parçaların belirli özellikler sonucu bir araya gelmesiyle oluşur. Bunlar maddi ve kültürel bağlar olarak ayrımlanabilir. Dil, din, soy gibi öğeler maddi bağları oluştururken; psikolojik, sosyal, ekonomik, sosyopolitik, jeopolitik öğeler ise kültürel bağları oluşturur. Daha önce de belirtildiği gibi, yaşam birlikteliğinin geliştirdiği davranış kalıpları, değer ve düşünce sistemleri ortaklaşma araçlarıdır. Bu noktada, Bütünleşme için kilit önemdeki kavramlar ise; adalet, eşitlik, özgürlük, demokrasi, bağlılık, işbirliği, dayanışma ve birlikte yaşama arzusudur. Bunlar arasındaki keskin çelişkiler kaçınılmaz biçimde ayrışma (çözülme) getirecektir.

Birlikte yaşamın olmazsa olmazı, toplumun kültürel kümeleri arasında temel konularda anlayış birliği üzerinden bütünleşme olmasıdır. Bütünleşme yere, duruma, zamana göre etki alanı farklılık gösterir. Kültürel kümeler arasındaki çelişkiler, bütünleştirici öğelerin gücü arttığı ölçüde, potansiyel tehdit oluşturma özelliğini yitirecektir. Çünkü bütünleşme, bunların birbiriyle çatışan yanlarını geriye iterek, farklılıkları dengeleme, onlara yön verme işlevini yerine getirmektedir. Günümüzde kültürel bütünleşmeyi zorlaştıran temel etmenler arasında kültürel haklar, küresel değişim olgusu ve onun yarattığı göç, işsizlik, yabancılaşma gibi sorunlar başı çekmektedir.

Gerçekte kültürel bütünleşme hedefi için Atatürk’ün, «yurtta sulh, cihanda sulh» özdeyişi temel çerçeveyi çizmektedir. Yurtta barış (kültürel bütünleşme), milleti oluşturan öğelerin birbirini anlamasını, bunun için de karşılıklı çaba ve destek gerektirir. Bu noktada eğitimin özel bir önemi vardır. Çünkü eğitimin amaçlarından birisi ortak yaşam birliği yaratmak, toplumsal aşırılıkları törpüleyerek bir arada yaşam kültürü geliştirmektir. Türk eğitim sisteminin bu işlevi ne ölçüde başarıyla yerine getirmekte olduğu çokça tartışılabilir bir konudur. Ancak, yukarıda da değinildiği gibi özellikle Cumhuriyetin kuruluş yıllarında eğitimin bu konuda çok önemli bir işlev gördüğü de açıktır.[8]

Toplum üyeleri arasındaki dayanışmayı, birlik ve bütünlüğü sağlayan öğelerdeki aşınma, süreç içinde toplumda çözülme, yani ayrışma nedeni olarak ortaya çıkar.

Bütünleşmeyi sağlayan güçlerin, ayrıştırıcı güçler karşısında etkisiz kalması toplum yapısını, varlığını tehlikeye sokacaktır. Buna göre, toplumsal çözülme de toplumu ayakta tutup yaşatan inanç ve değer sistemlerinin işlevsizleşmesi sonucu toplumsal kurumların yeni norm ve değerlere uyum sağlayamama durumu olarak düşünülebilir. Kuşku yok ki, toplumsal çözülme ele alış biçimine göre görelilik içerir. Örneğin, değişime direnç gösteren, varolan değerlere dogmatik biçimde bağlı olanlar için değişimin her türü bir çözülme/bozulma iken, karşı görüş açısından bu durum bir yenilenme, güç kazanma fırsatı olarak görülebilmektedir.

Ulus devlet bağlamındaki kültürel bütünleşme için geçmişten bu yana farklı ülkelerde asimilasyon, tehcir ve soykırım türü politikaların uygulanan yöntemler olduğu bilinmektedir. Tehcir devlet zoruyla ya da zorbalıkla bir toplumsal kesimin (bileşenin) bir yerden bir başka yere göçe zorlanmasını anlatır. Bulgaristan’da iktidarı elinde tutan Jivkov döneminde Türk azınlığın Türkiye’ye göçe zorlanması bunun çok yakın tarihteki tipik örneğidir. Soykırım konusunda en bilinen örnek ise Yahudi toplumuna yönelik yok etme politikasıyla Hitler Almanya’sıdır. Asimilasyon ise, güçlü, baskın kültür etkisi altında yerel kültürün zamanla kendi özelliklerini yitirmesidir.  Bu da güçlü üst kimlik bileşenleri nedeniyle kendiliğinden ya da devletin sistemli baskı politikasıyla açığa çıkmaktadır. Ancak belirtilmelidir ki, günümüz insan hakları ve demokrasi anlayışı kültürel bütünleşme için geçmişte işe koşulan bu yaklaşımları dışlamakta, farklılıklar birlikte yaşamayı öne çıkarmaktadır. Buna karşın asimilasyon politikalarının birçok ülkede bir devlet politikası olarak açık ya da örtük biçimde uygulanageldiğini de belirtmek gerekir.

Kültürel Bütünleşme Bağlamında Farklılıkların Yönetilmesi

Kültürel bütünleşmeyi güçlendirmek için ülke düzeyinde izlenmesi gereken politikaların ne olacağı sorusunun yanıtı çok boyutludur. Eklektik bakış ve yaklaşımların bütünleştirici etkisinin sürdürülebilir olamayacağı da açıktır. Hiç kuşkusuz ki, konuya yaklaşım açısından, günümüzün evrensel insan hakları ve demokrasi anlayışındaki gelişmelerin ortaya koyduğu gerçekler gözardı edilemez. Geçmişte yaşayarak bugünü ve geleceği yönetme çabası, sorunların daha da ağırlaştıracağı için başarısız kalmaya mahkûmdur. O nedenle, bugün bugünde, geçmiş de geçmiştedir; her biri kendi koşulları ve gerçekliği içinde anlamlıdır. Buradan hareketle, alt (yerel) toplumsal bileşenlerin ‘kendilerini ifade edebilecekleri’ araçları sunarken, ülkenin (cumhuriyetin kurucu değerleri ve kahramanları gibi) ortak kültürel değerlerini yadsıyan, bunlarla açık çelişki yaratan yaklaşımların, bütünleşme sürecine katkı sunmayacağı ortadadır. Tersine, bu ve benzeri yönelimler bütünleşmeyi sekteye uğratacak, toplumsal aidiyet anlamında güven bunalımı yaratacaktır. Ortak değerler üzerindeki uzlaşmaz çelişkiler üzerinden ulusal bağlılığın temel taşlarındaki oynamalar, kaçınılmaz toplumsal gerilim ve kutuplaşma nedenleri olarak, ayrıştırıcı sonuçlara yol açacaktır.[9]

Gerçekten de toplumsal kesimler arasında kültürel bütünleşmeyi etkili kılmanın anahtarı, farklılıklara yaklaşımda ve bunların yönetiminde gizlidir. Bu noktada farklılığı yönetme anlamında atılan ve atılması gereken adımlar içinde toplum liderlerine önemli sorumluluklar düşmektedir.[10]   Farklılığı kabul etme, bunu olağanlaştırma anlamında başta aydınlar ve iktidar gücünü kullanan siyasal kişilikler olmak üzere toplumun diğer yönlendirici güçlerinin bu konuda gösterecekleri duruş belirleyici etkiler yaratacaktır. Konuyla ilgili olarak kamu gücünü kullananların daha farklı ve özel sorumluluğu vardır. Bu da kamu istihdam politikasında yeterlik ilkesine bağlılığın özel önemde olduğunu ortaya koymaktadır.  Türkiye’de kültürel bütünleşmenin temel kaynağı devletin eşitlikçi, adil davranmasıdır. Kamu çalışanlarının yeterlik ve etik bilinç düzeyi yükseldikçe mesleki bağlılık ve adalet anlayışı artarken; kamusal hizmetlerden yararlanma ve bunların sunumunda dışlayıcı kültür, ırk, soy ve din fanatizmi de minimize olacaktır. Kaldı ki, hemşericilik, bölgecilik kültürünü öne alan ‘kişisel ayrıcalık’ arayışlarının önüne set çekebilmek için de kamu hizmetlerinin sunumunda adalet ve eşitlik ilkesini ayrımsız biçimde işe koşabilmek gerekmektedir.

Kültürel bütünleşmede farklılıkların yönetimi anlamında bir başka önemli nokta ise, farklı değerlere, inanışlara, geleneklere, yaşam biçimlerine, Cumhuriyeti ayakta tutan temel değerlerle çelişmediği sürece hoşgörü ve saygı davranışının gösterilmesidir. Ancak bunun için, elbette öncelikle kendinden olmayana karşı yerleşik alışkanlık ve önyargılardan arınabilmek gerekir. Bu çerçevede farklılıklara saygıyı öne çıkaran, bunu benimseyip geliştiren yaklaşım ve uygulamalar desteklenmeli, kamu spotu ve benzeri türdeki yayınlarla medya gücü işe koşulabilmeli, farklılıkların toplumsal dinamizmi destekleyen yönlerini öne çıkaran politikalar üretilmelidir. Toplumsal kesimlerin birbirini daha yakından ve doğru biçimde tanımasını sağlayıcı yaygın eğitim programları, festival ve benzeri sosyal etkinlikler, yerinde gözlem ve turizm hareketliliği türünde mikro ölçekli politikaların kültürel bütünleşmeyi güçlendirme yönünde işevuruk etkiler yaratabildiği bilinmektedir. Kültürel farklılıkların yönetiminde hukuki çerçeve de ayrı ve özel önemdedir. Bu anlamda dil, din, ırk gibi öğeler üzerinden farklı olanları aşağılayıcı davranışlara ilişkin nefret suçlarının hukuki kapsamı güçlendirilmelidir.[11] Yanı sıra, bunun günlük yaşama aktarılmasında da toplumsal duyarlılığı geliştirici politikalar üzerinde düşünülmelidir.

Hiç kuşku yok ki, farklılıkların yönetiminde çeşitli sosyal kurumlar arasında formal eğitime çok ayrı görevler düşmektedir. Daha önce de dikkat çekildiği gibi eğitim, kültürel bütünleşmeyi sağlayacak araçların başında gelmektedir. Atatürk ilkelerine bağlılık temelinde anayasal vatandaşlığı merkez alan bir kültürel yaklaşım, bütünleşme odağı olarak görülmelidir. Bu anlamda ilk akla gelen, eğitim programları ve onun uzantısı ders kitaplarının, varsa; etnik köken, dil, din, mezhep, düşünce, gelenek-töre gibi kültürel öğeler bakımından toplumsal kesimleri dışlayıcı, küçümseyici öğelerden temizlenmesini sağlamaktır. Aynı biçimde eğitim uygulamaları (tören, ders, vb) arasında program dışı biçimde «fiili durum yaratma» yoluyla gerçekleştirilen ve dışlayıcılık içeren davranışlar da yönetsel ve hukuksal yaptırımlarla caydırıcı kılınmak zorundadır. Bu yolla, formal eğitim sürecinde kültürel farklılıklara saygıyı besleyen program ve uygulamalar her koşulda desteklenmelidir. Özellikle zorunlu eğitimin ilk ve ortaokul döneminde, ortak kültürel kimliği ve değerleri öne çıkaran öğelere odaklanılmalıdır.

Sonsöz

Yirmi birinci yüzyılın bu ilk çeyreğinde demokrasi, insan hakları, adalet, eşitlik, düşünce ve inanç özgürlüğü gibi temel konularda yaşanan pek çok olumsuz gelişmeye ve sıkıntıya karşın Türk ulusu Anadolu coğrafyasında ortak aidiyetler üzerinden hiç de küçümsenemeyecek bir birikime ulaşmıştır. Toplumun, ulusal konulardaki tehditlere karşı gerektiği anda bir bütün olarak birlik içinde ortak tepki gösterebilmesi uluslaşma sürecinin geldiği nokta açısından son derecede değerlidir.  Anadolu coğrafyasında bir arada, içiçe olup farklı düşünce, inanç ve kültürel özellikleriyle yaşama birlikteliğini sergileyen, sevinç ve tasada kolaylıkla bir araya gelebilen toplumsal yapı ve dinamizm göz ardı edilemez. Bu noktada bunu güçsüz kılacak, toplumsal ayrıştırma için zemin yaratacak politika ve uygulamalar, potansiyel bir varlık sorunu olarak görülmeli ve sakınılmalıdır.

Türkiye, kültürel bütünleşmesini güçlendirme sürecinde bir ülkedir. Bu konuda önünde kimisi tarihsel, kimisi ekonomik, politik, sosyal pek çok sorun vardır. Tam da bu noktada ülkenin kültürel bütünleşme bağlamında onca sorunu varken, yeni bir sorun kaynağı olarak komşu ülke Suriye’nin iç karışıklıklar sonucu milyonlarca insanın göçe zorlanarak sığınmacı konuma gelmesi ve Türkiye içinde alabildiğine serbest hareket etmelerine olanak sağlanması, gelecek açısından başlı başına bir tehdit kaynağıdır. Gerçekten de bu konu Cumhuriyet Dönemi boyunca kültürel bütünleşmeyi zora koşabilecek en önemli ve en temel risk alanı olarak ortada durmaktadır[12]. Bilinmelidir ki artan entropi çözülme getirir. Bu anlamda, sığınmacılar konusunda zaman geçirilmeden ülkede barınmayı kolaylaştırıcı değil, tersine caydırıcı yönde kamusal politikaların uygulamaya konulup izlenmesi yaşamsal önemdedir. Sığınmacılar sorununun, bunlara siyasal –dinsel nedenlerle önce sınırlı ama sonrasında genişleyen ölçekler içinde verilecek yurttaşlık haklarıyla bir gelişmeye evrilmesi durumunda, bu sorunun Anadolu’da 100 yıldır uluslaşma yönünde elde edilen kazanımları tehlikeye atabileceğini, toplumsal birlik ve dirliği parçalamak isteyenler için yeni bir alan açabileceğini görmek gerekmektedir.  

Kaynakça

Akyüz, H. (2018).  Eğitim Sosyolojisi, Ankara: Pegem Akademi.

Bottomore, T.B. (Tarihsiz) Toplumbilim. Çev.: Ü. Oskay, İstanbul: Der Yayınevi.

Giddens, A. (2000). Sosyoloji. Çeviri editörü: H. Özel ve C. Güzel. Ankara: Ayraç Yayınevi.

Gözler, K. (2001). Devletin bir unsuru olarak ‘millet’ kavramı. Türkiye Günlüğü. Sayı 64, Kış, ss.108-123. (www.anayasa.gen.tr/millet.htm; 1.5.2004), (et: 10.3.2019).

Gökalp, Z. (1973). Terbiyenin Sosyal ve Kültürel Temelleri. Haz.: R. Kardaş, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

Havighurst, R.J. & Neugarten, B.L. (1972). Society and Education. Boston: Allyn and Bacon, Inc.

İnan, A. (1969) Medeni Bilgiler ve Mustafa Kemal Atatürk’ün El Yazıları, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınevi.

Kaymak, M. (2018). Ulusal eğitimi savunmak. Öğretmen Dünyası. Sayı: 464, Ağustos, ss.1318.

Maclver, R.M. ve Page, C.H. (1994) Cemiyet I. Çev.: A.Kurtkan, İstanbul: MEB Yayınları 2021.

Saklı, A. R.(2012). Fransa ve Almanya’da uluslaşma süreci ve ulus bilincinin oluşumu.

Akademik Bakış Dergisi. Sayı: 32 Eylül – Ekim, http://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423867937.pdf (et: 9.3.2019) Tezcan, M. (1995). Sosyolojiye Giriş: Temel Kavramlar. Ankara:  A.Ü. EBF Yayınları.

Tezcan, M.(2019). Eğitim Sosyolojisi. Ankara: Anı yayınları.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (1961). Resmi Gazete. Yayım tarihi: 20/7/1961.  Sayısı: 10859.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (1982) Resmî Gazete. Yayım Tarihi : 9/11/1982. Sayısı: 17863 (Mükerrer), Kanun No: 2709.

Teşkilâtı Esasiye Kanunu (1924). Kanun Numarası: 491. https://www.anayasa.gov.tr/tr/mevzuat/onceki-anayasalar/1924-anayasasi/ (et:

9.3.2019)

Uluğ, F. (1999). Eğitimde Grup Süreçleri. Ankara: TODAİE Yayını.

Ülgen, H.Z. (1943). Sosyoloji. İstanbul: Remzi Kitabevi.

[1] Prof.Dr, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi öğretim üyesi.

[2] Türkiye’de de olduğu gibi, bu toplumlarda sıklıkla demokratik değerlerin ardına gizlenerek kullanılan ayrıştırıcı öğeler arasında mikro milliyetçilik, etnik milliyetçilik, mezhepçilik ve tarikatçılık dikkat çekiçidir. Böylece kimi zaman kutsal değerler kimi zaman da yerel kültürel farklılıkları ayrıştırıcılık ekseninde öne çıkarma çabaları artan bir entropi alanı yaratmaktadır.

[3] Bu anlamda, kültürel bütünleşmeye küresel etki açısından, örneğin, Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı son derece dikkat çekicidir. Türkiye, yerel farklılıkların güçlendirilmesi konusunda kendine özgü ulusal koşullardan hareketle anılan özerklik şartındaki kimi maddelere çekince koymuştur.

[4] Etnik küme kavramı, bir kümeyi ötekilerden ayrıştıran kültürel değerler anlamındadır. Etnik bir küme, kendisini oluşturan üyelerin, başkalarından kendilerini ayırmada kullanılan ‘ortak kültürel kimliğe’ ait farkındalığın paylaşıldığı toplum parçası olarak düşünülebilir (Giddens, 2000).  Kimi zaman etnik farklılıkların ırk temelli bir tabana oturtulduğunu da söylemek gerekir. Burada birinci anlamda kullanılmaktadır.

[5] Ülgen (1943)’e göre de milleti ortaya çıkaran değişkenler; “coğrafik temel, nüfus, işleyiş tarzı ve kültür birliği”dir.

[6] Konuya kapsamlı bir bakış açısı getiren Gözler (2001:113)’e göre; «ırk birliği, millet birliğine yol açmamıştır; ama ırk ayrılığı, millet ayrılığına yol açabilir. Diğer yandan dil birliği her zaman millet birliğine yol açmamıştır; ama dil ayrılığı, millet ayrılığına yol açabilir. Keza din birliği, millet birliğine yol açmamıştır; ama din veya mezhep ayrılığı, millet ayrılığına yol açabilir. (…) Aralarında ırk, din ve dil birliği olmasına rağmen kendilerini ayrı milletten hissetmiş insan toplulukları da vardır. Örneğin Araplar böyledir. Aynı ırktan, aynı dinden olmalarına ve aynı dili konuşmalarına rağmen Araplar aynı devlet çatısı altında birleşmeye razı olmamışlardır. Buna karşılık bazen aralarında ırk ve dil bakımından birlik olmamasına rağmen kendilerini aynı milletten hissetmiş, aynı devlet çatısı altında toplanmış insan toplulukları da vardır. Örneğin Türk milleti kısmen böyledir. Türkçe’den başka bir dil konuşmalarına rağmen, Boşnaklar, Pomaklar, Arnavutlar, Çerkezler kendilerini Türk milletinin bir parçası olarak (…)” görmüşlerdir.

[7] Cumhuriyetin kuruluş sürecindeki 1924 Anayasasına göre, “Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese ‘Türk’ denir” (md.88). 1961 Anayasasına göre de, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür” (md.54). 1982 Anayasasında da aynı hüküm korunmuştur (md.66).

[8] Eğitimin kültürel işlevi iki boyutludur: Bunlardan birisi ‘değerler kültürünü aktarma’ ile ilgilidir.  O da dil, duygu, düşünce ve inanışlar üzerinden toplumsal mirası koruma yanında; ulusal değerler, ülküler, ahlak, gelenek ve töreler, toplumsal normları bireye kazandırarak kültür aşılama biçiminde ortaya çıkmaktadır. İkincisi ise, iyi yurttaş yetiştirmektir (Uluğ, 1999). İyi yurttaş yetiştirme, bireyin, toplumsal değerlerle özdeşlik kurmasını, toplumun sadık bir üyesi olmasını ve toplumsal sistemi koruma kollama konusunda sorumluluk üstlenmesini öngörmektedir. Nitekim Nietzsche de eğitimi bir ‘ehlileştirme’ kurumu olarak tanımlarken, bu duruma vurgu yapmaktadır.

[9] Bu anlamda, söz gelişi dış göç alan Avrupa ülkelerinin giderek daha belirgin biçimde göçmenlerden kendi dillerini bilme – öğrenme zorunluğu getirme yönelimleri de gerçekte, göçmenleri mevcut yapıyla bütünleştirme politikasının bir sonucu olsa gerektir.

[10] Toplum liderliği elbette düşünüldüğü ya da ilk akla geldiği gibi siyasal aktörlerle sınırlı değildir. Toplum yönlendiricisi olarak siyasal kişilikler çok önemlidir, ancak toplum lideri daha geniş kapsamdadır. Sırasında bu entelektüel olarak bir aydındır; öğretmendir, imamdır, örgütlü sivil toplum temsilcileridir.

[11] Bir örnek olarak, geçmişte ABD de siyah beyaz ırk ayrışmasına karşı daha açık ve kararlı politikalarla sorunun aşılmaya çalışıldığı bilinmektedir (Havighurst ve Neugarten,1972).

[12] Suriye krizi özelinde gelinen aşamada Türkiye, dünyanın en çok sığınmacıyı barındıran ülkesi durumundadır. Resmi sayısı 3,5 milyon, gayriresmi olarak ise 5,5 milyon olarak nitelendirilen bu büyük kitle ülkedeki ekonomik yaşam başta olmak üzere tüm sosyo-kültürel dengeleri sarsmış görünmektedir. Sığınmacılara sağlanan kolaylıklarla bunların yeniden ülkelerine dönmelerinin hiç de kolay olmayacağı yönündeki öngörüler, sorunun her geçen gün daha da içinden çıkılmaz, kaotik bir duruma dönüştüğünü göstermektedir.

Yazar
Feyzi ULUĞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen