Kur’an Şâiri Mehmet Âkif

“Cevdet Paşa Kur’an nâsiri; Âkif, Kur’an şâiridir.”
Mithat Cemal                     

İsmail Hâmi, bir mülakâta verdiği cevapta Âkif’le ilgili olarak: “O, evvelâ müslüman, sâniyen müslüman, sâlisen yine müslüman’dır. Bu mâhiyeti hâricinde bir hüviyet ve zihniyeti yoktur. ” şeklinde benzer başka örneklerini de verebileceğimiz bir tespitte bulunur.

Âkif’i bu tür tespitlerin muhatabı yapan hâdise ise onun Kur’an müslümanı bir şair, bir “Kur’an şairi” oluşudur. Gerçekten de Âkif, hayatı boyunca bir insan, bir şair, bir fikir ve mücâdele adamı olarak “Kur’an’dan hiç kopmadı ve bütün kalbiyle ona bağlı kaldı. Mânen ve maddeten onunla birlikte yaşadı.” Çünkü o, “inanan adam”dı. Dolayısıyla devrinin insanları, onu nasıl bu özellikte bir şair olarak görüp değerlendirdilerse, bugünkü ve yarınki nesiller için de o, hep bir “Kur’an şairi” olarak anılacaktır.

Âkif’in böyle bir insan olması elbette ki daha çocukluğunda başlayan bir hâdiseydi. Zirâ, o Mithat Cemal’in ifâdesiyleKur’an’lı bir ev..”de  sağlam itikat, ibadet ve ahlak sahibi iki güzide insanın evladı olarak doğmuştu. Dolayısıyla daha dünyadaki ilk gününde Kur’an sesiyle tanıştı. Bir din bilgini olan babası ona ilk ses olarak ezân-ı Muhammedî’yi dinletti ve Rabbine şükür makamında Kur’an tilâvet etti. İşte Âkif, böyle bir ailenin ve evin manevi atmosferinde tam bir “Müslüman-Türk” insanı şeklinde yetiştirildi.

Âkif’in evindeki mânevi hava, sokağında ve mahallesinde de vardı. Fatih semti, “dindar, saf, âbid ve zâhid bir müslüman muhiti” olarak “en saf Müslüman Türk heyecanının ördüğü bir toplumu üzerinde barındırmakta”ydı. Hele evlerinin camiye yakınlığı Âkif için ayrı bir şanstı. Zira evin dünyasıyla sokağın ve caminin dünyası iç içeydi. Bu bakımdan teneffüs ettiği hava, her mekânda Kur’an havası oldu.

Âkif, böylesi bir semtin insanları arasında büyüdü, onların çocuklarıyla arkadaşlık etti. Fatih camiinden okunan ezanları dinledi. Mahalle çocuklarıyla, müslümanların huşu içinde camiye gidişlerine tanık oldu. Onlarla camiye gitti. Bayram ve kandil gecelerini idrak ve ihya etti.

Âkif, öğrenim çağına geldiğinde ise yani “dört yıl, dört ay ve dört günlük iken, o günkü müslüman ailelerin yüz yıllardır riayet ettikleri geleneğe uyularak, Mahalle mektebine gönderilmiş ve Kur’an öğrenmeye başlamıştı.” Âkif, öğrenim hayatına böyle bir yerde başlamakla, artık bir ömür, yürekten inanıp bağlanacağı, hayatını, şahsiyetini, sanatını ona göre şekillendireceği, hakikatlerini makalelerinde, vaaz ve hutbelerinde insanlara tebliğ edeceği kitapla doğrudan tanışmış oluyordu. Artık  bundan böyle “Hayatının en ucunda, en yüksek yerinde Kur’an duracak..” Onu her şeyden aziz tutacaktı

Âkif’in babası bununla da yetinmedi. Âkif, mektepte öğrendiği Kuran’ını geliştirmeli ve Arapça da öğrenmeliydi. Zira Kur’an’ın okunması tek başına kâfi değildi. Bu gaye ile ona daha ilkokul çağında iken dinî ilimlerle birlikte Arapça dersi de vermeye başladı. Böylece babası, Âkif’in de belirttiği gibi “hem babası, hem hocası” oldu. Öte yandan ise sekiz on yaşlarında devrin ünlü Kur’an hocası Arap Hafız’dan hıfza başladı.

Âkif’in bundan sonraki hayatında Kur’an’la meşguliyeti kendi gayretiyle yürüdü. Baytar Mektebini bitirdikten sonra Kur’an hâfızı oldu. Karşımızda Ramazanda mukabele okuyan, hatimle teravih kıldıran bir Âkif vardır artık. Nitekim bu olay, onun mükemmel Arapça’sıyla birleşince Âkif’i karşımıza bir Kur’an mütercimi ve müfessiri olarak da çıkaracaktır.

Bu mesut hadise üzerinden fazla bir zaman geçmemişti ki Âkif, edebiyat âleminde görünmeye başladı. Güzel bir tevafuk eseri olarak edebiyata da ilk adımını “Kur’an’a Hitap” başlıklı ilk uzun şiiriyle attı. İlk şiirinin böyle bir şiir olması, Âkif’in Kur’an’la münasebetinin muhtevası ve boyutu hakkında oldukça dikkat çekicidir. Kur’an’ın Âkif için ne mânâ ifade ettiği daha bu ilk şiirinden açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu şiir, Kur’an şairi Âkif’in hem sanat hem de hayat anlayışının bir beyannamesi şeklindedir. Bu yüzden Âkif, bundan sonraki şiirlerinde de hep Kuran’dan ilham alacak, pek çok ayet-i kerime onun şiirlerinde mânâ ve muhteva olarak karşımıza çıkacaktır. Bundan dolayıdır ki, Safahat’ta yer alan şiirler ya Kur’an’dan bir ayetle başladı ya da beyitler hangi konudan söz ederse etsin Kur’anî bir bakış açısıyla yazıldı.

Âkif’in şahsiyet ve düşünce dünyasını şekillendiren kitap da Kur’an oldu. Zaten babası onun sadece öğretimiyle ilgilenmekle kalmamış, tamamen Kur’an terbiyesiyle eğitmişti. Böylece Âkif’in, ”Mükemmel bir dinin, mükemmel bir temsilcisi” olarak iman, ihlâs ve bilgiyle yaklaştığı Kur’an, onun dünya görüşünün ve şahsiyetinin de temelini oluşturdu. Dolayısıyla o, hem fert olarak yaşarken hem de yaşadığı devrin toplumsal problemlerine eğilirken de hep Kur’anî bir bakış açısı içinde oldu.

Ona göre özellikle son yüzyılda müslümanlar sahih bir Kur’an anlayışından yoksun kalmışlardı. Başlarına gelen felaketlerin asıl sebebi bu idi. Bu yüzden Âkif, Safahat’ında en temel meselelerden birisi olarak doğru Kur’an anlayışını gündeme getirip insanlara unuttukları yahut yanlış anladıkları Kur’an gerçeğini hatırlatıyordu. Çünkü “ Âkif’in dindarlığı mücerret bir ideal olarak sade kendi ruhunun kurtuluşu davası” değil aynı zamanda “cemaatin kurutuluşu davası “ydı. Kur’an’a ayarlı bir toplum ve medeniyet mücadelesi idi. Bunun yolunun da Kur’an’dan geçtiğini bilmekteydi. Dolayısıyla ömrü boyunca bu anlayış doğrultusunda konuştu, yazdı, mücadele etti. İlhamını Kur’an’dan alarak çağa onun çağlar üstü mesajını sundu.

Âkif, Kur’an okumayı daha sonradan nasıl kendi gayretiyle geliştirip üstelik hafız olmuşsa Arapça konusunda da benzer bir gayreti sürdürmüştür. Kur’an’ı anlamanın yolunun mükemmel bir Arapça bilgisinden geçtiğinin şuurunda olan Âkif,  altı ayda ezberlediği Kuran’ı daha iyi anlamak için daha önce babasıyla başladığı ve Rüşdiye yıllarında Hoca Halis Efendi ile ilerlettiği Arapça öğrenimini devam ettirdi ve Ali Fehmi Efendi’den, Hicri Hoca’dan aldığı derslerle,  yakın dostları Mehmed Şevket ve Naim Bey’ lerle birlikte çalışarak ve şahsi gayretleriyle o dönemin en iyi Arapça bilen bu üç kişisinden birisi oldu. Arapça’yı bu dilin lugatına bakma ihtiyacı duymayacak ölçüde öğrendi.

Bu bilgidir ki onu karşımıza 1908’den sonra bir Arapça Muallimi olarak çıkardı. İttihat Terakki’nin İlmiye Mahveli’nde Arapça dersleri vermeye başladı. Bu konuda öylesine liyakat sahibidir ki, ders yaptığı salon hıncahınç dolmaktadır. Âkif’in bu derslerdeki amacı da Arapça aracılığıyla derse katılanların Kur’an’la yakın temaslarını sağlamaktı.

Âkif’in Kur’an bilgisi böylece çok geçmeden tercüme ve tefsir işine yöneltecektir. Sırat-ı Müstakim, 8. cildinden itibaren Sebilürreşad adını alınca gazetenin muhtevası da genişletilmiş, tefsir, hadis, felsefe, edebiyat gibi bölümler konulmuştu. Konular yazı heyetince ihtisasa göre ayrılınca heyet, tefsir bölümünü Âkif’e verdi. Böylece her hafta birkaç ayet tercüme edecek ve bunlardan mülhem yazılar yazacaktı. Buna duyulan ihtiyaç da yine Kur’ani bir endişe ve sebeple ilgiliydi. Zira bu devirde müslümanların Kur’an’la irtibatları bir hayli zayıflamış ve Âkif’in ifadeleriyle “Âdeta Kur’an-ı Kerim’i bilmek, anlamak ehemmiyetsiz, fâidesiz bir iş gibi telakkî olunmaya başlamıştır. Ortada Kur’an-ı Kerim artık anlaşılmış, hâşâ daha bilinecek bir yeri kalmamış gibi bir zehab-ı bâtıl türemiştir.” Âkif, işte bu gerekçeyle tercüme ve tefsir yazılarına da başlamış oldu.

Âkif, camii kürsülerinde de Kur’an’la konuştu. Vaazları hep Kur’an ayetlerinin yorumu şeklindedir. Hutbelerinde de her hafta bir ayet okur yorumlardı. Geleneklerin, hurafelerin kıskacında tanınmayacak hale gelen İslâm, bu vaazlarla Kur’an’daki anlam ve yorumuna kavuştu. Müslümanların her türlü meselesi camii kürsülerine taşındı. Âkif,  Bu faaliyetini Beyazıd, Fatih, Süleymâniye gibi İstanbul’un büyük camilerinden sonra Anadolu’ya geçince de sürdürdü. Balıkesir’de, Kastamonu ve havalisinde, Ankara’da ve daha pek çok yerde halka “İstiklâl Savaşı’nın gerçek manasını, ne için savaşılması gerektiğini, korunması icab eden yüce değerleri ve bu değerlerin gerçekten tehlikede bulunduğunu” anlatırken camide yine Kur’an’la konuşan şairdi. Dolayısıyla Millî Mücâdele’nin ateşini Kur’an’la yaktı. Cemaate iman ve ümit aşıladı. Bu vaazlar basılarak ülkenin her yanına gönderildi ve böylece Âkif’in bu çalışmalarıyla “Camii ile cephe arasında sağlam bir bağ kuruldu.” 

Yine Ankara’da ikâmetine ayrılan Taceddin dergâhı bir ilim, kültür ve sanat merkezi olmanın yanında bir Kur’an merkeziydi. Âkif, Kur’an’la konuşmaya ve irşada burada da devam etti. Pek çok mebus, asker, ilim ve edebiyat ehli hatta din adamları bu konuşma ve irşadlarla Millî Mücâdele konusunda ümidvâr oldular.

Dost mevhumunu çok yüksekte tutan Âkif’in dostları da hep Kur’an ehli kişilerdi. Sahih-i Buhari mütercimi Babanzade Ahmet Naim, Hersek Müftüsü Ali Fehmi Efendi, Bosnalı Ali Şevki Efendi, Emrullah Efendi, Hicri Hoca,  Hasan Basri Çantay, Şerif Muhyiddin Bey, Fatin Hoca… Âkif’in hem kendilerinden istifade ettiği hem de yakın dost olduğu bilgi ve irfan sahibi insanlardı. Ayrıca Kur’an’la doğrudan meşguliyeti olan Edirne’de tanıştığı Bursalı Hafız Emin, Hafız Kemal, Eğinli Hafız… gibi isimler de Âkif’in yakın dostları olarak, o devrin önemli Kur’an ve ilâhi okuyucularıydı. Âkif, onlarla ilim ve irfan sohbetleri yapmaktan, onlardan Kur’an, mevlit ve ilâhi dinlemekten sonsuz haz duymaktaydı. Öte yandan Âkif, Kur’an okumayı kişisel olarak da vird edinmişti. Her gün Kur’an’dan bir miktar okurdu. Dolayısıyla Kur’an okumak ve dinlemek tabi ki mânâsı üzerinde de düşünmek, onun en büyük manevi zevki haline gelmişti.

Âkif’in Kur’an’la asıl derinden meşguliyeti ve beraberliği Mısır yıllarında gerçekleşti. 1926 yılında gidip yerleştiği Mısır, onun için mecburi bir itikâf ve inziva mekânıydı. Bulunduğu psikolojik hal de buna eklenince kendini çokça ibadete verdiği Mısır’da bu vakitlerin büyük çoğunu Kur’an okumakla ve dinlemekle geçirdi. Öte yandan Mısır’ın ünlü hafızı Şeyh Muhammed Rifat’ın Kur’an okuyuşuna hayrandı ve onu dinlemekten büyük bir haz duymakta sırf bu amaçla sık sık Hilvan’dan Kahire’ye gitmekteydi.

Âkif’in Kur’an’la hemhâl olması, Kur’an tercümesiyle işiyle daha da yoğunlaştı. Zira Cumhuriyetin ilanından sonra meclis,  Kur’an’ın tefsir ve tercümesiyle Buharii Şerif tercüme ve şerhi hazırlanmasını kararlaştırmıştı. yapabilecek en ehil kişi de Tefsir’de Elmalılı  Hamdi Yazır, Hadiste Ahmed Naim, tercümede ise  Âkif’ti. Dolayısıyla tercüme işi son Mısır yolculuğu öncesinde Âkif’e teklif edildi. Âkif,  gerek inanış, gerekse bilgi ve ehliyet bakımından bu işe uygun bir kişi olmasına rağmen bu işi ağır mesuliyeti ve Kur’an-ı bir başka dile çevirmenin imkânsızlığı dolayısıyla önce kabul etmek istemedi. Fakat sonunda araya giren Ahmet Hamdi Aksekili’nin, Âkif’in “mealen tercüme” sözünü bir fırsat sayarak tekrar ısrar etmesi ve umumi arzunun da bu şekilde olduğunu söylemesi üzerine teklifi kabul etmek durumunda kaldı. Bu arzu karşısında bunu bir bakıma inancı ve milleti için kutlu bir vazife olarak da addetmek durumundaydı. Çünkü Eşref Edib’in ifadeleriyle tercümeyi Âkif’in yapmasını isteyen meclis“… Uğrunda bütün milletin malını, canını, evladü iyalini feda ettiği Kur’an’ın, bütün yokluklar içinde, muazzam bir ehli salip hücumu karşısında milleti dipdiri tutan ve yaşatan, yeis ü fütura düşmekten kurtaran, kalplere azm u metanet veren mukaddes kitabının ve sevgili peygamberinin sözlerinin tercüme ve tefsirini en mukaddes gaye addeden ve buna müttefikan karar veren” bir meclisti. Sonraki niyetler ne olursa olsun şimdi Âkif’in itibar etmesi gereken anlayış bu idi. Daha sonra mukavele yapıldı ve Âkif çalışmaya başladı.

Âkif, bütün mesaisini bu işe hasretti. Ama kolay olmuyordu bu çalışma… Bundan dolayı zaman zaman bunalıyor, sıkılıyordu. Bu bunalma ve sıkıntı hem tercümenin manevi mesuliyeti dolayısıyla zorluğundan hem de “diyar-ı gurbet” saydığı Mısır’da karşılaştığı maddî ve manevî zorlukların okuma yazma gücünü olumsuz etkilemesinden kaynaklanmaktaydı. Mısır’ın iklimi de bu çalışmanın zorlukları arasındadır.

Bütün bu sıkıntı ve zorluklara rağmen her zaman azmi, gayreti önemseyen Âkif yaklaşık dört yıl boyunca gecesini gündüzüne katarak bu işle uğraştı.. Ortaya her bakımdan mükemmel bir mealin çıktığı bilinmektedir. Nitekim Mısır’a Âkif’i ziyarete gittiğinde bu tercümeyi baştan sona okuyan Eşref Edip buna bizzat buna tanık olmuştur.

Bu çalışmadan Âkif’in kendisi de sonsuz bir manevi huzur duymuş ve istifade etmiştir. Bu huzurla durmadan çalışmış, yoruldukça bir başka Kur’an bendesi Hz. Mevlânâ’nın Mesnevi’sini okuyarak dinlenmiş sonra tekrar işine dönmüştür. Nitekim daha sonra dostlarıyla yaptığı sohbetlerinde duyduğu huzuru ve ettiği istifadeyi şöyle anlatacaktır: “Kur’an’ı Azimşşan’ı mealen Türkçeleştirmek için yaptığım uğraşmalar, bu dünyada en üstün zevk ve huşu ile geçirdiğim müstesna anlar olmuştur. Halimde büyük değişmeler gördüm. Kimseye bir şey veremedim fakat ben çok şeyler aldım. Duyduğum manevi feyz çok büyüktür.”

Ne yazık ki müslümanlar bu Kur’an tercümesinden istifade edemediler. Zira, tercüme, bir sebebe göre, son zamanlardaki sağlık problemleri sebebiyle yeterince çalışamadığından kendisini memnun etmemiştir. Çünkü bir türlü tamam ettiğine kanaat getiremiyordu. Öte yandan ise “Diyanet İşleri Başkanlığı ilgilileri, mealin hemen bitirip teslim etmesi için sıkıştırıyorlardı.. M. Kemal de konuyla yakından ilgileniyor ve sık sık ‘çalışmalar ne oldu?’diye soruyordu. Bunun üzerine Diyanet yetkilileri Âkif’ten tercümeyi rica ettiler. Âkif ise “ henüz tamam olmadığı cihetle” gönderemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine mukavele bozuldu. Bu durum, Âkif’i çok rahatlattı. Artık “ başladığı işi, hiçbir resmi makama karşı sorumluluk duymadan, hür ve serbest olarak sürdürebilecekti. Eseri yarım bırakmadı, bitirdi.” Fakat sonradan asıl sebebin bu olmadığı ortaya çıktı. Âkif’i mukaveleyi bozmaya iten asıl sebep “ ibadetlerde bir inkılâp yapmak, namazlarda Kur’an yerine Türkçe tercümesini ikame etmek cereyanları”nın başlamış olmasıydı. Bu durum doğal olarak Âkif’i endişelendirmiş ve bu işten vazgeçmişti.

Tercüme işinin bundan sonraki gelişmesi ise şöyle olmuştur. Âkif, üzerinde çalıştığı işi yarım bırakmamış, son zamanlarda ağırlaşan ve ilerleyen hastalığına rağmen bitirmiş ve temize çekmeye muvaffak olmuştur. Fakat son defa ağır hasta olarak çıktığı İstanbul yolculuğunda, yine de ne olur ne olmaz diyerek meali yanında taşımamış ve yakın dostu Yozgatlı İhsan Efendi Hoca’ya  emanet edip şu vasiyette bulunmuş ve: ‘Ben şifa bulur , sağ salım gere dönersem gelir senden alırım. Ama bir emri Hak vaki olur da ölürsem sakın kimseye verme, imha et” demiştir.

Ziyad Ebuzziya da olayı aynı tarzda açıklayarak işin sonunu şöyle belirtmektedir:” Hasta Âkif’in ömrü beklediği bu zamanın gelmesine yetmedi. Bu yüzden de bu son derece kıymetli eser yayılma imkânına kavuşamadı. Eserin kendisine emaneten ve vasiyet şartıyla teslim edildiği zât, Âkif’e verdiği sözü tuttu ve gözyaşları döke döke Kur’an’ı Kerim tercümesini yaktı.

Âkif’in daha sonra rahatsızlığı sebebiyle İstanbul’a dönüşünden sonra buradaki hayatı, yatağına mahkûm olarak ölümünü beklemek şeklinde geçti. Fakat Kur’an’la münasebeti yine sürdü. “Kudreti bedeniyesi müsaid olduğu zamana kadar her gün mutlaka bir parça Kur’an okudu. Evvelce günde birkaç cüz okuyabilirken sonraları takatsızlığı hasebiyle birkaç sahifeye kadar indi.” Öte yandan rahatsızlığı sebebiyle gidip de hafızları dileyemediği için çok üzülmekteydi. Kur’an okumayı ve dinlemeyi böylesine en büyük manevi zevk kabul eden, Âkif, şimdi kendisi hiç okuyamayacak kadar hastalanınca dostları Hafız Necati, Hafız İdris, Hafız Asım gibi güzel Kur’an okuyucularını getirtip ömrünün son günlerinde ona Kur’an dinlettiler. Âkif’i şiddetli hastalığının verdiği sıkıntıdan bu okumalar kurtarıyordu.

Âkif’in Kur’an’la başlayan hayatı Kur’an’la sona erdi. Son nefesini verirken bir yandan da Hafız Necati’yi dinlemekteydi. Hayata gözlerini tam 63 yıl önce nasıl Kur’an’la açmışsa şimdi de yani 27 Aralık 1936’da Pazar günü saat 19.45’de Kur’an’la kapadı. Bayrak ve Kabe örtüsü ile sarılı tabutu mezara indirilirken yine “Kur’an sesleri” arasında defnedildi. Memleketin en kıymetli hafızları onu Rabbin huzuruna hatimlerle uğurladılar. Hele Kur’an okuyuşunu çok beğendiği ve Âkif’in ölünceye kadar hemen her gün gelerek kendisine Kuran okuduğu Hafız Necati, definden sonra da herkes oradan ayrıldıktan sonra bile kabri başında Âkif’e Kur’an okumaktaydı.

  

Yazar
Mustafa ÖZÇELİK

1954’te Eskişehir’in Günyüzü ilçesinde doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı alanında yüksek öğrenim gördü. Ortaokul, lise ve üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. 1975’ten bu yana pek çok edebiyat dergisinde yazı ve ş... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen