Kurdun Sevgisi – Birinci Hikâye: Dağ Başında Kutlu Işık (Seri)
Serin esen, insanın içini titreten rüzgâr uğultusuyla sanki içli bir hasret şarkısını söylüyordu. Hatırlayamadığı bir yerde, ulu bir dağın başında öylece, umarsızca durup artık gitmesine imkân olmayan memleketine duyduğu yakıcı hasretin ezgisi miydi, yoksa bundan sonra kaybolan, aslında hiç var olmayan güzelliklere, iyiliklere duyulan, gökyüzü kadar engin özleme dair miydi ya da elinden uçup gitmiş olan mutlulukların ardından söylenen pişmanlık hüzünler için miydi bu kederli şarkı, karar veremedi.
Gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Uyumak istiyor, ama uyuyamıyordu. Aslında aylardır uyumak istiyor, beyni uykusuzluktan keçeleşiyor, kimi geceler kirpiği kirpiğine değemeden karanlıkları, alaca karanlıkları aşıp şafağa ulaşıyor, bir saniye de olsa o her şeyi unutturan derin uykuya dalamıyor, sadece içi geçiyordu, o kadar…
Sabah güneş doğmadan yola çıkmışlardı. İki güzel atın çektiği tenteli arabada, yanına almak zorunda kaldığı kendine ait eşyaları, yıllardır can yoldaşı olan kedisi vardı. Kenarda öylece duruyorlardı.
Yavaşça yan dönüp yorganını, yastığını katlayıp üstüne koyduğu yatağa sırtını verdi. Kucağında uyuyan tekir kediyi okşadı. Tekrar gözlerini yumdu. Aklında bin bir düşünce, bin bir sıkıntı yüreğinde, yine uyumaya çalıştı.
At arabası orman yoluna girdi. Hızı yavaşladı. Atlara rehavet çöktü, sürücüsüne de.
Başını kaldırıp saatlerdir hiç konuşmayan suratı asık sürücüye ve yanındaki kadına baktı, sonra etrafa. Toprak yolun iki tarafında gökyüzünde salınan kızıl çamların, çınarların, kayınların, meşelerin arasında baş gösteren akağaç fidanlarının, kestanelerin olağanüstü renk cümbüşü, göğün parlak, derin mavisi ona yine hüzünleri, o hasret şarkısını hatırlattı.
Yavaşça başını öne eğip ellerinin arasına aldı. Sonra tutmadığı göz yaşlarını elinin tersiyle sildi. Yine derin uykulara dalmak istedi, dipsiz uyku kuyularında kendini kaybetmek. Gözlerini sımsıkı kapattı.
Artık güz de yavaş yavaş bitiyor, gün kışa dönüyordu. Mevsimin renkleri bütün güzelliği ile ormanı kaplamış, ağaç yaprakları sarıdan kahverengiye, kızıldan toprak karasına kadar renk cümbüşüne boyanmış, rüzgâr da onları kimi yerlerde küçük tepecikler halinde yığmıştı.
Böyle kaç güz geçmişti? Uzun yıllardır saymaz olmuştu. Yıllardır derin bir kederin, zaman denen bilinmezin içinde yol alıyor, kendini yorgun kayıkçıya benzetiyordu, umutsuz, gönülsüz, zavallı bir kayıkçıya…
Ormandan gelen uğultulu, inleyen rüzgâr sesi, tenteye bağlı küçük çanların şıngırtıları, kuru toprağa vuran atların tok nal sesleri kederli bir ninni gibi geldi ona. Kaç zamandın kendisinden köşe bucak kaçan o derin uyku geliyor muydu ne?
Yavaş yavaş karanlıklara çekiliyordu sanki. Sanki bir el uzanıp içindeki ağır kederi susturmaya çalışıyordu ki derinden derine o sesi duydu:
“-Yavaş! Duyacak. Aptal aptal konuşma.”
Oynak sesli biri cevap veriyordu:
“- Neyi duyacak sağır bunak. Kafası göğsüne düşmüştür yine.”
“-Kadını kaç senedir dilsiz maraba gibi bütün gün çalıştırıyorsun. Elbette yorgunluktan sızacak. Bak, iki çocuğunu o büyüttü. “
“-Aman be! Büyüttü demez mi? Ninem gelecekti. Sen engel oldun. Teyzem, teyzem diye tutturdun.”
“-Kız, deli deli konuşma. Bütün malını bize bağışladı. Oturduğun ev onundu, bahçe de. Bize bağışladığı onca tarlaya ne demeli? Her sene ortağa veriyor, dünya bir para kazanıyorum, haberi yok. Üstelik sen garibimi ara ara itip kakıyorsun. Olmadık, ağzı açılmadık küfürleri bağıra çağıra yüzüne söylüyorsun.”
“-Söylemeyip de ne yapacağım? O da dediğimi yapsın. Aptal bu kadın! Adamı deli eden bir yavaşlığı var. Neyse… Kim bilir daha neyi var kirli çıkının. Hele şu bunağı küçük teyzene bırakalım, dönünce evi dip köşe arayacağım.”
Duyduklarına hiç ama hiç şaşırmadı. Yüreğine hançerler saplandı sanki.
“Ah hayat,” diye düşündü. “Kim derdi ki bu hale düşeceğim? Kendimi nasıl da kuvvetli bilirdim, kimse beni kandıramaz, diye bellemiştim. İşte çocuğum yerine koyduğum şu fırsatçı yüzünden neler geldi başıma. Şimdi de evimden, barkımdan yollanıyorum. Bakalım kız kardeşimin gelini bana ne kadar tahammül edecek.”
Tutamadığı göz yaşları yanaklarından aşağı süzülürken geçmişini düşündü. Evlendirmek için hazırlığı yaptığı tek çocuğu kocasıyla birlikte yola kayan koca tepenin altında can verip de yapayalnız kalınca daha evvel ölen ablasının işsiz, güçsüz hayta oğlu kapısını çalıp yalnız kalmaması için geldiklerini söyleyerek evine yerleşmişti.
İlk başlarda ikisi de çok iyiydi. Hele ikinci çocuk gelip de “babaanne” deyince dünyalar onun olmuştu.
Yeğen de çok yardımcıydı. Miras kalan tarlaları ortağa vermişti. Yeğeninin dediğine göre pek para getirmiyordu. Ama karınları da doyuyordu.
Köy yerinde iki katlı evin bahçesinde sebzeleri kendi yetiştirirdi. Yeğeni, hanımı ve iki çocuğa de yetiyordu.
Gelin de hep hastaydı. Belinde bir arızası vardı anlattığına göre. Bu yüzden pek iş yapamıyordu. Ama çok tatlı dilli, pek saygılı idi. İş hep başa düşüyordu.
Birkaç yıl geçip de malını, mülkünü yeğeninin üstüne yapmaya karar verince Muhtar olacakları anlatıp ikaz etmek istemiş, ama o adamcağızı azarlamıştı. Yeğeni oğlu gibiydi. Onu hiç evden atar mıydı, süründürür müydü hiç?
Ama insanoğlu çiğ süt emmişti, beklenen, arzu edilen değil de akla gelmeyen oluyordu işte: Bütün mal varlığını yeğenine kaptırınca gerçek yüzleri kısa zamanda ortaya çıkmış, kendi evinde sığıntı haline düşmüştü.
Dün akşam da gelinin o çok bilmiş konuşması her şeyin ifadesiydi:
“-Bana bak! O sağır kulaklarını aç da beni bir dinle hele! Kız kardeşimin görümcesinin düğünü var haftaya. Yardıma gideceğim. Çocuklar da ninelerini özlemişler. Artık yaşlanmaya başladın. Seni evde bırakamayız. Küçük teyze yol üstünde nasılsa. Seni oraya bırakalım. Kal birkaç zaman. Hasret giderirsin. Yatağını, yorganını da unutma. Alışıksın sen. Başka yatakta yatamazsın. Bu iyiliğimi de unutma ha.”
Hiç sesini çıkarmadan başını önüne eğmek, odadan çıkıp en büyük hurcu bulup üç beş kışlık giysini, iki üç yazlık, kışlık şalvarını, hırkasını, mintanını içine katlayıp koymak, yorganını yatağını, göz yaşları içinde hazırlamak içine oturmuştu. Aslında bu sözler yerinden, yuvasından ebediyen ayrılışın ifadesi, meçhule gidişin sualsiz kapısıydı.
Son anda ne olur ne olmaz diye elindeki son birkaç kulplu altın akçeyi de göz yaşları içinde yatağının ucuna dikip köşesine sıkıştırmak da sadece zavallı bir tedbirdi.
Kapıdan çıkarken birkaç sefer dönüp yıllarını verdiği evine, bahçesine bakmak istemiş, ama yapamamıştı. Eğer bakarsa, bakabilirse dizlerinin üstüne çöküp avaz avaz bağırıp ağlamaktan korkmuştu.
Uzaklarda çakan şimşek, ardından gök gürlemesi, onu kederli düşüncelerinden ayırdı. Yavaşça gözlerini açtı, doğruldu. Etrafına bakındı. Mavi gök yüzü kurşuni bulutlarla kaplıyor, rüzgâr şiddetini arttırıyordu.
Az sonra araba durdu, sürücünün sesi duyuldu:
“-Haydi! İhtiyaç molası. Hava bozuyor. Çabuk!”
Yavaşça dışarı baktı. Bir pınarın başında durmuşlardı. Hemen başını yatağa dayayıp gözlerini sıkı sıkı yumdu. Konuşmaları dinlemeye başladı:
“-Git, uyandır şunu. Daha iki saatlik yol var. Küçük teyzeye kadar durmayacağım.”
“-Sen uyandır. Şimdi bana bir terslik eder, giderayak asabımı bozmasın.”
Sürücünün tenteyi açıp ona baktığını konuşmasından anladı:
“-Teyze! İhtiyacın varsa çabuk kalk. Daha durmayacağım.”
Hiç oralı olmadı, kımıldamadı. Arkadan gelinin sesini duydu:
“-Aman! Boş ver. Uğraşma şununla. Arabadan inene kadar bir saat geçer. Haydi vakit kaybetmeyelim. Şu torbayı al. Az da kekik toplayalım. Dağ kekiği çorbalara güzel oluyor. “
Karı koca ormana doğru giderken göz yaşları içinde arkalarından baktı. Kendini çok yalnız hissetti. Gideceği evde suratı beş karış bir kız kardeş bekliyor ve onu ne zaman görse aptallıkla suçluyordu. Orada kaldığı sürece yine aynı şeyleri söyleyecek, hiç huzur bırakmayacak, yediği lokmaları sayacaktı. Her gün ağlayıp Allah’a canını alması için yalvaracaktı.
Büyük bir keder dalgası geldi, vurdu yüreğine. Acı acı düşündü: Başka gidecek yeri yoktu. Bu gelin artık onu asla eve almazdı. Kız kardeşi de bir müddet sonra kovabilirdi.
Yoktu! Gidecek yeri yoktu!
Birden aklına gelen bir düşünce ile şaşkına döndü: Gerçekten gidecek yeri yok muydu?
En yakını zannettiği, aslında kalpleri kendisine yıldızlar kadar uzak olan bu insanların arasında olmaktansa şu dağ başında kurtla, kuşla dost olmak daha iyi değil miydi? Nasıl olsa hurcunda giyecekleri, kardeşine eliyle hazırladığı üç büyük torba dolusu kuru meyve, muhtaç olmamak için yiyeceği bir çuval ekmek, yol için yaptığı çörekler, bir tepsi börek yanında duruyordu.
“Neden olmasın,” dedi kendi kendine. “Neden? Daha kuvvetten düşmedim. Bunlar bana bunak diyor ama daha ihtiyarlamadım, daha yere yapışmadım. Daha dün un çuvallarını sırtımda taşıyıp bunlara ekmek yoğurdum ben, yufkalar açtım. O kadar kocalmadım ben. Elbet başımın çaresine bakarım. Bir gücüm kaldı almadıkları. Onu da şimdiye kadar tepe tepe kullandılar. Saflığımı, merhametimi çiğneye çiğneye hem de. Bu kadar yeter.”
Hemen yerinden fırladı, kedi de peşinden ayağa kalkıp peşinden koştu.
Olanca hızıyla yiyeceklerin hepsini aşağıya indirdi. Bir parça böreği ayırıp arabanın kıyısına bıraktı. İçinde ekmeklerin olduğu çuvalı, börek ve peynir, çörek torbalarını boş olan büyük yedek çuvala koydu. Hızla sağa sola bakıp ileride, ormanın içinde koca dikenli çalı öbeğini görünce hüzünle gülümsedi. Çuvalı oraya taşıyıp üstünü kırdığı dallarla örttü.
Aceleyle tekrar arabaya döndü. Yorganını, yastıklarını, keçe battaniyesini, iki kalın urganı, çıra ile çakmak taşların olduğu torbayı, küçük baltayı, yanında duran iki büyük bıçağı alelacele tıkıştırdı ikinci çuvala. Deli hızıyla öbeğe götürüp üstlerini kapadı.
Acaba alınacak başka bir şey kalmış mıydı, ona lazım olacak ne varsa?
Gelinle yeğeni her an dönebilirdi. Büyük bir heyecanla arabaya tekrar döndü. İki ayran güğümünü, su testisini ve katlayıp yatağının altına koyduğu iki büyük yün sergiyi görünce almaya karar verdi. Ama güğümlere uzanırken birini devirdi.
Arabanın içini ayran kokusu sardı. Güğüme baktı birkaç saniye, yine acı acı gülümsedi. Kendi kendine söylendi: “Ah, aklıma gelmezdi bu iş. İyi! Güzel! Tamamını dökeyim saldırıya uğradığımı sansınlar.”
Yıllardır yattığı yatağını taşıması mümkün değildi, toprak yola aceleyle fırlatıp öylece bıraktı. Telaşından altınları de sökmeyi unuttu. Ardından arabanın kıyısına bıraktığı böreği aldı, eteklerine sürünüp duran kediyi yolun karşı tarafına çağırıp böreği önüne bıraktı.
Koşup çalı öbeğini tekrar tekrar kontrol etti. Ardından etrafa bakındı. Her şey düşündüğüne pek uygun görünüyordu. Ama kendisini nasıl saklayacaktı?
Sağa sola bakındı. Çalıların biraz daha ilerisinde dalları göğe uzamış, yaşlı mı yaşlı bir çınarı görünce içi rahatladı. Hemen alt dala tutunup tırmanmaya başladı. Ne kadar yükseğe çıkarsa o kadar iyiydi.
Üst dallara gelmişti artık. Dalın birine sırtını verdi. Birkaç ince dalı kendine çekip siper etti.
Biraz sonra aşağı bakınca önce elinde torba ile gelen gelini gördü, ardından sürücüyü. İkisi de arabanın yanına gelip yere rast gele atılıp topraklara belenmiş yatağı görünce çok şaşırdılar.
Sürücü arabanın içine bakınca dehşete kapıldı. Avaz avaz bağırmaya başladı:
“-Amanın! Neler olmuş burada! Teyzem de yok. Aman! Hiçbir şeycik de yok!”
Koşup yanına gelen gelin korkuyla konuştu:
“- Ne olmuş ki! Eyvah eyvah! Ayı mı dalmış buralara? Bunağı da kaçırıp paralamıştır zahir!”
Sağa sola koşup bakındı sürücü, olanca gücüyle seslendi:
“-Teyze! Neredesin! Teyze! Ses ver, duydun mu? Ses ver! Buralarda mısın?”
Gelin de korkuyla bağırmaya başladı:
“-Ses ver ihtiyar! Neredesin? “
Ağaçların arasından dolaşıp aradılar. Ellerini ağızlarına koyup çığlıklar atıp adını ünlediler. Ama cevap alamadılar.
O sırada yolun ucunda iki atlı belirdi, hızla yanlarına gelip selam verdi. Olanları dinleyince daha yaşlısı hayretle konuştu:
“-Buralarda hiç ayı görmedik. Son defa bir yıl evvel bizim uyuşuk efendi bir boz ayı ile karşılaşmıştı. Ama pek tekin değil buralar.”
“-Ağam, diye hayretle konuştu sürücü. Koca kadın birdenbire arabadaki bütün eşyayla nasıl kaybolur ki? Sadece şu yatak kalmış. Belli ki bir şey çekip götürmüş. Bak, ayran güğümü de devrilmiş.”
Adam atın üstünden arabanın içine şöyle bir bakıp ensesini kaşıdı. Sıkıntıyla cevap verdi:
“-Kardeş, buralara eşkıya tebelleş oldu. Aşağıda bir derenin kıyısında görmüşler. İnsanlara saldırıyor, elindekileri de canlarını da alıyormuş. Belli ki buraya da gelmiş. Baksana eşyalarınızı da almış. Nineyi de götürmüşler.”
“-Yapma Ağam, dedi arabanın sürücüsü, ikircikli bir sesle. Eşkıya ne arasın buralarda. Zaptiyeler kol geziyor. Olsa olsa kurt olur, tilki olur.”
Birinci atlı bilmiş bilmiş başını salladı:
“-Yok yok! Buraları dağ başı kardeş. Geçen zaptiyenin birinin karnını deştiler. Şu ağaçların arasında gizlenmiş bizi gözetliyorlardır belki de. Biz zaptiyeye haber veririz, gelir ararlar nineyi. Ama illa da ihtiyarı aramak istiyorsanız siz bekleyin. Biz canımızı severiz, yola revan olalım gayrı.”
Gelin ağlamaya başladı:
“-Hemen gidelim! Bu bunağın yüzünden başımıza bela gelecek. Yavrularım anasız babasız kalacak.”
Sürücü ile korkuyla titremeye başlayan gelinin canlarını arabaya atıp gerisin geriye hızla uzaklaşmalarını seyreden iki atlıdan genç olanı şaşkın şaşkın sordu:
“-Ağam, ne eşkıyası? Ne zaptiyesi? Senelerdir burada dediğin gibi hiçbir şey olmadı. Niye öyle dedin ki?”
Yaşlısı gevrek gevrek güldü:
“-Yerdeki yatağa bak! Kenarındaki altın akçeleri görüyor musun?”
Atından hızla yere atladı hemen. Yatağı dürdü, büktü. Urganla bağlayıp ata yükledi.
Genç olan biraz merak biraz da acıma duygularıyla sordu:
“- Ağam kaybolan kadın ne olacak? Zaptiyeye haber salacak mıyız?”
“-Ne geveliyorsun, diye terslendi yaşlısı. Başımıza belamı alalım? Belli ki akıldan noksan bunak bir cadı. Almış başını, gitmiş. Yanına da üç beş bir şey almış. Altınları da unutmuş. Birkaç zaman sonra ölüsünü bulur dağ köylüleri. Haydi, gelen giden olmadan biz de gidelim. “
Dalların arasında kıpırdamadan olanları seyretti. Oğlu gibi sevdiği yeğeni ile hanımının at arabasına alelacele binip çekip gitmesine hiç şaşırmadı. Ama çok üzüldü, yüreğine büyük bir hançer saplandı sanki.
Hele adamların yıllardır yattığı yatağını ata yüklemeleri… İçini derin bir hüzün kapladı. Elinde olmadan düşündü: “Elimde avucumda hiçbir şey kalmadı. Sadece Rabbim ile ben… Baş başayız Yüce Rabbim. Hamt sana, şükür sana.”
Göz yaşları yapraklara sertçe vuran yağmur damlalarına nazire yaparken yavaş yavaş ağaçtan inmeye başladı.
Toprağa ayak bastığında yolun karşı tarafından koşup gelen kedisi miyavlayıp ayaklarına sürtününce artık kendini tutamadı, yere çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı:
“- Ah dedi inleyerek. Ah, ah! Akılsız kafamı duvarlara vurmalıyım, ah, ah!”
Hayatı boyunca kimseye kötülük etmeyi düşünmemişti, hep koşuşturup durmuştu. Ama şu başına gelen neydi? Ne çok kötü vardı dünyada. Acaba öyle miydi? Kendisinde hata yok muydu? Küçük kız kardeşinin yüzüne bağıra çağıra saf olduğunu söylemesinin arkasında, arabaya koşup arkalarına bakmadan giden yeğeni ile hanımının bu hale gelmesinde, hatta o iki adamın altınlarını çalmasında bile kendisinin hiç hatası yok muydu?
Birden aklına geri gelebilecekleri geldi. Dehşete kapıldı. Hemen toparlanmalı, buradan derhal uzaklaşmalıydı.
Yağan yağmura aldırmadan deliler gibi çalışmaya başladı. Küçük balta ile iki büyük dal kesti çınardan. Budayıp neredeyse kalas haline getirdi, aralarına dal parçalarını yerleştirdi. Urganla bağlayıp sağlamlaştırdı, yün sergilerden ilkini üstlerine serdi. Ardından arabadan taşıdığı ne varsa çalı öbeğinden taşıyıp üstüne dizdi. Üstünü ikinci sergi ile örttü. Sağına soluna bakıp işinin bittiğine karar verip kederle başını salladı. Kediyi de elleriyle dokuduğu rengârenk serginin üstüne oturtup başını okşadı. Kendi kendine mırıldandı:
“-Eh, oldu işte. Bizim arabamız da bu kedicik. Tekerleksiz. At da benim. Ama bu defa kendi kendimin atı da arabası da benim.”
Küçük balta ile bıçaklardan birini kuşağına sokuşturdu. Kalasların ucundan tutup yükünü arkasına aldı. Hiç beklemeden yola koyuldu. Ormanın içine doğru yavaş yavaş ilerlerken garip bir mutluluk, tuhaf bir huzur bütün benliğini sarmaya başladı.
Neden daha evvel bunu yapmamıştı, neden kaç yıl köle gibi çalışıp o kötü kalpli insanlara tahammül etmişti. Aslında artık hayıflanmanın da kendine kızmanın da hiçbir manası yoktu. Ama zararı çoktu. Yıllardır için için kanayan yürek yarasının kapanması, ağır pişmanlığının unutulması, yok sayılması şarttı artık. Giden gitmiş, olan olmuş, biten de bitmişti. Bundan sonra istediği geriye kalan ömründe sadece huzurdu, sakinlikti, sessizlikti, yalnız kalmaktı.
“Şu yiyecekler beni biraz idare eder,” dedi kendi kendine. O zamana kadar insanın olmadığı bir ulu dağ başı bulurum. Bir kulübe yaparım kendime. Kaç kümes yaptım yeğenimin çocukları yumurta yesin diye.”
Deli bir ağlama isteği beynini yakmak üzere idi ki hemen engelledi. Kendine hırsla bağırdı:
“-Unut! Kötü bir düş gördün uzunca. Uyandın. Cennet gibi bir ormandasın. Nineciğinin ocak bilgileri yeter sana. Cesaretin arkadaşın. Daha güçten düşmedin. Elin ayağın yerinde, sıhhatin de. Yürü! Rabbine güven, yürü, haydi…”
Ne kadar yürüdüğünü bilemeden, ormanın patika yolunu durmadan adımladı uzunca bir müddet. Yağmur önce şiddetlendi, ardından yavaşlayıp durdu, biten hüzünlü ezgiler gibi.
Göğe doğru uzanan ağaçların, öbek öbek çalıların, yemyeşil çimenlerin arasından geçerken ara ara koşan tavşanları, sessizce birkaç metre ileriden geçen iki tilkiyi, hızla kayan yılanı, dallarda ötüşen kuşları, tekrar başlayan yağmuru çok sevdi.
Küçük bir pınar gördüğünde susadığını ve acıktığını hissetti. Yavaşça yere bıraktı tekerleksiz arabasının oklarını.
Ellerinin kaskatı olduğunu, sırtının ağrıdığını, çok yorulduğunu da fark etti o an. Yavaşça gidip yere oturdu, en yakın ağaca sırtını dayadı. Ellerini ovaladı. Kedi yanına gelip dizlerine sürünüp miyavladı, yemyeşil gözlerini ona dikti.
Uzanıp sırtını okşadı:
“-Sen nasıl bir kedisin? Başka kedi olsa şimdiye birkaç sıçan tutmuştu, dedi sevecenlikle. Küçük ahbap, haydi bir şeyler yiyelim.”
Az sonra börek ile ayrandan oluşan yemeğini kedisiyle paylaştı. Pınardan yüzüne avuç avuç su çarptı. Testisindeki suyu tazeledi.
Sonra merak etti: Acaba akşama ne kadar vardı. Ellerini siper edip yukarıya baktı. Vakit öğeyi çoktan geçmiş, ikindiyi de aşmıştı.
“Ne kadar uzaklaşırsam o kadar iyidir. Hava kararana kadar yürümeliyim. Şimdilik ormandan çıkmayayım. Yukarıya, dağlara doğru gideyim. Elbet bir sığınacak bulurum,” diye düşündü.
Tekrar yola koyulduğunda duran yağmur çiselemeye başladı. Ama o durmadı. Duramazdı. Çok az ihtimal de olsa kendisini aramaya kalkan olabilirdi. Buldukları zaman bu cesareti tekrar olmayabilirdi. Hava kararana kadar yürümeliydi. Geceyi geçireceği sağlam, korunaklı bir yer lazımdı ona.
Son bahar renklerine bürünmüş ağaçların arasında yemyeşil kalan çam, göknar, ladin ve servilerin yanından geçerken kendi kendine mırıldanıp durmadan şükretti:
“-Rabbim, iyi ki bana o cesaret verdin. Ne iyi oldu. Yürüdükçe ne güzel bir karar verdirdiğimi anlıyorum. Ölsem de gam yemem artık. Ezilmekten, yorulmaktan, nankörlükten, sevgisizlikten nasıl da bıkmışım.”
Güneş yavaş yavaş zeval bulmaya başlarken ormanın kıyısına doğru yürüdü. Gövdesi çok kalın, yaşlı bir çınar ağacının yanında durdu. Yavaşça yükü yere bıraktı.
Ağacın etrafın dolaşıp kalın dallara baktı, uzun uzun inceledi, düşündü: “Şimdiye kadar korunaklı bir yere rastlamadım. Ama bu yaşlı ağacın şu iki dalı yan yana. Arasına bir hamak yapıp yatarsam çok rahat uyurum. Yiyecekleri de sergileri bohça yapıp içine koyar, dala asarım. Bundan iyisi can sağlığı.”
Hemen işe koyuldu. Yanına aldığı iki elbiseden yazlık olanını bıçakla kesip kalın ip haline getirdi. Sergileri hiç bozmadan uçlarından tutup bağladı.
Çok hızlı çalışmalıydı. Basit salını hiç bozmamalıydı. Gece kokuya gelecek hayvanlardan yiyeceklerini, içeceklerini korumalı, sabah kalkınca da hiç yorulmadan tekrar aynı yerlerine yerleştirmeliydi.
Çok zorlanmadı. Kısa bir zaman sonra birinde yiyecek, ötekinde eşyaları, iki torba halinde dallara asılmış, yorgan hamak haline getirilmiş, yastıkları ve keçe battaniyesi de serilmişti. Yılan tehlikesine karşı elbisesinden yaptığı bütün iplere, urganlara sarımsak sürüp bağlamıştı.
Ağacın dibinde onu seyreden kedi miyavlamaya başlayınca yine hüzünle gülümsedi:
“-Acıktın değil mi? Ah be yaramaz! Bak, burası senin avlanman için nasıl da zengin bir yer. Orman burası. Asıl memleketin. Ama sen ev kedisi oldun, memleketini, yerini yurdunu, atalarını, meşrebini, her şeyini unuttun. Başın dara düşünce hatırlarsın çar naçar be garip kedi. Bak bana! Hiç şikâyet ediyor muyum? Allah benimle. Ölünceye kadar başımın çaresine bakarım inşallah.”
Sonra yakındaki pınarın kıyısında kedi ile yemeğini bölüştü. Ayranını içti. Buz gibi suyla yüzünü gözünü yıkayıp derin nefesler aldı. Havaya bakıp kendi kendine mırıldandı:
“-Az sonra yıldızlar çıkar. Bu bulutlu havada ara ara bana yüzlerini gösterirler, belki ay da. Kaç zamandır fırsat bulamamıştım gökyüzünü seyretmeye. Ne güzel, şimdi seyretme ve şükretme vakti.”
Hayatını düşündü. Hayretler içinde kaldı. Neler, neler yaşamıştı! Sahi bütün bunları kendisi mi yaşamıştı?
Çok fakir bir ailesi vardı. Köyün en fakiri, bir marabanın çocuğuydu. Neredeyse doğdu doğalı çalışıyordu. Çalışmaktan da hiç kaçınmamış, tam tersi çalışmayı hep sevmişti. Sevmeyi de çok sevmişti. Ama kimse onu sevmemiş, ninesi hariç başını hiç kimse içten bir şekilde okşamamıştı. Annesi erkek çocuk uğruna peş peşe yedi kız doğurmuş, dördü bakımsızlıktan ölmüştü. Yedinci de kız olunca babası bir hanım daha getirmişti eve. Ama onun da iki kızı olmuş, onlar da yaşamamış, kadın bir gece çekip gitmişti.
Yıllar acı içinde geçmişti. Annesi sevgisiz, yüzü gülmez bir kadındı. Üç kızı büyüdükçe daha da sertleşmiş, acımasız hale gelmişti. Her gün neredeyse aynı sözleri söylüyordu:
“-Allah’ın belaları! Hele başıma bir iş açın, hepinizi gebertirim! Güzellermiş! Talihiniz güzel olsun kör olasıcalar. Ben güzeldim de ne oldu? Aha bir çulsuza köle oldum. Sizi ilk isteyene dehleyeceğim başınıza bir bela gelmeden.”
Ama kızlarını evlendirirken çok seçici davranmıştı aklı sıra. Damatların hepsi yaşlı, tarlası, evi barkı çok olan, hanımı vefat etmiş adamlardı. İtiraz eden ablasını annesi süpürge sapıyla dövmüş, bas bas bağırmıştı:
“-Kör olasıca! Bir elin yağda, bir elin balda olacaksın. Tarlalarda çalışmaktan canın çıkacak yoksa. Adamın nazlısı olacaksın. Allahtan belanı mı istiyorsun. Tek laf et, boğarım seni. İpi boynuna geçirir, kendini öldürdü derim, kahrolası!”
Kendisine söz kesilince annesinin o akşam herkes gittikten sonra göz yaşları içinde nasıl dualar ettiğini, hüzünle söylediklerini dün gibi hatırlıyordu:
“-Yüce Rabbim, şükürler olsun. Alnıma kara çalınmadan şunlara birer kapı bulup iyi kısmetler nasip ettin.”
Oysa kocası suratsız, kimsesiz bir adamdı. Hiç konuşkan değildi. Sadece bir defa anlattığına göre yaban ellerde gemicilik yapmış yıllarca. Sonra bir limanda âşık olduğu yabancı kadınla evlenmiş. Eşinin çocuğu olmamış. Yıllarca orada kalmış. Hanım ölünce her şeyini satıp baba ocağı köyüne dönmüş. Güzel, üç katlı bir ev yaptırıp o güne kadar kimsenin bilmediği eşyalarla donatmış. Köyde satılığa çıkarılan beş büyük tarlayı satın almış, hepsine meyve ağacı dikmiş. Ticaretini yapmaya başlamış. Söylentiye göre kimseleri beğenmediğinden bir zaman evlenmemiş.
El üstünde bir bekar diye anlattıkları adam elli yaşını çoktan geçtiğinde kendisi on yedi yaşındandı.
Saman rengi saçları, ela gözleri, dal gibi boyu ortaya çıkınca kendisine talip olan bu adamla anası el birliği edip bir ay içinde düğün yaparken köy yerinde her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimi “kıza yazık oldu,” diyor, kimi de “adam sultanlar gibi yaşatır, daha ne isteyecek ki. Yarın yabancı memleketleri de gezdirir,” diye ahkam kesiyordu.
Hiç kimse onun ne düşündüğünü sormamıştı. Sadece ninesi itiraz etmiş, bu evliliği çok erken bulduğunu, adamın çok yaşlı olduğunu söylemişti. Zaten ne öğrendiyse ninesinden öğrenmişti. Otlardan ilaç yapmayı, sebzelerin nasıl yetiştirildiğini, hayvanların özelliklerini, derede yüzmeyi, baltayla ağaç soymayı, ağaçların tepesine tırmanıp en ince dalın ucundaki meyveyi toplamayı, cesur olmak mecburiyetini. Hayata dirençli olmakla ilgili gerekenleri…
Bir sene sonra bir oğlu olmuştu, küçük oğlunun küçük annesiydi artık. Ama adam o tek yavrusuna öylesine düşkündü ki neredeyse evden çıkmaz, kucağından indirmez olmuştu.
Yıllar geçtikçe öyle şımartmıştı ki çocuk kendini dev aynasında görüp tembel bir hayta olup çıkmış, yirmi yaşına gelmeden evlenmeye karar verince babası anlı şanlı düğünler yapmak için hazırlıklara girişmişti.
Yine ona bir şey soran yoktu. O artık sadece kocasının ve oğlunun emirlerini dinleyen bir akılsız köleydi…
Ama kader ağlarını örüyor, oğlu ile kocası atlarla şehirden dönerken toprak kaymasıyla yuvarlanan koca kayaların altında kalıyor, ölüm haberini veriyordu akşam eve gelen zabıta. Günlerce ne yapacağını bilemeden yaşamak nasıl da zor gelmişti.
Bütün bunları o mu yaşamıştı? Sahi bunlar gerçekten olmuş muydu? Şimdi ormanda, bir derenin kenarında oturan, sızlanmamaya çalışan kendisi miydi? Sahi kendisi miydi bu hayatın sahibi?
“- Ninemin masalı gibi,” diye mırıldandı. “Bir varmış, bir yokmuş…Deve tellal, pire berber iken… Hakikaten de öyle. Ama ben kindar, hırslı, tellal devenin yanında yaşadıktan sonra berber pireler etrafımı sarmışken kurtuldum. Malmış, mülkmüş, hepsi masal. Az oyalansınlar bakalım. Çok istedikleri o zengin toprak bir gün kendilerini kucaklamak için kapılarını çalacak, elbette hesabı da konacak önlerine, hem de Kirâmen Kâtibîn hesabı. Gelen aldım sandı, gitti. Oysa ateş aldı gitti. Narına yansın bakalım. Şükür beni kurtaran Rabbime.”
Yavaşça yerinden kalktı. Ağacın yanına geldi. Yere bağdaş kurup ağaçların arasından görünen gökyüzüne baktı. Artık alacakaranlık yerini karanlığa bırakıyor, bir iki yıldız bulutların arasında sönük ışıklarıyla parlamaya gayret ediyordu.
Gözlerini yumdu, sesleri dinlemeye çalıştı. Yakınlarda bir çavuş kuşu huhulara başlamıştı. Çok uzaklarda bir kurt dostlarını çağırmak için olsa gerek, uzun uzun uludu ve bir kukumav çığlık attı bilindik avazıyla. Birkaç yarasa gölge gibi dalların arasından sessizce süzülüp uzaklara gitti.
Yavaş yavaş ağaca çıkarken neredeyse bütün kemikleri sızlıyordu.
Az sonra keçe battaniyeyi üstüne sermiş, lacivert gök yüzüne bakıyor, kedisi de yanına kıvrılmış, mırıldanıp duruyordu. Ancak bu hali uzun sürmedi. Yıllar sonra ilk kez uykunun derin kuyusu onu içine çekiverdi.
Ama bir ara bir fısıltı duydu sanki, bir ulu dağ göründü gözüne. Sonra o dağın tepesinde bir ışık yandı bir anlığına ve hemen söndü sanki. O fısıltı susmadı ama, durmadan ara ara tekrarladı kendini:
“- Dağ başında kutlu ışık! Haydi, oraya, durma!”
O fısıltı çığlığa dönüşürken birden gözlerini açtı. Önce başına gelenleri hatırlamadı. Etrafına şaşkın şaşkın bakındı. Sonra gülümsedi kendi haline. Tuhaf bir şekilde yüreğinde hiç hüzün kalmadığını, tersine küçük küçük mutlulukların el ele verip adeta halay çektiğini hissetti. Sebebini fazla düşünmeye gerek kalmadı, o fısıltı hemen kendini hatırlattı! Sonra da beyninde durmadan tekrarlanmaya devam etti.
Hızla aşağıya inip küçük ilkel arabasına bütün eşyalarını koydu, yine baltasını ve bıçağı kuşağına sokuşturdu. Kedisiyle hızla ekmek ve peynirden oluşan yaptığı kahvaltıdan sonra yola koyuldu.
Hedef artık belliydi. O fısıltıya uyacak, o Işığı görene kadar dağlara doğru gidecekti…
Gece dallarda uyuyup gündüz durmadan yol aldı tam beş gün. Yoruldukça, acıktıkça mola veriyor, ardından zorlu yolculuğuna devam ediyordu.
Ama sonunda yükleri azalmaya başladı. Bir çuval ekmekten dört tane kaldı, peynirden de bir kalıp. Bir torba börek bitti, ayran da. Patika da bitti.
Son iki gün güneşin ara ara göründüğü hava da sona erdi. Yerini sert rüzgârların ağaçları inlettiği, yaprakları önüne katıp savurduğu, iri damlalı yağmurun kırbaç gibi yüzüne vurduğu o gün de geldi çattı.
Birkaç gün sonra ekmek de bitti, peynirde bitti. Sadece kuru meyve çuvalı kaldı. Hava iyice soğudu.
Son gece artık ağaca çıkmaktan vaz geçti. Ağaçları giderek azalan ormanın kıyısına doğru artık sadece seyrekleşen çamlar, ladinler vardı. Bu ağaçların dallarına da hamak kurmak çok zordu.
Yerden topladığı kurumuş ağaç parçalarıyla ateş yaktı. Baltasıyla dal kesip dört kazık yaptı. Arkasına tekerleksiz arabasını koyup destekledi. Kenarlara sergileri asıp hemen bağladı. Yorganını yatak yaptı. Keçe battaniyesine sımsıkı sarıldı, Geceyi o iptidai çadırda geçirdi.
Yine kurt ulumasını, hüthütün huhusunu, az da olsa kuş cıvıltılarını dinledi. Ara ara homurtular, hışırtılar duyar gibi oldu. Ama öylesine yorgundu ve öylesine derindi ki uykusu, uyanamadı.
Sabah uyandığında şaşırıp kaldı. Her taraf beyaza bürünmüştü! Keçe battaniyesine iyice sarınıp düşündü bir müddet. Ne yapmalıydı?
Sonra kalktı, etrafa bakındı. Ağaçların dalları incecik danteller gibi buzlanmış, pırıl pırıl karla bürünmüştü. O fısıltı başka düşünceye fırsat vermeden yine beyninde dolaştı:
“-Dağ başında kutlu ışık. Haydi, durma!”
Hemen toparlandı. Eşyalarını derledi, ilkel aracına yükledi. Kediyi düşündü. “Kedicik, diye mırıldandı. “Patileri üşür bu karlara değdikçe. Koynuma alayım.”
Ama kediyi göremedi. Seslendi. Sağa sola bakınırken ağaçtan atlayan kedi geldi, birkaç metre uzağında durdu. Yanına yanaşmak istedi. Hayvan kaçıp biraz uzağa gitti.
Şaşkınlıkla düşündü, ne olmuştu bu hayvana? Tekrar çağırdı. Ancak kedi arkasını döndü, olanca hızıyla koşup ağaçların arasında kayboldu. Hayretle arkasından bakakaldı, hüzünle konuştu kendi kendine:
“- Artık sana faydam olmadığını anladın, sıcak evine dönmek istiyorsun öyle mi? Sen de git bakalım. Yolun açık olsun. Allah senin de benim de yardımcımız olsun.”
İki yastık bir yorgan, keçe battaniye, iki sergi ve iki güğüm, su testisi ve küçük çuvalda kalan kuru meyveler… Kalan yük bunlardı. Yükledi iptidai aracına, çeke çeke yürümeye başladı.
Ağaçların arasından yürümeye çalıştığı yerler artık dikleşip kayganlaşmaya, çalılar, çamlar iyice azalmaya, aralıklı duran iri taşlar çoğalmaya, seyrek gördüğü kayalar peş peşe dizilmeye başladı.
Ne kadar yürüdüğünü bilemeden yoluna devam etti. Nefes nefese kaldığında durdu. Son kalan birkaç çam ağacının en büyüğüne dayadı tekerleksiz arabasını. Yanına, karların üstüne oturdu. Birkaç avuç meyve kurusu yedi, su içti.
Başını ellerinin arasına alıp düşündü. Günlerdir ormanda yol alıyordu. Günlerdir yaşadıkları çok kolay değildi ama üstesinden gelmişti. Ancak görünen oydu ki bundan sonra şartlar çok zorlaşacaktı. İki yolu vardı bu duruma göre: Ya ağaçlardan korunaklı bir kulübe yapacak, kapan kurup avlanacak, kışı burada geçirecek veya o fısıltıya uyup ormandan çıkacak, kara, tipiye aldırmadan tepeye doğru tırmanacak, o ışığı bulacaktı.
Karla yüzünü ovuşturdu, ellerini ovaladı. Bir avuç kuru meyve daha yedi. Sonra kendi kendine konuştu:
“-Evvela şu kışlık şalvarlarımı üst üste giyeyim, yün çoraplarımı dizime kadar çekeyim. İyi ki kışlık yemenilerimi yanıma almışım. İki hırkayı da üst üste. Abamı onun üstüne. Başıma o hain yeğenime ördüğüm kışlık yün başlığı. Sonra yüklerimi torba yapıp dala asayım. Arabayı da gizleyeyim. Kar daha fazla bastırmadan dağın tepesine doğru tırmanayım. Bakalım neler var. Belki de o ışık vardır. Eğer bir şey bulamazsam hava kararmadan geri dönerim inşallah.”
Hızla işini bitirdi. Keçe battaniyesine sarınıp yola koyuldu. Az sonra ormandan çıkmış, dağa doğru tırmanmaya başlamıştı.
Her taraf bembeyazdı. Ama eşek öldüren güneş tam tepedeydi, ışığı kara vurup parlayınca bazı yerlerde ara ara tayflar belirip yedi rengi yansıtıyordu.
Aşağıya doğru uzanan ormana, iki dağın arasında görünen muhteşem kar manzarasına bakınca sanki başka dünyaların kapısındaymış gibi geldi ona. Sanki olağanüstü güzel bir rüyadaydı da biraz sonra o bembeyaz karlar hiç bilmediği ışıltılı renklere dönüşüp onu bambaşka mutluluk diyarlarına götürecekmiş gibi hissetti bir an.
“Ne güzel bir manzara,” diye düşündü. “İnşallah bu güzellikte bir çare bulacaktır Yüce Rabbim bana. Şükür Allah’ım, şükür sana. Hiç pişman değilim. Öleceksem bu güzel manzarada öleyim. Aşağılanıp insan yerine konulmadığım yerden bin kat daha iyi şu dağ başı.”
Ancak… Az sonra kar yağışı başladı ve giderek şiddetini arttırdı. İri kar taneleri hızla, döne döne yere inmeye başladı. Kısa zamanda göz gözü görmez oldu.
Dağın tepesi sandığından daha uzak çıkınca biraz şaşırdı. Hızını arttırmaya, İnatla yürümeye çalıştı.
Ama hava da inattı. Karı tipiye çevirdi ve buzlaşan taneler kamçı gibi yüzüne çarpıp dönmesine devam etti, yürümesine engel olmak için rüzgârı da arkasına aldı…
Diz kapaklarını aşan beyazlık ayaklarını hissizleştirmeye, ellerinin buz kesmesine sebep oldu. Çok üşümeye başladı, içi titriyor, çeneleri birbirine vuruyordu. Korku dağ dağ olmuş, yüreğinin kapısını çalıyor, etrafa bakmamaya çalışıyordu:
“- İnadım olmasa burada olur muydum ey kar,” diye bağırdı. Ey kar! Ben Allah’a sığındım. O inadı ben yaşayarak öğrendim. O inatla ben inşallah seni de alt edeceğim.”
Hırsla ayaklarını yere vurmaya çalıştı ama yumuşacık minder gibiydi kar, yavaşça aşağıya çöküverdi. Aldırmadı, inatla yürümeye devam etti. Artık ne kadar yürüdüğünü bilemeden uğultulu deli rüzgâra, çılgın tipiye rağmen adımlarını atmaya devam etti.
Ama kar şaşırtıcı bir şekilde neredeyse birden durdu. Bulutların arasından kendini gösteren eşek öldüren güneş tekrar gülümsedi.
Büyük bir yorgunluk yüreğini sarmaya, artık üşüdüğünü hissetmemeye başladığı anda bütün giysilerini geçip zemheri soğuğunu derisinde hissettiren o deli rüzgâr da durdu.
Dağlarca büyük kar yığınlarına bakarak durdu. Artık atacak bir adım mecali kalmamış, çok tatlı bir uyku bütün bedenini sarmaya başladı. Düşündü: “Şu tertemiz döşek gibi duran karın üstüne uzanıp azıcık uyusam ne iyi olur. Çok yoruldum, çok. Ne çok ne çok!”
Düşüncesi kendisine nasıl da yabancı geldi. Hemen azarladı o düşünceyi:
“- Ölmek de uykudur. Kendine gel. Hani yiğittin, hani cesurdun? Ölmek mi istiyorsun? Uyan!”
Tam o sırada yakından gelen ama anlayamadığı o sesi duydu. İrkilip doğrulmaya çalıştı. Ses dağın tepesinden geliyordu. Bir daha ünledi o ses.
Deli bir korku beynini yalayıp geçti. Uyku da yorgunluğu da hemen unuttu bedeni. Zira duyduğu kurt sesiydi. Korku dolu bir düşünce ile titredi. Ya tek değilse? Şimdi ne yapacaktı?
Tepeye baktı. İşte o an dağın tepesindeki buzlanan karlar güneş ışığında pırıl pırıl parlayıp gözünü aldı. İstemeden yumdu gözlerini ve aklına gelen o fısıltıyı büyük bir hayretle tekrarladı:
“-Dağ başında kutlu ışık…”
Sonra tuhaf bir gönül kırgınlığı yaşadı. Ardından şaşkınlıkla düşündü: “Bu mu kutlu ışık? Hayır! Başka bir sebebi olmalı o fısıltının. Böyle olmamalı, böyle olmaz! Mutlaka başka, çok başka, hem de gizli bir sebebi olmalı çözemediğim. Rabbim beni hiç bırakmadı, bırakmaz. Beni buraya boşuna tırmandırmadı.”
Gözlerini açtığında ışık yoktu ama iri cüsseli bir kurt ona bakıyordu. Hemen ardından ikincisi, üçüncüsü. Dördüncüsü ortaya çıktı. Hepsi ona bakıyor, kıpırdamandan duruyorlardı.
Bakışmalar onun için sonsuz bir zaman dilimiydi sanki. Dondu kaldı. Ne yapmalıydı şimdi? Beşi birden saldırsalar onu bir lokmada yutarlardı. Ama kurtlar tuhaf bir şekilde duruyorlar, sanki bir şey bekliyorlardı.
Geri dönse peşinden gelirlerdi, bundan emindi. İleri gitse kurtlar saldırı olarak algılar mıydı? Bağırmak geldi aklına. Bütün gücüyle çığlık atıp bağırmak.
Ellerini havaya kaldırıp sallamaya başladı. Ardından bütün gücüyle bağırdı:
“- Haaaaa! Ahaaaaa!”
Çığlığı yankılana yankılana devam etti kısa bir an.
Ve… Beş kurt hızla dönüp dağın tepesinde kayboldu…
Ama sevinmesine fırsat kalmadı: Birden dehşetle başka bir şey hissetti. Bastığı yer titriyordu. Büyük bir korku bütün bedenini tekrar sararken düşündü: “Çığ… Çığ düşecek. Beni de içine alacak…”
Gerçekten de kurtların hemen altındaki kayalık yerden başlayan kar önce hafif hafif kaymaya başladı. Sonra büyük bir hızla hareketlendi, geri dönüp kaçmasına fırsat vermeden onu yakaladı, katlanarak büyüyüp süratle dağdan aşağıya kaymaya başladı.
Devasa kar denizinin içinde çırpınarak sürüklenirken önce o büyük dehşeti an be an, tekrar tekrar yaşamaya devam etti. Ağzı burnu kar içinde kaldı. Ummanlar büyüklüğünde bir korkuyla “nefes almalıyım, Allah’ım yardım et! Nefes, nefes..” diye düşündü.
Elleriyle ağzını, burunu temizledi. Derin derin nefes alıp verdikçe şaşırarak gördü ki yüzünün etrafındaki karlar eriyor, nefes için küçücük de olsa yer açılıyordu.
Garip bir şekilde sakinleyip hızla düşündü. “Üste çıkmalıyım, yüzümü kardan korumalı, tutunacak bir şey bulmalıyım, Rabbim yardım et, koru beni!”
Korkudan gözlerini sımsıkı yummuş, vücudu kaskatı kesilmiş bir şekilde ne kadar gittiğini bilemeden sürüklendi bir müddet. Sanki yüzyıllar sürüyordu bu sürükleniş de bir türlü bitemiyordu.
Derken, sağ elinin bileğine sert bir şey değer değmez iki eliyle hamle yapıp yakaladı o şeyi ve şiddetle savruldu. Çok hafif, belli belirsiz bir vızıltı duydu. Dipsiz bir kuyuya çekilir gibi hızlanarak kaydı.
Sanki kar birden bitti. Ama yuvarlanma devam etti beş on saniye. Sonra çok sert bir şekilde yere sırt üstü vurup acıdan nefesi kesildi. Omuzuna astığı torbadaki çıralar da sırtına battı. Çığlık atıp inledi. İnleme sesi kulağında tekrar tekrar yankılandı.
Gözlerini sımsıkı yumup acısının geçmesini beklerken ılık bir hava yavaşça vücuduna sardı. Derin nefesler alıp şaşkınlıkla düşündü. “Ne oluyor? Öldüm mü acaba? Bu kadar kolay mı ölmek? Yok, yok! Herhalde ölmedim. Bir çukura düştüm galiba. Hele gözlerimi açayım. Bakalım neredeyim. Allah’ım yardım et!”
Ama kalkamadı. Ağrıya gücü yetmedi. Bir zaman öylece yattı. Soğuktan neredeyse donan çeneleri birbirine vuruyor, Vücudu tir tir titriyor, titreme bir türlü geçmiyor, kendine gelemiyordu.
Ne kadar zaman öylece acılar içinde sırtüstü yattığını hiç anlayamadı.
Sonra yavaşça gözlerini açtı. Ne yakınında ne de uzakta tek bir kar tanesi dahi yoktu. Beyaz rengin yerini alacalı bir kara almıştı. Gölgelerle dolu, ama ara ara pırıltıların olduğu bir karanlık ve kendisine tertemiz gelen ılık bir hava…
Zorla doğruldu. Kaskatı kesilmiş ellerini birbirine sürtüp açıp kapadı. Ayaklarını oynattı, çekip uzattı. Derin derin nefesler aldı.
Sonra… Sonra canını yakan torbadan güçlükle çıra ve çakmak taşlarını çıkardı. Uzun uğraşlardan sonra alev alınca gördükleri karşısında sevinçten ağlamaya başladı. Hayranlıkla konuştu:
“-Şükürler olsun Rabbim! Bu işte! O fısıltıdaki ışık bu! Bu ne güzellik böyle. Hamtlar sana, şükürler sana Yüce Allah’ım.
Işıl ışıl mağaradaydı içine düştüğü. Çırayı ne tarafa döndürse o taraf parlıyordu. Renk renk ışıltılar neredeyse gölgeye fırsat bırakmıyordu.
Vücudunun her noktası sızlıyordu. Ama o ayağa kalktı. Gözyaşlarını elinin tersi ile silip zorlanarak çırayı hava kaldırdı. Muhteşem sarkıt ve dikitlere baktı, birine yanaştı:
“- Hepsi ayrı güzellikte. Renkler nasıl da çok! Birbirine ne güzel kaynaşmış. Hele şu yeşil mavi karışımı. Allah’ım! Bu bir mucize! Sana sonsuz hamtlar, sana sonsuz şükürler olsun Rabbim!”
Yavaş yavaş üşümesi geçerken sızlanarak yürümeye devam etti. Hayretle gördü ki mağara olağanüstü büyüktü ve merdivenle aşağılara iniliyordu. Etrafa bakarak mırıldandı:
“- Bu merdivenler kendi kendine oluşamaz. Baksana trabzanları var. Birileri yaşamış burada. Bizimkiler burayı fark etse, talana uğrardı mağara. Maazallah define arayacağız diye dört tarafı delik deşik eder, bu güzelim mağara yer ile yeksan olurdu. Yeni mezarları bile kazıyor hainler. Burayı evvel zaman insanları kullanmış olmalı. Alt tarafa sonra inerim. Şimdi burayı bir dolaşayım. Kendime yatacak bir yer bulayım.”
Adım adım yürüdükçe şaşkınlıktan dili tutulacak haller yaşadı. Mağaranın içine doğru ilerledikçe hepsi taştan yapılma masalar gördü. Üstünde eski ve anlamadığı yazıların olduğu kılıçları, okları, yayları fark edip inceledi. Büyük bir bölümde karyolaya benzeyen koca taş görüp sevindi. Daha ileride bir taş kapı buldu. Üstünde taştan oyulmuş bir anahtar vardı. Çok merak etti. Acaba burası ne içindi? Anahtar neden üstünde duruyordu? Açsa mıydı?
“Ya içeride çok tehlikeli bir şey varsa,” diye düşündü. Sonra bu düşünceden hemen vaz geçti. Tehlikeli olsa neden anahtar üstünde olsundu?
Kederli bir gülümseme yüzüne yayıldı. Kendi kendine dedi ki:
“- Biraz evvel ölümden döndün. Kaç tehlike atlattın hayatın boyunca? Bir sürü. Haydi. Bunu da atlatırsın.”
Yavaşça uzandı o taş anahtara. Ama hemen açamadı. Zorlandı. El sürülmeyeli kim bilir kaç yıl geçmişti. En sonunda çırayı sarkıtlardan birine sıkıştırıp iki eliyle çevirmeye kalktı. Yine olmayınca ilk defa kızıp hırsla itince anahtarın gövdesi içeri girdi. Hayretler içinde düşündü, belki şimdi açılacaktı.
Bütün ve bütün gücüyle dışarıda kalan başı çevirdi. Koca taş kapı oynayıp yavaş yavaş açılınca içeriden gelen buz gibi hava yüzüne çarpıp onu şaşırtınca hayretle söylendi:
“-Galiba burası yiyecek deposu. Bakalım neler var?”
Tahmini doğruydu. Mağaranın devasa bir bölümüydü burası ve İçerisi insanın içini titretecek kadar soğuktu. Öyle ki her şey buz tutmuştu. Bir sürü taştan yapılma sandıkların içinde buz kalıbı haline gelmiş bir sürü şey vardı. Ne olduklarını anlayamadı. O kadar soğuklardı ki elle tutmak mümkün değildi.
Keçe battaniyesinin ucuyla tuttuğu üç kalıbı eteğine koyup hemen dışarı çıktı. Taş masalardan birinin üzerine bırakıp yoluna devam etti.
Dolaştıkça mağaranın aslında bir büyük yerleşim yeri olduğunu düşünmeye başladı. Bulduğu kocaman bir yatakhane, yanında taş masalarında tabakların öylece bırakıldığı yemekhane, çok büyük tek kişilik bir oda ve küçük hamamı, büyük ve uzun taş masanın olduğu toplantı yeri…
Bir duvarı boydan boya ocak olan, yemeklerin yapıldığı masaların, sebzelerin, meyvelerin yıkandığı, musluk görevini gören milli su borularının bulunduğu bölümü de içine alan çok büyük mutfak.
Kadına ait hiçbir şey göremediğine göre burası herhalde askerle, savaşmakla ilgili bir yerleşim yeriydi ve uzun zaman kullanılmıştı. Sonra bu insanlara ne olmuştu, nereye gitmişlerdi acep?
Ninesinin anlattığı masallar geldi aklına. “Bir varmış, bir yokmuş,” diye mırıldandı. “Hakikaten de bir varmış, bir yokmuş. Kim bilir bu tepelerde bu kılıçlarla kaç insan öldü, bu taş masalarda kaç kişi yemek yiyip evini barkını, evdeşini, balalarını düşünüp hasret çekti. Kaç kişi “anam” deyi ağladı. Kaç kişi ozan olup ezgiler söyledi. Kaç kişi yıldızlara, sonsuz gökyüzüne bakıp, Rabbimi düşünüp şükretti. Ama… Ama bu kadar gizlilik olduğuna göre hep saklandılar. Baskından saklanma yeri, şaki durağıydı burası belki de…”
Gördüğü her kapıda bu taş kilitlerden vardı. Birden aklına gelene şaşırdı. Sahi buraya nasıl olup da düşmüştü. O kar yığınında sürüklenirken kendini bu mağarada nasıl bulmuştu?
Düştüğü yere doğru yürüdü. Yer yaştı. Eğildi, elini sürdü. Sonra duvara doğru çıkan beş basamak saydı. Onlar da ıslaktı. Demek ki buradan aşağı yuvarlanmıştı. Ama duvardan nasıl geçmişti?
Basamakları çıkıp dikkatle inceledi. Anahtarı bulması uzun sürmedi. Anahtar yerine kullanılan kırmızı renkli taşı iki defa sola çevirince koca kayanın bir bölümü yavaşça kayıp bir oyuk açılıyordu. Ama içeriden açılmaydı bu. Ya o anahtar dışarıdan işliyor muydu? Ya işlemiyorsa? O zaman dışarıda başka bir anahtar mı vardı? Esas bilmece buydu. Dışarıdan nasıl içeriye girecekti?
Ama artık çok yorulmuştu. Karnı zil çalıyordu üstelik. Bu bilmeceyi daha sonra çözmeye karar verip yavaş yavaş yürüdü, taş masaya bıraktığı kalıpların yanına gitti. Buzu çözülen ilk kalıba baktı. Bu kapaklı, bir seramik, dikdörtgen, derin bir mutfak kabıydı ve içinde anlamadığı bir şey vardı.
Kokladı, burnuna çok değişik, sanki bir yerlerden tanıdığı hoş bir koku geldi. Çıra ışığında tam da göremediği bu şeyden azıcık yese miydi?
“Ya zehirlenirsem ya hastalanırsam” diye düşündü. “Ama hiç yiyeceğim yok, suyum da. Sadece şu keçe battaniyem var. Açlıktan ölmemek için mecburen yiyeceğim. Ama yıkamalıyım. Yılların tozu, buzu gider.”
Mutfak bölümüne gitti. Yıkama yerindeki borunun milini çevirdi. Önce yavaş yavaş, sonra hızlanarak akan, tertemiz görünen suyla korka korka avucunu doldurdu. Kokladı. Kötü bir koku hissetmedi. Sudan bir yudum içti. Sonra bir yudum, bir yudum daha. Ardından avuç avuç…
Suyun tadı o kadar güzeldi ki çok şaşırdı. Çok sevindi. Hemen seramik kapta ne varsa taşın üstüne döktü önce seramik kabı, sonra içindekileri yıkadı. Parça parça doğranmış bu şeyler değişik bir meyveye benziyordu.
Hemen bir parça attı ağzına. Yine çok şaşırdı. Tatlı bir tada sahip bir meyveydi bu. Ayvaya da elmaya da kavuna da benziyordu. Pişirilmiş, kabın içine yerleştirilmişti.
Mutfaktaki taş sandalyeye oturdu, kaptaki yiyeceğin hepsini neredeyse nefes almadan yedi. Ardından o tek kişilik büyük odaya gitti. Keçe battaniyeyi hem yorgan hem de yatak yaptı, hemen içine uzandı, anında sızıp derin bir uykunun kollarında kendini kaybetti…
Ne kadar uyuduğunu hiç bilemedi. Bildiği şey rengârenk rüyalar gördüğü uzun, huzurlu bir uykunun bir anne şefkatiyle kendisini kucakladığı idi.
Uyandığında yine pırıltılı bir alacakaranlıkta ve ılıman büyük odada idi. Ama bu hal onu hiç ürkütmedi. Tersine hayatında ilk defa mutlulukla gülümsedi. Artık hayat, kendine aitti ve zaman sadece kendisinindi.
Yavaşça taş karyolasında doğrulup bağdaş kurdu. Düşündü: Bugün sevgili mağarasını keşfedecekti. Hiçbir şeye el değmediğine göre mağara kim bilir kaç yıldır öylece, sahipsiz duruyordu.
“İyi ya,” dedi kendi kendine. “Artık sahibi ben olurum. Sonsuz şükürler olsun Sevgili Rabbim.”
Hemen kalktı. Çırasını yakıp odanın ortasında aşağıya doğru uzanan, kuvarstan olma, pırıltılarla aydınlık veren sarkıtın çukurlarından birine iliştirdi. Karyolanın sağ tarafına açılan küçük hamamda yüzünü gözünü yıkadı.
Tekrar çıraya uzandı. Çıralarının biteceği aklına gelince bir an içini sıkıntı basar gibi oldu. Ama hemen bir başka düşünce ile rahatladı. Bu mağara birçok insanın yaşadığı mekân olmuştu. Ama hep alacakaranlıktı. Bu insanların böylesi bir karanlıkta yaşamayacaklarına göre bir aydınlatıcının olması gerekmez miydi?
İki meseleyi hemen halletmeye karar verdi. Biri nasıl içeri girmişti, anahtarı neydi? İkincisi bu mağara nasıl aydınlatılıyordu?
Her şeyi bırakıp kapıya yöneldi. Merdivenleri çıktı. Anahtarla koca kayayı yana doğru hareket ettirip defalarca açıp kapattı. Her seferinde içeriye buz gibi bir hava ve karlar, günün aydınlığı doldu. Ama dışarıdan içeriye girişe dair en ufak bir ip ucu, belirti yoktu.
Sonra büyük bir cesaretle dışarıya çıkınca o kaya oyuğu sadece bir insanın acele olarak girebileceği zaman dilimi kadar açık kaldı, ardından hızla, hafif bir sinek vızıltısı sesi çıkararak kapandı.
Dışarıda, devasa bir girintili çıkıntılı kayanın önündeydi artık. Ya bu kapının sırrını çözecek ya da donarak ölecekti. Oyuğa oturan kayayı neredeyse santim santim inceleyip üstünde elini gezdirip her noktasına eliyle bastı, taş anahtar aradı. Çok uzun zaman uğraştı. Hiçbir şey bulamadı.
Karın üstüne oturup çığ içindeki halini hayal etti. Bileğine sert bir şey değince ona iki eliyle yapışmış, o sırada yana savrulmuş, sinek vızıltısı gibi bir ses duymuştu.
Ellerini uzattı, yakalamak için kasılan parmaklarını. Sağa savruluşunu düşündü. Niye anlamadığına şaştı kaldı. Elbette taş anahtar olmayacaktı. Bu mağaranın sahipleri içeride emniyetle yaşarken anahtarı belli olacak bir kilit yapıp neden kendilerini tehlikeye atsındı ki. Elbette çok kolay, ama asla insanın aklına gelmeyecek bir çözüm bulacaklardı. Bu mağaranın kapısı elbette kapı gibi olmayacak, görüntüsü bakanı aldatacaktı.
“Yani, tepesine iki elle güç uygulanacak,” diye mırıldandı. “Ama neresinde? Bunu ancak mensupları bilecek. Yukarıdan düştüğüme göre ya kayanın başından tuttum veya en çıkıntılı yerinden. Allah’ım yardım et!”
Tepe iki adam boyu vardı. Çıkıntılara basarak yukarı çıktı. Parmaklarıyla her yere dokunup bastırdı, sağa sola çekiştirmek istedi, olmadı. Aşağı inip tekrar kayayı inceledi.
Düşerken nereye çarpmıştı, onu hayal etti. Kendine sinirlendi. Kaya kaydığı yerden daha yüksekti. Oraya çarpmış olamayacağına göre ortalarda bir yere vurmuş olmalıydı.
Tekrar bir adam boyu tırmandı. Gözlerini yumup hayal ettiği ilk şeye deyince şaşırdı. Parmakları bir şeye oturdu sanki. Büyük bir heyecanla öteki eliyle parmaklarına uygun gelecek yeri arayıp hemen buldu.
Kalbi deli gibi atmaya başladı, ter içinde kaldı. Sevinç ve başarı duygusuyla bir an bayılacak gibi oldu. Derin nefesler alıp kendi kendine konuştu:
“-Allah’ım! Yardım et! Aç şu kapıyı Yüce Rabbim!”
Bütün gücüyle parmaklarını sağa itti. Sinek vızıltısını duymasıyla birlikte koca kaya kütlesinin içinden bir yuvarlak bölüm içe doğru kaydı, kapı açıldı.
Tedbirliydi bu defa. Yavaşça parmaklarını gevşetip açılan oyuktan içeri kayıp ilk basamağa bastı. İkinci basamakta kapı tekrar kapandı. Dizlerinin üstüne çöküp sevinçten dualar etti durmadan. Gözleri yaşardı, heyecandan ağlamaklı oldu.
Tekrar hayretle düşündü: “Bu oyuk kapı ancak bir kişinin hızla geçeceği zamana göre yapılmış. Pekiyi de çok kişi nasıl geçecek buradan, üstelik aceleleri varsa?”
Ama bu düşüncesine elinde olmadan güldü. “Bana ne lazım bunu bilmek, üstelik benim için tehlikeli de olabilir bu kapının o kadar zaman açık kalması. Bu adamlar elbette ona da bir çare bulmuşlardır,” diye düşündü.
İşte yine karanlıktaydı ama hazırlıklıydı. Çırasını yaktı. Etrafa bakındı. Mırıldandı yine: “Şimdi gelelim ikinci meseleye. İçeri giren bu insanlar aydınlatma işini nasıl hallettiler?
Yavaşça, acele etmeden, öylece ikinci basmakta durup taş duvarı inceledi. Elleriyle dokunup iyice araştırdı. Artık ümitsizliğe kapılıyordu ki elinin altındaki taş yuvarlağın yanında bir çakmak taşı gördü.
“Bu taş boşuna buraya konmadı” diye düşündü. “Mutlaka bir işe yaramalı. Yanacak bir şey olmalı buralarda. Bir yere bir şey saklanmış olmalı. Hemen bulunacak ama çok akıllıca saklanmış bir şey. Eskiler ne yakarlardı? Gaz lambası olmaz. Ama ona benzer bir şey. Ninem anlatırdı. Kandiller varmış eskiden. Değişik yağların yandığı kandiller. Ama burada kandil olmaz da kandil vazifesi gören bir oyuk olabilir.”
Düşmandan kaçıp buraya koşanların hızla saklanacağı bu devasa mağarada nasıl bir oyuk olabilirdi? İnsan boyunu aşan, gizli, içi hemen tutuşup yanan bir şeyle dolu olan taş oyuklar gerekliydi ona göre. Ama çakmak taşına dayanıklı başka bir taşın yanında olması lazımdı. Ancak kıvılcım böyle çıkabilirdi.
Oyuğu bulduğu zaman öyle sevindi ki havalara zıpladı. Neredeyse çıra elinden düşecekti.
Hemen yanı başında, ikinci basamağın bir adam boyu üstünde, koca su maşrapası büyüklüğünde, kapaklı, içi yumuşak bir şeyle dolu olan oyuğa çırayı değdirince mavi alev dilini yukarıya doğru uzattı, giderek büyümeye ve harika bir koku etrafa yayılmaya başladı. Sarkıt ve dikitlere çarpan mavi ışık onların da parlamasıyla geniş mağaranın her yanı ışıltılarla doldu.
Yavaşça merdivenden inip geniş alanın ortasına doğru gelince alev azalmaya, mutfağın kapısında sönmeye yüz tuttu. Ama artık koca mağaranın o eski sahipleri tarafından nasıl aydınlatıldığını çözmüştü. Kayadan yapılma mutfak kapısının yanındaki aydınlatma oyuğunu hemen buldu. Onun da üstünde oynayan bir taş kapak vardı. Kapağı yukarı kaldırdı. Çakmak taşıyla yakınca girişteki söndü.
“Kapakları adım sayısına göre mi ayarladılar acaba,” diye konuştu kendi kendine. “Bir kapıda yanan alev öteki kapıya yanaşana devam ediyor. Bir oyuktaki alev sönerken ötekinin yanması gerekiyor ki karanlıkta kalmasınlar. Adamlar ne akıllıymış!”
Ardından mutfağa gitti. İkinci paketi inceledi. O da seramik bir kaptı. İçinden hiç beklemediği bir yiyecek, neredeyse kapkara olmuş ama yumuşacık bir ekmeğe benzer bir parça çıktı. Kokladı, sanki elma kokuyordu. Köşesinden bir lokma ısırdı. Tadı elmalı çöreğe benziyordu.
Sevinçle küçük bir kahkaha attı uzun yıllar sonra. Ellerini yukarı kaldırıp seslendi olanca gücüyle:
“- Şükürler olsun Rabbim, şükürler olsun.”
Ertesi gün açtığı üçüncü kalıp da yine seramikti ve içinde cevizli çöreğe benzer bir yiyecek vardı. Yedikten sonra mağaranın alt katına inmeye karar verdi. Yavaş yavaş, büyük bir dikkatle basamakları adımladı. On beş adımda bir aydınlanma sağlıyordu alev oyukları ve ışıl ışıl sarkıtlar, dikitler daha da güzel, çok daha karmaşık renklere sahipti.
Giderek genişleyen alt katta büyük bir hayranlıkla etrafa bakarak bir müddet yürüdü.
Sonra ileride gördüğü şeye çok şaşırdı yine. Işıldayan duvara dayalı çok büyük bir havuz karşısında duruyor, kenarlardaki sarkıtlardan akan sulardan yansıyan ışıklar suda olağanüstü güzellikte renk cümbüşü oluşturuyordu.
“-Allah’ım,” dedi hayranlıkla. “Bu ne muhteşem güzellik. Bunlar nasıl renkler böyle! Şükürler olsun!”
Dikkatle bakıp inceleyince gülümsedi yine. Söylendi kendi kendine:
“-Bu adamlar hakikaten çok akıllıymış! Şu hale bak. İki tarafa ne güzel basamaklar yapmışlar. Herhalde birisinden giriliyor, diğerinden çıkılıyor.”
Elini değdirdi suya. Ilıktı. Kokladı, çok değişik ama temiz bir koku geldi burnuna. Bir küçük kahkaha daha attı.
“- Kendime bir neşe hediye edeyim şu suda yüzerek, dedi. “Allah rahmet eylesin sevgili nineme. Demek ki hiçbir bilgi boşuna değil! Çocukluğumda öğrendiğim yüzmenin şu yaşta işime yarayacağını nereden bilebilirdim ki?”
İç gömleğiyle bıraktı kendini o tertemiz suya. Bir uçtan bir uca yüzerken küçük kahkahalar atıyor, kendi kendisiyle şakalaşıyordu:
“- O tarlalar, o evler, sizin olsun. Rabbim bana neler neler hediye etti. Doğru değil mi dertsiz teyze?”
Ertesi gün, daha ertesi, ondan ertesi gün, her gün hep şaşıracağı şeyler buldu o olağanüstü mağarada. Ama en ufak bir kir görmedi. Yalnızca en alt katta artık alev oyukları yoktu.
Orada durdu.
“-İnsan hayatı buraya kadar,” diye mırıldandı kendi kendine. Demek ki tehlikeli bulmuşlar veya gerek duymamışlar. Benim için de yeterlidir. Artık döneyim.”
Bir zaman sonra artık günleri saymamaya başladı, umurunda da değildi üstelik.
Yavaş yavaş geçen, uzun mu kısa mı olduğunu anlayamadığı zamanda canı hiç mi hiç sıkılmadı. Hep kendine bir iş, bir meşgale icat etti. Bir vakit çamaşırlarını yıkadı, sonraki uyanışında alt katta bulduğu büyük bir odada neredeyse yıpranmamış pelerinler keşfetti, uzun ve metrelerce kumaşlar.
Hayretle “galiba terzileri de varmış, bayağı çoklarmış. O zaman dikiş aletleri de vardır bir yerlerde. Hemen aramalıyım.” diye düşündü. Hemen de buldu. Karşı duvarda taş sandığın içindeydi her şey. Artık kendine yeni urba dikebilirdi.
Ama son uyandığında dışarıyı merak etti. Dışarı çıkıp dolaşmaya karar verdi. Acaba gece mi gündüz müydü? Hâlâ kar yağıyor muydu?
Karnını doyurup, sımsıkı giyindi, kalın pelerine sarıldı. Basamakları yavaşça çıkıp kapıyı açtı. Yüzüne vuran soğuktan, neredeyse beş on adım ötesini göstermeyen sisli havadan kışın henüz geçmediğini anladı. Hemen içeri girmeye karar verdi. Ama biraz ileride koca kayanın dibinde bir şey kıpırdayıp derin ve gürültülü bir soluk alıp inledi ve iki küçük gölge koşup ayaklarına dolandı.
Büyük bir korkuyla irkilip elinde olmadan birkaç adım geri gidince ayağı o nefes alan şeye çarptı ve hızla geri döndü. Gördüğü şey karşısında dehşetten dondu, öylece kalakaldı. Karşısında kocaman bir kurt vardı ve gözlerini dikmiş, ona bakıyordu.
“Allah’ım,” diye düşündü. “Her beladan beni kurtaran Yüce Rabbim! Bir mucize yarat! Yalvarırım …”
Ama koca kurt durduğu yerde sağa sola sallandı, birden yan üstü yere düşüp gözlerini kapattı. Ayaklarına dolanan gölgeler küçücük iki yavruydu. Debelene debelene kurdun yanına gittiler, onu yalamaya başladılar.
Beynini yakan dehşet duygusu yerini yavaş yavaş çok büyük bir meraka, sonra da derin bir acıma duygusuna bıraktı. Hemen gidip korka korka ayağını uzattı, yerde öylece yatan kurda değdirdi. Hayvan hiç kıpırdamadı. Bir daha, bir daha itti. Yine bir kıpırtı olmadı.
Acıma duygusu giderek artmaya başladı. Acaba hayvan ölmüş müydü? Soğuktan donuyor muydu? Yoksa açlıktan bayılmış mıydı? Bu küçük yavrulara ne olacaktı?
Bin bir soru beyninde dolaşırken büyük bir cesaretle hayvanın yanında diz çöktü. Göğsüne elini koyup bir müddet tuttu. Avucunun altındaki atışları duyunca ürkek bir sevinç kalbine ikircikli bir şekilde yer etmeye başladı. Hayvan yaşıyordu!
Hemen kumaşlardan yaptığı belindeki yedek ipi çözdü. Baygın hayvanın hemen ağzını, ayaklarını bağladı. Yavrularını koynuna soktu.
Koca kurdu arka ayaklarından oyuğun önüne sürükledi, açar açmaz içeri sarkıttı. Alelacele kendisi de içeri girdi. Az sonra o cılız vızıltı duyuldu, dışarının sisli aydınlığı son buldu.
Hemen aydınlatma oyuğunu yaktı. Kurdun ikinci basamağa düştüğünü, baygın yattığını gördü. Birbirine bağlı arka ayaklarından yavaşça sürükleyip tedavi odasına götürdü.
Bir koşu gidip yattığı odadan en kalın kumaşları seçti. Kucağına doldurdu. Koşarak geri döndü. Kumaşın en geniş ve uzununu odadaki taş masanın üstüne birkaç sefer sarıp sıkıca bağladı. Kalan parçayı hemen ileride boş duran taş sandığın dibine yaydı. “Artık hayvancıklar yatarken üşümezler,” diye aklından geçirdi.
Sonra koca hayvanı zorlanarak taş masaya yatırdı. Yavruları da taş sandığın içine koydu. Üstlerini kalın kumaşla örttü.
Şimdi ne yapacaktı? Aklına ineklerini muayene eden yaşlı şifacı ile ocaklı ninesi geldi. Korka korka yanaştı, yavaşça tüylerine değdirdi elini. Hayvan kıpırdamadı.
Az sonra büyük bir cesaretle koca hayvanın her tarafına baktı. Sağ kalçasında derin bir yırtık vardı ve sağ bacağı ateş gibi yanıyordu.
Hemen tedavi odasında raflara dizili seramik kalıpların içlerine baktı. Renk renk killeri, sabun yapılan tozları hızla kokladı. En tanıdık gelen kokulu kille tozu karıştırıp köpürttü ve zavallı hayvanın yarasını iyice yıkadı. Vücudunun neredeyse tamamını tertemiz, köpüklü bezlerle sildi.
Yaralı kurtta canlılık emaresi olarak gördüğü sadece nefesi idi.
Porselen kapları bir daha gözden geçirdi. Birinde macunumsu bir şey buldu, kokladı. Burnuna gelen çok sert kokuda neler yoktu ki: Sarımsak, nane, pelin otu, reçineli bal… Ninesinin sözleri geldi aklına: “Bozulan şey kötü kokar. Bal asildir, bozulmaz.”
Hemen bir koşuda dikiş malzemelerini getirdi. Büyük bir kararlılıkla makasla sağ bacağında bulunan tüyleri kesip tekrar temizledi. O macunu sürdü. Üstünü bir gün evvel yıkadığı temiz bezle sarıp kapattı. Kıpırdayıp sargıyı açmaması için iri hayvanın dört ayağını kalçasını ve göğsünü kaplayacak şekilde uzun ve enli bir kumaşa sarıp masaya bağladı.
Sonra zayıflamış vücuduna baktı. “Bu hayvan acaba kaç gündür su içmedi ve bir şey yemedi,” diye düşündü. “Aşağıya inip o mis gibi kokan sudan biraz getireyim. İçirmeye çalışayım.”
Suyu gidip getirdi. Ama yüreğini de yine bir korku dalgası kaplamaya başladı. Koskoca hayvan, ya uyanır da saldırırsa, elini birden kaparsa.
Başını bağladı, gözlerini kapattı kurdun. Kilitli çenesini zorla açtı. Seramik kupa ile ağzına sudan azar azar dökmeye başladı. Hayvan önce hiç tepki vermedi. Ama o inat edip yavaş yavaş dökmeye devam etti.
Sevinçle gördü ki kurdun gırtlağı oynadı sonunda ve suyu yudum yudum içmeye başladı. Beş on yudumdan sonra başını sağa sola çevirip kıpırdadı. Artık içmek istemediğini belli etti.
Rahat nefes almalıydı hayvan. Hemen uzandı. Korka korka, yavaşça başındaki bağı açtı, gözlerindekini de. Ellerini aceleyle çekti.
Kurt başını yavaşça ona doğru çevirip gözlerini araladı. Ona baktı. Sonra gözleri odanın içinde gezindi ve ona döndü. İnleyerek bakmaya devam etti.
O an hiç çözemediği bir duygu seli yüreğini yaktı geçti. Koca kurdun bakışlarında derin bir hüzün vardı sanki. Sanki özlemler o gözlerde bakış olmuştu da bir şey istiyordu, çok sevdiği, kaybetmekten korktuğu şeyleri…
Gözyaşları içinde “yavruları,” diye düşündü. Yavrularını istiyor.”
Hemen fırladı, taş sandıkta birbirine sarılmış olarak uyuyan yavruları kaptı. Kurdun başının yanına koydu.
İki küçük yavru annelerinin başına başlarını koydu. Anne de onları yalamak için ağzını açmaya çalıştı. Ama gücü yetmedi, derin ve gürültülü bir nefes aldı, tekrar kendinden geçti.
Elinde olmadan uzandı, kurdun başını, yanaklarını okşadı. Burnunu çeke çeke gözyaşlarını sildi. “Ey Allah’ım,” diye düşündü. “Acımasız kurt deriz, canavar diye kötüleriz. Ama o ana. Ana işte. Kendini düşünmedi. Varsa yoksa yavruları. İnsanoğlu, ah insan oğlu, küçük bir menfaat için cinsini katleden insanoğlu…”
Ardından aklına yavruların da aç ve susuz olacağı geldi. Acaba bunca sıkıntıdan sonra anne kurdun sütü kalmış mıydı? Denemeli, neticeyi görmeliydi.
Yavruları yavaşça annenin karnına getirdi. Aç olan iki yavru da memeleri hemen buldu, emmeye gayret edip çekiştirdiler. Ama belliydi ki kim bilir kaç gün aç kalan yaralı annenin çok az sütü vardı veya kalmamıştı artık.
Şimdi beklemekten ve küçük yavruları beslemekten başka yapacak bir şey yoktu. Yavaşça uzanıp yavruları kucağına aldı, mutfağa yöneldi.
Kaç defa uyuyup uyandıysa gidip yavruları elleriyle besledi. Ananın memesini unutmaması için onları yaralı kurdun karnına koyup memelerini çekiştirmesini izledi. Sevimli yavrular ona hemen alıştılar.
Ama… Ama ana kurdu yedirirken çok zorlandı, çok da korktu. Baygın hayvanın kilitlenmiş çenesini açmak, kocaman dişlerinin arasına yiyecek sokuşturmak ve su içirmek sabır gerektirdi ve ısırılma korkusunu yenmek için de çok cesur olmak şarttı.
Neticesi güzel oldu ama. Ana da yavaş yavaş kendine geldi. Önce bol bol su içti. Seramik kaptan ağzına konan yiyeceği önce azar azar, sonra çokça yedi.
Altıncı uzun uykusundan sonra yarasını açıp baktı. Sevinçle fark etti ki yara küçülüyordu ve ateş kalmamıştı. Tekrar merhem sürüp temiz bezle kapattı.
Kurt hiç sesini çıkartmadan, kıpırdamadan durdu bütün bu işleri yaparken. Sonuncu gözlerini açışında yine bakıştılar. Yavrularını yanında görünce başını yavaşça kaldırdı. Onları uzun uzun yaladı.
Sonra kaç uyku ya günü saydığını artık bilemediği zamanda yara iyice küçülüp kabuk bağladı. O sıralarda kurdu yine sildi, tüylerini taradı. Ayaklarını hareket ettirdi, başını sağa sola yatırıp kaşıdı, okşadı. Ama asla bağlarını çözmedi. Bütün bu işleri yaparken ağzını hep sımsıkı bağladı.
Kurt hiç sesini çıkarmadı, hiç debelenmedi. Vücudunu onun ellerine bıraktı. Tam bir teslimiyet içinde yapılanları seyretti. Hüzünlü ve nemli gözleriyle hep ona baktı.
Önce çok ağladı kurdun bu haline. Sonra kalbi derin ve engin ummanlarca dolu sevgiyle gülümsedi ve dedi ki:
“-Annecik! Sevgili annecik. Sana bir ad koyalım mı? Senin adın annecik olsun mu?”
Sonra ona hep “Annecik” diye seslenmeye başladı. Kurt da “annecik” sözünü duyunca kulaklarını diker oldu, yavrular da.
Aradan ne kadar uzun olduğunu bilemediği, uyuyup uyandığı vakitler daha geçti. Kurdun sargısını son kez açtığında tüyleri uzamaya başlamış, tertemiz bir bacak gördü. Artık yapılacak bir şey kalmamış, yara tamamen iyileşmişti.
Sayamadığı, bilemediği günler ve geceler geçip gitmiş, hayvancık kendini bilmeden ve hep tek tarafına yatmıştı. Acaba bunun bir zararı olmuş muydu?
Ninesini düşündü elinde olmadan. Son zamanları hep yatarak geçmiş, sırtında, kalçasında yaralar çıkınca yaşlı kadının tarif ettiği şekilde kardığı merhemleri sürmüştü. Hayvanı da çevirmeli, sağına soluna bakmalıydı. Şimdiye kadar hiçbir zararı olmamıştı hayvanın. Ama artık toparlanıyor, kendine geliyordu. Çok da sakin, sevimli bir kurttu, üstelik pek iri yarıydı.
Elinde olmadan uzandı, ön ve arka ayakları bağlı, vücudu masaya sımsıkı sarılı kurdun sırtını, yanaklarını okşadı.
Ne yapacağını düşündü bir müddet. Aklına gelen hiçbir düşünceyi beğenmedi. Kendi kendine kızmaya başladı. Söylenmeye başladı:
“- Doluya koydum almadı, boşa koydum, dolmadı misali… Hiç sesi çıkmıyor, bebek gibi. Ne verirsen yiyor. Ne verirsen…”
Devamını getiremedi. Sevinçle gülümsedi. “Ne giydirirsem, bebekler gibi. Tamam işte,” diye mırıldandı. “Hem de yemeğini de kendi yemiş olur.”
Yavaş yavaş çalışıp dörtgen şeklinde kestiği kalın kumaşın dört köşesine ördüğü ipleri takıp sağlamlaştırdı. Hayvanın sırtından koltuk altlarına geçirip düğümledikten ön ayaklarına sardı. Ardından gevşek bir şekilde masaya bağladı. Aynı işi arka ayakları için tekrarladı gülümseyerek.
Günlerdir birbirine bağlı şekilde duran ön ve ayakları artık çok rahatlayacaktı. Yavaşça kesti o bağları ve bacaklarını birbirinden ayırıp hemen hayvanı göğsünün üstüne yerleştirdi. Kurt inledi hafifçe. Derin nefesler almaya başladı.
Ama yine korktu, çok korktu hem de. Elleri titremeye başladı. Yoğun bir ter bastı her tarafını. Ama korkuyu çabucak yendi. Hemen hayvanın gözlerini açtı, ağzını çözdü. Taş sandıktaki iki yavruyu başının yanına, porselen kaptaki yiyeceği önüne koydu. Koşup odanın öteki ucuna gitti.
Kurt sadece derin nefesler alarak onu seyretti. Sonra yavrularını uzun uzun yaladı. Sonra ilk defa kuyruğunu sağa sola salladı. Ardından porselen kaptaki yemeğini yavruları ile beraber yedi.
Sonra ön ayaklarını uzattı, çenesini taş masaya dayayıp onu seyretmeye devam etti. Ama çok sürmedi bu hali. Yavaşça gözlerini kapattı. Uykuya daldı.
Parmaklarının ucuna basarak gitti, yavruları yavaşça yine taş sandığa, kumaşın üstüne koydu sessizce.
Büyük odada uyumak istedi. Ama ilk defa uykusu kaçtı. “Bu bağlar hayvana eziyet,” diye düşündü. “Artık iyileşti. Yavruları da hızla koşacak hale geldi. Ne tombul ne güzel oldular. Şişmanlıktan koşmak yerine neredeyse yuvarlanıyorlar. Birkaç gün daha bakarım. Sonra dışarı nasıl çıkarırım bilemem. Ama serbest bırakırım. Of! Çok da alıştım bücürlere, annesine de. Alışmak mı?”
Düşündü, gözleri doldu. Hayretle fark etti ki ninesi ve oğlundan sonra ilk defa bir canlıyı yürekten sevmeye başlamıştı. Kurdun anneliği muhteşemdi. Onun küçücük yavrularını mağaranın kapısını hissedip oraya kadar getirişi, Yavruları koynuna aldığını gördükten sonra yere düşüşü gözünün önüne geldi. Farkında olmadan hıçkırdı.
Onları nasıl gönderecekti? Kalbinin yarısını da götüreceklerdi hiç bilemeden. İçinde büyük bir boşluk hissetti. Tavana bakıp söylendi:
“-Yapacak bir şey yok ki! Kapıyı açmazsam bir müddet sonra ya bana saldırırsa? Ben onları böyle severken onlar bana ihanet ederse?”
Aklına yeğeni başta olmak üzere birlikte hayat geçirdiği insanlar geldi. Hepsi kendine ihanet etmişti, ninesi hariç. O da nişanlandıktan birkaç gün sonra ötelere uçup gitmişti.
Sanki uzunca bir rüya görmüş, gerçeğe uyanmıştı. Bu rüyada çileli bir fakirlik vardı, sevgisizlik çölünde yetişen, gözleri aç, gönülleri bomboş garibanlar vardı.
Ve… O kötü rüyadan uyanmış, şimdi çok mutlu hissettiği hayatında ışıltılar daha da artmış, bu kurt ve yavruları kalbine bilmeden muhteşem sevgi tohumlarını ekmişti. Ama o çiçekler sadece kendi gönlünde açıyordu. Kurdun kalbinde sevgi var mıydı ki?
İlk defa yorgun uyandı. Hemen yataktan fırladı. Mutfağa gitti, yiyecek ve su kabını yüklendi. Kurda ve yavrularına koştu. Kapı yavaşça açılınca kurdun iyileşen yanına yatmış olduğunu görünce çok sevindi.
Kurt onu görünce kulaklarını dikip yavaşça doğruldu, kuyruğunu salladı. Bir an için göz göze geldiler. Ama kurt başını taş masaya koyup gözlerini kapattı.
Bu hali görünce “iyi, anneciğin bu hali işimi çok kolaylaştırıyor,” diye düşündü. Sonra hemen kapının karşısındaki duvara yapışık taş sandığın yanına kalın yün kumaşı serdi. Ardından masaya yavaşça yanaştı. Hayvanın hemen ağzını, gözlerini yine hızla bağladı, dikkatle baktı ona. En küçük bir debelenme olmayınca bağların hepsini kesti. Kucakladı, yere indirdi. Kumaşın üstüne yavaşça yan yatırdı. Urgan yaptığı bezi sandığın taş kilidine bağladı. Diğer ucunu da kurdun boynuna geçirdi.
Hayvan hiç kıpırdamadan öylece yatıyordu. Uzanıp sırtını, ayaklarını sıvazladı. Başını kaşıyıp okşadı. Derin nefesler almaya başladı kurt.
Hemen önce ağzını, sonra gözlerini açınca hayvancık yine odanın dört tarafına bakıp inledi. Gürültülü birkaç nefes alıp başını kaldırdı.
Bu hali içini sızlattı. Yine yavrularını yanında istiyordu.
“- Annecik, dedi hüzünle. Anladım. Hemen getiriyorum bücürleri. Korkma. Yanındalar.”
Taş sandığın içinde, kumaşların arasında birbirine sarılmış uyuyan iki yavruyu aldı. Yavaşça yere bıraktı. Bücürler annelerinin yanına gidince yine yalama faslı başladı. Ardından yavrular annelerinin artık sütü çoğalmaya başlayan memelerine saldırdılar.
Uzaktan seyretti onları. Anne sevgisini doya doya, adeta bir güzeller güzeli koku gibi içine çekmek, bu olağanüstü sevgi selini ruhunda hissetmek istedi.
Öylece kaldı bir müddet. Ana kurt yavaşça yarası iyileşmiş ayağını kaldırdı, geriye çekti. İki bücür hemen oradaki memeye saldırıp ne kadar süt birikmişse bitirmeye çalıştılar.
Kurt derin ve gürültülü bir nefes aldı, başını ona çevirdi, uzun uzun baktı.
Az sonra yavrular uykuya dalınca kurt ayağa kalkmaya çalıştı. Önce ön ayaklarının üstüne yüklenip titreyerek doğruldu. Sonra arka ayaklarını altına çekti. Yavaş yavaş, korka korka bastı yere. Titreme bütün vücudunu sardı ve sarsılıp yere çöktü. Ama yılmadı. Bir kere daha, bir kere daha denedi. Dört ayağının üzerinde durana kadar çok uğraştı. Ama kalktı sonunda.
Zafer çığlığı atarak destekledi kurdu, sevinçle bağırdı:
“-Ah! Haydi! Az kaldı! Haydi, diren Annecik! Yiğit kızım benim! Annecik başardın! Haydi annecik, şimdi adım at!”
Kurt biraz bekledi. Titremesi geçince birkaç adım attı, küçük bir daire çizdi. Başını havaya kaldırıp derin derin nefesler aldı. Ardından gidip ayakta yemeğini bitirdi, suyunu içti. Dönüp ona uzun uzun baktı, kuyruğunu salladı. Sonra kumaşın üstüne gidip yavrularının yanına yattı. Gözlerini kapatıp uykuya daldı.
Nasıl da cesur, nasıl da kuvvetli bir hayvandı. Hayata karşı direnmeyi nasıl da iyi biliyordu. Nasıl da sevgi dolu bir anneydi.
Yüreğinde garip bir eziklik, ruhunu işgal ettiğini hissettiği, ancak anlayamadığı kederli bir ayrılık duyusu ile yavaşça odadan çıktı. Üstüne neredeyse gözle görülebilecek derecede çöken bir halsizlikle gidip taş yatağına uzandı.
Uzun uzun düşündü elinde olmadan. Kurt artık ayaklanmış, yavrular da çok iyi bir şekilde koşmaya başlamışlardı. Hızla büyüyorlardı. Onların vatanı ulu dağlar, gür ormanlar, uçsuz bucaksız ovalardı. Artık dışarı çıkma vakti geliyordu. Kısa bir zaman sonra boynundaki ipi dişleyip paralayacak, belki de kendisine saldıracaktı. O zaman ne yapacaktı?
Zorlukla daldığı uykusunda kabusa yakın rüyalar gördü. Hepsinde de bücürleri kucağına almak istiyor, ama bir türlü ulaşamıyordu.
Uyandığında yatakta biraz oyalanıp sıkıntıyla düşündü. Demek ki hayat dönem dönemdi ve biri biterken diğeri başlıyordu. Bir kısmet kapısı kapanırken öteki açılıyor, bir sebep diğerinin sebebi olurken görevini tamamlıyordu.
“Belki de bu mağaraya Yüce Rabbim beni bu kurt ile yavrularının hayatını kurtarmak için gönderdi. Şimdi onlar iyileşti, görevim bitti. Bakalım zaman bundan sonra bana hangi hediyelerle gelecek. Rabbim neleri kısmet edecek,” diye mırıldandı. “Şu muhteşem mağaranın sarkıtlarla, rengârenk pırıltılarla dolu koca odasında kim bilir kimler yaşadı da nelere, nelere sebep oldular. Onların da neyine kimler nasıl sebep oldu. Rabbim, sana şükürler olsun…”
Yavaşça doğrulup yanı başında duran çırasını yaktı. Ardından mutfağa gidip geceden hazırladığı yiyecekleri aldı. Kurt ve yavrularının kaldığı odaya yöneldi.
Kapıyı açınca gördükleri karşısında küçük bir şaşkınlık yaşadı. Kurt ayaktaydı. Yavrular artık iki ayaklarının üstüne kalkıp annelerinin memelerine uzanabiliyordu.
İhtiyatı elden bırakmadan yavaşça içeri girdi. Kurdun boynuna baktı. İp yerindeydi. Sessizce ilerledi. Yavaşça yiyecek ve su kabını yere koydu. Onun ulaşacağı yere kadar itti. Ardından kapının hemen yanına bağdaş kurup onları seyretmeye başladı.
Hayvan büyük bir dikkatle ve sessizce onu izledi. Sonra önüne konan yemeği yavrularıyla beraber bitirdi. Yine suyunu içti, kumaşın üstüne yatıp başını ön ayaklarının arasına koydu. Bu defa uyumadı. Birkaç sefer derin ve uzun nefes aldı. Ona bakmaya devam etti.
Yavrular gelip kucağına çıktılar. Sırtlarını, başlarını okşayıp kaşıdı. Yere yatırıp göbeklerini gıdıkladı. Farkında olmadan bebek sever gibi sevdi onları. Küçük sevimli dilleriyle ellerini yalamalarını, elbisesini tutup çekiştirmelerini sevdi. Küçük masum yüzlerini, saf bakışlarını sevdi.
Ayrılacağı aklına gelince gözleri doldu. Artık odadan çıkmalıydı. Yoksa yine ağlamaya başlayacaktı. Ayağa kalktı. Yavaşça kapıyı açtı. Tam dışarı çıkmıştı ki bir şey bacaklarına sürünüp önünden geçiverdi. Ama kapı kapandı. Ortalık alacakaranlığa dönüştü. Önce ne olduğunu anlayamadı, durdu. Kapının dışındaki aydınlatma oyuğunu yakınca ayaklarına sürüneni gördü, dehşet içinde öylece dondu kaldı. Çıkan kurttu. İpi çoktan koparmış, sadece geriye boynunda bir halka gibi duran parçası kalmıştı.
Kurt yavaş yavaş yürüdü. On metre kadar uzakta durdu, ağzındaki yavrusunu yere bıraktı. Başını kaldırıp ona bakmaya başladı. İkinci yavru tam da ortalarındaydı. Tereddüt içindeydi sanki. Koşarak geldi, ayaklarını küçük pembe diliyle yaladı, ardından dönüp annesinin yanına gitti.
Büyük bir korku bütün vücudunda fırtınalar estirirken kendi kendini sakinleştirmeye çalışıyor, soğukkanlı düşünmeye çalışıyordu. Besbelliydi ki kurt boynundaki ipi odaya girmeden çok önce kemirip parçalamıştı. Eğer ona saldırmak isteseydi içeride boğazına çökerdi. Bunu yapmadığına göre şimdilik böyle bir niyeti yoktu. Üstelik karnı da toktu. Kaç zamandır yavrularını yedirmesine, sevmesine de izin veriyordu. İstemese hırlar, dişlerini çıkarır, onu durdururdu.
Sakinlemeye gayret edip bir çare bulmaya çalıştı. Odasına gitse peşinden gelebilirdi. Ne yapmalıydı?
Aklına yavaş yavaş, adım adım alt kata inmek geldi. Sarkıtlara tutunarak merdivenleri bulup alt kata inerse bir yer bulup saklanır, daha sakin düşünürdü. Sırtındaki küçük torbadaki yedek çırasını hemen yaktı. Sessiz olmaya çalışarak bir adım attı, bir adım daha…
Az sonra merdivenin başına ulaşınca geriye dönüp baktı. Herhangi bir karaltı veya ses duymadı. Aydınlatma oyuklarını yakmadan ilerledi. Büyük havuzun yanına geldi. Endişeyle merdivenlere baktı. Bir şey göremedi.
Çırayı sarkıtın oyuğuna yerleştirdi. Ardından havuzun kenarına oturup yavaşça ayaklarını suya soktu. Ilık, tertemiz su çok hoşuna gitti. Şu son yaşadıkları onu ter içinde bırakmış, bütün vücudu korkudan kaskatı kesilmişti.
Ninesi aklına geldi. Hayatında bir kere kaplıcaya gitmişti zavallıcık. Anlata anlata bitirememiş, ağrılarına ne kadar iyi geldiğini söyleyip durmuştu.
“Eh, ben de ninem gibi sızlanmaya başlamadan biraz yüzeyim, diye mırıldandı. “Kurtların suyu sevdiğini hiç duymadım. Belki de beni suda görürse yanaşmaz.”
Çuval gibi diktiği iç gömleğiyle suya daldı. Yüzmeye başlayınca çok hoşuna gitti ılık su. Sakinleşinceye kadar tekrar tekrar kulaç atmaya karar verdi.
Derinliği bir insan boyu kadar olan havuzun suyu bir taraftan yavaş yavaş akmaya başlıyor, öte başa kadar gidip duvarın dibindeki eni çok dar olan aralıktan aynı hızla kayboluyordu.
Yavaşça gözlerini kapatıp öylece suyun içinde kalmak istedi bir müddet.
Ama… Ama bir anda büyük bir gürültüyle havuza düşen şey suları havaya fırlatıp etrafa saçtı. Koca koca dalgalar oluştu, kendisini de sağa sola savurdu.
Şaşkınlıkla gözlerini açınca yine dondu kaldı bir müddet. Koca kurt suyun içindeydi. Bücürler kıyıda kendine doğru koşuyorlardı. İyice yanaşınca ilk önce dişi bücür, arkasından da erkek yavru suya atlayıp küçücük bedenlerinden beklenmeyen hızla yüzdüler ve hemen yanına geldiler. Anneleri uzaktan onları dikkatle izliyor, orada öylece duruyordu.
Hemen aklına ufaklıkların boğulma ihtimali geldi, içi endişeyle titredi. Ellerini uzatıp ikisini de tuttu. Omuzlarına koydu. İki küçücük pembe dil yüzünü yalamaya başlayınca her şeyi unuttu!
“Nasıl da sevimliler, nasıl da korumasızlar. Ama sevmeyi nasıl da biliyorlar. Allah’ım! Bu bücürlere sen öğrettin, sen bildirdin bu sevgiyi, bu şefkati, bu inceliği. Bu sevgiyi bana yaşatıyorsun, Rabbim, sana şükürler olsun…”
Kurt bu hali görünce seyri bırakıp yüzmeye, dalıp çıkmaya başladı. Ama asla onlara yanaşmıyor, havuzun öteki ucunda suyla adeta muhabbet ediyordu.
Ne kadar zaman geçirdiklerinin farkına varmadan bir müddet suda kaldılar. Ardından kurt bir zıplayışta kenara çıktı. Birkaç sefer üzerindeki suları silkeledi. Tüylerini yaladı. Onları izlemeye başladı.
O da ürkerek baktı anne kurda. Yine aklına endişeli sorular geldi. “Annecik yüzmemizi, suyla oynamamızı bitirmemizi istiyor anlaşılan” diye düşündü. “Suda kalırsak yavrularına zarar vereceğimi düşünebilir. Şimdilik sakin. Hemen çıkarayım, yanına göndereyim.”
İki yavruyu kenara bıraktı yavaşça:
“-Haydi bücürler, Anneciğinizin yanına. Çabuk…”
İkisi de önce iyice silkelenip etrafa bir sürü su damlacığı saçınca elinde olmadan kahkahalarla güldü. Onların koşa koşa kurda doğru gidişlerini, onun o kocaman diliyle yavrularını yalayışını keyifle seyretti.
Sonra yine bakıştı kurtla.
Ve… Koca hayvan iki bücürle merdivene doğru yürüdü, yavaş yavaş gözden kayboldu.
Onların gidişini seyrettikten sonra sessizce sudan çıkıp çırayı aldı. Korka korka merdivenleri çıktı. Doğru odasına gidip aceleyle üstünü değiştirdi. Hemen çıktı, aydınlatma oyuklarını yakarak mutfağa gitti. İki seramik yemek kabını, su çanağını yüklendi. Sessiz adımlarla, ürke ürke kurt ve yavrularının odasına doğru yürümeye başladı.
Odaya yaklaşınca onları gördü. Üçü de yere uzanmış, başlarını zemine dayamış, sanki onu bekliyorlardı.
Kalbi serin esen rüzgârlar gibi çarpmaya, elinde olmadan sinsi bir ürküntüye yenilmeye başladı. Yine ter bastı bütün vücudunu. Ama bücürlerin onu görünce hemen fırlayıp gelmeleri, ayaklarına sürünmeleri içini biraz da olsa içini rahatlattı.
Büyük bir cesaretle dönüp kurda baktı. Taş kapıyı anahtarıyla açıp ona titreyen sesi ile seslendi:
“-Annecik! Haydi gel. Annecik! Haydi!”
Kenara çekilip sırtını duvara verip bekledi. Kurt hemen kalktı. Başını öne eğdi. Ona hiç bakmadan hızlı adımlarla odaya girdi. Gidip kumaşın üstüne yattı. Bücürler de peşinden gidip annelerinin başıyla oynamaya başladılar.
Dışarıdan süzülen zayıf ışıkta hemen elindekileri yere bırakıp aydınlatma oyuğunu yakarken kapı kapandı. Tepedeki sarkıttaki kuvarstan yansıyan pembe pırıltı sanki şimdi daha parlaktı.
Kurt başını kaldırıp bir ona bir pembe parıltıya baktı. Birkaç defa derin nefes alıp çenesini yere dayadı, dilini çıkarıp yalandı.
Büyük bir dikkatle izlediği hayvanın yalandığını görünce deli bir acıma duygusu kalbini acıttı. Gözleri doldu. İçi yine bilemediği yiyecekle dolu seramik kabı onun önüne sürdü. Yavaşça konuştu:
“-Annecik! Seni anlıyorum. Hiç bilmediğin bir yerde, güneşi görmeden kim bilir kaç gündür yaşıyorsun. Hiç bilmediğin yiyecekleri yemek zorunda kaldın. Çıkışı da bilmiyorsun. Besbelli ki çok merhametli bir kalbin var. Bana saldırmadın. Aslında beni hemen öldürecek güce de ulaştın artık. Ama yapmadın. Artık dışarı çıkmak istiyorsun. Merak etme. Çok kısa zamanda hürriyetine kavuşacaksın.”
Kurt önce kulaklarını dikip onu dinledi. Hiç kıpırdamadı. Sonra yavaşça bücürlere bakıp ön ayağını yere vurdu. Yavrularla birlikte kaba uzandı.
Onların yemek yemesini, şapırtılarla su içişini bir zaman seyretti. Devamlı korkusunu yenmeye çalıştı.
Sonunda kurt yavaşça yan yattı. Yine göz göze geldiler, bakıştılar. Hayvanın gözleri kapanırken bücürler annelerinin memelerine saldırdı.
Usulca yerinden kalktı, yavaşça kapları alıp dışarı çıktı. Yürürken hüzünle düşündü. Bu böyle olmayacaktı. Artık yavrular annelerini rahatça takip edecek hale gelmiş, anne de çok kuvvetlenmişti.
Ne yedirdiğini bilemeden önüne lezzeti güzel şeyler koymuştu. Ama bu insan için güzeldi. Yaban hayvanı, hele hele kurt için de iyi miydi acaba?
Kurtlar alabildiğine geniş alanlarda yaşar, kendi hayat alanlarını kendileri tercih ederlerdi. Hürriyetlerine çok düşkün olduklarını, esarete dayanamadıklarını yine ninesinden dinlemişti. Oysa bu mağara ne kadar geniş olursa olsun, güneşi, ayı, yıldızları içine alan göğü görmüyor, yeşillik yaşamıyordu burada. Şimdilik başka canlı da görmemişti.
Odasına gitti, sırt üstü yatıp tekrar tekrar aynı şeylere kafa yordu. Sonunda daha fazla beklemenin bir manası olmadığına karar verdi. Tavandaki mor ışıltı yayan sarkıttaki şekillere bakıp yine düşünce batağına gömüldü:
“Aslında daha fazla tutarsam bücürler bücür olmaktan çıkıp koca iki kurt olacak. Şimdilik verdiklerimi yiyorlar, annesinin sütünü de içiyorlar. Mağaranın kiler bölümünde bitmeyecek gibi görünen bol yiyecek var. Ama nereye kadar?”
Yan döndü, keçe battaniyesini üstüne çekip kendi kendine kızmaya başladı. Neredeyse bağırıp azarladı içinde durmadan söylenen sesi:
“-Eh! Ama yeter! Sen! İşin hakikatinde, sen istiyorsun gitmelerini, sen! Daha fazla kalırlarsa onları çok seveceğinden, yine ihanete uğrayacağından korkuyorsun deli gibi. Kurdun artık sana saldırmayacağını adın gibi biliyorsun. Korkak! Sen bir ödleksin. Geçmiş geçmişte kaldı! Daha ne kurcalıyorsun ki.”
İçini çekip ağlamaya başladı. Gözyaşları arasında yine söylendi:
“-Ya onlar da bana çok alışırlarsa? Buraya alışamaz da bana alışırlarsa. Gitmek istemeyip tek tek elimde ölürlerse? İşte buna dayanamam Allah’ım. Bunu bana yaşatma Rabbim! Onların yaşamaları için gereken kurulu düzen dışarıda. Burası onlar için hiç uygun değil. Uyanır uyanmaz kapıyı açıp onları dışarı salacağım.”
Derin bir bezginlik içinde sızlandı bir müddet. Artık düşünemez olup beyni uyuşmaya başlayınca uyuyakaldı, yine karabasanlarla dolu bir uykuydu bu ve hiç dinlememiş bir şekilde uyandı.
Hemen kalktı. Çırasını yaktı. Bir koşu mutfağa gitti. Yine seramik yemek kabını, su çanağını yüklendi. Doğru Kurt ve yavrularının odasına neredeyse koşarak ulaştı. Çabucak kapıyı açıp elindekileri yere bıraktı. Çırasını oyuğa uzatıp ortalık o pırıltılı aydınlıkla buluşunca kurt gözlerini açtı. Yine bakıştılar. Bücürler yavaş yavaş uyanıp gerindiler. Onu fark edince koşup eteklerini o küçük ağızlarıyla ısırıp çekiştirmeye koyuldular. Yine ne güzellerdi ne sevimlilerdi.
İçinden yükselen yoğun ağlama isteğini bastırıp yiyecekleri önlerine sürdü. Gidip kapının kenarında bağdaş kurup oturdu. Yavrular yemek yemeyip kucağına çıktılar, elleriyle oynamaya başladılar.
Kurt bu defa yemeği çok hızlı yedi. Her zaman yaptığını da yapıp gidip kumaşın üstünde kıvrılmadı. Ayakta bekledi. Yavruları da kucağından inip annelerinin yanına gitti.
Şaşkınlıkla bir kurda bir yavrulara baktı. Aklına gelen düşünce keskin bir bıçak olup kalbine saplandı sanki. “İşte,” dedi kendi kendine. “İşte gitmek istemesinin işareti. Gitmek isteyen misafir gibi ayakta. Oturmuyor, bekliyor. Kapıyı açmamı, çıkıp gitmeyi istiyor. Pekâlâ, öyle olsun. Hemen, şimdi kapıyı açayım da git o zaman.”
Yavaşça ayağa kalktı. Taş anahtarı çevirirken gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Çırasını yaktı. Yanına gelen İki yavruyu tek eliyle kavradı. Kurda döndü:
“-Haydi annecik çık, dedi. Çık! Haydi, ömür senin, ne istiyorsan o olsun, hayırlısı olsun.”
Elinde olmadan küçük bir korku yaşadı kurt önünden geçip dışarı çıkarken, İçi titredi elinde olmadan. Ama kararından dönme korkusu onu kendine getirdi.
Hızlı adımlarla giriş oyuğuna ulaştı. Basamakları çıkıp önce aydınlatma oyuğunu yaktı. Ortalık daha da aydınlanınca kırmızı taşı iki kez çevirdi. Yuvarlak oyuk o vızıltı sesiyle hızlıca açıldı. Yavruları girişteki ikinci basamakta bırakıp arkasını döndü. Biraz geride kendini takip eden kurda seslendi:
“-Haydi annecik! Bak! Dağların seni bekliyor. Haydi koş!”
İçeriye gün ışığı dolunca yavrular bir an şaşırıp öylece durdular. Ardından gün ışığını ve dışarıyı merak edip basamağı çıkmaya çalışırken kurt birden deli bir hızla koştu, bir sıçrayışta basamakları geçti. Dışarı çıkmak üzere olan yavruyu yakaladı, ağzına aldı. Fırlatırcasına alt basamağa attı. Kulaklarını dikip dişlerini gösterdi ve yavrularına bakıp hırladı.
Ardından açık olan oyuk kapıya yöneldi, başını uzatıp dışarı baktı. Hemen geri çekilip arkasını dışarıya döndü.
İlk defa kurdu böyle görünce şaşkınlıktan dona kaldı. Şimdi ne yapacaktı? Kaçsa mıydı? Hiddetlenen, saldırganlaşan hayvan ona bir anda yetişir, boğazına çökerdi. Bu kadar nankör müydü bu hayvan? Onca yaptıklarından sonra? Kapıyı açmış, istediğini yapmıştı. Daha ne yapabilirdi?
Geri geri birkaç adım attı elinde olmadan. “Kaçmam.” diye büyük bir hüzünle düşündü. “Artık kaçmaktan yoruldum. Kaçmayacağım.”
Giriş oyuğu kapanırken mağaranın ışıltılı aydınlığı ortalığı kapladı. İki bücür basamaklardan düşe kalka inmeye başladı. Kurt heykel gibi öylece duruyor ve ona bakıyordu.
Lâkin hayvan birden bir atlayışta basamakları aştı. Ona doğru koşmaya başladı.
Yavaşça gözlerini yumdu. “Allah’ım! Yardım et. Artık kaçmayacağım,” diye içinden dua etmeye başladı. “Vadem yettiyse çabucak alsın Azrail Aleyhisselam canımı. Acı duymayayım. Yardım et Rabbim.”
İki kocaman patinin omuzlarına çarpmasıyla yere devrildi. Gözlerini açtı dehşetle, kurdun ıslak burnu burnuna değdi. Korkudan donmuş bir halde hayvana baktı. Boynundan ısırmasını bekleyip gözlerini sımsıkı kapattı.
Ama…
Ama… Ama kocaman, ıslak bir dil yanağını yaladı. Yüzünü gözünü, çenesini… İri mi iri patiler onu sımsıkı sardı, ardından o kocaman başını omuzuna koydu. Bütün vücuduyla ona sarılmak istedi.
Önce kavrayamadı olanı. Beyni durdu adeta. Zaman da durdu o an. Her şey durdu, ses durdu, bir tek nefes durmadı, kurdun derin derin aldığı nefes…
Anlamakta zorlandığı ve yaşadığı şey ne olabilirdi? Neydi bu çözemediği? Hayata mı selam verecekti tekrar? Yoksa ölüme mi merhaba diyordu? Bilemedi!
Ancak iri kurdun patisini yanağına dayayıp koca diliyle yüzünü tekrar tekrar yalamasıyla, işte tam da o an, olanı yavaş yavaş kavradı ve dehşet verici korkunun yerini önce ulu dağlar kadar büyük bir şaşkınlık aldı hemen, ardından ummanlar kadar büyük, deli dalgalar gibi çoşkulu bir sevinç.
Hıçkırıklarla dolu, çılgın bir ağlama nöbetiyle kurda sımsıkı sarıldı. Kekeleyerek konuşmaya çalıştı:
“-Canım benim, canım, canım. Nasıl anlayamadım seni. Affet, affet. Allah’ım! Şükür Rabbim! Beni seviyormuş, şükürler sana!”
Kurt başını onun diğer omuzuna dayadı. Derin derin nefesler alıp sonra yine yüzünü, gözünü yalarken o da tüylerini okşadı, sırtını sıvazladı bir müddet.
Öyle ne kadar kaldıklarını hiçbir zaman tam hatırlayamadı. Bir rüya gibiydi olanlar. Bücürlerin koşup yanlarına gelmeleri, üstüne çıkıp saçlarını çekiştirmeleri muhteşem bir düş, gerçek dışı bir harikuladelikti onun için.
O akşam yemeği bu defa beraber yediler.
Uykuyu aynı yerde paylaştılar. İki bücürün biri sağında diğeri solunda mırıltılarla düzgün soluklar alırken annecik ayak ucunda sessizce uykuya daldı.
Hayatının en güzel uykusunun kollarına kendini bırakırken son düşüncesine mutlulukla gülümsedi:
“-Anlaşıldı. Dışarıya artık beraber çıkacağız. Hayırlısı Yüce Rabbimden.”
Suzan ÇATALOLUK
Nilüfer-BURSA
Bitiş:
27.05.2025
SAAT: 04.04
Salı Sabahı
Son okuyuş: 01.06.2025
Saat: 02.26
Pazar