Lâl Saplı Dil Keseceği – Hikaye

Tam boy görmek için tıklayın.

Işın tanecikleri kirpiklerinde dolaşırken bin bir çiçekle süslenmiş, çok şatafatlı perdelerden gelen rüzgâr saçlarında hafifçe gezinince o pek sevdiği sabah uykusu hafifledi.

Yavaşça göz kapakları aralandı. Ama o hâlâ derin uykuyu istiyordu. Gözlerini hiç açmayacakmış gibi sımsıkı yumdu. Yan balkonda çok yüksek sesli, yankılı çılgın rap müziğini, ardından eski zaman saatinin da inceden inceye vuran tik taklarını duyunca uykusu birden dağılan sisler gibi uçtu gitti.

Sinirlendi, çok sinirlendi. Söylenerek doğruldu.  Büyük bir keyifle, günlerce mefruşat dükkanlarını gezip aradığı, zor bulup beğendiği yavruağzı renkli, gipür dantelli nevresimi yana fırlattı. Geniş yatağında gerindi, esnedi. Yavaşça doğruldu. Zarif ayaklarına topuklu terliklerini geçirdi. Saten pijamalarının üstüne sabahlığını giydi. Burnuna gelen mis gibi kahve kokusu ile siniri hemen geçiverdi. O güzelim kokuyu içine çekip tertemiz, beyaz dolaplarla kaplı mutfağa gitti.

Arkadaşı çoktan kalkmış, kahvaltıyı hazırlamıştı bile.  Krem rengi, dantellerle süslü, güzel masa örtüsünün üstünde çini motifli tabaklar çok hoş duruyordu. Pencereden vuran güneş ışığı kristal çay bardaklarında yeni ışıltılar meydana getiriyor, ahenkle parlıyordu.

Pembe jarse sabahlığını giymişti bol, lüle lüle saçlı arkadaşı. Onu görünce şaka yapmaktan geri durmadı:

“-O! Sultanımız uyanabilmişler. Kahvaltı için ne emir buyururlar?”

Arkadaşının yanağına okkalı bir öpücük kondurup onun beline kadar uzanan saçlarını karıştırdı:

“-Annem gibi konuştun kız, dedi. Sağ ol. Nazımı çekiyorsun. Vallahi tek başıma yapamazdım. İyi sen varsın. Şu yandaki delinin çılgın müziği olmasaydı daha da iyi olacaktım. Bir gün evine dalıp oraları dümdüz edeceğim. İnan bana, o gün çok uzak değil.”

”-Deli olma, dedi pembeli telaşla. Saldırmak yerine daha kurnazca bir yol buluruz.”

Ardından ona şüpheyle bakıp sordu:

“-Sen yine patrondan izin mi aldın uykulu kız?”

Kız sandalyeye yavaşça oturdu.  Gür saçlarını tepede topladı. Kayıtsız bir şekilde cevap verdi:

“-Yoo! Uyanmak zor geldi.”

Endişeyle konuştu pembeli:

“-Allah iyiliğini versin. Bana bak deli, bu kaçıncı. Böyle gidersen kapının önüne koyulman yakındır.”

Kız omuzlarını salladı:

“-Patron odasından çıkıp bizim bölüme gelecek de bakacak da…  Yok öyle bir şey. Gelirse de o şapşal kız beni idare etmek zorunda.  Elbet bir yalan uydurur. Öyle bir yakaladım ki onu, ömür boyu kölemdir artık. Benim işleri de bitiriyor.”

Bir an karşısındakinin yüzüne şaşkınlıkla baktı pembeli. Sonra kahkahalarla gülmeye başladı:

“-hah hah ha! Senden korkulur! Az fena değilsin ha!”

Önüne konan tabaktan nefis omletten ağzına bir parça atan kız arkadaşına kurnaz kurnaz baktı. Kahkahasına devam etti:

“-Ah hah hay, hayatımda bu kadar aptal bir tip görmedim. Yaptığı da bir şey olsa. Bölüm şefine âşık olduğunu boş bulunup ağzından kaçırdı bana. Adam patronun o uçuk kızıyla geziyor.  Bizimkinin de “duyulursa rezil olurum” diye ödü kopuyor.”

Şaşkınlıktan ağzı bir karış açılan pembelinin:

“- De ki böyle bir şeyi söyledin, dedi.  O da inkâr etti. Seni iftira atmakla suçladı.”

“-O kadar kolay değil, dedi arkadaşını susturup. Sesi cebimde.”

Arkadaşının hayret dolu bakışları altında gidip telefonunu getirdi uykucu kız.  Kahkahalar atarak kayıttaki ağlayıp yalvaran kızın sesini dinlemeye başladılar.

İkisi de kahvaltıyı büyük bir keyifle, nazlı nazlı yaptı. Çok neşeliydiler, kahkahalarının bini bin paraydı.

 Kız iş yerindeki arkadaşlarının gülünç bulduğu hallerini anlattı.  Ona göre kimi çok saçma sapan, zevksiz giyiniyordu, kiminin görgü kurallarının hiçbirini bilmiyordu, kimisi de çok ama çok cahildi, hiçbir şeyden haberi yoktu.

Ellerini birbirine çarpa çarpa gülerken ikisinin de neredeyse nefesleri kesilecek hale geliyor, gözlerinden yaşlar akıyordu:

“-Hele aynı kıyafetleri giyip duran o tuhaf kadın yok mu? Görünce kendimi zor tutuyorum, dedi kız.   Kırk yaşına gelmiş, dünyadan haberi yok. Oylansa zevksizler kraliçesi seçilir. Düşünsene. Kahverengi pantolon, lacivert hırka giyiyor. Saç baş bakımsızlıktan ölecek. Gülümsemeyi beceremiyor ezik şey. Geçen çay ocağına gidiyordu. Karşılaştık. Merhaba, dedim. Yüzüme şaşkın şaşkın bakıp “anlamadım, bir şey mi istediniz,” demez mi?”

İzin günüydü pembelinin, ona uydu. Kahveler içtiler, fallar baktılar. Kahkahalar duvarlarda çınladı, durdu.

Sonra uykucu kızın kendisi değil ama arkadaşı endişe etmeye başladığını söyledi:

“-Bak, çok güzel sohbet ettik. Vakit nerede öğleyi bulacak. Bence sen işe gitmek için hazırlansan mı acaba?”

“-Ay bir şeyler daha içeyim. Acıktım mı ne? Senin o güzel kurabiyenden de…”

Sözünü bitiremedi. Ağzında bir tuhaflık hissetti. Ekşi de yoktu masada. Sanki ağzı çok sulanıyordu. Yanakları da şişmeye başladı.

Yerinden hemen kalktı, banyoya koştu. Aynada yüzüne baktı. Gerçekten de yanakları şişmişti. Hayretle yüzünü inceledi, herhangi bir kızarıklık yoktu. 

Acaba dişlerinde mi bir şey vardı. Hemen ağzını açtı. Açmasıyla birlikte çok büyük bir dehşet dalgası adeta somutlaşmış bir şekilde onu arka duvara çarpıverdi. Gördüğüne inanamayıp ellerini ağzına götürdü. “Bu olamaz! İmkânsız! Ben rüya görüyorum. Daha uyanamadım,” diye düşündü. Olanca gücüyle kollarını çimdikledi. Canı yandı. Demek ki düşte değildi.

Derin nefesler aldı. Kendine cesaret vermeye gayret edip tekrar aynaya yanaştı ve yüzüne baktı. Korku içinde ağzını açıp olanı seyretmeye başladı: Dili ağzından dışarı taştı, çenesinden aşağı inmeye başladı.

Büyük bir korku içinde hemen elleriyle dilini ağzına sokup dişlerini sıktı.  Mutfağa koştu.  Ağzını açmadan konuşmaya çalıştı. Ama öyle konuşmak da ne zor oldu.

Arkadaşı ona şöyle bir baktı, halini hiç önemsemeden konuştu:

“-Banyoda havluların olduğu dolabın üstünde, gümüş süslü tahta kutuda lâl saplı dil makası var. Al onu. Ağzından taşan kısımları kes.”

O an çok büyük bir şaşkınlık yaşadı. Avazı çıktığı kadar bağırmak istedi.

“-Ne! Ne diyyy”

Ama konuşamadı. Dili yine çenesine doğru kayıp büyümeye devam etti.

Eliyle ağzını kapatırken arkadaşı konuşmaya devam etti:

“-Korkma, kanamaz. Acı da hissetmezsin. Son ileri zekâ teknolojisiyle yapılan makaslardan.  Lazer ışını ile kesiyor ve içindeki bir maden sinirleri uyuşturuyor, kanı akmasını engelliyor. Hadi, git kes şunu.  Dilin ellerine değil, ayaklarına dolanacak neredeyse.”

Deli gibi banyoya koştu, makası buldu. Lâl sapı ışıl ışıl parlıyordu.  Maden kısmı süt beyazıydı. Lâl kısmının tersine, mattı ve dişleri vardı. Evirdi, çevirdi, beş on saniye inceledi. Ama daha fazla incelemeye vakit bulamadı.

Unutup açık bıraktığı ağzından çıkan dili yılan gibi kıvrıla kıvrıla çenesinden aşağıya inmiş, boğazını bulmuştu.

Yine bir dehşet dalgası bütün vücudunu sardı. “Kurtulmalıyım bu şeyden, Allah’ım yardım et” diye düşündü. Gözlerini kapatıp göğsüne doğru inen dilini tam dudak hizasından makasla hemen kesiverdi. Elleri tir tir titriyordu.

Önce çok büyük bir şaşkınlık yaşadı. Hiç acı duymamıştı. Böyle bir şey nasıl olabilirdi?

Derin derin nefesler alıp gözlerini açınca hayretle hiç kan akmadığını gördü. Ardından yere düşen dil parçasını görmemek için yine kapattı gözlerini. O dil parçasını kâğıt mendille tuttuğu gibi hızla çöpe attı.

Sonra deli bir cesaretle ağzını açtı. Dilinin dişlerinin arasından taşan parçalarını kesip düzeltti. Şimdi ağzının içinde küçücük bir dil pembe pembe parlıyordu.

Kısa bir müddet sürdü banyosu, hazırlanması. Son kez aynaya bakınca kendini çok beğendi. Ama demin yaşadığı o dehşet hâlâ yüreğinin bir köşesinde sinsi sinsi hareket ediyordu. Mutfakta masayı toplamakta olan pembelinin yanına gitti.

Arkadaşı onu görünce abartılı beğeni sözlerini peş peşe sıraladı. Sonra derin bir nefes alıp dedi ki:

“-Geçmiş olsun uykucu kız. Lâl saplı makası yanına al. Artık lazım oldukça kullanırsın. Bende iki tane daha var.”

Bu sözleri duyunca gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi açıldı:

“-Ne! Ne yani dilim yine mi büyüyecek?”

“- Evet, dedi pembeli. Onun için devlet baş vuran herkese makas dağıtıyor. Dilsizler, çok küçük çocuklar, kendini bilmez halde olan ihtiyarlar, akıl hastaları hariç. Onların dilleri uzamıyor.”

Kız birden kendini çok kötü hissetti. Sandalyeye çöktü. Yorgun bir sesle sordu:

“-Salgın hastalık mı? Sebebi ne? “

Pembeli sinirlenmeye başlamıştı:

“-Of! Dünyadan haberin yok diyeceğim ama sen de haklısın. Sana söyleyemedim. Çünkü konuşmamız yasak. Hükûmet gizli tutulmasını istiyor.  Dili büyüyen de hastaneye gidince ikaz ediliyor konuşmaması için. Ben çok korkmuştum. Sen işteyken başıma geldi.  Hastanede özel bir bölüme aldılar. Her tarafta bir sürü üniformalı görevli. Bana kâğıt imzalattılar. Eğer bu konuda konuşursam devlet tazminat alacak.  Sonra dediler ki tanıdıklarınızdan, akrabalardan dili uzayanlar olursa makas için başvursunlar. Herkese beşer tane veriyorlar.”

Pembeli durdu, saçlarını karıştırdı. Sustu bir müddet. Kendisine merakla bakan arkadaşının yanağını üzgün üzgün okşadı.

 “- Allahtan öldürücü değil. Belirgin bir zararı da yok. Çaresini arıyorlarmış. Ama öyle sanıyorum ki henüz bulamadılar. Şimdilik büyüdükçe dillerimizi keseceğiz. Çaresi bu. Sevindirici bir tarafı daha var. Uyurken büyümüyor.”

 

Sonra onun omuzlarından tutup salladı:

“-Haydi işe geç kalma daha fazla. Kimselere de bir şey söyleme. İş dönüşü Hastaneye uğrarsan özel bölümdeki yetkililerden makas alırsın.”

Kız hızla çıktı evden. Asansörden inerken, yapay zekâ denetimli büyük ana kapıdan geçerken, tertemiz çimlerin düzenle kesildiği, çeşitli ağaçların, öbek öbek çiçeklerin rengârenk açtığı ön bahçeden geçerken aklında hep dili vardı.

İnsanın dili nasıl bu kadar hızla büyürdü? Ne oluyordu da sadece dili büyüyordu? Bulaşıcı değildi ama neden neredeyse herkesin dili büyüyordu? Neden küçük dili, dişleri, dudakları büyümüyordu da dili büyüyordu?

En hızlı, rahat trenle on dakikada iş yerine geldi. Yine asansöre binip 57. Kata çıkarken aynı şeyler aklındaydı.

Büyük, ışıklı, masmavi, kapalı koridorlardan, yürüyen iki hızlı yoldan geçip koca neon yazılarla çalıştığı şirketin adının okunduğu devasa cam kapıdan içeri geçerken, kendi bölümüne ulaşıncaya kadar süren o uzun yolda hep aklında o deli sorular vardı.

Bölümdeki arkadaşlarını onu görünce gülüştüler. Ağızlarını ellerine götürüp bir şeyler söylediler. Sonra el işaretiyle buluşmalarını istediler.

Sandalyesine oturup hızla bilgisayarını açtı. Kendine gönderilen dosyalara baktı. Kurnaz kurnaz gülümsedi. “Okumama bile gerek yok. Bizim aptala postalarım. O halletsin. Mesai sonunda bitecek kaydı koyayım da bu akşam patrona ulaşsın. Tatil puanlarım artsın,” diye düşündü.

İki satır, iki tuşla kendini sıkan bu konuyu hallettikten sonra çantasından aynasını çıkarıp kendisine baktı, yine gülümsedi. Harika görünüyordu.

Az sonra çay molasında arkadaşlarıyla bir araya geldiler. Sarı ipek, kolları plili uzun elbise giyen kız simsiyah boyadığı gözleriyle onlardan uzakta, bölümün en son masasında çalışan kızı gösterdi:

“-Senin dosyalarının raporunu yazıyor galiba.”

Yeşil bol elbiseli, yeşil gözlü kız burnunu kıvırdı:

“-Ben hayatımda bu kadar saf bir tip görmedim. İnsan biraz kafasını çalıştırır. Ay zavallı!”

Kırmızı dar pantolonlu ellerini iki yana açtı, küçük bir kahkaha attı. Annesinin taklidini yaptı:

“-Ey Allah’ım! Vermeyince Mâbud, neylesin Sultan Mahmud. Annem ninemden öğrenmiş. Akıl fukaralarına böyle derdi. Ay baksana, kafasını kaldırmıyor, deli gibi çalışıyor.”

kirmizilar.com

Kız üçüne de baktı. Hain hain gülümsedi:

“-Elime düştü bir kere. Ama kafası dosya işlerinde çok iyi.”

“-Ay!  Başı göklere değse ne olacak? Bundan ne köy olur ne kasaba.”

Çay içtikleri sürece kendilerince o kızın bütün hatalarını saydılar döktüler, saçıyla alay ettiler, vücuduna kusur buldular, çok eğlendiler.

Sonra birden sarılı çığlık attı:

“-Ay kızlar, benim lavaboya gitmem lazım.”

Kırmızılı da yeşilli de aynı şeyi söyleyip çığlık çığlığa koridorun sonuna koştururken o da salına salına masasına döndü. Tam sandalyeye oturuyordu ki dilinin oynadığını, şişmeye başladığını hissetti.

Büyük bir telaş içinde çantasına baktı. Evet, lâl saplı makas oradaydı, ışıl ışıl parlıyordu.

Yerinden hızla kalktı, çantasını kapıp lavaboya koştu. Kapıya yaklaştığında çantasından makası çıkardı. Çok büyük ve tertemiz lavaboya girince şaşkınlıktan dondu kaldı. Üç arkadaşı da ayna karşısında dillerini kesiyordu! 

Ağzı bir karış açılmış bir şekilde beş- on saniye olanları seyretti: Büyük ve süslü mermerin içine yan yana yerleştirilmiş lavaboların sağına soluna düşen dil parçaları kıvrım kıvrım kıvrılıyor, eğilip bükülüyorlardı. 

Büyük bir tiksinti ile midesi bulandı. Sonra elinden olmadan peltek peltek bağırmaya başladı:

“-Aman Allah’ım! Siz de mi?”

Kızlar da şaşkınlıkla ona baktılar.  Elinde makas vardı ve dili iyice genişleyip uzamış, yanaklarından aşağıya akmaya başlamıştı.

“-Sen de mi, diye çığlık attı kızlar, sen de mi?”

Ama ilk önce kırmızılı kendini toparladı.  Hemen gidip kapıyı kilitledi. Onu kollarından tutup sarstı:

“-Kendine gel. Sus! Çabuk kes şu dilini. Her an birileri buraya gelebilir. “

Ardından arkadaşlarına döndü. Sinirle söylendi:

“-Biz de işimizin başına dönelim. Yüz defa söyledim kapıyı kilitleyin diye. Haydi, yürüyün.”

Sarılı en şaşkınıydı:

“-Yüz yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Senin gibi çok akıllı, çok güzel bir kızın bu derde düşeceğini. Neyse… Çabucak kes dilini de kimseye belli etmeden yerine otur. Arkamızdan kapıyı kilitlemeyi unutma.”

Arkadaşları gidince hemen kapıyı kilitledi, aynaya koştu. Büyük bir dehşet adeta beynini yaktı. Ağzından aşağıda sadece dili görünüyordu. Çok genişlemişti ve boynuna doğru hızla akıyordu.

Çığlık atmamaya çalışarak hemen kıvamlı bir sıvı gibi akmaya devam eden dilini kesiverdi.  İyice küçülttü. 

Kesilen parçalar, aynı arkadaşlarınınki gibi kıvrılıyor, bükülüyor, can çekişe çekişe ölüyordu, aynı yılanlar gibiydiler.

Tiksinti içinde gözlerini yumdu, derin nefesler alarak kendine gelmeye çalıştı. Yaşadığı bu korkunç hale nasıl dayanacaktı? Gidip kızlarla konuşmak, onların ne yaptıklarını sormak geldi aklına.

Koşarak yanlarına gitti. Tam ağzını açacaktı ki kırmızılı işaret parmağını ağzına götürüp “sus” işareti yaptı. Sarılı baş parmağı ile işaret parmağını birleştirip ağzının bir ucundan diğerine doğru sürerek “kapa çeneni” demek istedi. Yeşilli iki omuzunu büküp ellerini yana açtı: “Yapabileceğim hiçbir şey, vereceğim hiçbir cevap yok” demeye getirdi…

Mesai bitene kadar lavaboya gidip midesi bulana bulana dilini küçülttü ve aklına gelen deli sorularla uğraştı durdu: Ya uykudayken dili büyür de boğazına akar, onu boğarsa, ya lokantada yemek yerken dişlerini zorlayıp dudaklarından taşarsa veya… Veya büyüme hızı iyice artar, durmadan kesmek zorunda kalır, evden çıkamaz hale gelirse?

Eve geldiğinde arkadaşı akşam yemeğini hazırlıyordu. Onun kollarına atıldı. Hıçkırıklar içinde olanları anlatmaya çalıştı.

Pembeli onun güzel saçlarını okşadı. Yanaklarından tutup ona hüzünle baktı:

“-Korkma, dedi. Sadece makas lazım, dedi. Hep yanında tut. Anlaşılan Allahtan dillerimiz uykuda büyümüyor. Onun için o fikri aklından çıkar. Gündüz de dikkatli ol. Yavaş yavaş alışacaksın.” 

Aradan geçen günler içinde o deli soruların yerini sadece bir soru aldı: “Neden, niçin ben? Neden o aptal kız değil de ben. Dikkat ediyorum. Bütün gün neredeyse yerinden kıpırdamadan çalışıyor. Kimseyle konuşmuyor. Yemeğini bile masasında yiyor. Demek ki onun vücudunun savunması benden daha güçlü. Bu nasıl olabilir? O aptal benden nasıl üstün olabilir ki?”

Sonra birden aklına gelen düşünceyle neredeyse havalara uçacaktı: ”Aslında en çok onun dili uzuyordur. Hiç konuşmadığına göre saklıyor… Evet, evet kesin öyledir.”

O gece uyuyamadı. Yatakta bir o tarafa döndü durdu. Nasıl da akıl edememişti. Belki de iş yerindeki arkadaşlara, intikam almak için özellikle de kendisine hiçbir şey söylememişti. 

Ertesi sabah kendini iş yerine zor attı. Kızın tepesine dikildi. Hışımla konuştu:

“-Gelsene sen. Konuşmamız lazım, haydi, çantanı da al gel. Doğru lavaboya!”

Kızcağız hiç sesini çıkarmadan çantasını aldı.  Kendisi önde kız arkada lavaboya gittiler. İçeri girer girmez kapıyı kilitledi hemen ve avazı çıktığı kadar bağırdı:

“- Aç ağzını! Aç ağzını dedim sana!”

Şaşkınlıkla, elinde olmadan ağzını açan kızın diline baktı. Ağzının içinde tertemiz, hiç büyümeden duran bir dil gördü. Sinir içinde tekrar bağırdı:

“- Ne zaman kestin dilini? Söyle çabuk, ne zaman ha?”

Korkuyla kekeledi kız:

“-Ne? Ne diyorsunuz siz. Ne dili? Ne kesmesi? İyi misiniz?”

“-Aç çantanı, bakacağım, hemen aç, diye bağırıp ayaklarını yere vurdu.

Kızın eli ayağı birbirine karışınca çantayı elinden kapıp silkeledi. İçinde bulunanlar yere saçıldı. Ama lâl saplı dil kesme makası yoktu.

“-Nereye sakladın o kahrolasıca makası, diye söylendi. Yoksa çekmecende mi bıraktın?”

Tam işte o anda kızın şaşkın bakışları arasında dili tekrar büyümeye, dudaklarından aşağıya sarkmaya başladı. Hemen dilini ağzına ittirip çenesini sıkı sıkı kapattı. Ama karşısındaki her şeyi görmüş, dehşet içinde kekeliyordu:

“-Aman Allah’ım! Aman Allah’ım bu da ne? Bu..  Bu.. Ne?”

Büyük bir korku içinde çığlıklar atarak kapıya koşmak istedi. Ama kızı kolundan yakaladı. Parmağıyla sus işareti yaptı. Korkudan yılan görmüş tavşan gibi sinen kız tir tir titreyerek duvara yaslandı. Gözlerini kapatıp dualar etmeye başladı.

Çantasından çıkardığı dil kesme makasıyla fazlalıkları kesip kıza döndü:

“-Konuş bakalım şimdi, dedi hırsla. Dil kesmenin ne olduğunu gördün. Önemli bir devlet sırrını öğrendin. Bunu kimseye söylemeyeceksin. Çünkü yasak! Ama sen niye hastalanmadın? Söyle bana aptal şey? Senin üstünlüğün ne ki hastalanmadın? Söyle bana!”

Yaprak gibi titreyen kız kekeledi:

“-Has… Hastalık mı? Ne has… Hastalığı? Ben bir şey bilmiyorum. Yemin ederim hiçbir şeyden haberim yok…  Ailemde de kimse hastalanmadı. “

Birden kızın ailesinin bu hastalığa karşı gizli bir ilaç kullanma ihtimali geldi. Hırsla söylendi:

“-İş çıkışı sizin eve gideceğiz. Annenle konuşacağım. Şimdi çıkacağız. Annene telefon et. Sakın ağzından bir şey kaçırma. Hapsi boylarsın. Bu konuda konuşmak yasak. Korkma, bulaşıcı değil. Haydi git şimdi masana.”

Gerçekten de akşam iş çıkışı kızın sıkıntılı haline aldırmadan evlerine gitti. 

Şehrin dışında, küçük, mütevazı tek katlı evi, bahçesindeki çeşit çeşit sebzeleri, üç elma, iki armut, beş erik ağacını, dibinde otlayan iki koyunu görünce burnunu kıvırıp düşündü: “Bu kızdan başka ne beklenirdi ki. Köyü koca şehre getirip boca etmişler. Bir eşekleri eksik.”

Ana kapıdan içeri girip salona geçince onu çok farklı bir dünya karşıladı. Koltuk takımı yerine pencereye dayalı halı yastıklı sedir, yerde el dokuması şaheser koca halı, ortada bakır mangal, duvarlarda iki tezhip levhası ve elişi perdeler sessiz ve gizli bir güzellikle ona “hoş geldin” dediler.

Sakin, sessiz bir huzur ona selam verdi. Pencere kenarına dizilmiş toprak saksılardaki küpeliler, cam güzelleri ve karanfiller renk renk çiçekleriyle ona beklemediği bir güzellik ve özeni fısıldadılar.

Ama kız bu gizli sevgi dilinden hiçbir şey anlamayıp yine burun kıvırdı ve “zaman durdu galiba bu tuhaf evde” diye düşündü. “Hangi çağdayız, şu hale bak! Bir sürü döküntüyü doldurmuşlar şu bakımsız eve.”

İçeride yaşlı bir kadın vardı. Üzerinde bembeyaz uzun kollu bluz, el örgüsü yelek, uzun bol etek, başında arkadan bağladığı beyaz, oyalı yazması vardı. Onu görünce gülümsedi.

Kız hemen ikisini tanıştırdı:

“-Anne telefonda söylediğim iş arkadaşım. Bu dünya tatlısı da benim canım annem.”

Ana yavaşça elini uzattı:

“-Hoş geldin yavrum, dedi yavaş sesle. Gel, otur şöyle.”

Kadının uzattığı elini görmezlikten gelip yüzüne küçümseyerek baktı. Ardından sedirin kapıya en yakın köşesine hemen kuruldu.  Bacak bacak üstüne attı. “Allah’ım,” dedi kendi kendine. “Bir de elini uzatıyor, sanki öpecekmişim gibi. Ay, aman, kim bilir nelere değdi. Şu koyuna mesela. Of, bunlar hijyen öğrenemediler gitti!”

Küçük bir şaşkınlık yaşadı kadın, ona bakan gözlerinden bir anlık da olsa derin bir hüzün geçti. Ama hemen toparladı kendini ve gülümsemeye devam etti. 

Kız ne azarlayıp durduğu iş arkadaşına ne de annesine aldırdı. Somurtuk bir suratla, hırçın sesiyle yaşlı kadına ters ters cevap verdi:

“-Hoş bulduk. Fazla vaktim yok. Size bir şeyler sorup gideceğim hemen.”

Ama hemen ağzını kapatmak zorunda kaldı. Dili oynamaya başlamıştı. Dişlerinin arasından, peltek peltek lavaboyu sordu. Küçük ama tertemiz banyoda ağzına sığmaz hale gelen dilini kesip parçalarını mendile sardı, çantasına tıkıştırdı.

Salona döndüğünde ana aynı sakinlikle konuştu:

“-Keşke bir çay içseydin yavrum. Sıcakta böreğim vardı. Ne soracaktın bana?”

Tam ağzını açacaktı ki dili birden büyüyüp dudaklarından taşacak hale gelince deli gibi koşup küçük banyoya dar attı kendini. Yine lâl saplı dil makasını acele çıkarttı.  Yaşadığı büyük korku ile elleri titreyerek dilini iyice küçülttü. 

“Bugün ne oldu şu baş belası dilime. Durmadan büyüyor. Yine büyümeden şu aptal kadını konuşturmalıyım,” diye düşündü. “Sonra da hemen çaresine bakmalıyım.”

Anne kızın yanlarına dönünce hemen konuşmaya başladı:

“-Bak hanım, siz hiç tuhaf bir hastalık geçirdiniz mi?”

Yaşlı kadın8 çok şaşırıp sordu:

“-Nasıl tuhaf bir hastalık?”

“-Dil büyümesi gibi, dedi hırsla. 

“-Aman evladım, o nasıl bir şey, dedi ana. Hiç duymadım. Buralarda da rastlamadım. Çocukluğumda köyümde de görmedim. Başka hastalıklar bilirim de dil büyümesini bilmem. Dilini arı sokan biri öldüydü. Ama onun dili de arı zehriyle şişmiş diye duydum.”

Bunlar belki de değişik şeyler yiyorlardı. Farklı beslenip savunmalarını böylece güçlendiriyorlardı. Hemen sordu. Ama aldığı cevap beklediği gibi değildi. Neredeyse aynı şeyleri yiyorlardı ama daha mütevazısını ve çok daha ucuzunu…

“-Yavrum, dedi kadın. Biz kendi halinde insanlarız. Sabrı ve kanaati severiz. Kimin kimsenin ne yediğini ne içtiğini ne giydiğini bilemeyiz. Sen büyük doktorlara, âlimlere sor bu sorularını. Onlar iyisini bilirler.”

Kız birden aklına bir şey gelmiş gibi annesine sordu:

“-Anacığım, sen biz küçükken bir şeyler anlatırdın. Hani kadının birinin dili uzamış da uzak köylerden bir nineye gitmiş, Dilini gösterince o nine de çaresini …”

Annesi hemen kızının sözünü kesti:

“-Yavrum o masaldı. Ben de bizim köyün masalcı ablasından öğrenmiştim. Gencecik bir kızdı. Bizi başına toplar, aklına gelenleri masal diye anlatırdı.”

O an kibirli kızın yüreği heyecanla titredi. Tuhaf bir sevinç duygusu beyninde hızla dolaşıp yerini kıskanç bir öfkeye bıraktı. “Bu cadı yalan söylüyor, aslında hastalığın çaresini biliyor. Kıskançlığından bana söylemiyor. O masalcı abla dediği de bu ilacı yapıyor anlaşılan. Bunlar ancak tehditten anlar, bir korkutayım da aklı başına gelsin.”

Kaşlarını çatıp kadına dik dik baktı:

“-Hanım, dedi. Sen devlet suçu işliyorsun. Demek bu tuhaf hastalığın çaresini bulan o hekimi gizliyorsun. Seni şimdi gidip şikâyet edeceğim.”

Kadıncağız şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemeyip kekeledi:

“-Sen… Sen ne diyorsun evladım! Ne suçu ne şikâyeti! Masalcı ablamızı soruyorsan bizim köyün biraz uzağındaki köye gelin gitti. Sonra da ne ettiğini bilemem.  Git, konuş kendisiyle. Yaşça bizden on yaş kadar büyüktür. Torun tosun sahibi olmuştur ölmediyse.”

“- Hah şöyle yola gel, diye bağırdı yaşlı kadına. Söyle bakalım köyünün adresini, bu masalcı ablanın adını.”

Kız hemen bir kâğıt bulup annesinin söylediği adı, adresi yazınca kâğıdı kaptı, kendini dışarı zor attı.

Ertesi gün işten senelik iznini alıp yola düştü.

Şatafatlı trenlerle büyük şehirleri, koca otobüslerle küçük şehirleri, minibüslerle irili ufaklı kasabaları geçerken gündüz kıraç dağları, makilik küçük tepeleri, kenarları söğüt ağaçlarla çevrili, içinde yaban ördeklerinin yavrularıyla yüzdüğü derin nehirleri, göçmen kuşların yuva yaptığı sazlıklarla dolu gölleri, rengârenk çakıl taşlarıyla süslü dereleri, ışıltılarla akan çayları, rüzgârların uğultularla estiği ormanları geçip, her tarafı dökülen, hurda bir otobüs ile dağ tepe aştıktan sonra ulu dağların eteğinde yol bitti. Hava da kararmaya, alacakaranlık çökmeye başladı.

Üstü başı toz toprak içindeki kirli sakallı, seyrek, yağlı saçlı, zayıf, orta yaşlı sürücü yorgun sesiyle bağırdı:

“-Son durak! Herkes aşağıya! Bavulunu, torbasını, çuvalını almayan kalmasın. Kaybolursa karışmam ha!”

Kız aşağıya indiğinde büyük bir şaşkınlık yaşadı. Köy uzakta, Ulu dağların yamacındaki ormanın kıyısındaydı. Eğri büğrü bir patika yoldan başka da yol yoktu.

Hemen sürücünün yanına gitti. Nasıl gideceğini sordu. Sürücü onu baştan aşağıya hırsla süzdü:

“-Tıpış tıpış yürüyeceksin bacım, dedi. Bak, bu yolcular da o köyden. Nazik ayaklarına zahmet olmazsa takıl peşlerine, yürü.”

Onun şaşkın bakışları altında döndü gitti, külüstürüne binip çalıştırdı. Otobüs hurdası sarsıla sarsıla giderken arkasından bakakaldı.

Üşüdüğünü hissetti. Hava iyice bozmuş, sert esen rüzgâr ince montunun içine işlemeye başlamıştı. Elindeki bavula koyduğu üç beş kıyafet de onu ısıtacak gibi değildi.

Az sonra içi de bacakları da çenesi de titremeye başladı. Şaşkın şaşkın ne yapacağını düşünürken yaşlı ama dinç bir kadın yanına geldi. Ona acıyarak baktı:

“-Buraların yabancısısın anlaşılan, dedi. Tedbirsiz yola çıkmışsın. Gir koluma, yaslan bana. Atkım hem yün hem de geniş. Gel, korkma, haydi. Yaşadığın şehir kış bilmiyor herhalde.  Bizim köy sonbaharda kışı yaşar. Kar başladı başlayacak. Sokul böğrüme.”

Hiç istemeden, çar naçar kadının koluna girip ona yaslandı. Birden kendini sıcacık bir yatağa girmiş gibi hissetti. Hele bir de kalın atkı omuzlarından aşınca anneannesinin yün battaniyesini üstüne örtüşü canlandı gözünde. Nedense gözleri yaşardı.

Kendine çok kızdı. Kaç yıldır ağlamamıştı. Onun için ağlamak zayıflıktı. Neden ağlayacaktı ki. Alt tarafı geçmiş, gitmiş eski günleri hatırlamıştı.

Az sonra da ağır bir uyku omuzlarına çöküverdi. Attığı adımlar ona beşik sallantısı gibi geliyor, göz kapaklarında tonlarca yük hissediyordu.  Uykuyla cebelleşip dururken zamanın nasıl geçtiğini, köye geldiklerini fark edemedi.

Durduklarında sendeleyip yere yıkılacak gibi olunca kadın onu sımsıkı tuttu ve sıcacık bir sesle konuştu:

“-Kuzum, bizim haneye geldik. Kimlerdensin, seni geldiğin eve götüreyim.”

Şaşkınlıkla kadının yüzüne baktı. Kimsenin evine gelmemişti. Bu köyde akrabası da yoktu elbette. O sadece masalcı nineyi bulup ona derdinin ilacını sorup öğrenecek, gerisin geriye şehrine, evine dönecekti.

Ansızın yüreğini o güne kadar yaşamadığı garip bir korku sıktı, büktü adeta. Bu saatten sonra geri dönüş olamazdı. Burada tanıdığı da yoktu. Nerede kalacaktı bu gece? Üstelik bu kuş uçmaz kervan geçmez yerden kasabaya gidecek vasıta kim bilir ne zaman gelirdi?

Aklına parası geldi. Evet, ihtiyat olarak yanına fazla para almıştı. Şu kadına evinde kalması karşılığında para ödeyebilirdi. Cesaretlendi, yüreği az da olsa ferahladı.

Kadın onun yüzüne merakla bakıp cevabını beklerken gücü tükenmişlerin haliyle önce yutkundu. Sonra yere bakıp yavaşça konuştu:

“-Ben…  Köyden kimseyi tanımam. Ben masalcı nine veya abla… Her kimse, onun için geldim. Ona bir şeyler sorup geri gidecektim. Ama artık geri dönemem. Bu saatte vasıta yoktur herhalde. Sizde kalabilir miyim? Ücreti ne ise öderim. Masrafınızı karşılarım.”

Kadın önce büyük bir şaşkınlık yaşadı. Sonra gülümsedi:

“-Kuzum, o nasıl söz? Buralarda paran geçmez. Tanrı misafirisin sen. Hele gel, gelin güzel bir sıcak çorba hazırlamıştır.  İçelim, bir dinlenelim.  Sonrası kolay.”

O akşam içtiği çorbanın, etli bulgur pilavının, karışık turşunun lezzetiyle birlikte evdeki huzurun ve sevginin güzelliğini de hayretle seyretti.

Konuşulan sözleri şaşkınlıkla dinledi. Hiçbirinde tek bir ima, tek bir kötüleme, tek bir alay ve küçümseme kelimesi yoktu.

Yaşlı kadın iki küçük torununu bağrına basıp kokladı ve neredeyse elle tutulacak, gözle görülecek büyük bir sevgiyle öpüp sevgi cümlelerini peş peşe dizdi. Torunların gözlerinden adeta mutluluk ışıkları saçıldı.

Gelin büyük bir saygı ve içtenlikle, hep gülümseyerek çayları getirdi.

Kız onları seyrederken düşündü: Bir ay evvel çok samimi bir arkadaşı evlenmiş, bir hafta sonra kaynanası ile kavga etmişti. Kadıncağızın hiçbir şeyini beğenmemiş, taktığı pırlanta yüzüğe bile kusur bulmuş, arkasından söylemedik laf bırakmamıştı. Oysa şu hep gülümseyen gelinin kolunda nakış nakış işlenmiş iki güzeller güzeli gümüş bilezik vardı.

Yaşlı kadın bir ara masalcı abla konusunu açtı:

“-Efendi, dedi kocasına. Bu hanım kızımız masalcı nine için gelmiş. Hatırlar mısın o ablamızı?”

Adam bir müddet uzaklara daldı gitti gülümseyerek. Ardından iç çekti:

“-Bilmem mi? Ara ara bizi de çağırır, Dedem Korkut masalları diye bize ne güzel masallar anlatırdı. Rabbim şifalar versin. Geçenlerde onların köyünden bizim Uzunların Mehmet’e rastladım. Hastalanmış. Kasabadaki doktora götürmüşler. İş güç derken, soramadık hatırını.”

“-Yarın bir ara atla köye kadar bırakıversin bizim küçük oğlan bu hanım kızımızı, dedi yaşlı kadın.”

“- He ya, diye cevap verdi adam. Ama eğleşmesin. Kiremitleri içeri taşıyacağız. Yarın çok iş var.”

O gece, tabanlarında bin bir çiçekli kilimlerin serili olduğu, sedirlerinin halı yastıklarla süslendiği odaları, mutfağında boydan boya kocaman ocak olan iki katlı köy evinde, kendisine ayrılan, duvarında ceylan resimli ipek halının asılı bulunduğu odada, geometrik desenlerle süslü saten yorganın örtüldüğü, kanaviçelerle süslü beyaz çarşaflı sıcacık yün yatakta son yılların en derin uykusunu uyudu. Uzun zamandır görmediği çiçekli, renkli rüyalar gördü.

Sabah güneş doğarken uyandı. Kaç zamandır kendisini bu kadar dinç hissetmemişti. Aceleyle üstünü giyindi. Aklına havanın nasıl olduğu geldi. Yine dünkü gibi soğuk muydu? Hemen pencereye koştu. Elişi dantel perdeleri açınca hayretten dondu kaldı. Her taraf bembeyazdı. Ağaçların dalları kar tutmuştu. Yerde en az bir karış kar vardı.

Şaşkınlığı büyük bir telaşa dönüştü. Bu karda incecik kıyafetleriyle, o süslü, incecik montuyla masalcı ninenin köyüne nasıl gidecekti?

Tam o sırada kapısı çalındı. Yaşlı kadın dışarıdan seslendi:

“-Hanım kızım! Uyandıysan kahvaltıya gel istersen.”

O sabah hayatında ilk defa kahvaltıda çay yerine sıcacık tarhana çorbası içti, şaheser bir bazlama yedi. Yanında köy yumurtası ve demlenmiş harika keçi peyniri, ev yapımı türlü türlü pekmezler ve reçeller vardı.

Sonra yaşlı kadın ona el örgüsü, sadece gözleri açık bırakan bir yün başlık, keçeden yapılma, nakışlı bir uzun manto ile yün içlik, nakışlı çoraplarla lastik çizmeler verdi ve dedi ki:

  “-Ah kuzum, giy bunları. Yol atla bir saati bulur bu havada. Hastalanma, misafirimizsin sen.”

Şaşkınlıkla uzatılan giyeceklere bakıp hayretle düşündü: “Bunları bana kendi muhitimde gösterseler gülünç bulur, ben mi giyeceğim, Allah korusun, der, kahkahalarla gülerdim. Oysa şimdi gözüme nasıl da sıcacık geliyor!”

Az sonra bembeyaz, güzeller güzeli bir at ve evin en küçük oğlu onu kapının önünde bekliyordu. Yaşlı adam ile kadın da oradaydı.

On beş-on altı yaşlarındaki delikanlı bir sıçrayışta ata bindi. At derin derin nefesler aldı.

Yaşlı kadın yanına gelip büyük bir sevecenlikle, yavaşça onun omuzlarından tuttu:

“-Al yavrum bu torbayı, dedi.  Çaprazlama omuzuna geçir. İçinde yiyecek var. Ne olur ne olmaz. Yolculuk hali.”

Sonra tereddütle yüzüne bakıp birkaç saniye onun duygularını ölçmeye çalıştı. Ardından tane tane konuştu:

“- Bak güzel kızım. Oğlumun arkasına bineceksin. Onun beline sarılacaksın. Ayaklarına dikkat et.  Sahi…  Sahi sen hiç atla yolculuk yaptın mı?”

Büyük bir korku içinde kadına baktı, yalnızca baktı. Atları sadece uzaktan görmüştü. Derin derin nefesler alıp kendini ikna etmeye gayret etti. Ya dil derdine çare için bu ata binecek ya da korkup vaz geçecek, durmadan elinde makasla yaşayacaktı.

Hiç sesini çıkarmadan yaşlı adamın anlattıklarını dinleyip üzengiye bastı ve zorlanarak ata binmeyi başardı.

Az sonra karlı tepelerde yol alıyorlardı. Hırçın rüzgâr buz gibi esiyor, yerdeki karları savurup yüzlerine çarpıyor, sesi ormanın uğultusuna karışıyordu.

Ardından döne döne yağmaya başlayan kar kısa bir müddet sonra yerini tipiye bıraktı. Artık göz gözü görmüyordu.

O zamana kadar hiç konuşmayan delikanlı büyük bir kayanın bitişiğindeki geniş mağaraya atı sokup biraz ilerledikten sonra durdurdu.  

“- Burası her zamanki sığınağımız. Biraz bekleyeceğiz, dedi sakin bir sesle. Yoksa Gülbeyaz hastalanabilir. “

Bir hamlede attan indi. Onu da yavaşça belinden tutup indirdi. İleride duran iki ağaç kütüğünü getirip oturmasını işaret etti.

Kız aradan geçen saatlerde durmadan düşündü. Bu insanlar gördüğü ve hissettiği kadarıyla mutlu, birbirlerine çok düşkün ve saygılıydılar. Ağızlarından tek bir alay edici kelime veya çekiştirme sözü duymamıştı. Deliler gibi gülüp çılgın kahkahalar atmıyorlar, kimsenin kusurunu aramıyorlardı. Kendisini hiç tanımadıkları halde karşılık beklemeden evlerini açıp yemeklerini paylaşmışlar, ellerinden gelen yardımı yapmışlardı. Oysa kendi hayatı tam tersiydi. Her türlü bolluğun içinde yaşarken hiç kimseyi düşünmüyor, bütün işlerini de etrafındakilere yaptırmakta hiçbir sakınca görmüyor, kimseyi beğenmiyor, kendine sunulan her şeyi de lütfen kabul ediyordu. Annesi onun için para kaynağı, ev arkadaşı aşçısı, iş arkadaşları kusur bulma üstadı idiler. O da sadece ve sadece çok eğleniyordu. 

Acaba hayat yalnızca bu muydu? Gerçekten bunca zaman içinde şu insanların yaşadığı huzuru ve yalın mutluluğu hiç yaşamış mıydı?

Birden midesinin kazındığını hissetti. Çok acıkmıştı. Omuzundaki torbayı hemen çıkarıp yere koydu. Merakla açtı. İçindeki ince uzun küçük bakır bakraçtan havaya mis gibi tere yağlı bazlama kokusu yayıldı. Yanında el bezleri, küçük bir tas içinde haşlanmış yumurtalar ve beze sarılı peynir vardı.

Hemen bazlamanın birini delikanlıya uzattı. Ama o başını iki yana sallayıp reddetti. Şaşkınlıkla delikanlının yüzüne bakıp sordu:

“- Niye? Saatler geçti. Acıkmadın mı?”

“- Sen ye, dedi delikanlı. Gideceğimiz yol az. Ama hava bozarsa yine acıkırsın. Sana lazım o yiyecekler. Ben dayanıklıyım.”

Bazlama elinde kalakaldı. Yine kendini düşündü. Oysa küçükken kendi akranlarıyla yemek yerken en güzelini seçerdi. Büyüyünce de değişmemişti, okul yıllarında paylaşmayı ve fedakârlık etmeyi acizlik saymıştı. Çalışma hayatında da kuralı buydu.

Delikanlının karşısında ilk defa utanma duygusunu yaşadı ve farkında olmadan itiraz etti:

“-Ama… Ama olmaz ki. Neydi, bir söz vardı… Biri yerken…”

“-Sen Tanrı misafirisin, dedi delikanlı ilk defa gülümseyerek. Şehirlisin. Belli ki buralarda hiç yaşamamışsın. Bizim göreneğimizdir. Öncelik misafirindir. Telaş etme. Doyur karnını. Say ki ben oruçluyum.”

Yavaşça yerinden kalktı, delikanlı havaya bakma bahanesi ile mağaradan dışarı çıktı ve onu yalnız bıraktı.

Kız yoğun ve garip bir ağlama isteği duydu. Ama istek hiç öteki ağlama isteklerine benzemiyordu. O şimdiye kadar çok az ağlamıştı. Bir seferinde babasından bir şey istemiş, yapmadığı için hırsından haykırarak ağlamıştı. Sonra bir iki hedefi elde edemediğinde ayaklarını yere vura vura, bağıra çağıra ağlamıştı. Okulda, koşu yarışmasında kızın biri kendini geçtiği zaman da evde masa devirip bardakları kırıp dökerek, çığlık çığlıya, bağıra çağıra ağlamıştı. Ama bütün bu üç beş ağlama menfaatine dokunduğu içindi.

Oysa şimdi çok başka, anlayamadığı garip bir ağlama isteği ile boğuşuyordu. Delikanlı bütün torbayı kendine bırakmıştı işte. Eskiden olsa sevinir, karnını iyice doyurana kadar tıkınırdı. Ne olmuştu da bir gün içinde bu  hale dönüşmüştü, neden, nasıl, niye?

Lokmalar boğazında kaldı. Elindeki bazlamayı geri yerine koydu. Torbasının ağzını kapayıp omuzuna astı.

 Başını ellerinin arasına koydu. Beyninde cevapsız kalan sorular soruları kovlarken delikanlı geri geldi. Ona bakmadan konuştu:

“-Tipi dinmiş, kar da durmuş. Gidebiliriz artık.”

Mağaradan dışarı çıktıklarında gördü ki gerçekten tipi bitmiş, kar yağışı durmuş, hava açmıştı.

Delikanlı yine bir sıçrayışta ata bindi, elini uzatıp onu arkasına çekti.  Yavaşça yola koyuldular.  Hiç konuşmadan bir saate yakın yol aldılar. 

Uzakta tüten bacaları, damları karlı, toprak rengi, tek katlı, küçük bahçeli on beş- yirmi evi görünce delikanlı eliyle onlardan birini gösterip dedi ki:

“- Anamın dediğine göre şu en sondaki, ormana en yakın ev masalcı ninenin evi. Geldik say.”

At yolun sonuna geldiklerini hissetmiş gibi biraz daha hızlandı. Kısa bir müddet sonra köyün sonundaki eve ulaştılar.

Bacasından beyaz dumanların tüttüğü, çitlerle çevrili evin bahçesinde bir adam odun kırıyordu. Arkası dönüktü. Onları fark etmedi. Delikanlı seslendi:

“-Selamünaleyküm Dayı.”

Adam sese döndü. Kırk-kır beş yaşlarında, uzun boylu, kalıplı biriydi. Gülümsedi:

“-O! Aleyküm selam yiğidim. Hoş gelmişsiniz. Hayırdır bu havada?”

“-Bu misafir ablam bir şeyler konuşacakmış sizlerle.  Tanrı misafiridir. Anamın selamı var. İyi baksınlar misafirimize dedi. Ben kalamayacağım. Hava bozmadan gideyim.”

Yere atlayan delikanlı onu yine belinden tutup indirdi. Beklemeden atına bindi:

“-Kusura kalma ablam, dedi. Senin işin uzun sürer, soruların belli ki çok. Yarın çok işimiz var evde. Dayı seni misafir eder.”

Adam yanlarına geldi:

“- Ablama selam söyle, dedi sevecen bir sesle. Misafiri bizim de Tanrı misafirimizdir.  Eğleşmesi bitince elimle getiririm size. Merakta kalmasın. Haydi Allah’a emanet. Dikkatli git, yolun açık olsun.”

Bütün bu olanlar sanki bir filmdi de bir sinema salonunda seyrediyordu, hem de hiç sesini çıkarmadan, çıkaramadan.

Delikanlının Gülbeyaz’ının karlı, ince yolda tırısa kalkarak uzaklaşışı, hiç tanımadığı bir adamla uca dağların başında, kış kıyamette tek başına kalışı sanki kendi dışında yaşanıyordu da beyni donmuş halde sadece seyrediyordu.

Ama adamın sesiyle kendine geldi, birden rüyadan uyandı, film bitti:

“-Hoş gelmişsin bacım.  Neydi sormak istediğin. Biz buralarda sadece buraya ait şeyleri biliriz. İnşallah bildiklerimizdendir merak ettiğin.”

Ürküntüyle önce etrafına baktı. Rüzgârla uğuldayan ormanı, dalları karlarla örtülü ağaçları gördü, biraz uzakta bacalarında duman tüten evleri, yerdeki karı, göğün yavaş yavaş kararmakta olduğunu.

Sonra yine ürküntüyle adama baktı. Kekeledi:

“-Ben… Ben masalcı nineyi arıyorum.”

Adamın yüzünden büyük bir hüzün geçti. Gözleri buğulandı, yutkundu. Ama kendini toplayıp sordu:

“-Bacım, masalcı nine anam olur. Sen ne yapacaktın masalcı nineyi?”

Kız ne söyleyeceğini şaşırıp yere baktı, kekeledi:

“-Soru… Sorularım var. Cevapları da… O biliyormuş.”

Adam tekrar yutkundu. Uzaklara baktı, kederini geçiştirmeye çalıştı. Konuşurken sesi titredi:

“-Benim bacım, masalcı nineyi üç gün evvel ötelere gönderdik. Asıl yurduna.”

Bu cevap karşısında önce büyük bir ümitsizliğe kapıldı kız. Sonra neredeyse bağırarak cevap verdi:

“- Benim masalcı nineyle mutlaka konuşmam lazım. Asıl yurdu nereyse oraya giderim o zaman.”

Adam ona hayretle baktı. Bu kızcağız ölümün tarifini kavrayamamış, anlayamamış olamazdı. Bu defa dümdüz söyledi:

“-Canım anam üç gün evvel vefat etti. Ahiret yurduna göç eyledi, Ölümü her canlı tadıyor. Kimi cennetten akan bal ırmaklarını içer gibi kimi de cehennemin zehrini zorla yutar gibi.”

Kızın beyni duyduğu sözleri anlamak istemedi. Ne diyordu bu adam? “Olamaz, diye düşündü. “Olamaz! Tam çareyi buldum sanırken. Ölemez masalcı nine. Hayır!”

İsyan çığlıkları bütün vücudunda sessiz sessiz ama yıldırım hızıyla dolaşıp onu acıyla kıvrandırdı. Öyle ki ayakta kalamayıp dizlerinin üstüne çöktü ve büyük bir kederle, haykırarak ağlamaya başladı:

“-Olamaz! Masalcı ninem ölemez! Tam da bulmuşken… Hayır!”

Adam önce hayretler içinde kaldı. Annesi ona başka yerde akrabası olduğundan bahsetmemişti. O halde bu kız kimdi?  Hiç sesini çıkarmadan bir süre ağlamasına izin verip onu seyretti. 

Düşündü. Bu Tanrı misafiri annesinden ne isteyebilirdi, hangi cevabı arıyordu. Yana yakıla ağladığına göre çok önemli bir derdi olmalıydı. Oysa annesi gariban, derviş mizaçlı bir kadıncıktı. Gençliğinde başladığı çocuklara masal anlatmaya ihtiyarlığında da devam etmiş, yatağa düşene kadar “bir varmış, bir yokmuş”lar dilinden düşmemişti. Böyle bir nineye bu kız ne sorabilirdi?

Kız nefes nefese kalana kadar bağırıp ağladıktan sonra doğrulup karın içine oturdu. Adamın ıstıraplı bir yüzle kendisini seyrettiğini görünce yine avaz avaz bağırdı:

“-Gelemedim! Ah gelemedim. Yollar çok uzundu. Kaç vasıtaya bindim hızlı geleyim diye. Ama yetişemedim.”

Adam yavaşça onu kolundan tuttu kaldırdı:

“-Gel bacım, dedi. Dışarısı iyice soğudu. Gel, içeride bir bardak ıhlamur iç. Biraz konuşalım, olur mu?”

Birlikte eve girdiler. Bir duvarında boydan boya ocağın bulunduğu mutfağa geçtiler. 

 Kız tereklerde bakır tabakların, tencerelerin dizili olduğu, bir köşede süslü küplerin, kilim desenli çuvalların, keyifle yerleştirildiği, sofra tahtasının, çeşitli oklavaların duvarın köşesinde dayalı durduğu, yerde kırmızı, siyah, beyaz renkli desenlerle süslü kilimin serildiği mutfağı fark etmedi. İçin için ağlamaya devam etti.

Ocağa üç-dört odun atıp İki minderi ocağın önüne, yere seren adam terekten bakır tepsiyi ve lehimli bakır kupaları aldı.  Bir tabağa da çuvallardan kuru üzüm, ceviz doldurdu. Ocakta üç ayağın üzerinde kaynamakta olan çaydanlıktan kupalara ıhlamur koyarken yavaşça sordu:

“-De hele bacım. Anama ne soracaktın? Ondan istediğin neydi?”

O ana kadar başında unuttuğu başlığı çıkardı. Büyük bir çaresizlikle sızlandı:

“-Şimdi göreceğin şeyi ömründe hiç görmedin. Şaşırma, korkma. Tiksinme. Ağzımın içine bak. Ne gördüğünü de bana söyle!”

İyice ağzını açıp yüzünü şaşkınlıkla ona bakan adama yaklaştırdı.

Adam hayretle, farkında olmadan onun ağzının içine bakıp konuştu:

“-Ağzında bir şey yok ki. Bildiğim kadarıyla bademciklerin de şişmemiş.”

Şaşırdı kız. Demek ki son kestiğinden beri dili hiç mi hiç büyümemişti. Ama yine de sormadan edemedi:

“-Dilim? Dilimde farklı bir şey gördün mü?”

Annesinden öğrendiklerini düşündü adam, kendi yaşadıklarını ve tecrübelerini de. 

“-Dilinde herhangi bir renk değişikliği veya şişme yok, dedi. Tertemiz bir dil. Neden gösterdin bana?”

Sır diye sakladığı ağır derdi yüreğini iyice şişirmiş, beynini oymaya başlamıştı. Artık söylemeden duramazdı. Çantasını açtı, lâl saplı makası gösterdi. Ardından derin bir nefes alıp bir solukta sırrını söyleyiverdi:

“-Dilim durmadan büyüyordu. Ben de bu makasla kesip duruyordum.”

Adam bir an şaşkınlıktan ne diyeceğini bilemedi. Hayatında böyle bir şeyi ne görmüş ne işitmişti. Bu kız acaba aklını yitirip de yollara mı düşmüştü?

 Sonra kendi kendine “bu kızın dilinin büyüdüğüne inanmasının, böyle tek başına ülkenin bir ucundan diğerine gelmesinin, ta ücra köylere kadar sefer etmesinin bir sebebi olmalı. Tuhaf olan, olmayan her şeyin, her hadisenin bir sebebi olduğuna göre bu garip durumun da bir açıklaması olmalı değil mi,” dedi.

Ama kız düşünceli düşünceli yere bakan adamın halini hayra yormayıp hüzünle hıçkırdı:

“-Bana inanmadın değil mi? Hayatım üzerine yemin ederim ki doğru söylüyorum. Ama ne fark eder ki, iş işten geçtikten sonra.”

“Konuşturmalıyım bu garibi” diye düşündü adam. “Derdini deşmeli, yardım etmeliyim. Gerekirse anam gibi masal anlatırım.”

“-Hayır, dedi. Sana inandım. Hem anam olmasa da değişen bir şey olmayacak. Zira anam bütün bildiklerini bana öğretti. Gerekirse ben de sana öğretirim.”

Kız duyduklarına inanamadı. Çare karşısında duruyordu işte. Sevinçle, hüngür güngür ağladı bir müddet. Sonra yerinden fırlayıp adama sarılmak istedi. Ama adam hemen onu azarladı:

“-Dur, dur! Otur yerine. Tanımadığın kimselere sarılmayacaksın. Bu bana anamın ilk tembihi.”

Ardından pencerenin kenarına gidip dışarı baktı:

“-Alevlerin ışığından dışarıyı fark edememişim, kusura bakma,” dedi.

Uzanıp lâmbalıktan gaz lâmbasını aldı. Büyük bir dikkatle şişesini çıkardı, ocaktan aldığı yanan dal parçasının aleviyle fitilini yakıp geri yerine koydu. Ortalığa huzur dolu, uhrevi bir aydınlık yayıldı.

Kız o güne kadar yaşamadığı sırlarla dolu o uhrevi huzuru kalbinin en derininde hissetti. Ama ne olduğunu anlayamadı. Şaşkınlıkla düşündü: “Anlayamıyorum, bu nasıl bir his. Sanki başka bir evrendeyim de benim dünyama ait hiçbir şey yok burada.”

 Adam bağdaş kurup kızın karşısına, minderin üstüne oturdu. Tepsiyi onun önüne uzattı.

“-Şimdi, şu sıcak ıhlamuru iç, meyvelerden de ye. Bir mahsuru yoksa… Yerken de bana hayatını anlat. Çocukluktan başla. Haydi bakalım.”

Kız nedense hiç çekinmedi. Hatta büyük bir rahatlık duydu. Nihayet kendisini sonuna kadar dinleyecek birini bulmuştu. Garip bir sevinçle hikayesine başladı. Kimi zaman iç çekerek kimi zaman gülümseyerek kimi zaman da karşısındaki adamın kendisini ayıplayacağını düşünerek anlattı. Ama bazı şeyleri söylemekten çok çekindi, hatta utandı.

Derin bir soluk alıp sustu. Anlatmaktan çekindiği şeyleri düşündü. Hayretle fark etti ki yaptığı kötülüklerden ve insanları aşağılayan, kendini utandıracak hareketlerinden ve sözlerinden hiç bahsetmemişti.

Adam ocakta alev alev odunlara bakarak sordu:

“- Anamın ders verirken sorduğu ikinci soru neydi bilir misin? En çok onu sorar ve hatırlatırdı. Sonra onunla ilgili tembihte bulunurdu. Şu ağzımızın içinde dolanan şeyi sorardı. Yani dili. Sence dil nedir?”

Şaşırdı kız, hem de çok. Zaten kendisi de dili uğruna yollara düşmemiş miydi? Biraz düşündü, ardından tereddütle konuştu:

“-Kendimiz… Kendimizi ifade etmekte, konuşmakta kullandığımız şey.”

Adam gülümsedi, tekrar sordu:

“-Şey ney?”

Kızın artık düşünmekten irkiliyor, beyni karıncalanıyordu.  Lambanın ışığı ile birleşen odunların alevleri, çıtırtıları, çaydanlığın kaynarken çıkardığı, ona çok farklı gelen, inceden inceye duyduğu tıkırtıları, karşısındaki heybetli ama tatlı sert adamın yavaş sesle, tane tane konuşması, kullandığı çok farklı adeta büyülü kelimeleri, onu garip, anlayamadığı, kendisine göre çok esrarengiz olan, hiç yaşamadığı tuhaf bir duyguya kaptırmaya başlamıştı. Sanki çok başka, sırlarla dolu bir yolda yürüyordu. Birkaç gün evvel yaşadığı hayatı hiç yaşamamıştı.  

Adama baktı. Nasıl da esrarlı görünüyordu, nasıl da bilinmezlerden gelmiş gibiydi. Aslında burada her şeyin altından yeni bir sır çıkacak gibiydi, onun altından da bir sır…

 Adamın son sorusuna soruyla cevap verdi:

“-Sence şey ney?”

 Ocağa iki odun daha koyan adam çaydanlığın altındaki kömürleri karıştırdı. Küçük, uçları mavileşen alevler hafif çıtırtılarla büyüdüler.

Adam derin bir nefes alıp tutuşup cızırtılarla yanmaya başlayan odunların alevlerini seyretti kısa bir müddet. Sonra dedi ki:

“-Dil insanlığın anahtarıdır.”

Kızın bu özden öz sözden hiçbir şey anlamadığını bakışlarından fark etti. Konuşmasına devam etti:

“- Dil iyinin de kötünün de habercisi, felâketin tellal başı, mutluluğun müjdecisi, kaderin yol arkadaşı. İyi sözün gönüldaşı , kötü sözün zaruri kölesi, meleğin cennet çiçeği, şeytanın cehennem zakkumudur. Şimdi… Önce iyice düşün, sonra söyle bana. Senin dilin hangisidir?”

“- Dur bir dakika, dedi kız heyecanla. Bu söylediklerinden bir şey anladığımı söyleyemem.  Önce anahtar dedin, sonra kaderin yol arkadaşı diyorsun. Ağzımdaki dil kaderin nasıl yol arkadaşı olabilir ki? Hem kaderle benim hastalığımın ne ilgisi var?”

Adam gülümsedi. Kupalara tekrar ıhlamur doldurdu. Birini kıza uzattı:

“-Sen buraya gelirken kaç kapıdan geçtin, diye sordu. O kapılar kendiliğinden mi açıldı?”

Şaşkınlıkla cevap verdi kız:

“-Bir sürü kapıdan geçtim. Kapıların çoğunu da kendim açtım. Bazıları da ben önlerine yanaşınca kendiliğinden açıldı.”

“-Ya karar kapıları, dedi adam. Ya onlar?”

“-Anlayamıyorum seni, diye konuştu kız. Sana göre karar verince kapı mı açılıyor?”

Adam gülümsedi. “Bu kızcağız gerçek hayatı hiç yaşamamış mı acep,” diye düşündü. “Kimsecikleri bu garibime sır gibi görünenlerin aslında ayan beyan ortada olduğunu işaret etmemiş mi?”  Derin bir iç geçirip cevap verdi:

“-He ya! Allah insana seçim hakkı, yani cüz’i irade vermiş.  Her kararından öce önüne kapılar koyar Yüce Rabbim. Sen o kapıları bu iradene göre seçer, böylece seçim hürriyetini kullanırsın. Hayat denen zamanda yeni bir kapı açıp o yoldan yürürken başkalarının hayatını da etkilersin.  Bu kapıyı açarken dil senin kararlarını evrene ilan eder. Yani sen dil anahtarını kullanırsın. Yeni kapıyı bir başka kapı, onu daha başka bir yeni kapı bekler. Bu hal her daim, yani ölene kadar devam eder.”

Düşündü kız. Hayatı boyunca hiçbir tercihinde bunların hiçbirini düşünmemişti. Aslında bunları ona anlatan bir dil de dilin sahibi de yanında, yöresinde hiç olmamıştı!

Başını öne eğip kendi kendine sordu. Bu adam mı talihliydi, kendisi mi? Bu adam mı bilgiliydi, kendisi mi? Belki bu adam büyük şehir görmemişti ama onun şu sohbet sırasında açıkladıklarını kendi yaşadığı ortamda anlatacak kimsesi olmamıştı. Demek dil bu kadar önemliydi. Ama dilin kaderle ne alakası vardı?

Hemen sordu:

“-Kaderin yol arkadaşı demiştin… Dil nasıl olur da benim kaderimin yol arkadaşı olur? Ben ağzımda bir et parçası olan dilim mi kaderimin yol arkadaşı?”

Adam önce çok şaşırdı, sonra yine gülümsedi. Yine “Bu kızcağız çocuk değil. İş, güç sahibi. Bugüne kadar hiç düşünmeden mi yaşamış,” diye düşündü. “Dil… Dilden ne anlamış! Hiç mi dilin kullandığı kelimelerin, ona hükmeden beyin ve gönlün gücünün farkına varmamış veya aklına gelmemiş.”

Şaşırtmak istedi kızı:

“-Dil kendi kendine mi konuşur, kelimeleri yan yana kendisi mi dizer?”

“-Elbette hayır, dedi kız şaşırıp. Ben karar veririm. Ona göre de konuşurum.”

“-Sen mi? Nasıl sen? Düşün bakalım sen kimsin? Senden öte kaç sen var?”

Kız şaşkınlıkla düşünürken yavaşça yerinden kalktı. Pencereden baktı. Dışarıda, gecenin karanlığında sert rüzgârın savurduğu kar taneleri beyaz kelebekler gibi oradan oraya uçuşuyordu. Bu güzelliği biraz seyretti. Sonra gelip kızın karşısında durdu:

“-Vakit epey ilerlemiş dedi. Karnın acıkmış olmalı. Çökelekli ısıtayım sana. Ayranım da taze.”

Cevap beklemeden dışarı çıktı.  Biraz sonra elinde tepsi ve bir ayran testisi, bakır kupasıyla ile geldi. Tepsiyi yavaşça közlerin üzerine koydu.  

Az sonra kız hayatında ismini hiç duymadığı tere yağlı sıcacık çökelekliyi aç kurtlar gibi yiyor, ayranı su içer gibi içiyordu. 

Odadan çıkıp onu yalnız bırakan adam son lokmasını çiğnerken geldi. Gülümsedi yine:

“-Tanrı misafiri, dedi. Yan odaya yer yatağı yaptım. Yün yorganı sıcacık tutar seni. Biz odalara soba kurmayız. Ters rüzgârı yaman olur buranın. Yünlü pijamalar yatağın üstünde.  Tuvalet ile yunak yeri öteki başta. Kapısının yanında ayna var. Yol yorgunusun. Şimdi dinlen. Soğukta güzel uyunur. Sorumu unutma, yarın sabah cevap isterim. Senden öte kaç sen var?”

O gece bir müddet yumuşacık yer yatağında yatarken o soruyu düşündü. Kimdi kendisi? Elbette kendisiydi. Bir kimliği, bir hayatı olan kendisi. Ama “Senden öte kaç sen var” sorusunun cevabını bir türlü bulamadı. 

Düşünmekten yorulan beyni onu uykunun derin kollarına bıraktı yavaşça ve sabaha kadar gördüğü uzun rüyada büyük şehrin ışıltılı caddelerinde, arkadaşlarıyla gittiği lüks lokantalarda, ünlü alışveriş merkezlerinde, gösterişli kafelerde, partilerde dans ederken, gece kulüplerinde, o sorunun cevabını arayıp durdu. Yanında bulunan herkese sordu. Dudak büküp gülenler, yüzüne şaşkın şaşkın bakanlar soruya cevap vermedikleri gibi onu terk edip gittiler. Karanlık, dar bir sokakta, şiddetli yağmurun altında saçlarından sular süzülürken avaz avaz bağırması kulaklarında adeta bomba gibi patladı:

“-Senden öte kaç sen var?”

Birden gözlerini açtı. Şaşkın şaşkın etrafına baktı. Neredeydi, o karanlık sokak ne olmuştu? Sonra her şeyi hatırlayınca fırladı yatağından. Koşup pencereden dışarıya baktı. Hava iyice aydınlanmıştı. Dışarıda en az üç karış kar vardı. Önce çok şaşırdı. Sonra şaşırdığına şaşırdı. Ne önemi vardı kışın, karın. Hemen adamı görmeliydi. Ona ne çok şey soracaktı ve ondan öğreneceği ne çok şey vardı.

Odanın da soğuk olduğunu fark edip üstüne montunu giyerken elinde olmadan mis gibi tereyağı ve harika ıhlamur kokusunu içine çekti.

Yavaşça odadan çıkıp mutfağa gitti. Adam yine nefis bir tepsi hazırlamıştı. Tereyağında yumurta ve daha neler neler…

Ocak yine yanıyordu. İçeri sımsıcaktı. Adam minderi gösterdi. 

“-Otur bacım. Rahat rahat karnını doyur. Benim dışarıda işim var.”

Hemen itiraz etti adama:

“-Hani soru…”

Adam susturdu onu:

“-Hele karnını doyur. Acelemiz yok. Bu havada yollar kapalıdır. Birkaç gün açılmaz. Konuşacak çok zamanımız var. Anamın üçüncü tembihini de söyleyeyim sana: Sabırlı ol, beklemesini bil. Haydi bacım. Afiyet olsun. Bak, rafta bir iki kitap var. İstersen okuyabilirsin. Şu ikinci kapı kilere açılıyor. Karnın acıkırsa kilerde sofra tahtasının üstündeki büyük tepside tandır ekmeği, tencerede de soğuk et, küplerde ayran, tursu, pekmez var.  İstersen ısıtırsın ocakta. Mutfakta gördüğün her yiyecekten yiyebilirsin.”

Yavaşça kapıdan çıkarken bir şet unutmuş gibi geri döndü:

“-Üşütme kendini. Ocak sönmeye yüz tutarsa bir iki odun atıver. “

Kız yine aç kurtlar gibi saldırdı tepsiye. Her şeyi silip süpürdü. Bir lokma bile bırakmadı. Üç kupa ıhlamur içti ve düşündü. Nasıl bir adamdı bu. Tanıdığı hiçbirine benzemiyordu. Lüzumsuz hiçbir kelime etmiyor, ama sorduğu sorular kelimelerin çok ötesinde derin anlamları anlatıyor, beyninde bilmedik sayfalar açıyordu. Acaba bu kadar ince, derin düşünmeyi nereden bellemişti? 

Aklına kitaplar geldi. Raflara baktı. Orta rafta boydan boya kitap doluydu. İçlerinden birini aldı. Rast gele bir sayfa açtı.  Bir şiir dikkatini çekti. Okumaya başladı.

“Ey dil!

Sır sendedir susarsan, efendisisin her sözün… 

Sahibi iken söylenmedik kelimelerin, 

El âleme cümleni faş edersen,

Konuşursan açık edersin hazineni.

Sus!

Gevşetme dil zincirini!

Sus ki seni de beni de pervasıza köle etme…”

Şiiri birkaç sefer okudu, anlamaya çalıştı. Ama kafası karıştı. Bir et parçası için bu kadar sızlanmaya değer miydi?   Kendi kendine söylendi.  “Sırrın varsa saklarsın, kimseye söylemezsin, olur biter. Bu kadar sıkılmaya, şiirler yazmaya ne gerek var ki?”

Sonra birden aklına gelen düşünceye pek şaşırdı. Acaba bu “dil” kelimesinin başla bir anlamı var mıydı?

“-En iyisi kitaba baştan bakayım, diye mırıldandı. Belki daha farklı bir şeyler bulur, bu konuyu anlarım.”

Sönmekte olan ocağa beş altı odun attı. Mindere bağdaş kurup okumaya başladı. 

Aradan geçen zamanda odunların yanındaki güğümden çaydanlığa tekrar su doldurup kaynayınca yine ıhlamur içti, kitabı okumaya devam etti.

Sonra yine odun attı ocağa, yine kitabın sayfaları yavaş yavaş ilerlemeye başladı.  Ama bir sayfada yine durdu, bir nazma daha takıldı aklı:

“-Ey Dil,

 Artık sussan da bir susmasan da.

 Şimdi gönlüm konuşur oldu, 

Sırlarını anlatıyor bana fısıltılarla.

 Ve…

 Ben sadece ve sadece engin, derin sevda ummanında,

 O Sevgiliye hasreti dinliyorum.”

“-Demin dile sus diyordu, dedi kendi kendine. Şimdi de ister konuş ister konuşma diyor. Bu bir çelişki değil mi?”

Ama aklına gelen bir düşünce ile gülümsedi. Bu bir çelişki değil, uzun yolda son merhale idi. Artık umurunda değildi dilin söyledikleri. Önce susacaktı. Susunca ne yapacaktı hiç konuşmadan? İnsan konuşmadan durabilir miydi?

Uzun uzun düşünürken karnının acıktığını hissetti. Kalkıp kendine bir tepsi hazırladı. Soğuk et, tandır ekmeği ve ayran, az da pekmez. Ardından turşuyu merak edip ondan da biraz aldı.

Az sonra ikinci tabağı doldururken neredeyse her şeyi unutup keyifle yemeğe devam ediyor ve kendi kendine konuşuyordu:

“- Kim yaptıysa ellerine sağlık. Ne leziz bir tuşu böyle! Ya şu et? Hepsi Çok güzel. Allah’ım, ne aç gözlü oldum! Bir tabak daha yesem mi? Dilim tadı tanıdı tanıyalı böylesi bir yemek yemedim.”

Birden aklına yine dili geldi. Kaç gündür hiç hastalık kıpırtısı yoktu. 

“-Bu köy, öteki köy, hava, su… Aslında bu adam… Hissediyorum, bir sır var, şiirdeki gibi. Ama ney? Akşam mutlaka öğrenmeliyim. Ama… Ama adam bana ne dedi, sabırlı ol, beklemesini bil. O zaman onun anlatmasını beklemeliyim.”

Hava kararırken adam geldi. Mutfağın kapısını tıklatıp seslendi. Biraz bekleyip içeri girdi. Kıza bakıp gülümsedi:

“-Akşamın hayırlı olsun, dedi. İyi, iyi. Kitap okuyarak vakit geçirmişsin. En sevdiğim kitaplardandır okuduğun.”

Kız da gülümsedi:

“- Evet, şiirleri de çok beğendim, yazıları da.”

Adam yine gülümsedi:

“-İyi, iyi, dedi yine. Ama önce karnımızı doyuralım.”

Bu defa çorba sütlüydü, sıcacıktı. Patates pidesi de çok lezzetliydi. 

Kız yine aç kurtlar gibi yemeğini bitirirken bir yandan da düşünüyordu. Bu kadar güzel yemekleri kim yapmıştı, bu adam mı, yoksa gelen gideni mi vardı. Dayanamadı sordu:

 “- Bu yemekleri sen mi yapıyorsun, yoksa yardımcın mı var?”

Adamın gözlerinde sıcacık sevgiler esti nazlı yeller gibi, sesinde de:

“-Ben yemek yapmayı beceremem, dedi. Benim sevgili evdeşim, hayat yoldaşım, can damarım yapar. Çok da güzel yapar. Çocukluk sevdamdır benim. Allah bağışlasın, iki oğlum var. Biri daha küçük, büyüğü artık delikanlı oluyor. Sevdamın iki köy ötede ailesi var. Anası hastalandı. Ona bakmaya gittiler. Kar kalkınca gelirler.”

Kız çok şaşırdı. Bir an kendini düşündü. Böyle harika bir adamla evli olsa, kocası yalnız olduğu zaman kendisi gibi birini evde misafir etse ne yapardı? Aklı kabul edemedi, hayretle sordu:

“-Hanımın kızmaz mı, beni ondan habersiz…”

Hemen sözünü kesti adam:

“-Ah be bacım! Sevdalanmışız birbirimize, yıllar yılı birbirimizi beklemişiz. Hiç eksilmemiş yangınımız, hep çoğalmış. O bilir ki ne ben onsuz ne o bensiz nefes alamayız. Böyle bir sevdada eksiklik olur mu hiç?”

İlk defa yüreğinin en derinine tarif edemediği bir pişmanlık oturdu kızın. Düşündü, neden böyle tertemiz bir sevdayı yaşayamamış, şimdi çok lüzumsuz gördüğü insanlar etrafında dolaşmıştı, niçin? Aslında kendi çevresinde de bu konuda ne çok hesap kitap vardı. Bu hesap kitapta da ne çok denklem vardı. Yanlışlarla doğrulanmaya çalışılan ilişkiler yumağında göstermelik aşklar çok çabuk tükeniyor, mutsuzlukların üstü kapatılmaya çalışılıp sahte gülücüklerle zaman geçiriliyordu.

Kızın dalgın halini seyreden adam kalkıp lambayı yaktı, Ocaktaki közlerin bir kısmını üç ayağın altına çekti.  Ihlamuru yeniledi. Mis gibi ıhlamur kokusu etrafa yayılırken sordu:

“- Kitap bitti mi?”

Bezgin bir sesle cevap verdi kız:

“-Evet, bitti. Ama bir kere okumakla anlaşılacak bir kitap değil. Bilmediğim kavramlar, anlamadığım cümleler oldu.”

Kitabı alıp o çok beğendiği iki şiiri okudu ve sordu:

“- Bu dil dediğin ağzımızdaki dil olmasa gerekir diye düşündüm. Bunun bir süreç olduğunu da. Önce sus dediği dile sonra sussan da olur, susmasan da diyor yazar. Kendi kendime dedim ki…”

Adam hemen sözünü kesti:

“-Yani, sen sana dedin ki! Karşında bir sen var, senden cevap bekliyor, bu sırlı cümlenin açıklamasını istiyor. Sen de ona, bu bir süreçtir, diyorsun.”

Kız bir an ona şaşkınlıkla baktı, düşündü. Sonra sevinçle çığlık attı:

“-Ah! “Senden öte kaç sen var” sorusunun cevabı bu! Aman Allah’ım, evet, cevap bu!”

Çocuklar gibi neşelendi. Ama birden aklına gelen düşünce onu çok şaşırttı. “Sen”ler ile dilin ne alakası vardı? Ama önce şu “dil” meselesini çözmeliydi. Hemen sordu:

 “-Ama daha her şeyi tam keşfedemedim ki! Önce dil kelimesinin cevabını söylesen? Sanki öyle olunca her şey daha da aydınlanacak.”

“-Şimdi esasa gelmeye başladık, dedi adam sırlı bir sesle. Ve… Başa döndük. Ama iyi de oldu. Dil…Ah bu dil! Kaç manaya gelir. Kullandığımız lisan için dil kelimesini kullanırız. Türkçe lisanı meselâ. Boğazımızdan yükselen ham sesleri harfleri çeviren, peş peşe dizip heceleri, kelimeleri düzenleyen, onlardan da cümle kurma görevini yapan, muhteşem bir şekilde yaratılmış organa da dil deriz. Birkaç manası daha var dilin, gönle de dil deriz, kalbe de yüreğe de.”

“Bugün hayatımın en şaşırtıcı günlerinden ikincisi,” diye düşündü kız. “Güya çok eğitimli olduğum, çok yer gördüğüm söylenir. Hiç de öyle değilmiş. Yazık bana.” Ardından utanarak sordu:

“-Bir örnek versen daha iyi anlayacağım.”

İç çekti adam, hüzünlenip uzaklara dalıp gitti. Kızın hali nasıl bir haldi ki kendini hiç hesaba çekmemişti ve şimdiye kadar kendinden başka da kimseyi düşünmemiş, kim bilir neler yapmıştı. Ama yollara düşüp buralara kadar geldiğine göre onun adına ümitlenebilirdi.  Sonra ağır ağır ve ahenkli bir şekilde dedi ki:

“-Bir dilbere dil düştü ki mahbûb-ı dilimdir.” 

Ardından hemen sorusunu sorup cevabını da yine kendisi verdi:

“-Bir şey anlamadın değil mi? Seni hiç yormadan ben söyleyeyim. Bu mısrada şiiri her kim yazmışsa, diyor ki gönlüm bir güzele düştü ki o gönlümün sevgilisidir.  Bu güzeller güzeli mısradaki dil kelimesi… Dil bazan gönül manasında, bazan kalp, bazan da yürek… Küçük anlam farklarıyla hepsinin kapısı dil kelimesine açılıyor…”

Kız büyük bir dikkatle, biraz bilgisizliğinden utanarak sordu:

“- Ne güzel ne ahenkli bir dize. Açıklaman için çok teşekkürler.  Ama…  Ama bu gönül manasına gelen dil ile ağzımdaki dilin alakası ne? Şiir “sus ey dil” diyor. Sen de dedin ki “Dil iyinin de kötünün de habercisi, felaketin tellal başı, mutluluğun müjdecisidir.”

“-Şimdiye kadar sorduğun en güzel sorulardan biri bu, dedi adam gülümseyip. Gönül, kalp, yürek, elbette dil. Bunların hepsine gönül diyelim. Gönül, yani dil kötü veya iyi, gerekli ya da gereksiz, mutlu, mutsuz düşünceyi, fikri, cevabı, soruyu, açıklamayı ne ile yapıyor? Dil ile.”

Kız farkında olmadan konuştu:

“-Ve…Böylece ağzımdaki dil iyinin de kötünün de habercisi oluyor. Felaketleri de o haber veriyor, mutluluğu da o müjdeliyor. Ne zor görevi varmış!”

Adam sevinerek düşündü. Kız hızla kavrıyordu. Ama anlamakta zorlanıyordu. Anladığı zaman nasıl bir tepki verecekti? Bundan biraz endişeliydi. Ama yine sorusunu sordu:

“- Dil susarsa ne olur, konuşursa ne olur?”

Hemen cevap vermedi kız. Dünden beri adamın anlattıklarını, okuduğu kitabı düşündü. O an beyninde şimşekler çaktı sanki. Bilinmez bir el gelip beyninde bilinmez bir defter açtı ve defterde kimi soruların cevapları vardı:

“-Aman Allah’ım diye çığlık attı. Haklısın! Dil susarsa dil, yani gönül kelimelerin efendisi olur. Eğer ağızdaki dil konuşturur da sırlarını, düşüncelerini, yaptıklarını açıklarsa…”

Devam edemedi… Şaşırdı, sustu. Aklına iş yerindeki zavallı kızı geldi. Küçük sırrını faş edince nasıl da kelimelerin kölesi olmuştu. Aslında şiirdeki o pervasız kimdi bu durumda? Elbette kendisiydi. Ama kendisi nasıl pervasız olabilirdi ki?

İçinden bir ses bağırmaya başladı:

“-Elbette pervasızsın. Hatta daha öte, sen fırsatçısın, merhametsizsin. O saf kızı köle ettin kendine. Tembelsin, kötüsün, kötü!”

“-O da o kadar aptal olmasaydı, dedi bir başka ses. Niye sana güvendi ki? İnsana hiç güvenilir mi?”

“-Susun! Susun diye çığlık attı üçüncü ses, geçmişi ne diye deşeliyorsunuz?”

Elini çenesine götürdü farkında olmadan. Yutkundu. Başını yere eğdi sonra.

Kızın içten içe kendisiyle cebelleştiğini anladı adam. Kalkıp ocağa üç beş odun daha ilave edip yine mindere bağdaş kurdu. Bir müddet sessiz kaldı. Onun yanaklarının kızarmasından kendini imtihan etmeye başladığına karar verip o zor soruyu sordu:

“-Şimdi kaçıncı sen ile konuşuyorsun? Bu sen sana ne diyor?”

Kız neredeyse çığlık attı:

“-Allah’ım! Benimle konuşan ne çok ben var! Hepsi de başka başka şeyler söylüyor.  Ben… Ben korkuyorum.”

Turuncudan maviye dönüşen alevleri seyretti adam beş on saniye. Ardından neredeyse fısıltıyla konuştu:

“-Korkma.  Hiç korkma. Sevin. Keşiflerdesin. Kendini bulmaya, kendini bilmeye çalışıyorsun. Şimdi de bana dilinin ucunda iyi mi var, kötü mü? Sana söylenenler senden neyin hesabını, niçin soruyor?”

Adamın yüzüne melül melül baktı kız. Gözleri dolmuştu:

“-Ben kötü müyüm, dedi. Ben… Ben sana her şeyi anlatamadım.”

Artık çok yorulmuştu. İnsanın kendini sorgulaması ne kadar da zordu. Sır küpünde ne varsa şu adamın kucağına boşaltıp hafiflemek istiyordu.  

“- Ben…  Aslında…”

Adam hemen sözünü kesti:

“-Dur, dur! Yapma! Sakın anlatma. Sözlerinin esiri olmasın dilin. Sen hesabını sendeki “sen”lere ver, eğer hesabın varsa. O zaman o “sen”lerden doğru yolda olan “sen” kendinin ne olduğunu, yanlışlarını, doğrularını, iyi ve kötü taraflarını keşfeder, anlar, artık bilir ve böylece doğru yolun ne olduğunu sana fısıldar.  Şimdi söyle bana, dilinin ucunda iyi mi, kötü mü var?”

Başını yere eğip düşündü kız. Kendini bildi bileli kendini hesaba çekmeyi hiç denememişti. En yakınından en uzağındakine kadar herkes adeta onun kölesiydi. Bazan tatlı dilli, yapmacık sözlerle bazan ima ve tehditlerle her dediğini yaptırmış, yapılmadığı zamanda dünyanın en hırçını olmuştu. Hırçın mı olmuştu, yoksa… Yoksa kötü mü? Kötü neydi, iyi neydi?

Sordu, adam dedi ki:

“-Ben söylemeyeyim. Sen düşün, kararını öyle ver. Ama çok istiyorsan bir ip ucu vereyim. İyilikte saf sevgi vardır ve menfaat düşünülmez. Kötülük onun tam zıddıdır.”

“-Ama herkes birbirini çok sevdiğini söylüyor, diye cevap verdi kız. Kötüler de neredeyse bağıra çağıra aşk ilan ediyor. Nasıl ayıracağım?”

“-Yine sendeki “sen”lere bak, boş ver herkesi. Her koyun kendi bacağından asılacak. Her can yaptıklarının hesabını mutlaka verecek ya bu dünyada ya ötelerde. İlla ki önüne bir fatura gelecek. Anacığımın dördüncü tembihi: Her söze inanma, hele kötülükten yana şöhreti olanlara karşı hep ihtiyatlı ol. Destursuz dolaşma, böylelerine bulaşma.”

Kız şaşkın gözlerle ona baktı, neredeyse fısıldadı:

“-Ya ben kötüysem?”

Birden başını öne eğip hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Omuzları, saç telleri, bütün vücudu titriyordu. Adam hiç konuşmadan kalktı. Pencereden dışarıya baktı. Hafiften yağan kar durmuştu. Kızı yalnız bırakıp yine kilere gitti.

Kız toparlanana kadar epey bir zaman geçti. Kendini, şimdiye kadar yaptıklarını düşününce ağlaması daha çok artıyor, kendini zapt etmeye çalışıp çok zorlanıyordu. İçindeki o sesler de fasılasız bir şekilde bağrışıp duruyordu.

Adam içeri girdiğinde elinde iki kupa vardı. Ona bakıp gülümsedi:

 “-Ah be bacım, dedi. Geriyi bırak, ümide sarıl. İyiliğe doğru ne güzel bir yol bulmuşsun. Çaban mübarek olsun. Kaderinde tercihin iyilikten yanaymış ki Yüce Rabbim seni buralara, anacığıma getirdi. Derdini fark etmişsin. Artık ağlama. Al şu kızılcık şerbetini. Sevdam o güzel elleriyle yaptı. Senin de kısmetin varmış.”

Uzanıp kızılcık kupasını aldı kız, bir yudum içti. O an yüreğinde büyük bir ferahlık duydu, Göz yaşlarını elini tersiyle silip titrek sesle konuşmaya, hayranlığını belirtmeye çalıştı:

“-Bu… Bu nasıl lezzet böyle. Ah… Hayatımda hiç böyle bir şey içmedim.”

Minderine huzurla oturan adamın yüzünde sevgi gülleri açtı:

“-Saf aşk ile yapıldı dedi. Odunlar benden, yani yanmak.  Sevgi ile emek evdeşimden. Elbette tadı leziz olacak.”

Kız hayranlıkla adamın yüzüne bakıp yine düşündü. Adam nasıl da mutlu, sevgi doluydu. Oysa kendisi hayatında hiç kimseye böyle yoğun bir sevgi duymamıştı. Ne büyük bir eksiklikti. Belki de kendi kötülüğü bu eksikliğindendi. Belki dilinden dökülen bütün kötü sözlerin, yaptığı bütün kötücül davranışların temelinde bu vardı.

Dayanamayıp sordu:

“- Saf aşk ve yanmak…Hayran oldum sana ve evdeşine. Söyler misin bu mutluluğu yaşamak için ben ne yapmalıyım?”

“- Ah, dedi adam içtenlikle. Önce dil!  Kendisinin gönül dilini bilen başkasının gönül dilini de bilir.  O gönül ki sevda dilini bilip gül dalına konan bülbüller gibi, aşk oduna yanacağı gülü bilir. i Anacığımın bir nasihati daha: Dilini tut. Dilin senin güzel sözlerinin dünyaya açılan süslü kapısı olsun. Ne diyor Sevgili Peygamberimiz, “ya hayır söyle ya da sus.” Öyle konuş ki dilin de gönlün de yorulmasın, hastalanmasın, kalbin sızlamasın, yüreğin yanmasın.”

Hayretle adamın yüzüne bakakaldı kız.

“-Dil… Yorulur, hastalanır mı, diye şaşkınlıkla sordu. Şişer mi? Büyür mü?”

İşte o zaman adam kızın can yakıcı derdine parmak bastığını anladı. Birkaç saniye düşündü. Onun hayatında en önemli an bu andı ve ağzından çıkacak her kelime kızın dönüm noktası olacaktı. O halde bu dönüm noktası onun hayrına ve iyiliğine olmalıydı.

“-He ya, dedi yavaşça. İnsanoğlu kötülüğe karar verince önce gönül ona itiraz eder, vicdan doğru olmaya davet eder. Nefis kötülük taraftarıdır. Hep konuştuğumuz “sen” ya da “ben” kötülüğe karar verip işi eyleme döker veya o karardan vaz geçip iyiliğe yönelir.”

Derin bir nefes alıp birkaç saniye sustu adam. Sonra dedi ki:

 “- Gönül, vicdan, nefis… Bu “sen”ler seni sen yapar. “Sen” bütün bu kararları verip uygularken vücudunda ilk kullanacağı yer dildir. Dil insanın kararına göre ya iyiliği anlatır, mutluluğun müjdecisi olur, ya da kötülüğü söyler, kötünün de habercisi, felaketin tellal başı…”

Kız farkında olmadan adamın sözlerini tamamladı:

“- Dil… Dil kaderin yol arkadaşı. İyi sözün gönüldaşı, kötü sözün zaruri kölesi, meleğin cennet çiçeği, şeytanın cehennem zakkumu, diye anlattın daha önce. Ne güzel anlattın. Yavaş yavaş anlıyorum söylediklerini. Sana ne kadar teşekkür etsem azdır.”

Adam cevap vermeden yine kilere gitti. Tepsiye dizdiği kalaylı bakır tabak dolusu kuru yemişler ve kupalarla geri geldi. Minderin ortasına koydu. Kupalarda yine kızılcık şerbeti vardı. Gülümseyip konuştu:

“- Bana değil, anacığıma dua et. Onun son tembihi nedir bilir misin bana?” Ne iş yaparsan yap, önce aklına danış. Ama akıl şaşabilir. Aklın sana söylediğini vicdan terazisinde tart. Sonra az biraz eğleş, hiç acele etme. Düşünce eleğinden geçir. Sonra kararını ver. Öyle yeğnicek olup rüzgârla uçma, ağırbaşlı ol”. Böyle derdi canına rahmet. Bir de derdi ki oku, durmadan oku.”

“-Bu kadar bilgi elbette kitapla olmalıydı, dedi kız. Düşünmeliydim. Kaç kitap okudun?”

Adam koca bir yudum içti kupadan. Ocağa iki odun daha attı. Alev alev yanmaya başlayan odunlara baktı, az zaman sustu. Konuştuğunda sesi kıza çok efsunlu geldi, anlattıkları da:

“-. Elbette kitabım çok. Çok okurum.  Ama hâlâ okuduğum bir kitap var ki asla bitiremeyeceğim. Her okuyuşta ne çok yeni sırları keşfediyorum. Muazzam bir kitap.”

Kız iyice meraklandı, sordu. Ona göre cevabı yine çok şaşırtıcıydı:

“- Kâinat. Müthiş bir kitap o.  En küçük toz tanesinden gökteki en uzak yıldızlara kadar hepsi nasıl da çağırıyor insanı, beni oku diye.”

Bir müddet sustu ikisi de. Kız tekrar tekrar hayatını düşündü. Meslek edinmek amacıyla üniversiteye gitmiş, bir sürü ders kitabı okumuştu. Ara ara aşk roman okuduğu, şiir kitaplarına göz gezdirdiği de olmuştu. Ama magazin dergileri onun daha çok ilgisini çekmişti. Kim ne giymiş, nerede ne yemiş, kim kiminle birlikteymiş, bunları okur, arkadaşlarıyla tenkit edip taklit yaparlar, kahkahalarla gülerlerdi. 

Birden aklına dili geldi. “Zavallı dillerimiz,” dedi kendi kendine. “Ne çok yormuşuz ne çok. Bırakmış, salmış kendini.” 

Sonra adama o beklediği soruyu sordu:

“- Demek ki ben ve arkadaşlarım dillerimizi çok yormuşuz. Dillerimizi böylesine yoran o konuşmaların, sözlerin, kelimelerin, hatta hecelerin, imalı seslerin hiç de iyi olmadıkları muhakkak. Sence öyle değil mi?”

Yine gülümsedi adam. Bu defa sevinçle gülümsediği açıkça belliydi.

“-Bilemem. Konuşurken yanınızda değildim. Hüküm veremem ben. Ama bence sen o gizli hastalığının artık çaresini biliyorsun. Ah rahmetli anam! Ne derdi bilir misin? Konuşursan yaralayacaksan sus, konuşma ki sonra sen yaralanmayasın. Sana bir ağabey tavsiyesi benden. Gönül kırma ki gönlün kırılmasın.”

Kız da sevinçle gülümsedi:

“-Ne çok şey borçluyum sana dedi. Hayatımın en ibret verici vaktini senin yanında geçirdim, en güzel sohbeti senden dinledim. Ama bu yetmez. Tekrar gelebilir miyim? Öğreneceğim daha ne çok şey var.”

Adam ilk defa kızın gözlerine dikkatlice baktı. O gözlerde artık doğru yola yönelişin duru huzurunu gördü. Sevindi, hem de pek çok. 

Kalkıp pençeden dışarıyı seyretti bir müddet. Kızı kırmadan nasıl reddeceğini düşündü. Annesi geldi aklına, onun sözleri. Gülümsedi. Yavaşça gelip minderine bağdaş kurdu.

“- Ah be bacım, dedi yine. Sen beni ne sandın ki. Dağ başında yaşayan bir adamım ben.  Sen kendi sorularının cevabını kendin buldun. Bende bir keramet yok. Su aktı, yolunu buldu. Artık bulduğun yolda şaşmadan, sapmadan yürümek de sana düşer. Her daim karşına kapılar çıkacak. Hangi kapıyı açacağına sen karar vereceksin. Hiç buralara gelmek için zahmet etme.”

Bu cevap karşısında hem çok hüzünlendi hem de ümitsizliğe kapıldı:

“-Ama… Ama, dedi yaralı bir sesle.  Ben tek başıma bana bir yol gösteren olmadan nasıl bu hayatla baş edebilirim ki?”

Kızın dizlerinin üstünde duran kitabı işaret etti adam:

“-Al onu, hediyem olsun. Çok eski bir kitaptır. Her akşam aç oku. Kâinatı da oku, düşün sonra, hikmet ara her şeyde. Anacığımın tembihlerini anlattım sana. Onları düşün. Haydi şimdi şu kuru yemişleri ye bakalım. Benim sevdamın elleriyle yaptıkları. Şifalıdır inşallah. Ben sabah çok erkenden elma bahçesine gideceğim. Biraz uzakta. Uyanınca kahvaltını yapmayı unutma.”

O gece kız yatağında uzun uzun düşündü. Sonra gülümseyerek uyudu. Çok güzel rüyalar gördü, hep gülümsedi.

Sabah kalkarken de gülümsedi. Yavaşça gidip pencereden baktı. Hava çok güzeldi. Karlar iyice erimiş, güneş açmıştı. Kuşlar dallarda cıvıldaşıp uçuşuyorlardı. Yine gülümsedi.

Yiyecek tepsisini, ıhlamur kupasını aldı, dışarı çıktı.  Yavaş yavaş keyifle, gülümseyerek kahvaltısını etti. Sonra kitabı açıp okumaya başladı. Birkaç sayfa okumuştu ki nal sesini ve at kişnemesini duyunca irkilerek o tarafa baktı. Kendisini getiren delikanlı attan iniyordu.

Yanına gelen delikanlı o ciddi yüz ifadesi konuştu:

“- Günün aydın olsun ablam. Dayı yok galiba.  Annemin selamı var. Hemen gelsin diyor. Otobüs geldi. Kasabaya inecek olan yolcularla yarın erkenden yola çıkacak. İhtiyar sürücü “üç ay gelemem. Kış bastıracak, kar yolları kapatacak. Benim taka bu yolları aşamaz,” dedi. Kasabadan kazaya gitmen için hemen gelmen gerekiyor.”

Kız bir an dondu kaldı. Sonra büyük bir hüzün gelip yüreğinin başına oturdu. Yerinden kalkamadı. Neredeyse kekeleyerek konuştu:

“-Dayın… Eeee… Elma bahçesine…gitti. Biraz bekleseydik. O gelince gitseydik…”

“-Elma bahçeleri uzaktır, dedi delikanlı. Dayının gelişi akşamı bulur.  Havanın ne olacağı belli değil. Her an değişebilir. Abla sen bir kâğıt yazıp göreceği bir yere bırak istersen. Ocak yanıyorsa su dök, söndür. Haydi acele et.”

Boynunu büktü kız… Çaresizce içeri girerken farkında değildi ama ağlıyordu, çantasından hızla çıkardığı not defterine veda yazısını yazarken de.

Ama mutfağa gelip de iki minderi, kıpkırmızı parlayan korları görünce büyük bir ayrılık acısı yüreğini dağladı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bu acı hiçbir şeye benzemiyordu. O, hayatın aslında hangi hakikatle var olacağının, gerçek cevherin nelerden meydana geldiğinin, temel amacın nasıl ve ne olduğunun esrarlı kapısını kendine iki günde aralayan adamın sohbetinden ayrı kalacağı, o sohbeti hayatı boyu çok özleyeceği için ağlıyordu.

Göz yaşları içinde ateşi söndürüp son defa etrafa bakınca, demin fark edemediği, kapı camına iliştirilmiş defter sayfasını gördü. Sayfaya çok güzel yazıyla yazılmış olan satırlardaki her kelime sanki dilinin anahtarıydı da ona esasın sırrını hemen fısıldamak istiyordu. 

Kaptı sayfayı, bir solukta okudu. Göz yaşlarına hüzünlü bir sevinç karıştı, yüzü aydınlandı.  Okuduğu veda satırlarıydı ve şöyle yazıyordu:

“Bacım,

Bir daha sohbet imkânımız olmazsa diye yine anacığımın tembihini hatırlatayım:

Oku, Rabbinin adıyla oku! Oku ki kendini bilesin, sen, “sen”lerini keşfedip erdemli sen olasın.

Allah’a emanet ol.”

Suzan Çataloluk

Nilüfer-Bursa

18.11.2023

Saat: 03.53

Son düzeltme: 24.11.2023

Saat: 02.22

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen