Medeniyet ve Ahlâk

Tam boy görmek için tıklayın.

Medeniyet ve Ahlâk[i]

 

Prof.Dr. Levent BAYRAKTAR[ii]

Medeniyet ne demektir? Medeniyetten beklenti nedir? İnsan olmakla medeniyet kurmak arasında bir ilişki var mıdır? Medeniyetin kurucu unsurları nelerdir ve bu kurucu unsurlar insanlığın hangi evrelerinde bir yükseliş göstermiştir? Medeniyeti konu edinen bir araştırmaya başlarken bu ve benzeri problematiklere bakmak sistematik olarak bize bir yol açacaktır. Ve böylece medeniyetin ahlâkla olan ilişkisi daha rahat irdelenebilecektir. Bu noktada, bu sorulara bir cevap denemesi olarak söze, medeniyet, ‘bir insanlık başarısıdır’ diyerek başlayalım. Bu, onun bir birikim neticesinde ortaya çıkmış olması demektir. Bu birikimin var olabilmesi, zaptedilebilmesi, korunabilmesi ve kuşaktan kuşağa aktarılabilmesi de onun dil ile ilişkisini gündeme getirir.

Medeniyetin kurucu unsurları genellikle ölümsüz olan insanlık başarılarıdır. Bunlar bilimdir, felsefedir, sanattır, hukuktur, sosyal organizasyondur… Devlet kurma ve yaşatma becerisi, tecrübesi, bilgisidir… Onun dışında da bir inanç ve ahlâk düzenidir. Dolayısıyla medeniyetten bahsettiğimiz zaman topyekûn bir “insanlık başarıları alanı”ndan bahsetmek mecburiyetimiz vardır. Yani medeniyetin felsefeyle, bilimle, sanatla olan ilişkisi değerlendirilmelidir.

İnsanoğlu bilmeye, öğrenmeye ve öğrendiğini aktarmaya mahkûm bırakılmış bir varlıktır. Dolayısıyla bir nesil dahi bildiklerini kendisinden sonraki kuşağa aktarmayacak olsa, o zaman insanlığın yeniden eski çağlarına; neredeyse taş devrine döneceğini tahmin etmek çok da zor olmayacaktır. Bu noktada fark ediyoruz ki; medeniyet problematiğini irdelemek, tıpkı dil gibi, sanat, felsefe, bilim gibi, aynı zamanda medeniyetin oluşturulması, kurulması, aktarılması yani “eğitim” problemini de incelemeyi zorunlu kılıyor. Medeniyetin bir insanlık başarısı, bunun bir birikim olduğunu ve bu birikimin de dil ile aktarıldığını söyledik. Demek ki insanoğlu öğrendiklerini dil ile ifade edebilmek, aktarabilmek, genişletebilmek gibi bir imkâna da sahip. Fakat bugün içinde bulunduğumuz toplumun bir çeşit “medeniyet krizi” yaşadığını fark etmek durumundayız. Bu medeniyet krizi sadece bizim yaşadığımız veya bizim toplumumuza özgü bir durum olmayabilir. Bu bir insanlık durumudur. Ama insanlığın her hâlükârda içinde bulunduğu krizleri aşmak için birtakım formüller düşünmek mecburiyeti vardır. Zira medeniyeti eğer kökleriyle, unsurlarıyla, doğasıyla kavrayabilirsek kendi medeniyetimizin ihtiyaç duyduğu alanlarda onu besleyebilir, takviye edebilir, genişletebilir, geliştirebiliriz. Medeniyet aynı zamanda bir bilinçtir. Bunun oluşumu, kökleri, gelişimi hakkında bir bilinciniz varsa onu inşa veya tamir etmeniz, aşmanız, kurgulamanız da mümkün olacaktır. Peki, bu bilinç nereden geliyor? Bu bilincin oluşmasında şüphesiz felsefi tefekküre düşen bir ödev var. Çünkü felsefeyi tanımlarken onu aynı zamanda içinde bulunduğumuz kültürün bilinci ve irfanı olarak tanımlıyoruz. Demek ki medeniyet bilinci vermesi beklenen alanlardan bir tanesi de felsefedir. Felsefenin şöyle bir özelliği var: O, daima yeni konular, yeni sorular, yeni problemler gösteriyor ve fark ettiriyor ki insanlık; tarihini, geçmişini bilerek, ileriye dönük projeksiyonlar yapabiliyor. Bu hususta felsefe tarihi insanlığın hem geçmiş tecrübelerini aktarıyor hem de bu tecrübelerden yararlanılarak yeni bir dünyanın nasıl kurulabileceğinin yollarını gösteriyor.

Bu noktada bir ikilikle karşılıyoruz; o da “olan”la “olması gereken” arasındaki bir ikilik. Olan ile; şu an içinde bulunduğumuz, yaşadığımız koşulların tamamını kastediyoruz. Yani mevcut durum, mevcut düzen, mevcut şartlar, mevcut realite. Ama insanoğlu öyle bir varlıktır ki o sadece mevcut durumlarla, mevcut realitelerle iktifa edemez. Ya da en azından insana böyle bir varlık olmadığı da eğitim yoluyla aşılanmalı, öğretilmeli, insan bu hususta bilinçlendirilmelidir. Dolayısıyla burada şunu fark ediyoruz ki insan aynı zamanda olması gerekeni hayal edebilen, tasavvur edebilen, olana bakıp olanın aksaklıklarını görüp onları nasıl tadil edebileceğini, değiştirebileceğini tasarlayabilen bir varlıktır.

Burada insanın iki kutuplu bir varlık olması gerçeğiyle karşı karşıyayız. Hz. Mevlana’nın da söylediği gibi insan iki kutuplu bir varlık; yani nurdan ve çamurdan yaratılmış bir varlıktır. Onun nurdan yaratılmış olması bir anlamıyla eşref-i mahlûkat olması, yaratılmışların en şereflisi olması demektir. Ama bir yandan da doğasında çamurdan olmaklık gibi bir özellik taşıdığı için, esfel-i safilin olabilecek, kendi ulvi doğasına yabancılaşabilecek ve aslına bakılırsa hayvandan da aşağı bir dereceye düşebilme riskiyle yaşayan bir varlıktır. Öyleyse insana bir bilinç verilmek zorunluluğu ortadadır. Çünkü bu insan; medeniyeti kuran, medeniyete hizmet eden ve medeniyet problemi karşısında bir tavır alması gereken bir insandır. Böylece siz insana nasıl bir misyon verirseniz o insanın nasıl bir dünya kurması gerektiğini de söylemiş olursunuz.

İnsanoğlunun yaşadığı manevi dilemmalar veya ikilikler çatışma ve bocalama alanlarını oluşturur ve bu noktada ister istemez ahlâk problemiyle karşılaşmış oluruz; çünkü insanın tercihler yapmaya mecbur ve mahkûm bırakılmış olması da insanın bir imtihanıdır, insan olmanın sorumluluğudur, riskidir. İnsanın dışındaki bütün varlıklar herhangi bir seçme yapmak zorunda olmaksızın tabiatları neyse, kendi varoluş koşulları neyse onu yaşarlar. Bir tek insanoğlu böyle bir kadere mahkûm bırakılmıştır ve bu onun aynı zamanda da özgürlüğüdür. Dolayısıyla insanoğlunun imtihanı kendi sorumluluğunu yüklenmek pahasına kazanmış olduğu bir özgürlüktür. Böylece ahlâkın temel problemi ya da çelişkisi olan “irade hürriyeti” ya da seçme, özgürlük problemlerine de bir anlamda erişmiş oluyoruz ki bu da insanı, tabiattaki öteki varlıklardan ayıran, onu kendi başına bir değer hâline getiren bir durumu oluşturuyor. Ahlâk; hem medeniyet kurucu bir değerdir hem de bu medeniyeti kuracak olan insan şahsiyetini yetiştiren bir değerdir. Onun için problemi neredeyse insanın ahlâkla veya değerle imtihanı şeklinde de betimleyebiliriz.

İnsan ahlâkı ya dışarıdan alacaktır ya da kendi içinde inşa edecektir. Bu da bir ikilik olarak karşımıza çıkıyor; “iç ahlâk” ve “dış ahlâk”. Siz ahlâkı dışarıdan aldığınız zaman bu size öğretilenler, sizden beklenenler veya sizin yapmaya alıştığınız pratikler şeklinde tezahür edecektir. Bu durumda da kişinin kendisi olması gibi bir problem açığa çıkacaktır. Zira insan, dış ahlâkla yetiğinde çoğu zaman kendisi değildir. Çünkü dış ahlâk bize dayatılan, bizden beklenen ve toplumun alışkanlıkları doğrultusunda yaşadığımız bir nevi kitlesel hayatın bir neticesidir. İç ahlâkın ise bir ‘ben’ bilinci olduğunu söyleyebiliriz. Yani eğer insan kendisini bir ‘ben’ olarak fark edebiliyorsa, kendisini tabiattan, eşyadan, olaylardan soyutlayıp fiillerinin sahibi olduğunu ve fiillerinin neticelerine de katlanmak zorunda olduğunu da fark edebiliyorsa o kendisi için bir ahlâk kurabilir. Demek ki bir iç ahlâk kurabilmek için kişinin bir ‘ben’ bilincine sahip olması gerekiyor. Ben bilincine sahip olmak da belki söz olarak kolay geliyor ama pratikte hakkı verilmesi gereken bir durum; çünkü özellikle günümüz insanı şu anda kitle hâlinde yaşıyor. Kendisiyle karşılaşmıyor. Kendisiyle baş başa kalmaktan korkuyor. Şöyle örnekler veriliyor: Eğer evinize girdiğinizde ışığı yakmadan önce radyoyu ya da televizyonu açıyorsanız ya da hemen gidip interneti açıp oradaki hayata dâhil oluyorsanız kendinizle karşılaşmaktan korkuyorsunuz ve kendinize tahammül edemiyorsunuz. Günümüz insanı artık kendisini dinlemediği için, kendisiyle karşılaşmadığı için, kendisine bir iç dünya kurmakta zorlanıyor. Kendi içinde bir iç dünya kurabilmiş olan bir insanın iç ahlâkından bahsedilebilir. Onun hâricinde biz toplumsal kimliğimizle yaşıyoruz demektir, toplumsal kimliğimiz de bizden beklenen hareketleri yerine getirmekten ibaret, otomat bir kimliktir. Onun için medya bu kadar güçlü. Onun için toplumumuz üzerinde bu kadar kolay ve rahat manipülasyonlar yapılabiliyor. Çünkü etki altında kalıyoruz ve etkiye de anında cevap veriyoruz. Yani sürekli beklenen davranışları üretiyoruz. Oysa insan olmak demek bir dereceye kadar tabii ki beklenen davranışları yapmak demektir; çünkü sosyal bir varlığız, sosyal bir ahlâkımız olmalı ama; insan o sosyal hayatın üzerine çıkabilen, o sosyal hayatı da sorgulayabilen, kendisini ortaya koyabilen bir varlık olmak durumundadır.

Ahlâk dediğimiz alan, insanın özne olduğu bir alandır. İnsanın, özne olması kendisine bir “iç dünya” kurması, “kendisine kendisi için bir dünya” kurması demektir. İnsan herhangi bir nesne değildir; bu sebeple o dış determinasyonlara indirgenemez. Bunlarla tarif edilemez, bunlarla tüketilemez bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Buradan şu hükme varılabilir: İnsan; bir dış hayatı bir de iç hayatı olan iki yönlü bir varlıktır. Dış hayatı olması itibariyle insan, eşyanın kanunlarına tâbidir. Bu dış hayat şartlarında herhangi bir fizik nesne, herhangi bir biyolojik varlık veya herhangi bir sosyal determinasyona tâbi, sosyal bir varlık gibi davranır. Ama yine anlaşılacağı üzere insanın böyle bir dış varlık gibi tarif edilmesi de eksik, yanlış, yetersiz olacaktır. Böylece yeniden insanın, iç hayatıyla, ahlâk hayatıyla betimlenmesi, şahsiyet ve özne olarak tanımlanması ve inşa edilmesi mecburiyetini fark ediyoruz.

İnsanı bir özne, ahlâk kişisi ve şahsiyet olarak düşünmeye başladığımızda karşılaşılan bir mesele de o insanın nasıl kendisi olabileceğidir. Bu etik bir problemdir; çünkü insanın bir başkası olmaması gerekir. Zira her insan aslında tek nüshadır. Nitekim yaratılışta her insanın kendisine mahsus bir parmak izi ve bir yetenekler ağı vardır ve bu durum ona bir şekilde kendisi olmak gibi bir ödev yüklemektedir. Hatta bu ödev; hem dinî ve metafizik bir ödevdir hem de millî ve insani bir ödevdir. Çünkü her insanın kendisinin bu evrene katabileceği sonsuz imkânlar ve potansiyeller vardır. Demek ki insanın kendisini inşa etmek gibi bir sorumluluğu ve yükümlülüğü vardır. Kendisini inşa etmemek, kendisini oluşa terk etmiş olmak, kendisinden ümit kesmek -haddi aşan bir ifade olarak algılanmayacaksa- Yaradan’dan da ümidini kesmek anlamına gelecektir.

Mesele bizi ister istemez ahlâk problemine getirdi; zaten konumuz da medeniyet ve ahlâktı ya da medeniyet ahlâkıydı. Günümüzde ahlâkın parçalanmışlığı gibi bir tablo var sanki. O da meslek etikleri kavramı ile gündeme geldi. Yani insan sadece mesleğini yaparken mi bir etik bilinç geliştirmek zorundadır? Sokağa çıktığımız zaman, dükkânımızı kapattığımız zaman o meslek etiğimiz dükkânda kilitli mi kalmalıdır? Tabii ki öyle olmamalıdır; çünkü etik parçalanmaz bir bütündür. Yani onun meslek etiği, tıp etiği, sanat etiği gibi parçalanması değil bütün ilgi alanlarının ahlâki bilinçle düzenlenmesidir esas olan. Yani siz insana bütüncül bir ahlâki şahsiyet verirsiniz, o kendisini bir ahlâk kişisi olarak kurgular ve hayatın her alanında kendisini ahlâki bir özne olarak hisseder. Dolayısıyla bize verilmesi gereken şey ya da kazanmamız gereken şey; herhangi bir meslek etiğinin ötesinde bir ahlâk kişisi olabilmektir. Çünkü bu ahlâk kişisi sadece vazifesini yaparken ahlâklı olmakla yetinmez; o hayatın her alanında ve bütün sosyal ilişkiler ağı içerisinde bunun gerekli ve zorunlu bir şey olduğunun farkındadır.

İnsan; değerlerin sesini duyan, değerleri fark eden, değerlerle bütünleşen, onları yaşan bir varlıktır. Bu insanı tabiattaki özel konumuna yükseltir.  Tabiattaki bütün öteki varlıklardan insanı aslında ayıran şey sadece dil değildir, onun aynı zamanda bir değer varlığı olmasıdır. Ve insan kendisini değer varlığı olarak fark ettikçe, kurguladıkça aslında bu başkaları için de örnek oluşturabilecek insanî erdemlilik durumu meydana getirir. İnsan erdemli olmayı da değerleri de bir örnekten öğrenir, bir gelenekten de tevarüs eder. Ama bu sadece taklit düzeyinde kalacak bir şey değildir; çünkü onlar bize sadece ufuk verirler. Bize özümsenmesi gereken, yaşanması gereken, temsil edilmesi gereken asıl değerlerin ne olduğunu fark ettirirler ve biz onu “kendimiz için” hâline getiririz. İç ahlâktan bahsederken, onun insan tarafından özümsenmesi ve insanın onu kendisi için durumuna getirmesi hâlini kastediyoruz. Bu yine sosyal olarak kitlesel hâlde yaşayan insanın, çoğu zaman farkında olacağı ya da ihtiyaç duyacağı bir durum olmayabilir.

Gelinen bu noktada, “Evrensel bir ahlâk düşünmek mümkün müdür?” diye de sorabiliriz. Bu soruya cevap vermeden önce, “Evrensel bir medeniyet söz konusu olabilir mi?” sorusunu ele alalım. Medeniyet aslında hem bir insanlık başarısıdır hem de aktarılabilir entelektüel bir alandır. Medeniyetler karşılaşırlar ve etkileşirler. Bu etkileşim, sadece savaş meydanlarında olmamıştır. Entelektüeller ve entelektüel ürünler üzerinden de karşılaşmalar ve etkileşimler olmuştur. Medeniyetin rasyonel bir alanda kurulmuş olması, rasyonel bir muhtevaya sahip olması, onun her muhatapta bir yansımasının olmasını gerektirmiştir, getirmiştir. Şimdi bir dünya tarihine, uygarlık tarihine kısaca bakacak olursak medeniyete ilişkin bize bugün için objektif bilgileri yazılı en eski metinler vermektedir. Bu yazılı en eski metinler de Sümerli metinlerdir ve Kramer’in ifadesi ile tam da bu nedenle “Tarih Sümer’de Başlar”. Çünkü yazıyı icat etmiş olan kavim, medeniyet Sümerlilerdir ve Mezopotamya medeniyetidir. Sümer medeniyeti gerçekten çağına göre çok ileri bir medeniyetti. Bilimi, sanatı, hukuku, sosyal organizasyonu olan, her şeyden önemlisi yazılı yasaları olan bir hukuk düzenine sahipti. Yazılı literatür o kültüre ilişkin olan bütün verileri hem korumuştur hem de ifade etmiştir. Dolayısıyla biz medeniyeti dille ilişki kurmaksızın düşünemiyor, tasavvur edemiyoruz. Medeniyetin dille olan yakından ilişkisi bu yüzden göz ardı edilmemelidir.

Daha sonra biraz daha ilerleyecek olursak Asurlularla Mısırlılar arasında ilişki var. Mısır diline yapılmış çeviriler var, Mısır dilinden Girit diline ve Girit dilinden de Grekçeye çevirilerin yapıldığını biliyoruz. Yani bilimin, felsefenin, sanatın herhangi bir medeniyette, daha önce emsali görülmemiş bir şekilde, mucizevi bir şekilde sebepsiz yere doğduğunu söyleyemiyoruz. Beşerî sahada, kültür sahasında bilim, teknik ve düşünce sahasında bir şeyin köksüz olarak birdenbire sebepsiz olarak herhangi bir medeniyette doğması diye bir şey mümkün değildir.  Bilim alanında, teknik alanda, insan alanında her şey süreklidir ve medeniyet de en baştan beri söylediğimiz gibi bütün bir insanlığa ait bir başarıdır ve bu dil üzerinden kendisini göstermiştir. Dille beraber kültürden kültüre, toplumdan topluma aktartılmış, yansımıştır. Medeniyet bir kalıttır, bir devamlılıktır, bir sürekliliktir ve yeryüzünde saf ırk olmadığı gibi saf medeniyet de yoktur. Zaten medeniyet olmak demek etkide kalmak ve etkilemek demektir. Bizim yanlış anladığımız şey; içimize kapanarak millî olacağımız, saf bir kültüre sahip olacağımız zehabıdır. Hiçbir medeniyet içine kapanarak evrensel olmamıştır ve medeniyet seviyesine çıkmamıştır. Doğal olan etkilenmek ve etkilemektir. Bu bakımdan da önemli olan şey bizim bu bilinçle, bu farkındalıkla hareket ediyor olmamızdır.

Sümer’le başlayan, Asurla devam eden, oradan Antik Yunan’a geçen medeniyet bayraktarlığını daha sonra İslam medeniyetinin devraldığını görüyoruz. İslamın gelişiyle birlikte Arap toplumunda çok derin bir dönüşüm meydana geldiğini ve o cahiliye düzeninden bir evrensel medeniyet kurmaya yönelik hamlenin yapıldığına şahit oluyoruz. Bu hamlenin entelektüel sahadaki yansımaları adına Beyt’ül Hikme denilen o zamanki ilim akademileridir. Beyt’ül Hikme ne idi veya ‘fonksiyonu ne idi?’ diye sorulacak olursa; ‘kendisinden önceki medeniyetlerin entelektüel sahadaki birikimlerini İslam uygarlığının tevarüs etmesine hizmet eden kurumdur’ denilebilir. Yani kendisinden önceki medeniyetlerdeki bilim, felsefe, düşünce adına entelektüel sahada üretilmiş olan ürünlerin İslam kültürüne aktarılması sürecine hizmet eden kurumdur. Bu Beyt’ül Hikme kurumu bir uygarlık merkezi gibi çalışmıştır ve o zamana kadar dünyanın gelmiş geçmiş bütün belli başlı entelektüel ürünlerini Arapçaya ve İslam kültürüne kazandırmıştır.  Bunun dinî kaynakları vardır, çünkü İslamın getirdiği mesaj budur. Yani ‘Hiç düşünmez misiniz? Hiç ibret almaz mısınız? Hiç sorgulamaz mısınız?’ tarzındaki ikazlar insanları düşünmeye, bilime, felsefeye, tefekküre sevk etmiştir. Tefekkür, bilim, sanat boşlukta yapılamaz, bunun bir zemine ihtiyacı vardır ve bu zemin de onların tarihsel birikimidir, entelektüel ve medeni ortamdır. Bu tarihsel birikimin dinî ya da din dışı olduğuna bakılmaksızın bu birikim benimsenmiş, kabul edilmiş, özümsenmiş ve bunun üzerine İslam kültürü kendi orijinal katkısını yapabilmiştir.

İşte o zaman daha 9., 10., 11. yüzyıllardan itibaren İslam uygarlığı kendi mütefekkirlerini, kendi bilim adamlarını yetiştirmiş ve bu mütefekkirler, bilim adamları 16. yüzyıla kadar Batılı mekteplerde otorite olarak okunmuştur. Mesela İbn Sina Batılı tıp fakültelerinde 16. yüzyıla kadar otorite olarak varlığını sürdürmüştür.

Buradan da şu kavrama geçmemiz gerekiyor; o da “12. yüzyıl Rönesans’ı” kavramıdır. 12. yüzyıl Rönesans’ı İslam uygarlığının gelmiş olduğu seviyeyi anlatmak için kullanılan bir kavramdır. 12. Yüzyıl, İslam medeniyetiyle Hristiyan Avrupa medeniyetinin karşılaştığı ve karanlık çağları yaşamaktan olan Hristiyan Avrupa’nın kendisini sorgulayarak İslam dünyasındaki medeniyeti tevarüs etmek gibi bir ihtiyacı hissetmiş olduğu bir dönemdir. Bu aslında takdir edilmesi gereken yüksek bir bilinç durumudur. Yani siz yeni bir medeniyetle karşılaşıyorsunuz; bu medeniyet çok üstün bir hâle gelmiş, bilimde, felsefede, sanatta, teknikte, tıpta, astronomide ve coğrafyada ilerlemiş. Siz o medeniyetle karşılaştığınızda kendinizin eksikliğini fark ediyorsunuz. Bu fark etmeyi de ancak o birikimi kendinize mal etmek suretiyle aşabileceğinizi görüyorsunuz. Bu, bugün belki İslam dünyasının yeniden fark etmesi gereken bir bilinç durumudur. Çünkü bu pozisyonlar zaman içerisinde, tarih içerisinde yer değiştirecek ve biz, bir zamanlar bizde bulunan ve emanet olarak vermiş olduğumuz bu şeyi yeni baştan almak zorunda kalıyoruz. Batı’da 16. yüzyıl Rönesans’ını gerçekleştiren şey 12. yüzyıldan itibaren İslam dünyasından yapılan düzenli çevriler olmuştur. Batı, kendi karanlık Orta Çağını, İslam dünyasından aldığı bu bilim, felsefe, tefekkür ürünlerini kendi toplumuna mal etmek suretiyle aşabilmiştir.

Batı’nın gerçekleştirdiği hususlardan bir tanesi de bu bilginin yaygınlaşması, bilginin demokratikleşmesi, bilginin halka inmesi hâdisesidir. Bir nevi bilginin “profanlaşması”dır. Ama bu tabiri de tırnak içinde kullanalım; bilginin profanlaşması da ileride insanlık için yeni sorunlara yol açacaktır. Çünkü profanlaşan bu bilgi insanın kutsalla irtibatını kesecek ve kutsalla irtibatı kesilmiş olan bir bilgi de ; ‘bilgi güçtür’, ‘bilgi hâkimiyettir’ şeklinde formüle edilecek, “güçlüyüm, bilgiliyim, öyleyse hakkım var. Öyleyse coğrafi keşilere de çıkabilirim, sömürgecilik de yapabilirim. Sanayi devrimini gerçekleştirecek olan ham maddeyi dünyanın geri kalan coğrafyalarından kendi kıtama nakledebilirim ve bunda da hiçbir mani görmem.” anlayışını doğuracaktır. Çünkü artık dünya profan bir dünya olmuştur, dünyada “kutsal”, tabiri caizse paranteze alınmıştır.  Bunun neticesinde de insan kendisini yeryüzünün yegâne hâkimi olarak görebilmiştir. Bu da İslamın medeniyet anlayışıyla İslam sonrasında Batı’nın devraldığı medeniyet anlayışı arasındaki o bariz kırılmayı temsil eder. Çünkü İslam medeniyeti eğer varlığını sürdürebilmiş olsaydı, beraberinde bir evrensel ahlâkı da, ahlâki uyanıklığı da getirmesi gerekecekti. Zira kendinizi hem İslami değerlerle kayıtlı hissedip hem de sömürgeci olamazsınız. Dolayısıyla İslami bilgi teorisiyle Batılı bilgi teorisi arasındaki bu temel fark, bir anlamda günümüzde yaşanan sorunları da beraberinde getiriyor.

Medeniyet kavramı bizi tekrar insan gerçeğine götürüyor. Çünkü o medeniyeti kuran ya da kuracak olan, kendisini inşa etmiş, kendisine bir iç hayatı kurmuş ve bir iç ahlâk edinmiş olan o insan şahsiyetidir. Medeniyetin niçin bir insanlık başarısı olduğu sorusu da cevabını bulmuş oluyor. Çünkü medeniyet insana hazır olarak verilmiş bir şey değildir. Onun, insan tarafından tasasının çekilmiş olması, ona emek verilmesi, onun kurgulanması ayrıca bir değer olarak tespit ve teşhis edilmiş olması gerekir.

Medeniyet gerçekten de bir değerdir ve insan, insani değerleri ancak medeni bir ortam içerisinde yaşayabilir ve gerçekleştirebilir. Fakat günümüz dünyasında medeniyetin sorgulanması da bir ihtiyaç hâlini almıştır. Hele bu İslam adına, İslam ahlâkı adına yapılıyorsa ve insanlar ‘Allahu Ekber’ diyerek birbirlerini binalardan atabiliyorsa bunun herhâlde birkaç kez daha sorgulanması gerekiyor. Din anlayışımız bizi daha insani, daha ahlâki, daha medeni bir dünyaya götürmelidir; zira medeniyetin kurucu unsurlarından bir tanesi de dindir. İnsanlar kutsalla irtibatlarını doğru kurdukları zaman, doğru kaynaktan, doğru değerleri aldıkları zaman dünyanın daha yaşanılası bir yer olması mukadderdir.  Fakat acaba biz kutsal kitapla (veya kitaplarla) doğru bir irtibat kurabiliyor muyuz? Bize öğretilmiş olanları sorgulayabiliyor muyuz? Veya bize öğretilmiş olanla yetinmeyerek onu asli kaynaklarından yeniden okuyup çağın ihtiyaçları çerçevesinde yorumlayabiliyor muyuz? Bu da bize şöyle bir sorumluluk yüklüyor: Kutsal kitaplar, kutsal metinler ve peygamberlerin öğütleri, mesajları, mirasları sadece kendi çağlarına ait mesajlar değillerdir. Bu metinler ölümsüz metinlerdir ve bunların her çağda, her toplumda, her koşulda yeniden okunması, yeniden yorumlanması ve anlamlandırılması mecburiyeti vardır. Bu anlamın semavi ve ilahî olduğuna inanmak o anlamın bir kerede bütün zamanlar için tüketilemeyecek olduğuna da inanmak demektir. Bu bize şöyle bir felsefi bakış açısının gerekliliğini öğütlüyor: Biz dinimizi, geleneklerimizi, tarihimizi ve kültürümüzü felsefi bir bilinçle yeni baştan okumak, sorgulamak, yorumlamak ve anlamlandırmak zorundayız. Bu sadece felsefecinin ödevi değildir; bu aynı zamanda din âlimlerimizin, ilahiyatçılarımızın, sanatçılarımızın, devlet adamlarımızın da ödevidir. Ama böyle bir bilinçle topyekûn bütün bu meselelerin birbiriyle irtibatlı olduğunun farkında olan bir idareci zümresinin de vazifesidir. Farabi, El Medinetü’l Fazıla adlı eserinde ‘faziletli şehir nedir?’ diye sorduğunda; bu erdemli şehrin başında bir filozof kralın varolduğu, varolması gerektiğini söyler. Buradan da anlıyoruz ki, bütün medeniyet problemlerimize kuşatıcı ve üst bir felsefi bakışla yaklaşmak mecburiyetimiz vardır. Çünkü bunların hiçbiri birbirinden kopuk, bağımsız kompartımanlar hâlinde ayrılmış problem alanları değildir.

Her medeniyet aynı zamanda bir metafizik ve dünyevi düzen demektir. Dolayısıyla medeniyetleri ölümsüz kılan şey ya da bir kültürü taşıp, coşturup onu medeniyet seviyesine çıkartan şey; bir dünya görüşü ve aynı zamanda bir metafizik görüştür. Bunlar, hayatın olmazsa olmaz iki ana unsurudur. Bu iki hat üzerinden bakınca görüyoruz ki medeniyet hem bir dünya düzeni başarısı hem de bir metafizik düzen başarısıdır. Çünkü medeniyet bir çeşit dünya düzenidir; burada insanın yeryüzünde sosyal bir varlık olarak birlikte yaşayabilmesi için sosyal bir organizasyona ihtiyacı vardır. Bu sosyal organizasyonun sağlıklı bir şekilde kurulabilmesi için de bilgiye ihtiyaç vardır. Bu bilgi de hem bir çeşit dünya bilgisi hem de bir çeşit metafizik bilgidir. Bu noktada, “bu dünyaya ilişkin bilgi neden yeterli olmuyor, niçin bunun mutlaka bir metafizik bilgiyle tamamlanması ya da takviye edilmesi gibi bir ihtiyaç vardır?” sorusu gündeme gelebilir. Bu meşru bir sorudur. Ve şöyle cevaplanabilir: Eğer insan yeryüzünde sadece kendisini maddi ilişkiler ağı içerisinde tanımlayan bir varlık olmuş olsaydı dünyevi-beşerî bilgi insana yeterdi. Ama insanoğlu tarihin hiçbir evresinde kendisini salt dünyevi, salt fizik-fizyolojik bir varlık olarak tanımlamakla iktifa edememiştir. İnsan mutlaka kendisini anlamlandırmak istemekte, kendisinin doğumdan önceki ve ölümden sonraki akıbetini merak etmektedir. Bu merak duygusu insanda metafizik dediğimiz alanın kapılarını açar. Metafizik, insanın aşkınlık ihtiyacının bir sonucudur. Peygamberler de insanın aşkın varlıkla ilişkisinin ve iletişimin asli kaynaklarıdır. Hangi kavim bir peygambere veya bir kutsal kitaba bağlanıp onun emirlerini idrak etmişse o kavim bir medeniyete doğru yürümüştür. Dolayısıyla peygamberleri böyle algılamak gerekir. Çünkü onlar değerleri yaşayan ve ölümsüz modeller oluşturan insanlardır.

Ahlâk bir modelden öğreniliyorsa, bir örnek şahsiyetten öğreniliyorsa siz önce onun hâllerini ve tavırlarını örnek alırsınız. Dolayısıyla bir sonraki aşamada ‘acaba bu hâlin, tavrın arkasındaki değerler nedir’ diye merak etmeye başlarsınız. O değerleri keşfettikçe, o değerleri özümsedikçe, o değerleri “sizin için” (kendiniz için) hâline getirdikçe, o değerleri kendi malınız hâline getirdikçe o davranışlar artık sizin için taklit olmaktan çıkar; onlar artık siz olursunuz, sizin şahsiyetiniz olur. Ahlâktaki bu dengeyi; iç ve dış dengesini, toplumsal olanla ucu açık olanı buluşturmak mecburiyetindeyiz.  Bunun bir süreç olduğunu, bunun devamlı mükemmele, iyiye, güzele doğru yönelmiş olma süreci olduğunu da fark etmek zorundayız. Aksi takdirde ahlâk Hz. Peygamber’le bitmiştir derseniz insanlıktan ümidi de kesmiş olursunuz. Onun en güzel örneği orada yaşandı, doğru. Ama o en güzel örneğin her çağda, her toplumda ihya edilmesi gereken bir şey olduğunu idrak etmek gerekiyor. Dolayısıyla eğer siz vahyi kendinize iniyormuşçasına idrak etmeye başladığınızda, okumaya başladığınızda; o vahyin sizde yaratacağı bir hâl zuhur edecektir. O hâlin adı da belki İslam Ahlâkı olacaktır.

Bu noktada İslam adına fark etmemiz gereken şey; Hz. Peygamber’in tamamlamak üzere gelmiş olduğu ve bizi reşit kılacak olan ahlâktır. Anlamamız ve fark etmemiz gereken kavramlardan bir tanesi de bu “reşit olmak” kavramıdır. Biz dinin aslında insanları kul yaptığından çok bahsediyoruz ama insanları reşit kıldığından o kadar bahsetmiyoruz. Oysa dinin insana iniş sebebi, geliş sebebi, vahye muhatap olan insanda yarattığı transformasyondur. Yani siz vahiyle karşılaşıp bir dönüşüme uğramıyorsanız vahiy size değmiyor demektir. Vahiy size inmemiş demektir. Her insanın vahiyle şahsi bir karşılaşması isteniliyor. Yukarıda söylediğimiz gibi, peygamberlerin mesajları gönderildikleri toplumlarla ve dönemlerle sınırlı değildir. Bu mesajların her toplum, her düzen, her insan için ayrı ayrı yeniden güncellenmesi, yeniden idrak edilmesi ve yorumlanması gerekir. Bir medeniyet eğer içine kapanmamışsa, eğer durağanlaşmak ve gerilemek istemiyorsa her alanda bu sorgulamayı yapmak mecburiyetindedir. Çünkü felsefi bakış açısı bize şunu söylüyor: ‘Mesaj tüketilmiş değildir, mesajın ve anlamın sonsuz açılımları vardır. İnsan bu mesajı her dönemde yeni baştan değerlendirecek ve yorumlayacak potansiyele sahiptir’. Dolayısıyla insandan ümidimizi kesmememiz, ona güvenmemiz gerek. Ayrıca o insanı, insanlığın hayrına çalışacak ve hayrını isteyecek bir ahlâki bilinçle donatmamız da zorunludur. Klasik örnektir; siz atomu parçalarsınız, bundan atom bombası yapabileceğiniz gibi atom santralinde enerji de üretebilirsiniz. Bize lazım olan şey bu bilgiyle ne yapacağımızdır. İşte bu aşamada ahlâk, İslam ahlâkı ve bu ahlâkın özneyi reşit kılmak istemesi, bireyin inşası problemi ortaya çıkıyor. Öyle bir özne inşa edilmelidir ki; o özne de hem toplumu hem bir medeniyeti hem de bütün bir insanlığı yeni baştan anlamlandırsın, kurgulasın ve bu kan ve gözyaşı yeryüzünden silinsin. Bu bir ütopya gibi görünebilir ama buna inanmak mecburiyetindeyiz.

Gelinen bu noktada diyebiliriz ki, eğitim düzelmeden insan düzelmeyecektir. Onun için eğitimi ve siyaseti gündelik kaygıların dışında, değerler üzerinden gerçekleştirmeye mecburuz ve insanları da değer varlığı olarak tanımlamak durumundayız. Eğer siz, insanı tüketimle tanımlanırsanız, eğer siz insanı alım gücüyle tanımlarsanız oradan bir insani, ahlâki, medeni nizam çıkmayacaktır. Dolayısıyla her şey insanda başlıyor; ‘İnsanın eğitimi nedir?’ ve ‘İnsana lazım olan şey nedir?’ diye sormayı, sordurmayı becermeliyiz. Bu bizim toplumumuzda felsefeye aslında niçin layık olduğu yerin verilmediğiyle de alakalı; çünkü felsefe insana böyle bir şuur kazandırıyor. Böyle bir soru sorma patriği kazandırıyor. Felsefe uzun yıllar dışlandı ve belki daha da dışlanacağı günler de yaşanacak.

Yani siz şehir plancısı yetiştiriyorsunuz, mimar yetiştiriyorsunuz lakin o şehirde yaşayan insanı hesaba katmayan bir şehir çıkıyor ortaya. Öyle bir mimari ortaya çıkıyor ki onun içinde insan yaşayacağı unutulmuş. İhtişam, gösteriş her şey var ama insanın içinde mutlu olması, içinde insanın kendisiyle karşılaşmasını sağlayacak bir mekân olarak tasavvur edilmemiş. Yine bir bakış açısı eksikliği var, yine bir ufuksuzluk var. Yine bir kısır döngü, piyasa-pazar-maliyet ilişkisi ve en yüksek ranta, en yüksek kâra endeksli bir zihniyet, bir algı var. Dolayısıyla bu algı kırılmadıkça bu düzen devam edecektir. Bu algıyı kıracak insanlara, ortamlara ve ideallere ihtiyaç var.

Ahlâk alanı bilim alanı değildir. Ahlâk alanı olgular alanı da değildir. Bu alan değerler alanıdır, olması gerekenler alanıdır, idealler alanıdır ve yaklaştıkça uzaklaşan bir alandır aslında. Bundan da şu kastediliyor; ahlâk tüketilemeyecek olan bir alandır. Ahlâkın çağlar içerisinde güzel örnekleri tabii ki vardır ama bu şu demek değildir: Ahlâk çağlar içerisinde tekâmül etmiştir ve o da bilim gibi birikerek ilerleyen bir alandır. Dolayısıyla ahlâkın bilgisiyle ahlâkın kendisi aynı şey değildir. Bugün insanlık, ahlâk adına eserlerin çoğaldığı, ahlâk adına yazılıp çizilenlerin çoğaldığı, ahlâk adına teorilerin çoğalmış olduğu bir çağda yaşamaktadır. Ama ahlâk bilgisinin çoğaldığı, ahlâk adına yazılanların çoğaldığı çağda yaşamak en ahlâklı çağda yaşamak demek değildir. Günümüzde teknik ilerlemiştir; uzay çağı yanşamaktadır, bilgisayar çağı yaşanmaktadır. Acaba buna paralel olarak medeni bir çağ yaşanmakta mıdır?

Medeni bir çağın yaşanması, etik bir seviye ile mümkündür. Etik, ahlâk dediğimiz şey de, insanla insanın ilişkisinde en kâmil manada ortaya çıkar. Bu demek değildir ki insan tabiat, insan nesne ilişkisinde ahlâk yoktur. Ama ahlâkın en kâmil manada yaşandığı yer intersubjektivite alanıdır. Yani özneler arası alandır. Çünkü sizin eyleminiz, muhatabınız tarafından algılanacak ve bir reaksiyon alacaksınız. Sizin ona yaklaşımınız, onun bunu algılayışı ve onun bunu çözümleyip size geri yansıtması hâdisesi etik bir ilişki başlatacak. Aslında her an, her grup, her toplum içerisinde bu insan-insan ilişkisini özne özne ilişkisi olarak kurduğumuzda sorun daha sağlıklı bir mecraya girecektir. Çünkü karşınızdakini sizin gibi bir ben, sizin gibi bir değer olarak gördüğünüz zaman bu ilişkinin adı ben-sen ilişkisi olabilir ve o zaman bu bir ahlâk ilişkisi olur. Karşınızdakini, kendinize layık gördüklerinizi layık görmediğiniz bir şey olarak tanımladığınız zaman o ilişkinin adı özne-özne ilişkisi olmuyor. O özne-nesne ilişkisine dönüyor. Ve siz karşınızdakini nesne olarak gördüğünüz zaman, onu tanzim etmeyi, onu şekillendirmeyi, onu kısıtlamayı ya da onu yok saymayı göze alabiliyorsunuz. Ve orada da ahlâk bitiyor.  Çünkü ahlâk, özneler arası alanda gelişir, yaşanır, kurulur. Karşınızdakini özne olarak görmediğiniz anda ahlâk biter, medeniyet krizi doğar.

[i] Uygarlık Ahlakı ve İnanç Araştırmaları Enstitüsü’nde 29.12.2013 tarihinde yapılan konuşma metnidir.

Bizim Külliye Dergisi, 12/2014, 651. Sayı, Sf. 64-71

[ii] Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Felsefe, Felsefe Tarihi Öğretim Üyesi.

Yazar
Levent BAYRAKTAR

Doç. Dr. Levent Bayraktar 1972'de Ankara'da doğdu. İlk, Orta ve Lise tahsilini burada tamamladı. 1989'da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü'ne girdi. Buradan sırasıyla 1993'te lisans, 1997'de yüksek lisa... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen