Milletsiz Milliyetçilik: Atatürk Milliyetçiliği

20. asra girerken dünyadaki son imparatorluklar da dağılarak millet temelli irili ufaklı birçok yeni devletler kuruldu. Bunların birçoğu kendilerini destekleyen yeni niyet ya da oluşumların maşası olarak kurulsa bile bu yeni vasatın dayandığı destek noktası milli aidiyetler oldu.

Türkiye Cumhuriyeti bile böyle bir fikri cereyanın ürünüdür. Osmanlı devletinin devamlılığı adına emek verenler onun hiçbir yurdundan, yöresinden ya da insan unsurundan gönlüyle vazgeçmese de karşı taraf tabir-i caizse bu birlikteliğe onay vermeyince Türklerde kendi başlarına kalmış oldu.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Türk milletinin sahipliğinde kurulsa da sonraki gelişmeler hâlâ sıkıntının geçmediğini gösteriyor. Çünkü kurulan yeni idarede herkes “yüce Türk milletinden” bahsediyordu ama ondan ne anladığı rivayeti muhtelifti. Birinci Dünya Harbi (öncesi de var tabi)ve milli mücadele dönemindeki Türk milleti ile hassaten ikinci meclisten sonra yapılanlar çok büyük sükût-u hayale uğrattı insanları.

Türk milletinin tarihi macerasının bilinen her dönemi ya da esatir zamanlarının her zerresi elbette ki Türk milletinin maşeri vicdanında yer alır. Ama son bin yıllık İslam temelli devlet uygulamaları Türk milletinin ruh ve beden varlığının dayandığı nihai noktadır. Türk milleti birçok dönem ya da macera sonrasında kahir ekseriyetle İslam’da karar kılmış ve onunla aynileşmiştir. Bunun etkileri el’an da devam etmekte, gâvur gözünde İslam Türk’e zimmetli bir din olarak yer etmektedir. Bu hâl Türk milletinin tarihi vetire içerisinde bile isteyerek müttefik olduğu hâldir. Bu hâli tartışmaya açmanın, ondan şüphe duymanın, sağlıklı bir toplum oluşturmayacağını geçtiğimiz yüz yıllık uygulamalarla aleni görülmüştür. 

Dolayısıyla I.Dünya Harbi ve akabinde verilen Milli Mücadele sonrasında Türk milletinin inanç değerleri üzerinde verilen muazzam ve destansı mücadeleler sonrasında kurulan rejim ve onun yaptığı icraatların bu medeniyet kodlarına göre hareket etmesi asgariden ahlâken gerekli bir usul olacaktı. 

Ama olmadı…

II. Meclis sonrasında yapılan uygulamalara baktığımızda Türk milletinin aidiyetlerinin tamamen değiştirilmesi adına ciddi yanlışlara imza atıldığı târihen sabittir. Bu değişiklikler yapılırken bu uğurda hem maddi su-i istimaller yapıldı hem de manevi manada insanlara yapılan zulümler de işlenmesi, toplum vicdanında hala kapanmayan, belki de hiç kapanmayacak hadiselere sebep oldu. 

Yapılan devrimlerle giyimden kıyafete; ibadet dilinden, yaşamına; milletin tarihi aidiyetlerinden, gelecek umutlarına kadar neredeyse hayatın bütün alanında değişikliklere gidildi. Beden ile ruhun ayrıştırılabileceği, ruhun hiçbir ehemmiyetinin olamayacağı, bedene her ne istenirse yüklenebilineceği zannı çok büyük enerji ve zaman kaybına sebep oldu. Yapılan o yanlışların hâlâ mâliyetini ödeyebilmiş değiliz. Zira devlet ve millet hayatımız hâlâ bayındır duruma gelebilmiş değil.

Türk toplumu çatışmalı toplum yapısından bir türlü kurtulamamaktadır. Çünkü üzerinde müttefik olunan bir millet tanımına hâlâ ulaşılamamıştır. Bu sebepten her dönem farklı meselelerden dolayı çatışmaktan bir türlü kurtulamıyoruz. Bu çatışmalar ise zaten sınırlı olan kaynaklarımızın heba olmasına sebep oluyor. 

Laiklik mefhumu etrafında inşa edilmeye çalışılan millet tanımı toplumda kabul görmemiştir. Son yıllarda her ne kadar sayıları bir miktar artmış olsa da toplumun büyük bir kısmı kendini laik olarak görmemektedir. Sadece devletin resmi zeminlerinde varmış ve her şey yolunda gidiyormuş gibi davranılmakta, merasimlere katılan zat Laik olduğunu göstermeye çalışarak vaziyeti idare etmeye çalışmakta, ama bu durum toplumun günlük yaşam alanında bir karşılık bulamamaktadır. 

Şimdileri bırakın daha İsmet İnönü’nün reis-i cumhurluk döneminde, eşi Mevhibe İnönü’nün, bazı zamanlar,  onun Pembe Köşk’ten işe gitmek üzere ayrıldığında, yakın çevresiyle bir araya gelip Mevlid-i Şerif merasimleri yapması bile, Laikliğin bidayetinden beri toplumda kabul görmediğine güzel bir misaldir aslında. Kamusal alandan silinmeye çalışılan ya da silindiği vehmedilen İslami kaideleri, gelenekleri, devrim mucitlerinin kendi özel hayatlarından bile silemediklerinin ispatıdır bu hatıra. Devletin kuş uçsa bile haberdar olduğu bir dönemde İsmet İnönü’nün kendi köşkünde olanlardan haberi olmadığı düşünülemez herhalde. 

Selçuklu ve Osmanlı başta olmak üzere İslami Türk tarihinin hiç yaşanmamış gibi düşünülmesi, milletin tarihi köklerinin Hitit ve Eti gibi muhayyel Anadolu topluluklarına dayandırılarak yeni bir Türk tanımı üzerinden millet inşa edilebileceği gibi bir tezin kabulüne inanılınca nice garabetler yaşanmak mecburiyetinde kalınmıştır. 

Bir taraftan “köylü milletin efendisi” de, sonra, Ankara’nın bazı semtlerine köylüleri sokmamak mı dersiniz; İslami hayatın silinmesi için yapılanları mı dersiniz, neler ve neler! Bu garabetleri ifade etmek için fazla misal aramaya gerek var mı? Mesela Mustafa Kemal’in “Bu memleket tarihte Türk’tü, şimdi de Türk ve gelecekte de Türk olacaktır” cümlesindeki doğruluğa rağmen, radyolarda Türkülerin yasaklanmasını ne ile izah edeceğiz? Ezanın güya Türkçeleştirilmeye çalışılması ki ruhlara yapılan en büyük eziyetlerden biri de bu uygulama olsa gerek. Günde beş vakit milletin camilerinden okunan ezanların aslında uzak bir dille ifade edilmesinin gönüllerde açtığı yaralar nesiller geçmesine rağmen kapatılamamıştır. Binyıldır aynı sözlerle gönüllerini mâsivaya kanatlandıran Türk milletine ezan sözlerinin Türkçe olmadığına inanmasını beklemek, balığı kavağa çıkartmaktan daha zordu ki kimse de inanmadı zaten. Çünkü dil yaşanılan hayat içerisinde kaynağının ne olduğundan bağımsız insanların birbiriyle anlaşabilmek için kullandığı seslerdir ve o sesleri anlayan bir toplum için, o kelimelerin kaynağının ne olduğunun bir ehemmiyeti yoktur. “Allah-u Ekber” ile başlayan ezan bu manada elbette ki “Türkçe”ydi. Ve “bu ezanlar ki dinin temeli, ebedi yurdumun üstünde inlemeli” diyerek dinini İstiklal marşına zimmetleyen Türk milleti zaten onu tekrar aslına döndürene kadar mücadeleden vazgeçmedi ki nihayetinde de aslına dönmüştür. 

Millet tanımı ayrık olunca bu tanımın tutması adına yabancı düşüncelerle işbirliğine gidilmesinden de gocunulmamıştır. Bundan kaynaklı ordu başta olmak üzere yüksek politik bürokrasi, hep yaban düşünceler tarafından düzenlenmiş, o yaban düşüncelerden edinilen maddi destek sebebiylede hep o düşüncelerin istedikleri düzenlemeler icra edilmiştir. Neredeyse her on yılda bir ihtilâl yapmak, Başbakan Adnan Menderes ve bakan arkadaşlarını asmak, bu ihtilallerin olabilmesi için birçok su-i istimaller yapılmaktan imtina edilmeyerek her defasında gariban Türk milleti bu gibi sebeplerle büyük acılar çekmek mecburiyetinde kalmıştır: Açlık, düzensizlik, su-i istimaller, ahlaki erozyonlar, daha neler, neler…  

Bütün bu yanlışlar olurken devletin işleyişine, bürokrasinin yönetim tarzına bakarsanız da muhayyel bir Türk milleti adına yapılmıştır bütün bunlar. Yani lafızda bir Türk milletinden bahsedilir ama canlı kanlı Türk ortada yoktur. 

Hâsılı ikinci meclisten sonra çok şedîdâne uygulamaların görüldüğü, etkilerinin günümüzde iktidar modellerine ve cari siyasi mülahazalara kadar devam eden süreçle, mazisinden, geleneğinden, medeniyetinden kopuk yeni bir millet tasarımına gidilmeye çalışılmıştır. Devlet erkinin yaptığı bu tasarım ile millet bir türlü barışamadığı için geleneğine bağlı, tarihine sahip Türk milletinin tasarlanan suni milleti kabullenemediğini görüyoruz. Geldiğimiz yerde bu akıl dışı uygulamalardan kaynaklanan yaralar hâlâ sarılabilmiş değil. Yarayı sarma vaadiyle oluşan siyasi kadrolar bile sağlıklı uygulamalara bir türlü adım atamamaktadır. Çünkü yara derinlerdedir.

1980 ihtilâliyle de ete kemiğe büründürülmeye çalışılan şey aslında “milletsiz” bir milliyetçiliktir. Adına “Atatürk milliyetçiliği” denen bu kavram Türk milletinin maşeri vicdanında hiçbir karşılık bulmamıştır. Türk milletinin ve devletinin zenginliklerini ele geçirmek adına bazı “uyanık” kesimler haricinde hiçbir kesim Atatürk milliyetçiliği palavrasına pirim vermemiştir.

12 Eylül ihtilâlinin haksız ve meşru olmayan mahkemelerinde yargılanan dönemin subaylarından Dr. Selim Kaptanoğlu Atatürkçülüğe, subaylardan ve ilkokul çocuklarından başka kimsenin inanmadığını ifade ederek yapılan yanlış uygulamaları içeriden biri olarak çok güzel tespit etmiştir. Bu tespitin muhteviyatı tartışılmalı ve yapılan yanlışlardan dönülmesi gerekirken hâlâ “hiçbir şey olmamış gibi” davranılmaya devam edilmesi zaman kaybı ve kaynak israfından başka hiçbir işe yaramadığı görülmelidir artık. 

Milletsiz milliyetçiliğin kimseye faydasının olmayacağı görülmelidir artık. Birçok bakımdan zor durumda olan Türk milletinin toplumsal uzlaşmaya vararak meselelerinden ancak kurtulabileceği kabul edilmelidir. Yoksa sınırlı olan enerjimizde boşa harcanarak, belki de Türk milleti tarih sahnesinden silinip gidecektir.     

[i] Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Mühendislik Fakültesi  Öğretim üyesi 

Yazar
Cüneyt CESUR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen