Milliyetçi İdeoloji- Millî Devlet ve Türkiye

Tam boy görmek için tıklayın.

Milliyetçilik

Milliyetçilik ideolojisinin fikri ve felsefi te­mellerini, Aydınlanma Çağı akımlarıyla rasyonalizm düşüncesinde bulmak müm­kündür. Tarihsel süreçte bu ideoloji, Fransız İhtilali ile Sanayi ve Endüstri Devrimlerinin toplumsal so­nuçları neticesinde, toplumların millet olma bilin­cine eriştikleri noktada ortaya çıkmış bir akımdır. Anılan gelişmelerin çok öncesinde, ideolojik kap­samda olmasa da fikrî anlamda milliyetçilik anla­yışına yönelik açıklamaların, İbni Haldun gibi Doğulu düşünürlerin eserleriyle, Orhun Kitabeleri gibi belgelerde de var olduğu bilinen bir gerçektir.

İbni Haldun konuyu “asabiye” kavramı ile açık­lamaya çalışmaktadır. Bağlılık, aidiyet anlamlarına gelen asabiye, iki türlüdür: Neseb-i Asabiye ve Sebeb-i Asabiye. İbni Haldun’a göre Neseb-i Asabiye soy anlamında bir bağlılığı ifade etmekte olup daha çok bedevi toplumlarda gö­rülen bir asabiye anlayışıdır. Sebeb-i Asabiye ise İbni Haldun’a göre daha çok daha yüksek düzeyde teşkilatlanmış ve organize olmuş olan yerleşik toplumlarda görülür.1 Modern anlamda milliyetçilik düşüncesinin de soy esasını değil; kültürel birleşme, ortak mazi, birlikte yaşama arzusu, kederde ve mutlulukta bir­lik düşüncelerini esas aldığı düşünüldüğünde, modern milliyetçiliğin İbni Hal­dun’un ‘Sebeb-i Asabiye’ olarak açıkladığı duyguda var olduğunu kabul edebiliriz. Orhun Kitabeleri’nde de soy bağına dayalı birliktelik ve birlikte ya­şama arzusu ile insanların birlikte yaşayabilmesinin, millî ve manevi değerlerinin korunması ile mümkün olabileceği belirtilmektedir. Kitabe’de yer alan “Beyleri de milleti de doğru imiş. Onun için ili öylece tutmuş tabiî ili tutup töreyi düzenlemiş.” gibi ifadelerde, Türkün töre denilen mazi birlikteliği ile vücut bulan toplumsal dayanışma ve iş bölümüne sahip olduğu vurgulan­maktadır.

Milliyetçilik fikrî Batı toplumlarında, Aydın­lanma Çağı ve Sanayi Devrimi neticesinde burjuva­zinin devlet yönetiminde etkin olması ile millî devletlerin doğması aşamasındaki gelişmelerin ürü­nüdür. Zira Sanayi Devrimi öncesinde sınıf esası genel kabul gören bir sosyal anlayıştır. İnsanların birlikteliğini ve ilişkilerini sağlayan temel faktör aynı sınıfa dâhil olmalarıdır. Bu dönemde bir Fransız soy­lusu için bir Fransız köylüsü hiçbir önem taşımaz iken, bir Alman soylusu daha çok önemli kabul edil­mektedir. Ancak gerek Sanayi Devrimi gerekse Fran­sız İhtilali neticesinde yayılan eşitlik ve özgürlük fikirleri, insanlar arasındaki farklılıkların ortadan kalkmasına yol açmıştır. Zamanla sınıf farklılıkları ortadan kalkan insanları bir arada tutabilmek için ortak duygu ve düşüncelere ihtiyaç duyulmuştur. Bu birleşmeleri sağlayacak kay­naklar ise tarihte ve kültürde bulunmuştur.2 Bir başka ifade ile milliyetçilik, bur­juvazinin; feodal parçalanmışlığa ve feodal sisteme karşı; ortak bir dil ve tarih ile ortak bir kültürel mirasa sahip olan ve belli bir toprak parçası üzerinde yaşayan insanları, ortak bir pazar etrafında ve ortak bir gelecek kaygısıyla birleştirme ça­basının ideolojisi olarak doğduğunu söyleyebiliriz.3 Bu bağlamda millet fikri vücut bulmuş ve milliyetçilik fikrinin temel unsuru olarak kabul görmüştür.

Milliyetçilik fikrinin ortaya çıkışında millet unsurunun ön planda olması ne­ticesinde, millî iradenin temel irade olarak kabul edilmesi de eşitlik ve özgürlük fikirleriyle birlikte kaçınılmaz olarak kabul görmüştür. Bunun neticesinde de­mokrasi düşüncesi gelişmiş ve süreç içerisinde genel oy-eşit oy ilkesinin de kabul edilmesiyle demokrasi anlayışı modern şekline bürünmüştür.

Milliyetçilik ideolojisinin ırkçılık, faşizm, etnikçilik gibi akımlarla yan yana anıldığı yaklaşımlar olmasına karşın, çok farklı anlayışlar oldukları açıktır. Şöyle ki; ırk bir toplumun yüzyıllar süren beraberliğinin meydana getirdiği kan ve soy bağına dayanır. Bir manada ırk milletten daha dar bir kavramdır.4 Irkçılık biyo­lojik veya kültürel görünümleri nedeniyle belirli toplulukların dışlanmasına da­yalı ideolojik bir söylemdir. Irkçılığın temel özelliği, bir gruba diğerinin zararına üstünlük atfeden bir farklılığa yaptığı sürekli vurgu ve “farklı” olarak tanımla­nana karşı düşmanca duygular beslemesidir. Irkçılığın ilk ortaya çıktığı sömür­gecilik dönemlerindeki temel rolü, belirli topluluklara toplumsal, siyasal ve ekonomik katılımının reddi ve sömürünün çeşitli bi­çimlerinin meşrulaştırılması olmuştur.5 Milliyetçilik ise birleştirici ve eşitlikçi yapısıyla, ırkçılıktan tama­mıyla ayrılmaktadır. Kederde ve kıvançta bir olmayı kabul eden insan topluluklarının birlikte yaşama ar­zusu olan milliyetçilik düşüncesiyle ırkçılık bağda­şamaz.

Faşizm ise, milliyetçiliğin bir bakıma mutasyona uğramış farklı bir versiyonudur. Zira faşizmde millî birlik ve beraberlik duygusu esas tutulmakla birlikte, bu amaç millet iradesi ile değil, seçkin oto­riter yöneticilerin baskısı neticesinde gerçekleşmek­tedir. Faşizmde millî irade ve halkın egemenliği kavramlarından daha ziyade, iktidarın mutlak ege- ve devletin önceliği ve kutsallığı yatmakta­dır. Bu noktada milleti oluşturan bireyin iradesinin değeri yoktur.

Guıbernau’ya göre “Seçkinlere, gençliğe, erkekliğe, güce ve şiddete tapılması, ay­dınlanma döneminin milliyetçiliğine karşı isyan ve siyasal otoriterciliğin savunulması faşizmin portresini tamamlayan unsurlardır.6

Bu açıdan faşizm ile milliyetçiliğin bazı ortak kavramları kullanmasına rağ­men, birbirleriyle ile uyuşmadığı açıktır. Zira demokrasi modern milliyetçiliğin vazgeçilmez bir unsuru hâline gelmiştir.

Etnikçi düşünceler de etnik grupları esas almakta ve millet gerçeğini reddetmektedirler.7 Farklı unsurların millet anlayışı içerisinde bir araya gelme sü­reci, millî devletlerin doğumunu sağlamıştır. 21. yüzyılda meydana gelen küreselleşme akımı ise millî devletleri sona erdirmek amacıyla, mikro milliyetçi­lik olarak da adlandırılabilinen etnik kökenlerin ön plana sürülmesini, etnikçilik anlayışını gündeme getirilmiştir. Etnikçilik düşüncesi milleti oluşturan unsurla­rın parçalanmasına yol açacak bir akım olup, milliyetçilik fikri ile taban tabana zıt bir düşüncedir.

Millî Devlet

Onaltıncı Yüzyılın başlarından itibaren, başta Fransa olmak üzere krallıklar, iktidarlarını sağlamlaştır­mak ve mutlaklaştırmak amacıyla Avrupa’da dinî otoriteye ve feodallere karşı mücadele etmeye baş­lamışlardır. Bu mücadele sırasında kendine bir yer edinme arzusunda olan ve ticari geleceği için kay­gılar taşıyan burjuvazi de krallıklarıyla birlikte ha­reket etmiştir. Bu mücadele neticesinde krallıklar ve burjuvazi amaçlarına ulaşmışlar, feodaliteyi sona erdirip mutlak monarşik devletler dönemine 1648 Westphalia Barış Antlaşmasıyla geçmişlerdir.8

Egemenlik kavramının gündeme gelmesi de bu dönemde olmuştur. Klasik anlamıyla egemenlik, devletin özünde bulunan, sınırlanamayan, bölünemeyen ve devredilemeyen bir güçtür. Bodin’e göre, bu güç, kralın vücudunda kendini gösterir. O hâlde bu egemenlik anlayışına en uygun sistem de mutlak monarşiler olarak kabul edilmelidir. Çünkü bu sistemde tüm egemen yetkiler iktidarda yani kraldadır ve kral ile devlet özdeşleşmekte, egemenlik kralın kişiliğinde, bedeninde somutlaşmaktadır. Hobbes’a göre de top­lumdaki tek irade kralın iradesidir ve kralın iradesi de aslında devlet iradesidir; bireyler ancak kralın iradesine boyun eğerek siyasal toplumun içinde yer alabi­lirler.

Millî devlet ise, Fransız İhtilali ile egemenlik yetkisinin kraldan alınıp yö­netilenlere, bir başka ifade ile millete verilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Devrim­den evvel egemenliğin halktan kaynaklandığı ancak kralda vücut bulduğu anlayışı neticesinde 14. Louis, milletin monarkın içinde eridiğini savunuyordu. 15. Louis de aynı fikirde olup egemenliğin kendisinin somut bedeninde vücut bulduğunu, monarşinin içine düzeni bozmaktan başka bir şey yapamayacak olan düşsel bir bedene izin verilemeyeceğini savunuyordu. Ancak 16. Louis ile birlikte bu düşsel beden resmen kabul edilir ve egemenlik millete geçip millet kralın ye­rini alarak devlet ile özdeşleşir ve devlet bir millî devlet haline dönüşür.9

Demokrasinin, monarşiden egemenlik yönüyle farkı daha çok biçimseldir. Monarşide kralın/devletin egemenliği altında birleşip siyasal topluluğun üyesi olan bireyler, demokraside, birbirleriyle eşit yurttaşlar olarak millette “bir” olurlar.10

Bu kabul yurttaşların egemenliği nasıl kullanacağı sorununu ortaya çıkar­mıştır. Yeni devlet sisteminin temeli millet olduğuna göre, egemenliği de millet kullanacaktır. Ancak soyut varlık olan millet nasıl somutlaşacak ve bu yetkiyi nasıl kullanacaktır. Bu noktada temsilî demokrasiler ortaya çıkar ve millet ege­menlik yetkisini temsilcileri vasıtasıyla kullanır. Bu kabulle birlikte millî devlet yapılanması gerçekleşmiş olmaktadır. Her ne kadar bu sistemin ilk uygulamala­rında, tüm milleti temsil esası değil belli kesimi temsil uygulanmış ise de süreç içerisinde genel oy-eşit oy sistemine geçilmiştir.

Millet egemenliğinde, yöneten – yönetilen ilişkisi temelde hukuki mahiyet arz etmektedir. Millî devlet öncesindeki iktidar tip­lerinde din adamlarına, krala ya da diğer iktidar tip­lerine olan itaat ve bağlılık duygusu, millî devlet döneminde yasalara yönelmiştir. Artık bu dönemde yasalara itaat edilmesi devlete bağlılık anlamına gel- mektedir.11 Bu şekilde ortaya çıkan millî devlet, bir ülkede meşru iktidarın ancak millet iradesine uygun bir şekilde, millî sınırlar içindeki bir siyasi otorite aracılığıyla ve yasalar eliyle kullanılabileceği esasına dayanmıştır.

Millî Devlet ve Milliyetçilik

Modern devlet millî devlet olarak kabul edil­mektedir. Millî devlet 19 ve bilhassa 20 yüzyıldaki meşru devlet biçimidir. Bu devlet tipinin ideolojisi de milliyetçiliktir.12 Millî devletlerin ortak özellikleri millet kavramını temel almalarıdır. Aralarında mey­dana gelen farklılık milletin tanımına ilişkindir. Zira farklı millet tanımlarına girilmesi hâlinde, farklı milliyetçilik anlayışlarının gelişeceği de şüphesizdir.

Bir siyasi model olarak millî devlet; insanların kaderlerini, millî politik me­kanizmaları ve kurumları aracılığıyla belirledikleri devlet tipini ifade eder. 13 Bu bağlamda millî devlet, ortak değerler etrafında toplanan ve millî politikalarla şe­killenen siyasi bir çerçevede yaşayan insan topluluklarının devlet biçimi olarak or­taya çıkmıştır. Millet unsuru ise, söz konusu siyasi aktörün meşruiyet kaynağını oluşturmaktadır.14 Bu meşruiyet kaynağının tespitinde de yapılabilecek hatalar bizi Mussoloni İtalya’sına, Hitler Almanya’sına ya da Sırbistan örneğine götüre­bilir. Milletin refahını ve mevcudiyetinin devamını isteme arzusu olan milliyet­çilik bir kültür hareketi olması sebebiyle ırkçılığı, halka dayanan bir idare sistemi olması nedeniyle de otoriter rejimleri reddeder.15 Bu nedenle milletin tarifinde, gerek tarihî olarak ortaya çıkış serüveni nedeniyle gerekse fikrî ve felsefi gerek­liliği nedeniyle objektif millet tanımından uzak kalınmalıdır. Sübjektif anlayışla milleti, “geçmişte bir arada yaşayan ve gelecekte de birlikte yaşama arzusunda olan ke­derde ve sevinçte ortaklık yaşayan, dilde ve kültürde ortak değerleri paylaşan insan top­luluğu” olarak tanımlamak gerekmektedir.

Sonuç

Millî devlet-milliyetçilik ilişkisi modern devleti hazırlamış ve demokrasi an­layışını geliştirmiştir. Son dönemlerde bu ilişkinin 21. yüzyılda artık sona erdiği, küreselleşme ile birlikte yeni bir çağ açıldığı, millî devlet ve milliyetçilik kav­ramlarının modası geçmiş tabirler olduğu iddia edilebilmektedir. Bu düşüncele­rin temel amacının, küresel emperyal güçlere yeni ve rahat sömürü alanları yaratmak olduğu açıktır. Oysa hiçbir düşünür demokrasiden vazgeçilmesi ge­rektiğini, toplumsal hayatı düzenleyecek devletlere ihtiyaç olmadığını iddia ede­memektedir. Milleti esas unsur olarak ele alan milliyetçilik düşüncesi olmadan, millî devlet oluşa­mayacaktır. Yine teknolojinin gelişmesine ve sınırla­rın ve mekânın değerinin azalmasına rağmen, bu teknolojik gelişmelere paralel olarak çıkan terör, uluslararası terör, uluslararası işlenen suçlar ve diğer olumsuz gelişmelerle mücadele için güçlü devletlere ihtiyaç olduğu bir gerçektir. Günümüzde millî dev­let ve milliyetçilik düşüncelerinin son bulduğu id­diası, kendi iç yapılarında bu sistemleri hâlâ kullanmakta olan ve sömürgesi hâline getirmek is­tediği ülkelerde millî devlet yapılarını hedeflerine yönelik büyük bir engel olarak gören küresel dev­letler ve onların takipçileri tarafından dile getiril­mektedir. Buradan da anlaşılacaktır ki, millî devletler milletlerin bağımsızlığı ve ekonomik refahı hususunda da milletlere korumalar sağlamaktadır. Millî devlet ve milliyetçilik birbirini doğuran akım­lar olup geçmişte olduğu gibi bugünde bir birlikte­lik arz etmektedir. Küresel aktörlerce küreselleşme adına yeni etnik-sömürge devletleri ve küresel şir­ketlerin kontrolü altında varlığını devam ettirebile­cek devletler kurmanın amaçladığı bu dönemde; Millî devlet ve milliyetçilik fikirleri eşit, kardeşçe ve bağımsız bir dünyada yaşamak isteyen milletler için varlığını sürdürebilmenin temel şartıdır.

Yakın geçmişte Nato ve Varşova Paktları arasındaki Soğuk Savaşın en önemli alanı olan Türkiye Cumhuriyeti, bugün küresel emperyalizmin temel hedefi ko­numundadır. 1990’lara kadar Türkiye Cumhuriyeti, Varşova Paktının hamisi olan Sovyet Rusya’nın işgal tehdidi altında idi. Hem Boğazlar’ı ele geçirerek sıcak de­nizlere inmek hem de Nato Paktına iyi bir darbe vurmak isteyen Sovyet Rusya ve yerli iş birlikçileri, komünist blok dağılana kadar, Türkiye’de bu yönde faaliyet­lerini sürdürmüşlerdir. Tabidir ki, Türk milliyetçilerinin o dönemlerdeki müca­delesinin temel amacı bu işgali önlemek olmuştur. Bu nedenle Türk milliyetçileri komünist akım ve faa­liyetlerle karşı karşıya gelmek zorunda kalmışlardır. Günümüzde ise Soğuk Savaş bitmiş ve komünizm tehlikesi ortadan kalkmıştır. Ancak şimdilerde kü­reselleşme adına ortaya çıkan, küresel emperyal güçler ve onların yerli uzantıları, millî unsurları yok etmek, Ülkeyi etnik ayrışma ile sömürüye uygun hale getirmek çabasındadırlar. Millî unsurları orta­dan kaldırmadan amaçlarına ulaşamayacaklarının farkında olan bu güçler, ülkemizde milliyetçileri kendilerine en önemli engel olarak görmektedirler. Bu nedenle, Türk milliyetçileri açısından, bu yeni tehlikeye uygun söylem ve stratejiler geliştirme zo­runluluğu doğmuştur. Diğer deyişle, Türk milliyet­çilerinin bugünkü mücadelesinin, küresel emperyal güçler ve onların yerli iş birlikçilerine karşı olmak zorunluluğu vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bir bütün hâlinde yaşayabilmesi bu mü­cadelenin neticesine bağlıdır.

Dipnotlar

1Durmuş Hocaoğlu (1996), “Ulus-Devlet, Millet ve Milliyetçilik Üzerine Bir Tahlil”, Türk Yurdu, Cilt 16, Sayı 109, s.16

2Ali Osman Gündoğan, “Devlet ve Milliyetçilik ” Doğu Batı Yayınları, 2002-2003, Sayı 21, s. 195

3Mehmet Bedri Gültekin, “ Milliyetçilik: Neden Şimdi ?”, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları, 1.Basım, s.77

4Anıl Çeçen, “Milliyetçilik: Neden Şimdi ?”, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayın­ları, 1. Basım, s.55

5Montserrat Guıbernau “20. Yüzyılda Ulusal Devlet ve Milliyetçilikler ”, Çeviri: Neşe Nur Domaniç 1997, s.145

6Montserrat Guıbernau age., s.151

7 Anıl Çeçen (2009), Ulus Devlet Türkiye Cumhuriyeti, Kilit Yayınları, s.25

8Fatih TÜRE, Egemenlik, Temsili Demokrasi ve Ulus-Devlet, http://www.ekonomikyorumlar.com.tr/dergiler/gundem/Gundem_1_Sayi_518.pdf. , 30.11.2010

9Mehmet Ali Ağaoğulları (2010), “Ulus Devlet ya da Halkın Egemenliği”, İmge Yayınları, s.236-238

10Fatih TÜRE. age.. s.12

11Fatih TÜRE. age.. s.12

12Ali Osman Gündoğan. age.. s. 196

13Kemal Cebeci. Küreselleşme Bağlamında Ulus-Devletin Egemenlik Gücünün Dönüşümü” http://www.sayistay.gov.tr/dergi/icerik/der71m2.pdf. t. 31.11.2010

14Özyakışır. Deniz (2006). “Ulus-Devlet ve Milli Egemenlik Bağlamında Teorik Bir Küreselleşme Eleştirisi”. Jeopolitik Dergisi. Ağustos 2006. Sayı:31. s.78

15Erol Güngör (2004). Türk Kültürü ve Milliyetçilik, İstanbul: Ötüken Yayınları. s.98.

NOT: BU MAKALE İLK ÖNCE ŞURADA YAYIMLANMIŞTIR: TÜRKİZ DERGİSİ, Yıl: 1, Sayı: 6, Kasım-Aralık 2010, s. 60-67

Yazar
Hasan TUNÇ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen