Neden Gökyüzü Yakut Kırmızısı? – Hikaye

kirmizilar.com

“- Neden gökyüzü kırmızı?”

“- Gökyüzü… Gökyüzü mü?”

Yanında biri vardı, durmadan soruya soruyla cevap veriyordu ve gökyüzü parlak, şeffaf, tertemiz yakut rengiydi. 

Başını yavaşça yukarıya kaldırdı. Işıldayan gökyüzüne baktı. Hayretle gördü ki o şeffaf, o parlak kırmızılığın arkasında o güne kadar görmediği başka başka renkler de vardı.  Hepsi sonsuz, kapkaranlık fezanın derinliklerindeki gökadaları gibi ışık saçıyordu. 

Ama…  Ama sanki gözbebeklerinin üzerinde hafif bir sis perdesi vardı da etrafı tam göremiyordu.

Gözlerini birkaç sefer yumup açtı, ovaladı. Tekrar yakut renkli göğe baktı. Tam o sırada yemyeşil, ışıl ışıl bulutlar tepesinden hızla geçip gittiler.

Yanındaki kimdi, buraya nasıl gelmişti? Düşünüp hatırlamak istedi. Ama sorusuna cevap bulamadı. Hafızası çok bulanıktı. Tek hatırladığı kendisiydi.             

“-Boş ver, gitsin, düşünme. Zaten çok ama çok yorgunum. Dinlenmiş olurum, diye mırıldandı. Neresiyse neresi. Nereyse çok güzel bir yer. Herhalde kutuptayım. Bunlar da kutup ışıkları. Her neyse! Şu yanımdakine sorayım.”

O sırada ayaklarının altında bir dalgalanma oldu sanki. İrkilerek baktı. Masmavi ışık topları hiç ses çıkarmadan toz zerrecikleri küçüklüğünde noktalara ayrılıp başka renklere dönüşerek tekrar birleşiyor, tekrar ayrılıyordu.

“-Allah’ım neler oluyor, dedi şaşkınlıkla. Bu nasıl bir güzellik! Daha evvel hiç görmemiştim. Kutuplarda yaşayanlar ne kadar da talihli.” 

Ardından yanındakine döndü. Tam yüzüne bakacaktı ki etrafını altın gibi parlayan şeffaf bir sis sardı. Gözleri kamaştı. Ellerini yüzüne götürdü. Ama yine de sorusunu sordu:

“-Dostum, Ne kadar güzel her şey. Kuzey kutbunda mıyız? “

Yanındaki soruya yine soruyla cevap verdi:

“-O mu?  Kuzey kutbu mu?”

Ellerini çekti yüzünden. Sinirlenmemeye gayret ederek konuştu:

“-A kardeş! Her soruma soruyla cevap verirsen seninle sohbet edemeyeceğiz.  Dünyanın neresindeyiz, bari onu söyle!”

kirmizilar.com

Altın renkli sis azalsa da devam ediyordu. Karşısındaki hayal gibi görünüyordu. Sesi de hiçbir sese benzemiyordu. Fısıltı mıydı, mırıltı mı, su şırıltısı mıydı, kuş cıvıltısı mıydı, yoksa çok hafif ve çok güzel bir sesle söylenen ezgi miydi, kadın ya da erkek sesi miydi? Hiç anlayamadı. Tuhaf bir şekilde önemsemedi. 

Kendine şaşırdı: Bugün de hiçbir şeyi önemsemiyordu! 

“-Dünyanın neresi… Garip bir soru, diye cevap verdi arkadaşı. Bence sen önce bana o bildiğini sandığın dünyanı anlatsan mı acaba?”

Bu cevap karşısında çok hiddetlendi. Kimdi bu hadsiz de kendisiyle alay ediyordu? Hızla ona döndü, karşısında sisler içinde hayalet gibi duran arkadaşının gözlerine bakmaya çalıştı.

Ve… O an altın renkli sis birden dağıldı, her şey esasına döndü.

Yanında yürüyenin aslını görünce hayatında yaşamadığı kadar büyük bir şaşkınlık beyninde ışık hızı ile dolaşıp onu olduğu yerde adeta dondurdu. Gözleri fal taşı gibi açık, soluksuz, dilsiz kaldı bir müddet. Ardından büyük bir korku ile çığlık attı:

“-A… A… Aman Allah’ım! Aman Allah’ım! Kimsin sen! Allah’ım, koru beni! Bu da ney böyle?”

Karşısında ışıltılarla durmadan renk değiştiren, iri, çok güzel gözlü, uzun, saydam elbiseli biri vardı, şekilden şekle, renkten renge giren o harika giysi dalgalanıyor, kısalıp uzuyordu.

Uzun, ışıltılı parmağını uzattı ona şimdiye kadar hiç görmediği şey ve şırıldadı:

“-Korkma! Benden korkmadan evvel etrafına bak!”

Ses kulaklarında hoş sedalar bırakıp yankılanırken şaşkınlıkla çevresine baktı. Yine korku çığlıkları attı:

“-Aman Ya Rabbi! Yer nerede? Ben… Ben neredeyim?  Neye basıyorum! Havada gibiyim. Ama niye düşmüyorum?”

kirmizilar.com

Ayağının altında zemin yerine saydam bir şey vardı.   Sonsuz büyüklükte, kimi çok, kimi az ışıldayan noktaların üstüne konmuş cam fanusun içinde duruyor gibiydi.

Korku adeta hiç gitmeyecekmiş gibi beyninde mekân kurmuştu. Tekrar tekrar sağa sola, arkaya öne, yukarıya aşağıya baktı, durmadan bağırarak aynı sözleri söyledi bir zaman.

Ama şırıltılı ses o güzel, uzun minyatür parmağını uzatıp sağa sola salladı:

“-Boşuna enerji tüketiyorsun. Sonuçsuz çabanı durdur artık.”

Gerçekten de birden durdu, ama aklına gelen, kendince çok korkunç düşünce ile. Dehşet içinde yine bağırdı:

“-Aman Allah’ım! Yoksa… Yoksa ben… Ben öldüm mü?” 

“-Sakinleş, dedi fısıltıyla şırıltılı ses. Ölmekten kastın buraya gelmekse, hayır, ölmedin.”

Birden rahatladı, içini garip bir sevinç kapladı. Yavaşça bir “oh” çekip şükretti. Ölmemişti! 

“- Öyleyse buraya nasıl geldim, diye heyecanla sordu. Ne oldu da bu tuhaf yere geldim?”

Saydam gözler mavileşti, sesi de kalınlaştı:

“-Sen istedin buraya gelmeyi.”

Hayret fırtınalarına tutulup kekeledi bu cevap karşısında:

“-Be… Ben mi?”

“-Sen, evet sen. O kadar çok istedin ki işte buradasın!”

Artık şaşırmaktan yorulmuştu. Elini yüreğine koyup söylendi:

“-Ah! Yeter artık! Ayakta kalamayacağım. Hemen oturmak istiyorum. Ama oturacak yer de yok ki!”

Şırıltılı sesin gözleri yeşile dönmeye ve ışıldaması artmaya başladı. Eliyle işaret edip dedi ki:

“-Çok istiyorsan otur. Bir bahane arama. İstemen yeterlidir.”

Birden kıvranarak düşen böcekler gibi başına üşüşen şüpheler onu perişan etmeye başladı: Kimdi bu karşısındaki? Ya onun kötülüğünü istiyorsa?

Ama aklına gelen en son düşünce onu delirtmeye yetti. Avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:

“- Ne içirdiniz bana! Ne yedirdiniz de ben böyle garip hayaller görüyorum! Evet, evet, bunlar kesinlikle hayal!  Hiç görmediğim, olağanüstü güzellikte renkler, hiç duymadığım, insana ferahlık veren sesler, ışıl ışıl bir yer. Daha doğrusu mekânsız bir… Ne diyeyim, nasıl anlatayım? Gördüğün gibi, anlatamadım işte. Ayaklarım bir yere basıyor, ama o şey yer değil! Gök kırmızı yakut, etraf rengârenk ışıklarla dolu bir karanlık diyeceğim ama bu karanlık benim bildiğim karanlık değil!”

Bütün bağırtılarına, çığlıklarına, sağa sola dönüp durmalarına aldırmıyor görünüyordu ışıltılı şey.

“- Neden sakinleşip oturmuyorsun, dedi. Söylediklerini anlayabiliyorum.  Sana neden bir şey içirip yedirelim ki? Bunu anlamadım işte. Yorulmuş görünüyorsun.  Nasıl oturmayı düşünüyorsun? Bağdaş kurman daha uygun bizce.”

Karşısındakinin yüzüne, gözlerine bakınca yine dehşete kapıldı. Mavi gözler harika bir leylak rengine döndü ve etrafı da çok güzel bir leylak kokusu kapladı.

Ellerini yüzüne kapayıp çığlıklar atarak oturdu:

“-Evet, evet! Birileri beni delirtmek istiyor. En sevdiğim koku bu. Ama böylesi latifini ilk defa kokluyorum. Ya Rabbi sen bilirsin!”

Bağdaş kurdu farkında olmadan.  Şaşırarak gördü ki sanki havada oturuyor, belli belirsiz bir zemin hissi duyuyordu. Korkular içinde o harika gözlere baktı. Gözbebeği koyu mordu, etrafı açılıp koyulaşan leylak rengi çizgiler elipsler çizerek raks ediyordu.

“-Seni burada kimse delirtmek istemiyor, diye şırıldadı saydam gözlü. Kendin istedin, kendin geldin. Soruların var zannediyordum. Oysa sen daha renklere bile hazır değilmişsin. Bence yeteri kadar korkularınla yüzleştin. Artık esasa geçsek mi? Senin zamanınla vakit azalıyor.”

Karşısındakine yine şüpheyle baktı. Acaba doğru söylüyor muydu? Hem “senin zamanınla vakit azalıyor” ne demekti?

Hemen sordu:

“-Senin zamanınla vakit azalmıyor mu?”

“-Hayır, dedi karşısındaki biz zamanı yaşamayız.”

Bu sözleri anlayamadı. Zamanın yaşanmaması da demekti? Birden aklına son okuduğu kitaplar geldi. Zaman yolculukları, zaman kaymaları, uzay zaman bükülmesi, paralel evrenler, Quantum dünyası, Rozen kurtçukları, kara delikler ve daha bir sürü ilgi çekici konu… Ama bunların hepsinde zaman vardı, olmalıydı. Zira hepsinde hareket söz konusuydu. O halde zamanın olmadığı yer neresiydi? Yoksa burada da zaman vardı da karşısındaki mi bilmiyordu?

Aceleyle ve cesaretle konuştu:

“- Bak dostum, acaba sen zamanın ne olduğunu biliyor musun?”

Leylak renginin toz pembeye dönüştüğü gözlerin sahibinin sesinden sevindiği anlaşılıyordu:

“- Elbette biliyoruz sevgili misafir. Senin dünyandaki bütün bilgileri topla, gelmiş geçmiş bütün insanların, canlıların, güneşinizin ve bütün yıldızlarınızın ne varsa bütün bilgilerini, onu en büyük sayınızla sonsuz kere çarp yine de bizim bilgimizin yanında bir damla su kadar kalır.”

Birden aklına karadelikler geldi. Fezada hiç bilinmedik yerlerde, gökadanın ortasında, nebulaların herhangi bir yerinde, güneşin kat be kat büyüklüğündeki yıldızların patlamalarıyla oluşan süpernovaların yanında ya da hiç tahmin edilemeyen bir yerlerde beliriveren, yanına yanaşanı ipliğe çevirip yavaş yavaş yutan o karadelikler. Heyecanla sordu:

“-Yoksa bizim güneşi karadelik yuttu da bilinmez bir âlemde miyiz?”

Tekrar sağa sola baktı. Galiba tahmini doğruydu. İşte, sağ tarafında müthiş bir ışık patlaması oluyor ve olağanüstü güzellikteki pırıltılı toz bulutları etrafa ışık saçıyordu.”

Hayretle düşündü:  ”Nasıl bir güzellik bu! Ya Rabbi neler yaratıyorsun!” 

Bir müddet elinde olmadan bu güzelliği neredeyse kendinden geçerek seyretti.

Derken… Birden aklına kıyamet sahneleri geldi. Yoksa kıyamet kopmaya mı başlamıştı. Gökler mi dürülüyordu?

Tam o sırada ön tarafında, çok uzaklarda yine büyük bir ışık patlaması oldu ve feza belli bir alanda dürülmeye başladı, öyle ki rengarenk ışıklar yavaş yavaş birbirine yanaşıp birleşiyordu.

Korku yine yüreğinin baş köşesine gelip oturdu. Eliyle orayı işaret etti.

“-Dostum, çabuk söyle, dedi heyecanla. Kıyamet mi kopuyor?”

Turuncu rengin en açığından en koyusuna doğru geçişlerin başladığı ışıltılı gözler yine o minyatür parmağını uzattı:

“-Sakin ol Sevgili Misafir, diye şırıldadı. Boşuna yoruyorsun kendini. Bu söylediklerinin sana hiçbir faydası yok. Evet, düşünmeye, görmeye çalışan, keşfetmeyi çok isteyen bir beynin var. Bu güzel. Ama daha çok uğraşmalı ve geliştirmelisin.”

Birden korkuyu unutup sinirlendi, çok ama çok sinirlendi. Sanki herkes bu sorduğu soruları çok biliyordu, çok düşünüyordu da kendisi eksik sormuştu! Sokağında yürüyen kaç kişinin Kur’an-ı Kerim’deki kıyamet tariflerinden haberi vardı, kaç kişi karadelikleri okumuştu? Kaç kişi Quantum dünyasını biliyordu? İnsanların umurunda mıydı atom çekirdeği, hücre, ilim dünyasıyla ilgili daha birçok konu? İnsanlar nefisleriyle ilgili, egolarına bir an sahte mutluluk veren fiilleri saatlerce konuşabiliyordu. 

Gözleri güneş rengi ışıltılar saçan şırıltılı ses sanki onun düşüncelerini okumuştu:

“-Esasında bana kızmak isteyebilirsin. Ama acele etme. Sohbetimizin sonunda haklılığımı anlayabileceğini ümit ediyorum.”

“Sohbet mi? Bu ışıltılı şeyle mi sohbet edeceğim? Soruma soru ile cevap veren bu şeyle nasıl sohbet edilebilir ki?” diye düşündü. “Bu şey ışıltı ve renklerden oluşmuş bir gölge.”

Ama bu defa da kendi düşüncesine şaşırdı: Işıltılı şey nasıl gölge olabilirdi ki? Sıkıldı, bunaldı kendi kendinden ve hırsla düşündü: “Aman! Neyse ney! Sohbet mi istiyor, edelim o halde. Sorulara devam! En güzel sohbet kapısı sorularla aralanır!”

“-Söyle bana Işıltı, dedi istihza ile, neredeyim ben?”

Işıltılı gözler derin bir laciverte dönüşmeye başladı. Cevabı çok şaşırtıcı oldu:

“-Hiçbir yerde!”

Sabırlı olmak, bağırmamak için derin nefesler aldı ve tekrar sordu:

“-Hiçbir yerde isek nasıl oluyor da bütün bu güzellikleri, elbette seni görüyorum ve beynim mekân algılıyor? Seni duymak bile bir yerlerde olduğumun işareti değil midir?”

“-Yüce Yaratıcı insanoğluna, nerede bulunursa bulunsun, zaman ve mekânla düşünme ve yaşamayı hediye etmiştir. O yüzden bunun dışına çıkmayı bilmezsiniz. Demin “nereye oturacağım” diye sordun.  “Neredeyim ben” diye sızlandın. Öyle değil mi? Az sonra “hangi zamandayız, buraya geleli ne kadar oldu” diye soracaksın. Ama bütün bu soruların bizde cevabı yoktur. Şu gördüğün ve algıladığın âlemde senin sandığın gibi ne zamanın ne de mekânın karşılığı bulunmamaktadır.”

Sözünü kesti şırıltılı sesin:

“-Bir dakika, âlem dedin. Burası eğer âlemse bir mekândan bahsediyorsun. Öte yandan burada zaman ve mekân yoktur demeye getiriyorsun. Bu nasıl bir çelişki?”

“-Evet, burası bir âlem dedim. Ama senin hissettiğin ve bildiğini zannettiğin mekân ve zaman algısı senin âleminde. Burası başka, sana göre bambaşka bir âlem.”

Tam o sırada sağ tarafında çok da uzak olmayan bir yerde birden havada çok büyük bir karaltı belirince elinde olmadan ona bakmaya başladı. Yavaş yavaş yanaşan karaltıda beliren ışıltılara dikkatle bakınca şaşkınlıktan az daha küçük dilini yutacaktı.  Devasa bir ada fezada yol alıyordu. O ışıklar da adayı boydan boya geçen geniş caddedeki aydınlatma direklerinden geliyordu. Sonra evleri gördü, duvarları ay taşına benziyordu ve çatıları pembe safirden, yanlarında bulunan ağaçların dallarındaki yapraklar zümrüttendi. Üzerinde rengârenk kuşlar uçuyor ve o güne kadar duymadığı güzel seslerle ötüşüyorlardı. Ara sokaklarında hayal meyal yürüyen insanları gördü sanki.

Ada yavaş yavaş sağ yanında geçip sonsuza doğru uzaklaşırken hayranlıkla konuştu:

“-Bak, mekân yok, zaman yok dedin demin. Gördün ya, burada da mekân var, zaman da. Şimdi ne diyeceksin?”

Işıltılı gözün birden rengi değişti, siyaha geçen sarı ışıltılı noktacıklar gözbebeklerini kapladı.

“-Siz insanoğlu, diye fısıldadı. Çoğunuz “dediğim dedik” diye tutturursunuz. Kendinizle hesaplaşmayı bir türlü kabullenemezsiniz. Gereksiz işlerle ne çok zaman kaybediyorsunuz. Şimdi sen bana benim âlemimde mekânın, zamanın olduğunu ispatlamak için neler neler düşünüyorsun!”

Duyduklarına inanamadı. Hayretle sordu:

“-Dur şimdi! Yani sen şu koskoca adayı görmedin mi de onu düşündüğümü söylüyorsun?”

“-Hayır, gördüm. Ama aslında gördüğün o ada yok! Zaten onun için siz insanoğlunun kendisiyle hesaplaşmasını kabullenemediğini söylüyorum. Benim âlemimde zaman ve mekân yok diyorum, sen bana hemen bir ada gösteriyorsun. Neden kabullenmiyorsun dediklerimi? Yok, illâ kendini ispat edecek, bildiğini zannettiğinin doğru olduğunu göstererek üstünlüğünü anlatacaksın, öyle mi?” 

Şaşırarak baktı artık pembeleşen o çok güzel gözlere. Kulaklarını tutup gösterdi.

“-Arkadaş! Kuş seslerini bu kulaklar duydu. Gözümle gördüm ben o adayı, dedi sinirlenerek. Seni yenmek için düşündüm ne yapayım diye. Aklıma fezada yüzen ada geldi, hemen oluverdi. Öyle mi? Bütün bunlar sana mekân ve zamanın burada da olduğunu ispat için mi?”

“-Tam da dediğin gibi diye şırıldadı karşısındaki. Ah insanoğlu! İnatlaşmayı çok seven, bu yüzden başı belâdan kurtulmayan insanoğlu!”

Yine hayretle baktı ona. Ardından hırsla düşündü. “Koskoca adayı inkâr eden, mekânı zamanı reddeden şu tuhaf yaratığa haddini bildirmek için tam fırsat. Bak şimdi ne yapacağım sana.”

“-Ya öyle mi dedi. Pekâlâ! Demek bu harika âlemde zaman ve mekân yok diyorsun. Bu duruma göre beni hiç zaman kaybetmeden, hattâ göz açıp kapatmadan istediğim yere götürebilirsin!”

“-Evet, götürebilirim. Nereye istersen, diye cevap verdi şırıltılı ses. Söylemen yeterlidir. Bak ve kararını bildir.”

Etrafına iyice bakındı. Sağına soluna, ayaklarının dibinde uçsuz bucaksız görünen fezaya, başının üstünde ışıldayan yakut renkli semaya, çok yakınlara, en ıraklara baktı, baktı, inceledi. Sonra ayaklarının altında çok uzaklarda parlayan yemyeşil bir nokta gördü. Parmağıyla işaret edip sordu:

“-Bu yeşil nokta nedir?”

Tam o an bir saniyenin milyonda biri kadar yoğun bir ışık parlaması gözlerini aldı. Ardından şırıltılı ses konuştu:

“-Beğendin mi?”

“Neyi” diye soracaktı ki hayretten dondu kaldı. Zümrüt yeşili bir semada, altından Türk mavisi ırmakların aktığı bir altın adadaydılar.

Şaşkınlıkla kekeledi:

“- Allah’ım! Kudreti sonsuz Allah’ım! Ne… Ne oldu şimdi?”

Şırıltılı ses gayet sakindi. Fısıldadı:

“- İstedin, geldik.”

 Hayretten dona kalmış bir halde olanı seyretmeye başladı: Altın adada yavaş yavaş duvarları kuvars, çatıları yakut, pencereleri akikten evler oluşmaya başladı. Yeşim taşı yapraklarla bezenmiş türlü türlü ağaçlar ve çeşit çeşit mücevherlerden oluşan kuşlar, havada uçuşan rengarenk böcekler belirdiler.

“- Neler oluyor! Allah’ım neler oluyor! Aklıma mukayyet ol Rabbim, diye çığlıklar atmaya başladı.

Ama şırıltılı ses hüzünle fısıldadı:

“-Ah be insanoğlu, dur durak bilmez misin sen? Hem yapıyorsun hem de yaptıklarını bilmezden gelip şaşırıyorsun. Kendine gel!”

Sonra güzel minyatür parmaklarıyla koluna değdi. Bu küçük dokunma ile tuhaf bir şekilde birden kendine gelip sakinledi ve hemen sordu:

“-Söyle bana, gökyüzü yakut olan o harika yer nerede?”

Minyatür parmağını uzatıp çok uzaklarda ışıldayan kırmızı noktayı gösterdi şırıltılı ses:

“-Sizin dünya zamanınızla milyonlarca ışık yılı uzakta.”

“- Hayır, hayır! İşte buna asla inanmam, inanamam! Bu bir gösteri, beynimle oynuyorsun sen, diye bağırdı. Bir anda milyonlarca ışık yılı uzağa geldik öyle mi?”

“-Görelim o zaman, dedi büyük bir sakinlikle pırıltılarla dolu mavileşen gözler. Bak bakalım ne olmuş?”

Sonra olanı gözleri faltaşı gibi açılmış olarak seyretmeye başladı: O minyatür el saniyenin neredeyse sonsuzda birinde uzandı, ışıltılı kırmızı noktayı avucunun içine aldı ve yeşil gökyüzüne geri döndü. Şimdi avuçlarında küçük bir kırmızı yakuttan bir top vardı.

“-Seyret, dinle ve artık şaşırma.” diye fısıldadı şırıltılı ses. Gör ki âlemlerde neler neler oluyor. Yüce Allah’da imkânsız yoktur! Bunlar hep onun yaratışıyla, izniyle oluyor!”

Birden kırmızı top şeffaflaştı iyice. Onun içinde kendisiyle birlikte şırıltılı sesi göründü. Hemen ardından kendi sesini duydu: 

“-Ya öyle mi? Pekâlâ! Demek bu harika âlemde zaman ve mekân yok diyorsun. Bu duruma göre beni hiç zaman kaybetmeden, hattâ göz açıp kapatmadan istediğim yere götürebilirsin!”

Sonra da arkadaşının berrak pınarlar gibi akan sesini işitti:

“-Evet, götürebilirim. Nereye istersen. Söylemen yeterlidir. Bak ve kararını bildir.”

Ama o güzel el avucunu açınca kırmızı nokta yok oldu.

Hayretler içindeydi, olanları anlamakta zorlanarak sordu:

“-Nereye gitti o?  Biz neredeyiz, ne oldu şimdi?”

Şırıltılı ses çok sakin bir sesle cevap verdi:

“- Hiçbir şey olmadı. Biz buradayız. Kırmızı da yerinde. Bak istersen. “

Hemen baktı. Gerçekten de kırmızı nokta yerindeydi ve ışıldamaya devam ediyordu.

Ama… O ışık patlaması tekrar oluştu ve gökyüzü yine pırıl pırıl yakut rengi olan kendi yuvalarına geri döndüler.

Şırıltılı ses ona döndü, yüzüne baktı birkaç saniye. Bu defa güzel, ışıltılı elleriyle onun omuzlarına dokundu. Konuşmasına devam etti:

“-Artık bu şaşkınlık halini bırak istersen. Hazır buraya gelmişken merak ettiğin şeyleri sor.”

O dokunuşla yine garip bir şekilde, müthiş bir huzurla sakinledi. Haklıydı şırıltılı ses. Her nasılsa bu tuhaf ve mucizelerle dolu bu yere gelmişken kâinatın, yedi kat göğün, Gayp âleminin, atomun, hattâ Higgs Bozonunun, Quantum dünyasının sırlarını öğrenebilirdi.

Ama aklına gelen başka bir düşünce onu daha da meraklandırdı. Aslında ilk önce kendi yaşadığı dünyayı, insanları sormalıydı, insanların gizli emellerini meselâ. Meselâ hangi insan kötü, hangisi iyi, kalplerinden neler geçmekte, meselâ. Dost mu düşman mı, hasut mu, iyi niyetli mi, münafık mı, ihlas sahibi mi? İşte bütün bunları ve daha fazlasını öğrenmenin sırlarını sormalıydı aslında.  Öyle olmalıydı ki kendisine “merhaba” diyenin hayat hikâyesinin yanında yedi sülâlesini de tanımalı, bilmeliydi ki ona göre tedbir alabilsin. 

Bu düşünce çok hoşuna gitti. Heyecanla konuştu:

“-Çok haklısın. Sana soracağım ne çok şey var aslında. Ama önce kendi dünyamı sormalıyım. Şu adına güneş dediğimiz yıldızın etrafında dönen mavi gezegeni…”

Daha sözünü bitirmeden yakut gökyüzü dalgalandı, güneş gezegenleri ile ortaya çıktı. Arkasından dünya büyüdü, büyüdü, koca bir top oldu.  Aklın alamayacağı büyüklükteki gök adanın ışıltılarla doldurduğu karanlık fezada alev alev yanan koca bir kürenin etrafında fırıl fırıl dönen mavi gezegen şimdi gözünün önündeydi, onun uydusu ay da diğer gezegenleri de. Derinden derine gelen, ıslığı andıran seslerini de duydu.

 Sonra fark etti ki aslında güneş de hem kendi etrafında dönüyor hem de belli bir yöne doğru ilerliyordu.

Bir müddet hayranlıkla bu muhteşem manzarayı seyretti: Her gezegen kendine mahsus hareketlerle güneşin etrafında dönerken farklı sesler çıkarıyor, farklı renklerle ışıldıyorlardı. Sanki aralarında sonsuz bir sevgi seli vardı da birbirlerine görünmez bağlarla bağlanmışlar, büyük bir sevda iklimi meydana getirmişlerdi ve hepsi sonsuz bir içtenlikle olanı kabul edip son ana kadar o muhteşem yolculuğu büyük bir aşkla yaşıyorlardı…

Ama şu masmavi gezegen nasıl da güzeldi, nasıl da boynu eğikti, nasıl da kaderini kabullenmiş görünüyordu!

Acaba insanoğluna yuva olmaktan memnun muydu? Öyle ya Allah onu ne güzel yaratıp ne güzel süslemişti. Sonsuz çeşitte yeşilden oluşan ağaçları, çimenleri, sayılamayacak kadar renkten oluşan çiçekleri, namütenahi mavisiyle okyanusları, denizleri, gölleri, ırmakları, çayları, dereleri, pınarları ve sayısız canlıları ile muhteşem bir yuva değil miydi dünya? Evet, kendine ait düzeninde öyle güzeldi ki, öyle dengeliydi ki, öylesine adildi ki ve öyle harika bir yaşam düzenine sahipti ki her şey birbirini tamamlıyordu.

Farkında olmadan sordu:

“-Söyle bana ışıltılı dostum, dünya insanoğlundan memnun mu?”

Ellerini iki yana açtı şırıltılı ses:

“-Sence?”

Bu cevap karşısında nedense büyük bir acı yüreğine gelip oturdu, nefesini kesti. Kederle gözlerini yumdu. Kendi hayatı gözlerinin önünden film şeridi gibi geçmeye başladı. Ama bu film bir yerde birden dondu.  O karede kendini gördü. Diz çökmüş, omuzuna tüfeğini dayamış, ateş etmeye hazırlanıyordu. Hedefte kürkü çok pahalı olan bir tilki vardı, telaşla havaya bakıyor, hissettiği tehlikenin hangi tarafta olduğunu keşfetmeye çalışıyordu. Üç yavrusu da yanındaydı. Sonra bir ses duydu:

“-Yapma insanoğlu, yapma, dur! Olan yine sana olacak!”

İrkildi, gözlerini açınca hayretten dondu kaldı. Şırıltılı ses sessizce ağlıyor, gözlerinden süzülen rengârenk inci taneleri yavaş yavaş havada sağa sola dağılıyordu.

Ne kadar geçtiğini bilmediği bir zaman sessiz kaldılar. Şırıltılı sesin göz yaşları pırıl pırıl parlayan necef toplarına dönüşüp saydamlaştı, uçuşmaya devam etti.

 Utancından konuşamadı. Bu sessizlik süresince hayatını sorgulayıp içi daha da sıkıldı. Büyük, küçük ne çok hata yapmıştı. Yapıp ettiklerinden dolayı kendisi, yine kendisine hayat karnesi verse acaba notu geçerli olur muydu? 

İlk defa kendisini  “kendi” yapan her şey  o güne kadar onu “ben”  yapan “benlerle”  hesaplaştı  ve şaşkınlıkla gördü ki iyi ile kötü arasında kötü daha ağır basıyordu. İlk aklına gelen çok başarılı kabul edilen şirketi idi. Köyde yaşayan çiftçi ailesinden gelen para ile ziraat mühendisliği okumuş, birkaç sene babasıyla çiftçilik yapmıştı. Bir miktar birikimi olunca daha farklı ve daha yaratıcı bir alanda çalışmayı düşünmeye başlamıştı. Beklediği fırsat İcra ile satışa çıkarılan bir imalathane idi.

Kulaklarına kadar kızardı. Aklına imalathanenin sahibinin sözleri geldi:

“-Beyim yapma, bu satın aldığın benim bir ömür verdiğim ekmek teknem. Alma. Ben birkaç güne yurt dışındaki kardeşimden gelecek parayı bekliyorum. Yapma, ailem perişan olacak.”

  Ama bu sözler ona hiç tesir etmemiş, sahibi acı gözyaşları dökerken o tesisi değerinin çok altında bir değere satın almıştı.

Tam da o günlerde zengin bir ailenin güzeller güzeli kızına deli gibi âşık olmuş, kendi ailesine hiç sormadan nişanlanıvermişti. Kayınbabası çok güçlü, çevresi pek geniş bir adamdı. 

Elbette olması gereken olacak, görülmesi gereken görülecek, yaşanması lazım gelen yaşanacaktı: Kayınpederinin yardımıyla, araya hatırlıları sokup çok güzel şartlarda krediler bulmuş, işi genişletmiş, alanında söz sahibi olup sınıf atlamıştı. Ama neyin karşılığında? İflas edip imalathanesini satan adamın ve ailesinin gözyaşları karşılığında, kayınbabasının desteğiyle aldığı bal kaymak krediler sayesinde. 

  Gerisini düşünmek istemedi. Utancı yüzüne vurdu, kıpkırmızı kesildi. Nefes alamaz oldu. Düşündü: Burası ne tuhaf bir âlemdi. Bütün kusurları, hataları, günahları ortaya çıkmaya başlamıştı. Korktu, çok korktu, korkudan titredi. Ardından içinden bir ses ona dedi ki:

“- Ne o? Tek kusurlu sen misin? Herkes senin geçtiğin yollardan geçebilir. Bırak geriyi düşünmeyi, ileriye bak.”

Bu soru ve cevabının ardından cesareti tekrar geldi. Geçmişini düşünmemeye karar verdi. 

Ama…

Elinde olmadan yine düşündü: Kendisi bu kadar hata üstüne hata yapmışsa etrafı nasıldı, onun hakkında ne düşünüyorlardı acaba? Meselâ çok güvendiği, ailece görüştüğü can dostu.  Kendisini çok sevdiğini her fırsatta dile getiren hanımı, artık genç kızlığa adım atan kızı meselâ… Meselâ işten fırsat bulup uğrayamadığı yaşlı annesi kendi hakkında ne düşünüyordu?

Çılgın bir merak bütün benliğini sinsi bir yılan gibi sardı ve hemen sormak istedi. Ama şırıltılı ses o zarif elleriyle gözlerini sildi, fısıldadı:

“-Hayır, hayır! Bunları bilmek istemezsin. Hayır, hayır!”

Ne diyordu şimdi şu garip ama bir o kadar da harika yaratık. Çok mu kötülük etmişti onlara bilmeden, bilemeden. Öyleyse döndüğünde özür diler, kendini affettirme fırsatı arardı. Niye engel oluyordu ki?

Hiddetlendi:

“-Hayır! Tam tersi, bilmek istiyorum. Belki kendimi kurtarabilirim. Haydi! Göster bana.”

Güzel gözleri hüzün moru oldu şırıltılı sesin. Elbisesi dalgalanarak uzadı ve matem rengi siyaha döndü. O güzel elleri çaresizce yana düştü. 

Çok uzaklarda rengârenk üç güneş büzülüp içe çöktü, ardından büyük patlamalarda ışıl ışıl toz olup evrene dağıldı. 

“-Yapma, diye inledi şırıltılı ses. Çok, ama çok üzüleceksin sonra. Bilmesen daha iyi olur. Senin için hayat şimdi güzel. İnan bana.”

“-Hayır, diye bağırdı, hemen şimdi, şimdi bilmek istiyorum. Önce annem! Sonra can dostum olan ortağım, ardından eşim, kızım.”

“-Sonuçları çok ağır olabilir, diye fısıldadı ışıltılı göz. Gelecek olan, bileceğin netice senin kemiklerini çatırdatır da altında ezilirsin. Bak, ne güzel, bildiğin hayatı sakin sakin yaşıyorsun. Neden olmazlara takılıp kendini perişan edeceksin. Yapma böyle şeyler!”

Görmediği zemine ayağını vurup hırsla söylendi:

“-Lütfen, lütfen bu isteğimi yerine getir, söz sana başka bir şey istemeyeceğim.”

Işıltılı göz boynunu büktü, sağ tarafa çevirdi elini, parmağını fırıl fırıl dönen mavi gezegene uzattı. Dünya hızla büyüdü, önce pamuk tarlaları gibi görünen bulutlar, ardından denizler, ovalar, ormanlar, çöller, göller, dünyada ne varsa hızla büyümeye başladı. En sonunda karlı dağların ardında bulunan kendi köyü göründü ve doğduğu tek katlı şirin damı…

Annesi küçük evlerinin önünde, iki kanatlı, koca tahta kapının yanında, üstünde süslü kadife minderi olan taburesine oturmuştu. Yine çiçekli şalvarı ayağındaydı. Başında beyaz tülbenti vardı, ucunu çenesinin altına sıkıştırdığı. Kendi ördüğü uzun yeleği ve dirseklerine kadar sıvadığı bol kurşuni gömleği her zamanki giysilerindendi.

Bastonunu farkında olmadan hafifçe yere vura vura söyleniyordu:

“-Güya geleceklerdi! Yine bir bahane… Ah be yavrum, ah be tek yaşama sebebim, seni ben ne zorluklarla büyüttüm, canımın canıydın, hayatımın neşesi, kalbimin sesi, yüreğimin nefesiydin. Torunumu da yavrumun yavrusu diye sevecektim güya. Nerede! Neymiş, torun bu sene yüzme dersleri alacakmış da onun için denizli bir yere gideceklermiş. Yalan! Hepiciği yalan! Gelinin marifetleri bunlar. Zaten hiç sevmemiştim. Sinsi, yere bakan, yürek yakan cinsten. Kaç yıllık evliler, kaç sefer geldiler? Bir elin parmağı etmez. Acaba oğlum halinden memnun mu? Bilmem ki? Bir iki sordum, eveledi, geveledi, sözü başka kapıya bağladı. Ben gitsem surat asacak, misafiri gelince benden rahatsız olacak. En iyisi oturayım evceğizimde, oğulcuğuma dua edeyim. Efendi gitti, ben hepten sahipsiz kaldım.”

Şaşırarak dinledi bu sözleri. Bir anda bir sürü duyguyu yaşadı: Annesi hislerini hiç belli etmemişti. Gerçekten de köye çok az gitmişlerdi. Yaşlı kadın ne yapacağını ne yedireceğini bilememiş, hanımına en ufak bir iş bırakmamış, koşturup durmuştu. Kızdı annesine. Kendi kendine “hangi anne gelinini sevmiş ki,” dedi. “Benim annem de işte böyle bir kaynana!” Ardından suçluluk ile acıma duygusu arasında gitti geldi: ”Ama haklı annem. Hakikaten ziyaretine çok az gittik. Babam öleli dört yıl oldu. Ancak ben iki defa gidip birer gece kaldım. Kadıncağız yapayalnız. Daha sık gitmeliyim. Hatta istemese de evi bir elden geçirmeliyim.”

Sonra sıkıldı bu hesaplaşmaktan, yıldı. Suçluluk duygusundan kurtulmak istedi. Hemen şırıltılı sese döndü:

“-Dostumu görmek istiyo..”

Cümlesi yarım kaldı. Hayretle sol yanında birden beliren caddede arkadaşını yürürken gördü. Yüzü çok sıkıntılıydı. Düşünüyordu. O düşünceler kulağına fısıltı halinde hızla akmaya başladı:

“- Bir türlü fırsat bulamadım. Şimdiye kadar aktarabildiğim hesaptaki para devede kulak. Belki bir daire parası ya da iyi model bir araba.  Bu kadar yıllık arkadaşız, güya bana da çok güveniyor, beni az bir hisse ile şirkete ortak da etti. Para kazanıyor muyum? Eh! Ama ben daha fazlasını hakkediyorum. Daha fazla çalışıyorum, şirketin başında ben olmalıyım. Yoruldu o. Yeni bir atılım, başka alanlara kayma projeleri çöpte. Bir kabul etse fırsat çıkacak. Ama yok! Bu kadar aptal bir adam nasıl bu kadar tedbirli oluyor, anlayamıyorum! Kendisine hayran olduğumu, saygı duyduğumu sanıyor. Ama ben diş sıkmaktan bir hal oldum. Eğilip bükülmekten, “haklısınız” demekten bıktım. Bu akşam yine bizdeler. Hanım arayı açmak istemiyor, ha bire davet ediyor. Yine kafa şişirecek. Allahtan pek tatlı dilli bir hanımı var da idare ediyoruz. Güzel kadın Allah için, hele kahkaha atarken o gamzeleri yok mu?”

Gülümsedi adam hin hin, adımlarını yavaşlattı. Tam o sırada ışıltılı göz parmağını uzattı, adam yok oldu, dünya küçülüp tekrar güneşin etrafında dönmeye başladı.

Nefes almadı bir müddet duyduğu bu fısıltı karşısında. Dili tutuldu, söylenecek hiçbir söz aklına gelmedi. Sanki beyninde fırça tutan kocaman bir el vardı, durmadan kelimelerini silip duruyordu. Çok acı veren, anlayamadığı büyüklükteki şaşkınlık somutlaşmıştı da onun yüzüne okkalı tokatlar atıyordu.

Şırıltılı ses ışıltılı gözleriyle ona üzgün üzgün baktı:

“-Bak dostum, dedi. Daha fazla üzülmeni istemiyorum. Bu seyirlik burada bitmeli. Kendine karşı bu kadar zalim olma.“

Bu sözler onu sanki bir karabasandan uyandırdı da şaşkınlıkla dolu keder kuyusuna atıverdi. Aklına gelen ilk düşünce dehşete kapıldı: Dost dediği adam eşinin gamzelerini çok beğeniyordu. Ya eşi?

Ayakta kalamadı, sersemlemiş bir halde göremediği zemine çöküverdi ve kekeledi:

“-Ha…Hanımım şu anda ne… Ne düşünüyor?”

“-Yapma, diye yalvardı ışıltılı göz. Lütfen yapma. Bunu benden isteme.”

Evet, istiyordu, bundan geri milim adım atamazdı, artık geri dönüşü yoktu. Dünyada bundan daha büyük bir isteği olamazdı, Büyük bir aşkla sevdiği, aylarca peşinden koşup evliliğe zorla ikna ettiği, ondan başka kimseyi gözünün görmediği kadın ne düşünüyordu acaba:

“-Lütfen, diye mırıldandı. Bu son arzum, lütfen, lütfen! Kendi gerçeğimle artık hemen yüzleşmeliyim, hemen!!!”

Işıltılı gözlerin rengi gözyaşı rengine dönüp iyice saydamlaştı. Pınarlar gibi şırıldadı:

“-Yazık… Yazık… Yazık…Çok yazık!”

Dünya tekrar büyüdü, büyüdü. Şimdi hanımı sağ yanında, şatafatlı yatak odasında, aynanın karşısında süsleniyordu: Zarif, bakımlı elleriyle rimeli aldı, büyük bir dikkat ve özenle kirpiklerine sürdü.  Ela gözleri daha da ortaya çıktı. Ardından parlak kırmızı rujunu sürüp kendine dikkatle baktı, hayranlıkla seyretti beş on saniye. Sonra yüzünü buruşturdu farkında olmadan. Düşünceleri yine fısıltı halinde akmaya başladı:

“-Allah için güzel kadınım. Ah ah! Kimlere layık değildim ki! Gençlik işte. Seçkin bir ailenin kızı olan ben bu içe kapanık adamı beğenmiştim. Çok da acımıştım. Boynu bükük, gariban delikanlıydı. “Öl benim için” desem ölürdü. Ama o zamanlar pek bir yakışıklıydı. Şimdi? Aman, boş ver şimdiyi.  Eminim daha hazırlanmamıştır. Kaç yıllık evliyiz, bir gün ne giyeceğini bilemedi. Hep peşindeyim. Ben olmasam ne yapar acaba? Aman ne olacak, o ihtiyar anasından akıl alırdı. Çiçekli şalvarın üstüne çiçekli penye giyen anasından. Evlendiğimizde kareli pantolonun altına kareli çorap giyen zevksizdi işte. Ama şirketin yeni sahibiydi, bekârdı. Garibim bana çok âşıktı.”

Uzandı, şık parfüm şişesini aldı, sıktı. Kendine tekrar baktı. Yüzü asıldı:

“- Ah be güzelim, Ne uğraştın şu adamla. Evet, çok uğraştım. Zevksizi zevkli ettim. Yolu yordamı, nezaketi öğrettim. Bütün faaliyetlerine akıl hocalığı yaptım. Bu şirketin etiketi hep ben oldum. Öğrettim de ne oldu? Ortak mı etti, yok! El âlem hanımlarına hisse hediye ediyor. Biz araba, evle çırak çıktık. Ama Allah’ı var, yokluk göstermiyor, bir dediğim iki olmuyor. Ama bugün için. Yarını belli mi olur? Çapkınlığı da yok garibimin. Ay! Ondan çapkın olsa ne olur ki! Eline yüzüne bulaştırır. Bak ortak yaptığına. Karda yürüyor, izini belli etmiyor.  Hani ha yakışıklı da.”

Dondu kaldı bu fısıltıları duyunca. Beyni de dondu, sanki ruhu da. Sonuna kadar açılmış olan gözleri, göz bebekleri dondu, ellerini yüzüne kapatmak için havaya kalkan elleri de dondu. Keder boşluk oldu, büyüyüp  neredeyse elle tutulan, kopkoyu bir karanlık oldu, her yanını sardı, hiçbir şeyi göremez oldu. Hiçbir şeyi duyamaz, hiçbir şeyi bilemez oldu. Bu acı karanlık ona yoldaş, ona sırdaş oldu…

O vaziyette ne kadar zaman geçirdiğini de anlayamadı ta ki omuzlarına ışıltılı gözlerin minyatür elleri değene kadar.

“-Yapma, diye şırıldadı ışıltılı çimen yeşili pırıltılara bürünen göz. Yapma. İnsanoğlu bu. Ne yapacağı belli olmaz. Kendine eziyet etme.”

Elleri yüzüne kapandı, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı:

“-Olamaz! Hayır, hayır!! Bu nasıl mümkün olabilir ki! Her gün beni çok sevdiğini söylerdi, daima seveceğini de. Ben de nasıl inanırdım. Deli âşıktım ben, her dediğini doğru sanırdım. Meğer beni nasıl görüyormuş, nasıl küçümsüyormuş. Allah’ım, şimdi ne yapacağım ben? Söyle bana ne yapmalıyım?”

Işıltılı göz ona ışıl ışıl baktı, gözlerinden iki inci tanesi döküldü. Ellerini iki yana açtı, fısıldadı:

“-Kaldıramazsın dedim, beni dinlemedin. Hayat bir yolculuk, yoluna devam edeceksin. “

Kanlı göz yaşları dökerek sordu:

“-Nasıl?”

Öyle çok göz yaşı döküyordu ki göz yaşları kıpkırmızı yakuttan damlalar halinde yukarılara, göğe yükseliyor, kımızı yakut gök daha da kızarıp parlıyordu.

Onun gözyaşlarına bakan ışıltılı göz fısıldadı:

“- Yüce Allah tercih hakkını kullanması için cüz’i irade hediye etmiştir Âdemoğluna. Böylece her insan kendi hayatını yaşar, kendi dünyasını kurar.”

Ayağa fırladı, şırıltılı sesin o çimen yeşili gözlerine baktı:

“-Sen, dedi hüzünle. Sen benim yerimde olsan ne yapardın? Allah aşkına söyle bana!”

Işıltılı göz sessizce, hüzünle baktı ona:

“-Cüz’i iradem yok, sana yardım edemem, dedi. Kendi kararını kendi vereceksin. Ama ilham istersen kalbine bak!”

“-Göğsümdeki şu ağızsız, dilsiz, işi gücü kan pompalamak olan et parçası mı bana yardım edecek? Yapma! Yardım etmemek için bahaneler arıyorsun.”

Cümlesi biter bitmez bu defa önünde bir ses duydu, hem de çok tanıdık bir ses. O tarafa bakınca kendi kalbini gördü. Hayretle seyretmeye başladı: Yumruğu kadar, içi kan dolu et parçası kasılıp açılıyor ve o tekdüze sesi her taraftan duyuluyordu.

Az sonra o kanlı et parçası büyüdü, büyüdü, rengi açıldı, önce toz pembe olup bütün kan boşaldı, yakut taneler halinde gökyüzüne uçmaya başladı. Kalbi, nihayetinde şeffaf, beyaz ışıltılı bir kristal odaya döndü. Gördü ki içinde iki yaşlı adam daha genç birini aralarına almış konuşuyorlardı. 

Üçüne de dikkatle baktı. Şaşkınlık dağlarının zirvelerinde dolaştı aklı, kan ter içinde kaldı yine. Üçü de kendisiydi. Genç olanı şimdiki haliydi. İki ihtiyar da aynı yaştaydılar.

Yaşlılardan biri ötekine bakıp gence konuştu:

“- Sen ona aldırma. Evvelâ adam tut, o ortağın olacak hadsiz hırsızın kolunu, bacağını kırdır. Korkma, bir sürü sefil aç, para kazanmak için bu işi zevkle yapıyor. Eve döndüğünde de hanımın olacak cilveliyi öyle cezalandır ki bir daha değil birini yakışıklı bulup seni aşağı görmek, başını kaldırıp bir erkeğe bakamasın, köpek gibi ayaklarının dibinde dolansın. Yedir, içir, avucunun içinde taşı, sonra ihanet yollarının taşlarını dizmeye başlasın. Hatta öldürebilirsin. Haklısın!”

Öteki yaşlı hemen araya girdi:

“-Sakın öyle bir şey yapma!  Yazık, kızını düşün. Bir an aklından geçirmiş olabilir. Henüz bir fiiliyat yok ortada. O ortağınla ailece görüşmezsin olur biter. Çok çok, hissesini satın alır, başından atarsın. Dava açar, hesabına geçirdiği paranı geri alırsın. Bir şüphe uğruna yazık değil mi?  Eşinle mutlu, güzel geçmiş bunca senenin hatırı yok mu?”

İlk yaşlı susturdu ikinciyi:

“-Bak! Senin dediğini yaparsa olacağı söyleyeyim. O ortak şirkete sahip çıkmak için elinden geleni yapıp bu akılsız kadını tuzağa düşürecektir. Sen de çok safsın sevgili ben.  Şirket de hatun da adamın olacak. Sen de yıllarca emek verdiğin yuvanın ve şirketin üstüne bir bardak soğuk su içip cascavlak ortada kalacaksın. O beğenmediğin ananın dizine başını koyup zırıl zırıl ağlayacak, “ben ne aptalmışım” diye sızlanacaksın!”

“-Hayır, hayır, diye itiraz etti ikinci. İnsanoğlu ne tam iyi ne de tam kötüdür. Önüne gelen şartları tercihte kötülük ve iyilik ortaya çıkar. Evdeşininki sadece aklından anlık geçiveren bir düşünce. Ortağının kötü niyetinden şüphem yok. Senden para çalıp kendi hesabına para aktarması bunu gösteriyor. Hanımının hakkındaki düşünceleri de hayra alamet değil. Fırsat kollayan biri. Ama bu onu veya hanımını eziyetle cezalandırmanı gerektirmiyor. Adaletli davranmak zorundasın. Bunun öteki dünyasını da düşün.”

İki ihtiyarın arasında kalan kendisi niye konuşmuyordu. Hiddetle o kristal odanın duvarına vurup fikrini sormayı düşünürken en genç olan hüzünle konuştu:

“-Sevgili benler, İkiniz de bana çok benziyor, bana ait bütün yaşananları biliyorsunuz. Lütfen söyleyiniz, bana, kimsiniz siz?”

İlk konuşan ihtiyar beyaz sakalını okşayıp hin hin baktı ona:

“-A! Tanımadın mı beni? Hayatın boyu hep yanındaydım, dedi.  Hep de olacağım. Ben senin nefsinim.”

İkinci ihtiyar gülümseyip elini omuzuna koydu. Tane tane konuştu:

“-Ben senin aklınım. Senin o saf ruhundan gelen yansımaları ben kendi süzgecimden geçirip sana düşünce olarak sunanım. Ben de hep yanındayım. Beni dinlemediğin zamanlarda dahi seni durmadan ikaz etmeye çalışanım. Yüce Rabbin sana en güzel hediyesiyim. Şimdi esas konuya dönelim. Neden evdeşine bir şans daha tanımıyorsun?”

Genç olan heyecanla konuştu:

“- Nasıl, nasıl? Söyle bana, ne yapmalıyım? Kalbim çok kırık.”

Bu söz ağzından çıkar çıkmaz büyük bir şangırtı duydular. Kristal odanın bir duvarı boydan boya çatladı ve kırılan kristaller üsten aşağıya parça parça dökülmeye, çok uzaklarda büyük bir gök adasının yıldızlarını yakalayan devasa karadelik teker teker gezegenleri yutmaya başladı.

Telaşla etrafa bakan nefis korkuyla konuştu:

“-Vakit daralıyor! Dediğimi unutma, cezalandır onları.”

Gülümsedi akıl:

“-Evet, vakit azalıyor, dedi. Bana inanırsan evdeşine bir şans ver. Yoklukla dene onu. Eğer içinde iyilik, vefa, sadakat ve sevgi varsa yokluğu seçip hakikatin yolunu yeğleyecektir. Yoksa yalancı dünyanın yalancı hürriyetini koy avuçlarına, hemen gidecektir.”

İhtiyarın sözü biter bitmez büyük bir ışık patlamasıyla kristal oda ışıl ışıl toz zerrelerine ayrıldı, fezada gök taşları gibi çizgi çizip çok uzaklarda kayboldu.

Bütün bunları büyük bir şaşkınlıkla dinledi. Bir zaman hüzünle düşündü sonra. Nasıl deneyecekti ki? Ortağının hisselerini satın alıp başından def ederdi de eşini nasıl deneyecekti. 

Çaresiz bakışlarını ışıltılı gözlere çevirdi ve hüzünle sordu:

“-Nasıl denerim ki bugüne kadar çılgınca âşık olduğum sevdiğimi? Çocuğumun anasını nasıl denerim? Bir akıl ver bana ey dost, lütfen!”

Uzaklarda, çok uzaklarla şaheser renklerle parlayan bir nebulaya baktı şırıltılı ses, bu defa bülbül gibi cıvıldadı:

“- Buradaki vaktin çok azalıyor Ey Sevgili Dost! Ben sana akıl veremem. Ama şunu yapabilirim. Bu yaşadıklarının hepsini sana unutturabilirim.”

O an duyduğu dehşet onu okyanus dalgalarının en büyüğüne yakalanıp karaya çarpılması gibi yere vurdu. Ayakta kalamadı, olmayan zemine serildi. Olanca gücüyle bağırdı:

“-Ne diyorsun sen? Nasıl bir dostsun ha? Bunları unutursam hayatım dahi tehlikeye düşmeyecek mi? Allah’ım! Yoksa sen de onların tarafında mısın?”

Kollarından tutup ayağa kaldırdı onu Işıltılı göz:

“-Sakin ol! Sadece düşüncelerini dinlettim sana. Olan bir şey yok ki!”

Hiddetle sordu:

“-Ama düşündüler değil mi? Eğer bana bu olanları unutturursan seni asla affetmeyeceğim.”

Renkleri pırıl pırıl maviye kayan gözleriyle, bülbül âvâzesi ile devam etti şırıltılı ses:

“-Olanı ve olacakları kaldıramayacağından korkuyorum. İçinde tutamayıp, susmayı beceremeyip burada yaşadıklarını kendi dünyanda anlatmandan korkuyorum. Seni deli diye tımarhaneye kapatırlar. Anlıyor musun beni?”

Ağlamaya başladı. Bu defa gözyaşları hüzün rengi saydam kristaller halinde aşağıya doğru sıralandılar. Hıçkırıklar içinde konuştu:

“-Söz sana sevgili Dostum, söz. Burada yaşadıklarımı kimseye anlatmayacağım. Çok ıstırap çekebilirim, ama gerçeği bilmem lazım. Ne dövme ne dövdürtme, hiçbir şey olmayacak. Sadece konuşacağım. Sakin sakin cümleler kuracağım. Ama henüz ne diyeceğimi bilemiyorum.”

Ama birdenbire aklına eve nasıl gideceği ve kaç zamandır bu olağanüstü güzel, muhteşem esrarı yaşadığı âlemde kaldığı geldi. Yıllar mı sürmüştü acaba, o ihtiyar ne zaman öyle yaşlanmışlardı?

Acele ile sordu:

“-Ne vakittir buradayım? Yoksa… Yoksa yıllar mı geçti?”

Aldığı cevap onu bir kere daha şaşkınlık ufuklarına attı:

“-Dünya zamanıyla sadece beş dakika!”

“-Olamaz, dedi. Sizde zaman nasılda hızlı geçiyor. Hangi gökadasındayım? Andromeda mı? Arp 299’da mı? Süreyya Takım yıldızında mıyım?”

İlk defa ışıltılı dostunun gülümsediğini fark etti.

“- Hayır, dedi şırıltılı ses, tereddütle susup başka bir şey söylemedi. 

Aklı iyice karıştı. Gerçekten de neredeydi. Yorulmuştu, çok ama çok yorulmuştu. Yalvardı:

“-Ne olur üzme beni. Söyle bana, neredeyim?”

Fısıldadı şırıltılı ses hüzünle:

 “- Rüyalar Âlemindesin ve bu gördüklerin sadece senin âlemin. Evet, bu âlem sadece senin âlemin ve senin algıladığın ne mekân var burada ne de zaman.”

“- Aman Allah’ım! Olamaz, diye bağırdı. Ben şimdi… Bu kadar güzellikler, yaşadığım bu korku, bu şaşkınlık, bu heyecan, bu vicdan azabı… Hepsi rüyada mıydı? Ben…Şimdi rüya mı görüyorum?”

“-Evet, rüya görüyorsun. Vedalaştıktan sonra uyanacaksın.”

Birden aklına gelen düşünce ile ferahladı ve hemen sordu:

“-Rüya ise… O halde o düşünceler de rüyalar gibi gerçek değil!”

“-Ah Sevgili Dost, diye yine hüzünle fısıldadı ışıltılı göz. Ne yazık ki onlar doğru. Benden senin dünyadaki “şimdiyi” istediğin için o an olanları dünyandan aktardım. Ayrıca unutma, rüyalar kimi gerçek zannettiklerinden çok daha gerçektir ve insana yol gösterirler, ilham olurlar.”

Fısıltısına hızla devam etti.

“-Vakit bitmek üzere Sevgili insan oğlu. Verdiğin sözü unutma, Allah’a emanet ol.”          

Birden etraf karardı. İçinin geçtiğini hissetti. Derinden derine sesler duymaya başladı:

“-Hayatım, haydi geç kalıyoruz!”

“-Anne yaa! Baksana! Yine uyumuş babam. Üstelik giyinmemiş. Öf anne ya! Arkadaşımla oyun oynayacaktık! Ben odama gidiyorum. Of ya of!!! ”

Yavaş yavaş gözlerini açtı. Etrafına şaşkın şaşkın bakındı birkaç saniye. Sonra evde, şatafatlı salonda uyuyakaldığını anladı, o akşam ortağının davetine gideceklerini de hatırladı.

 Birden rüyası, ışıltılı gözler, akıl denen ihtiyar, nefis denen yaşlı, yaşadıklarının hepsi çılgın seller gibi beynine doluverdi.  Şiddetli bir ağrı sivri hançerler gibi başına saplandı. Çok kötü bir baş ağrısı başladı.

 Sonra keklik yürüyüşü ile salona giren dünya güzeli hanımını fark etti. İçi yandı. Hüzünle düşündü: Ne çok sevmişti onu ne çok. Onun için ölümü göze alır, hayatını verirdi.

Kadın kanepede uyuyan kocasını görünce içinden “ya sabır” çekerek geldi, yanına oturdu:

“-Hayatım, bizi bekliyorlar, haydi kalk. Üstüne bir şeyler giyin. Bari gideyim de ben seçip getireyim.”

İki dirhem bir çekirdek giyinmiş evdeşine hüzünle baktı. 

Tam da o an o tuhaf, o olağanüstü güzelliklerle dolu, bir o kadar da kederli rüya dikildi karşısına ve o şaşırtıcı sohbetin özü olan ve akıl denen ihtiyarın sözlerini hatırlattı. Yaşlı adam sanki hep yanındaymış gibi gülümsedi, sanki bir şeyler söyledi. Ardından hemen hanımının sözleri kulağında çın çın öttü: “Bari gideyim de ben seçip getireyim.”   İçi buz gibi oldu.

“Öyle ya,” diye düşündü. “Hayatın kendisi seçimlerimizin toplamı değil mi? Seçelim o zaman! İşte şimdi deneme ve seçme zamanı.”

“- Bugün çok yoruldum, başım ağrıyor, dedi. Yatıp uyuyacağım. Telefon edip, gelemeyeceğimizi söyler misin?”

Ama ikirciklendi, hem de ne çok: “Acaba,” dedi kendi kendine. “Olmazlardan olmaz bir şekilde, imkânsızın da ötesinde gördüğüm rüyanın peşine mi takılıyorum? Durup dururken kendi vehimlerimin ardından mı gidiyorum? Şuuraltımda yatan kıskançlık duygularım mı ortağımı bu şekilde gördürdü? Hanımımı hep kendimden üstün gördüm de rüyama bu şekilde mi yansıdı?”

Hemen ardından rüyasındaki ihtiyar aklın sözleri kulaklarında tekrarlandı: “Bir şans ver, dene, dene, yoklukla dene!”

Dünyalar güzeli eşinin yüzünde sadece bir an beliren önce büyük bir şaşkınlık sonra kızgınlık ifadesi dikkatini çekti. Ama kadın hemen kendini toparladı, gülümsedi:

“-Ama hayatım, kaç zaman evvel verilmiş sözümüz var. Ağrı kesici vereyim. Bir iki saat oturur, geliriz.”

Büyük bir çaresizlik hızla bedenini sardı. Ümitsizce baktı karşısındakine.  

“- Dayanacak gücüm kalmadı. Sadece dinlenmek istiyorum. Anla beni. Bu akşam da gitmeyelim.”

“Her zaman dediğimi dinlerdi. Üstelik bu akşam geldiğinde de itiraz etmedi. Şu on- on beş dakika içinde ne değişti.” diye düşündü kadın. “Uyudu, uyandı, karar değiştirdi. Huyu mu değişiyor ne? Ne oldu buna?”

Kendini zorlayarak gülümsedi:

“-Olmaz aşkım, haydi zorla kendini. Hasta olduğunu sanıp kalkar gelirler sonra. Biliyorsun seni çok seviyorlar.”

“-Yorgunum, diye mırıldandı. Çok yorgunum.”

Kadın inatla ısrar etti:

“-Lütfen aşkım, lütfen!”

Yine mırıldandı:

“-Yapma, lütfen yapma!”

İşte tam o anda akıl denen ihtiyarın sözleri kulaklarında fısıltılar halinde tekrar etti:

“-Yoklukla dene! Yoklukla dene! Yoklukla…”

Yavaşça doğruldu yerinden, Büyük bir sükûnetle konuşmaya başladı:

“- Aslında kaç zamandır sana hayatımızla ilgili çok önemli bir karara vardığımı söylemek istiyordum. Nasıl anlatacağımı düşünüyordum. Ama zaman kaybetmeyelim. Şimdi, hemen söyleyeyim.  Şirketi satacağım.”

Dünya güzeli evdeşinin gözleri şaşkınlıkla büyüdü, kekeledi:

“-Ne? Ne diyorsun sen?”

Hüzünle baktı eşinin yüzüne. Sakin olmaya çalışıp konuşmasına devam etti:

“- Şirketimiz şimdilik başarılı görünüyor. Holdinglerden durmadan güzel teklif geliyor. Bizim için önemli bir fırsat. Bu fırsatın bir daha önümüze geleceğini sanmıyorum. Piyasanın gidişatına baktığımda bizim alanda daralma bekliyorum. Tehlike sinyalleri alıyorum. Ekonomik küçülmeye gitmektense şirketi satmak daha doğru geliyor bana. Bu durum beni çok yıprattı.”

Eşinin şaşkın bakışları altında derin bir nefes alıp konuşmasına devam etti:

 “- Yoruldum, çok yoruldum.  Bu hayattan usandım. Durmadan çalışmaktan, yarının ne olacağını düşünmekten, şirket toplantılarından, piyasayı takip etmekten, kâr hırsından, seyahat etmekten, her gün karşıma çıkan yeni yeni problemleri çözmekten çok yoruldum. Şu davetlerden, akşam yemeklerinden bıktım. Dinlenmek istiyorum. Beni anlıyorsun değil mi?”

Önce büyük bir hayretle, sonra giderek artan kızgınlıkla kocasını dinleyen kadın hırçın bir sesle cevap verdi:

“-Bu senin söylediğin çılgınlık! Katiyen olmaz! Şirketi satmak da ne demek? Çok yorulduysan uzun bir tatile çıkalım. Güvendiğin ortağın var. İşleri biz gelene kadar o idare etsin.”

Hiç şaşırmadı bu cevaba. Sakindi, hem de çok sakin:

“-Kararım kesin, dedi. Hiç tartışmayalım. Hele hele de ortağıma güvenip yetki vermem söz konusu olamaz. İzninle şurada uyuyayım birazcık.”

“-Pekâlâ, dedi kadın. Diyelim ki sattın. Ne yapacaksın sonra?”

“- Daha karar vermedim. Daha sakin, daha huzurlu bir hayat istiyorum. Mesleğime geri dönebilirim. Aklımda bir şey var. Arazi satın alıp tarım alanında…”

“- Dur orada, dur bakalım bir dakika, diye hırsla sözünü kesti eşi. Pek çok insanın heveslendiği hayatımızı bırakıp bu saatten sonra domates, biber mi yetiştireceğiz? Şalvar da giyeyim mi? İster misin?”

Hayretle yüzüne baktı hanımının. Bunca yıllık evliliğinde ilk defa onu bu kadar sinirli, hatta saldırgan görüyordu.  İçi sızlayarak düşündü: ”Allah’ım, ne olur daha fazla konuşmasın, daha ileri gitmesin. Bu çatık kaşlar, bu gergin, öfkeli yüz düzelsin. Bu defa da akıl yenik düşsün, ne olur.”

Yorgun sesle konuştu:

“-Bak, dedi. Seni anlamaya çalışıyorum. Ama sen de beni anla. Tükeniyorum. Bıktım artık.” 

Kadın ayağa fırladı, bağırmaya başladı:

“- Tükeniyormuş! Hah! Kim tükenmiyor ki! Asla sattırmam şirketi! Satmaya kalkarsan boşanırım senden. Anladın mı beni? Bırakırım seni!”

Bu cevaba da hiç şaşırmadı. Hatta acıyla gülümsedi kendi kendine. Aklı ne demişti kendine: “Yoklukla dene.”

“-Yapma, dedi. Ne olur ne olur, bunu bana yapma. Hani beni seviyordun? Neredeyse her cümlenin başında “aşkım” diyordun. Ne oldu? Hemen boşanmaya karar vermek bu kadar kolay mı? Hem hangi sebeple?”

Hiddetle parmağını salladı kadın. Yüzü kıpkırmızı olmuş, çeneleri kasılmıştı:

“-Ne diyorsun sen, diye bağırdı. Beni delirtme!  Ne sevgisi? Geç o romantik lafları! Gerçeğe bak! Kızımız büyüyor. Onu senin o küçük dünyanda büyütmedim ben. Bundan sonra da senin şartlarınla yetiştirmeyeceğim. Ben…Ben senin düşündüğün şartlarda hiç yaşamadım, bundan sonra da yaşamayacağım!  Ben olmasaydım, ben sana akıl vermeseydim, sen sıradan bir küçük imalathanenin sıradan sahibi olur, ananın nasihatleriyle yaşardın. Seni şehirli yapan, seni iş yapabileceğin ortamlara sokan benim ve benim ailem. Bu kadar emekten, harcanan senelerden sonra beyimiz yorulmuş, dinlenmek istiyormuş. İki atımlık barutun bitti mi küçük kasabalı? Asla müsaade etmem, asla!”

İçi acıyordu. “Sevgi,” diye düşündü. “Sevgi! Öyle mi? Nasıl da anlamını değiştirip yozlaştırmışız. Onun söylediği gibi kimilerinin çok heveslendiği hayatımda her önüne gelen sevgiden bahsederken sevgi kaybolan gerçeğin peşine takılıp hayal olmuş, avuçlarımdan kum taneler gibi kaymış da fark edememişim. Ya da… Ya da var zannetmişim. Oysa hiç yokmuş, hiç var olmamış. Ah akıl! Sen ne kadar haklıymışsın.”

Hüzünle uzandı kanepeye. “Allah’ım sana şükür,” diye düşündü. “Bana bu rüyayı görmeyi nasip kıldığın için sonsuz hamtlar sana. Meğer nasıl bir yalanın içindeymişim.”

Yastığı başının altına yavaşça koydu. Ayakta sinirleri boşalmış halde bağıran hanımına döndü, son kez baktı:

“-Bitti mi sözün, dedi. Şimdi başımdan git. Artık dinlenmek istiyorum.”

Yavaşça gözlerini kapattı…

Suzan ÇATALOLUK

Nilüfer

00.10

11.08.2023

Yazar
Suzan ÇATALOLUK

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen