Nedir bu “Terörsüz(!) Türkiye”?

Tam boy görmek için tıklayın.

Bin yıllık Türk düşmanlığı tutkusuyla yetişen Batılı ülke yöneticileri, başından beri örtülü destekledikleri PKK ve öteki dinci terör örgütlerini, bu dönemde artık açık bir biçimde desteklemeye başladılar.

Prof.Dr. Feyzullah EROĞLU

Türk yönetim tarihi, aynı zamanda bir hâkimiyet tarihidir. Bu üstün karakterden dolayı Türklerin birtakım topluklarla başı sıklıkla dertte olmuştur.

Batılı ve Arap yönetimlerin Türk karşıtlığı

Türklerle uzun süreli ilişkileri olan Batılıların tarihi, iki dönem dışında tam bir sömürgecilik tarihidir. Birisi, Attila’nın “Roma’nın kalbine mızrak gibi girdiği” dönem; ikincisi, Osmanlı Türklerinin Avrupa’ya ayak basmalarından “Uyvar Kalesinin önünde bir Türk gibi güçlü” olunduğu zamana kadar geçen dönemdir. Batılılar, bu dönemlerde egemenlikleri sınırlandığı için sömürgecilik yapmaya fazla bir fırsat bulamamışlardır.

10. Yüzyıldan itibaren Türklerin Orta Doğuya yönelmeleri sonrasında buradaki topluluklarla uzun süreli ilişkileri olmuştur. Türklerin bölgeye gelişleriyle birlikte Arapların bölge üzerindeki egemenlikleri hep gölgede kalmıştır. Araplar, İslamiyet’i kendi Arap kültürüyle özdeş görme tutumlarından dolayı İslam dinini, askerî ve siyasi bir egemenlik aracı gibi kullanmışlardır. Türk Hakanı Tuğrul Bey, 1055’te Bağdat’a gelerek Abbasi yönetiminin din üzerinden yürüttüğü tasalluta son vermiştir. Bu yüzden, din üzerinden geçinen Arap yönetimleri ve halkları, uzun bir süre Türk hakimiyetinin sürmesine bağlı olarak Türk karşıtlığını neredeyse bir takıntı hâline getirmiştir.

Günümüzde dahi Arap kültür etkisi altındaki hemen bütün siyasal dinci akımlar -hatta Türk kökenli olanlar bile- her türlü ideolojik farklılıklarına rağmen, Türk kimliğine karşı örtülü ya da açık bir düşmanlık yaparlar. Bu anlamda, Türk kimliğine ve hâkimiyetine karşı yürütülen her türlü savaş ve terör saldırılarında, Batılı yönetimler ile siyasal dinci akımların birlikte hareket ettikleri görülüyor.

Adana Ermeni olaylarından PKK terörüne

Türklerin son bin yıllık tarihlerinde meydana gelen tarihî kırılmalarda, en fazla dikkat çeken olayların başında, çoğunlukla din istismarına dayanan dinci ayaklanmalar gelir. Hemen her dinci ayaklanma olayının arkasında dönemin Batılı yönetimleri de yer almış ve zincirleme olarak başka olumsuzluklar da yaşanmıştır. Bunlardan birisi de 13 Nisan 1909’da gerçekleşen ve tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen dinci ayaklanmadır. 31 Mart’ın hemen ertesi gününde Adana’da büyük bir Ermeni isyanı patlak verdi.

Ermeni isyanı ile 31 Mart Vakası arasında elbette görünürde organik bir bağ yoktur. Ancak, tarihî süreç içerisinde bu ikisinden ve daha birçok benzer olaylardan tecrübe edilmiştir ki Türk yönetim tarzında belirli bir zayıflık veya kriz olduğu zamanlarda, Türk yönetim hâkimiyetine karşı örtülü olarak düşmanlık duygusu besleyen topluluklarda ayaklanma düşüncesi depreşiyor. 31 Mart Vakasının tarihsel aktörleri ve destekleyicileri, nasıl bir yönetim boşluğundan yararlanarak ayaklanma planlamışlarsa, isyancı Ermeniler de bu ortamı bir fırsata çevirmişlerdir.

Ermeniler, 1909’un başında Adana ve civarında, etnik bir ayrışma ortamı bularak Türklere karşı katliama başladılar. Türkler de evrensel bir hak olan ‘nefsi müdafaa’ kapsamında kendilerini korumak amacıyla silaha sarıldılar. Böylece, Türkler, sokağa çıkan isyancı Ermenilerden kendilerini korumaya çalıştılar.

Adana Ermeni olaylarıyla ilgili tarihe not düşülecek en önemli nokta, dönemin Adana valisi Cemal Paşa’nın olaylara karışan Türklerden 47 kişiyi idam ettirirken, yalnızca isyancı bir Ermeni’yi idam ettirmesidir. Olayların baş sorumlusu Ermeni Hınçak örgütünün elebaşı Monsenyör Muşeg ele geçirilememiş, ama Bahçe müftüsü ve birçok Türk idam edilmiştir (Tekir, 2024, 286-287).

Ermeni ayaklanması sonrasında dönemin Adana valisi Cemal Paşa’nın ortaya koyduğu barış süreci, kendisinin tarihsel konumundan bağımsız olarak, bölgede yaşayan Türkler üzerinde büyük bir psikolojik kırılganlık yaratmıştır. Cemal Paşa’nın, Türkleri çok daha fazla cezalandırma yönündeki tutumu, kendi ikbali için Avrupalıları hoşnut etmek maksadına yönelik bir hamle olarak hatırlanmaktadır. Aynı şekilde, benzer bir tutumun Ermeni tehciri sonrasında da yaşandığı görülür. 10 Nisan 1919 Beyazıt Meydanı’nda halkın önünde gerçekleştirilen infaz öncesinde Boğazlıyan Kaymakamı Mehmed Kemal Bey, ‘Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar!’ diye haykırmıştır. O ses her Türkün vicdanında hâlâ yankılanır. 1922 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM), Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde kendisini bir kanun ile millî şehit olarak ilan etti.

Bu arada, Ermenilerin baskısıyla 17 Aralık 1909 tarihinde asılan Bahçe Müftüsü İsmail Hakkı Efendi ve öteki şehitlerin itibarı resmî olarak hâlâ iade edilmemiştir.

PKK terör örgütü aktörlerinin muhatap alındığı açılım nereye açılıyor?

Terörle mücadelenin en meşru yolu, hukuki düzen içinde askerî önlemler ve adli yargılamadır. PKK, GAP kapsamında Doğu ve Güney Doğu bölgesinde girişilen büyük yatırımları aksatmak amacına yönelik olarak bölgede kurulan çeşitli etnik ayrılıkçı terör örgütlerinden birisiydi. Roja Velat ve Rızgari gibi birçok bölücü örgütler bölge halkını isyana teşvik konusunda birbiriyle kıyasıya rekabet ederken bazen de birbiriyle çatışırlardı. 12 Eylül 1980 Amerikancı askeri darbesinden kısa bir süre öncesinde PKK terör örgütünün elebaşı yurt dışına kaçtı. Bu arada, hemen bütün küçük bölücü örgütler ezilirken, PKK dünyanın en kanlı ve narkotik bir terör örgütü haline geldi. Türk- Kürt, asker-sivil, bebek-yaşlı demeden, binlerce insanın kanına girdi. Bölücü başı, Türk Devletinin meşru güvenlik güçlerinin bin bir fedakarlığı ve Türk yargısının adil ve açık yargılaması sonunda 1999’da hak ettiği cezayı aldı. Böylece, 2000’li yılların başında artık ülke sınırları içinde terör örgütünün faaliyetleri tamamen sonlandırıldı, ülkede gerçek ve onurlu bir barış ortamı sağlanmış oldu.

2000’li yılların başından itibaren dinî bağlamda siyaseti öne çıkaran anlayışı fırsata dönüştüren siyasal dinci terör örgütü FETÖ, özellikle devletin stratejik kurumlarına sızmaya başladı. Bu siyasal dinci terör örgütünün mensupları, yönetim sisteminin en fazla güvenlik ve adliye kurumlarına sokuldular. Bu yıllardan itibaren, daha önceden bitmiş olan etnik bölücü eylemler yeniden yeşermeye ve tehdit unsuru oluşturmaya başladı. Bin yıllık Türk düşmanlığı tutkusuyla yetişen Batılı ülke yöneticileri, başından beri örtülü destekledikleri PKK ve öteki dinci terör örgütlerini, bu dönemde artık açık bir biçimde desteklemeye başladılar. Bu defa da, siyasal dinci terör örgütü FETÖ’nün devlet içine sokulmasıyla etnik bölücü PKK terör örgütünün akıl almaz taleplerinin yükselmesi birbiriyle aynı zamana denk gelmiş oldu.

15 Temmuz 2016’daki FETÖ’cü ayaklanma, büyük ölçüde devlete bağlı Türk Silahlı Kuvvetleri ve güvenlik güçlerinin çabaları ve Türk Milleti’nin devletine sahip çıkma refleksiyle önlenmiş oldu. Bu arada, BOP kapsamında İsrail, İngiliz-Amerikan ve AB ülke yönetimlerinin bölgedeki taşeronluğunu yapan PKK ve türevi öteki bölücü terör örgütleri, kendilerine yeni güç devşirdiler. İsrail ve ABD’nin bölgedeki etkinliğinin arttığı bu dönemde, ülke bütünlüğüne aykırı düşen anayasa dışı taleplerini daha açık bir şekilde dillendirmeye başladılar. Türk Milleti’nin bütünlüğüne kastedip binlerce insanımızı şehit etmişken, bu yıkıcı taleplerini, ‘barış’ ve ‘demokratik haklar’ gibi asla zihinlerinde ve gönüllerinde yeri olmayan kavramlarla süslemeye çalışıyorlar. Türkiye’nin mevcut demokrasisi, bütün vatandaşlara ne kadar fırsat eşitliği veriyorsa kendini Kürt diye tanımlayan vatandaşlar da o kadar bu hak ve imkanlardan yararlanıyor. Aslında, fırsat eşitliği konusundaki sorun, belirli yönetici sınıf ve servet sahiplerinin dışında bütün vatandaşları ilgilendiriyor. PKK terör örgütü elebaşı ve uzantılarının, toplumun tamamının yaşadığı ağır sorunlar umurlarında bile değil; birtakım haklar kisvesi altında asla kabulü mümkün olmayacak imtiyazlar istiyorlar.

Türk Milleti’ne sormadan millet adına karar vermek!

Türk Milleti’nin bütünlüğünü ve devletin üniter yapısını korumaya ant içmiş kişiler, mevcut anayasal düzen kapsamında ve süslü ifadelere başvurmadan neler olup bittiğini açık ve seçik bir biçimde topluma açıklamalıdır. Belirsizliğin arttığı ölçüde, süreç hakkında sağlıklı bir tartışma yürütülemiyor. Serbest ve özgür bir tartışma ortamı olmadan toplumun tümünü ilgilendiren konularda belirli bir ‘konsensus’ sağlanması imkânsız gibi görünüyor.

Şu anda yürütülen açılımın nereye evrileceği hakkında toplumun zihnindeki sorular açıkça cevaplandırılmadığı için belirli bir toplumsal kanaat oluşmuyor. Terör örgütü uzantısı siyasetçi ve yorumcular, ağızlarına ne gelirse söylüyor; kullandıkları dil ve tutum, Türk Milleti’ni son derece aşağılayıcı ve küçültücü bir yönde ilerliyor.

Sonuç olarak, yürütülen sürecin tamamen anayasal düzene uyulmak suretiyle Türk Milleti’nin bütünlüğünü bozmayacak ve devlete yeni ortak getirmeyecek bir çizgide geliştiğinin somut olarak açıklanması gerekir. Adına biçimsel olarak ‘Terörsüz Türkiye’ denilen bu süreç, PKK’nın tartışmasız yenilgi ve tasfiyesinin kabulü ve Türk Milleti’nin devletiyle halkıyla topyekûn gösterdiği fedakarlıkla kazanılan bir zafer olarak sonuçlanmalıdır.

Süleyman Tekir (2024): İttihatçılık: İktidar, Kronik Kitap:571, İstanbul

—————————————-

Kaynak:

Nedir bu “Terörsüz(!) Türkiye”?

Yazar
Feyzullah EROĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen