Nihâl Atsız’ın Mektuplarında Mizah, Hiciv Ve Sitem

Tam boy görmek için tıklayın.

 

“Protokol Caridir Vesselâm-I”

Eski Mısırlılardan beri insanlar arasında haberleşme aracı olarak kullanılan mektup, “Hitap, Giriş, Gelişme, Sonuç” şeklinde kendine özgü bir plan dahilinde yazılır.  Mektubun sonuç bölümünde genellikle iyi dilekler, selam, sevgi ve saygı ifade eden cümleler yer alır. 

20.yüzyılın Türkçüleri arasında da mektup, vazgeçilmez bir haberleşme aracıdır. Ancak Türkçüler, mektuplarının sonunda, birçok kimsenin adını sayarak selâm gönderme yerine zaman zaman “Protokol caridir vesselâm…” şeklinde bir deyim kullanmışlardır. Hatta bu deyim, Türkçülerin “şüpheli” görüldükleri dönemlerde bazı “becerikli” ve “işgüzar” emniyet mensupları tarafından bir şifre olarak değerlendirildiği de nakledilmiştir.

İşte bu yazı dizisinde biz, bir ömür boyu Türklük uğruna kalemiyle mücadele eden bu yüzden şüpheli görülen, sürgüne gönderilen, tutuklanan, görevinden alınan Türkçülüğün bayraktarı N. Atsız’ı mektuplarıyla anacağız.

Altan Deliorman Tanıdığım Atsız kitabında öğretmeni Atsız hakkında şöyle der: “Atsız çeşitli yönleri bulunan bir şahsiyetti. Fikir adamı, yazar, şair, romancı, bilgin ve öğretmen olarak yaşadığı çağa kuvvetli tesirler vermişti. Fakat onun daha çok dâva adamı, ülkücü yönü, inancı uğrundaki kavgacı tarafı dikkat çekicidir. Zamanındaki ve kendisinden sonraki nesillere de en ziyade bu yönü ile etkili olmuştur. Türklüğe derin bir sevgi ile bağlanmak ve ona karşılıksız hizmet etmek fikrini yüceltmiştir.”[1]

Tarihçilerimizden Yılmaz Öztuna ise bütün bir ömrünü Türklük uğruna mücadeleyle geçiren H. Nihal Atsız için “Şairlikten gelen ekseri yazarlar gibi Türkçeyi çok iyi kullananlardandı. Yalın, güzel ve açık bir dili vardı. Yüzlerce fevkalade, güzel fikir yazısı yazmıştır. Yazılarındaki şiddet dozu onu tanımayanları ürkütmüş, düşmanlarını korkutmuş; fakat aynı zamanda büyük bir hayran kitlesi kazandırmıştır.  Aslında mütevazı, mahcup, merdümgiriz (insanlardan uzak duran) idi…Gerçekten terbiyeli, samimi, nazik bir insandı… “der.[2]

İşte sahip olduğu bu güzellikleri ve özellikleri de yanına alan Atsız, 11 Aralık 1975’te bu fani dünyadan çekilip “yolların sonu” na ulaşırken geride Türk tarihi ve edebiyatı için muhteşem eserler bırakır.  Bu eserler ilk günkü gibi büyük ilgi görmektedir. Mesela Deli Kurt romanı 92., Ruh Adam 96., Bozkurtlar 150. baskısıyla  okuyucuların karşısına çıkarken Yolların Sonu isimli şiir kitabı ise 38. baskısıyla raflarda arzı endam etmektedir.  Bu verilerin ışığında şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki Atsız’ın eserleri gelecek kuşakları da bir mıknatıs gibi kendine çekecektir. 

Atsız’ın mektuplarında, mizah, hiciv ve sitem…

Evet, bu kısa giriş bölümünden sonra biz asıl konumuza gelelim ve Atsız’ın mektuplarında kısa kısa yolculuklar yaparak dostlarına gönderdiği mektuplardaki samimi dili, kıvrak ve ince zekâyı; mizahın, hicvin ve sitemin sarıp sarmaladığı kalemin gücünü keşfedelim. Gerçi Atsız’ın kalemindeki bu sihirli güç, yalnız mektuplarında değil kitaplarında, farklı gazete ve dergilerde yayımlanan yazılarında da kendini apaçık göstermektedir.

Fakat biz bu yazımızda Atsız’ın sadece mektuplarını ele alacak onun iç dünyasında dolaşarak geçip giden yılların geride bıraktığı izleri takip edeceğiz.  Çünkü mektup insanın duygularını, düşüncelerini hiçbir zorlamaya gerek duymadan ortaya koyduğu apaçık bir yürek sesidir. Onlarda gizli kapıları aralayan efsunlu bir anahtar vardır.

Öyleyse gelin bu efsunlu anahtarla Yücel Hacaloğlu’nun hazırladığı Atsız’ın Mektupları’[3] bir bir açalım ve Atsız’ın insanı zaman zaman düşündüren, zaman zaman güldüren nükteli anlatımını, mizahın, hicvin ve sitemin keskin dilini birlikte görelim:

3 Haziran 1943 tarihli mektubuna “Kardeşim Mesud Koman”[4] diyerek başlıyor Atsız. Mektubun ilk paragrafından itibaren mizahın perdesi hemen açılıyor ve neredeyse tamamında nükteli sözler hedefini tam on ikiden vuruyor. Zaman zaman da hicvin acı okları düşünce dünyamıza birbiri ardınca saplanıyor.  Onun için bu mektuptan birkaç cümle almak yerine cimrilik yapmadan kocaman bir bölümünü servis etmek kanaatimce daha uygun olacak. Evet buyurun okuyalım:

“Bu sefer gayet geç cevap veriyorum. Böyle geç cevap vermeyi senden öğrendim ama görüyorsun ki üstâdını geçmiş şakirt durumundayım. Bunun sebebi nedir biliyor musun? Ankara’ya gittim. Sakın gülme! Senin sinemaya gitmen, Mükrimin Halil’in roman okuması, Bakî Gölpınarlı’nın evlenmesi ne kadar tuhafsa benim de Ankara’ya gitmem o kadar tuhaf. Bunu ben de bilmiyorum ama ne yapayım ki hakikat budur. Hem de daha tuhafını söyleye­yim mi? Sakın gülme ha!.. İş takibine gittim. Anlatayım da dinle:

Belki Tasvir ve Cumhuriyet gazetelerindeki ilânları görmüşsündür. 15 Mayıs’ta Türk Sazı adında aylık bir mecmuamız çıkacaktı. Nazlanan matbaacıyı ikna edip sıkıştırarak 14 Mayıs sabahı her şeyini hazır etmiştik. Bayilerle mukaveleler, ittifaklar, antlaşmalar yapmıştık. İspanya’da şatolar kuruyorduk. Fakat birdenbire Ankara’da Matbuat Umum Müdürlüğü’nden gelen bir telgrafla mecmuanın satışa çıkarılması men edildi. Mecmuanın imtiyazı Balı­kesir’de Reşide Sançar (kardeşim Necdet Sançar’ın refika­sı) tarafından alınmıştı; Ankara’dan gelen telgrafta şu iki nokta ileri sürülüyordu:

  1. Her ne kadar Balıkesir vilâyeti Reşide Sançar’a imtiyaz vermişse de bilâhare Emniyet Umum Müdürlüğü’nün yaptığı tahkikat üzerine, Reşide Sançar’ın kimyâ öğretmeni olduğu anlaşılmış ve matbuat kanunu hükümlerine göre de memurlar ancak meslekî mecmua çıkarabileceklerinden imtiyazın usulsüz alındığı anlaşılmıştır.
  2. İstanbul gazetelerine verilen ilânlarda, Türk Sazı, At­sız Mecmua’nın devamı olarak gösterilmiştir. Bu mecmua hükûmetçe kapatılmış olduğundan, onun devamı olarak başka bir mecmua çıkarılamaz.

Derhâl 64 lirayı gözden çıkararak Ankara’ya gittim. Selim Sarper’e dedim ki: “Memurlar meslekî mecmua çıkarırlar demek, ancak gayr-i siyâsî mecmua çıkarabilirler demektir. Bir kimyâ öğretmeninin kültürü, fikrî mecmua çıkarmağa müsaittir. (…) Sâniyen (ikinci olarak) Orhun mecmuası hükûmetçe kapatılmıştır, ama bu matbuat kanununa göre ancak ben başka bir mecmua çıkaramam. Bu fikri benimseyen başka birisi çıkarabilir.”

Sonuçta Türk Sazı birinci sayısından sonra bir daha ortaya çıkmaz, çıkamaz. Lakin mektup da mizah da burada bitmez. Gelin son perdeyi de seyredelim:

“Kardeşim! Bu Konya sana yaramıyor. Sen ya Ankara’da mebus ol yahut İstanbul’da sucu dükkânı aç. İstanbul’da iken sıhhatin iyiydi. Sana gıpta ederdim. Konya’da ise galiba sen bize gıpta ediyorsun.

Konya dergisi artık çıkmıyor mu? Bende en son 50’nci sayı var. 51, 52, 53, 1000, 15.000 falan çıkarsa isterim. Böyle dostluk olmaz. Vazifemiz, dostların çıkardığı mec­mua ve kitapları almak, çıkardığımız mecmua ve kitapları da onlara vermektir… Selamlar, sağlıklar ve iyi haberler dilerim.”

Evet bu mektubun sonrasında Atsız ve arkadaşları için sıkıntılı bir dönemin ayak sesleri duyulmaya başlar. Tarihe 1944 Irkçılık- Turancılık davası diye geçen garip sorgulamalar ve hürriyetten men edilen günler… 25 Ekim1945’e kadar demir parmaklıkların ardında yaşamak zorunda kalan 23 adam… Atsız’a 1949’a kadar devlette iş verilmez. Bu durumu Arif Türkdoğan Bey’e yazdığı 13.6.1946 tarihli mektubunun son paragrafında şöyle ifade eder:

“Irkçılık ve Türkçülük Dâvası hâlâ başlamadı. Bu başlamadığı için de bir baltaya sap olamıyoruz. Nejdet Sançar’ı öğretmenlikten kat’i surette çıkardılar. Demek ki bizim gibiler bu memlekete yaramıyor.

Selâmlarımı yollar, sağlıklar ve başarılar dilerim.”

23 Temmuz 1946’da Arif Türkdoğan Bey’e yazdığı bir başka mektubunda ise “Irkçılık-Turancılık Dâvası da 5 Ağustos’ta başlıyor. Bizim dâvamız, Ruslara kompliman yapmak yü­zünden çıkmıştı. Şimdi gazeteler, Rus aleyhinde kıyamet kadar neşriyat yapıyorlar. Binaenaleyh bu dâvanın da lehi­mizde neticelenmesi icap eder. Fakat bu hükûmetin hiçbir şeyine inanmak caiz olmadığı için karar verilinceye kadar itimatsızlığım devam edecek.” der.

16 Aralık 1948 tarihli mektubunu İsmail Hakkı Yılanlıoğlu[5]’na yazmış ve “Rahatsızlığı atlattığın için tebrik ederim. İnşallah bir daha gelmez.” demiş ardından da “Bizim hâlimize gelince: Ben gözlerimden şikâyetçiyim. İki profesör bir şey bulmadı. Mecburî bir de gâvura gideceğim.” diyerek sıkıntısını anlatırken bile gülümsetmeyi ihmal etmemiş. Ha, yine aynı mektubunda Orhun dergisinin diriltilmesi için arkadaşına birtakım şartlar sunmuş: “İşte benim şartlarım bunlar. Kabul ederseniz ne âlâ. Etmezseniz ben ortada yokum. Zaten yok olmak üzereyim. Mücadelesiz hayat, beni mahvediyor” demiş ve mektubunu “protokollar caridir vesselâm.” diyerek bitirmiş.

İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’na 9.09.1949’da yazdığı mektubunda ise “Ben, evvelce bildirdiğim gibi, sözde öğretmen, hakikatte tasnif memuruyum.”

25 Temmuz 1949’da devlet, nihayet Atsız’a öğretmenliğini iade etse de fiili görevi Süleymaniye Kütüphanesinde eski eserleri tasnif memurluğudur.

1 Ekim 1950 tarihli mektubunda da yine Yılanlıoğlu’na sesleniyor: “Bülbül ne çekerse dilinden çekermiş. Bizler de bülbülden başka her şeye benzediğimiz hâlde, yine dilimiz yüzünden çekiyoruz.” diyor ve uzunca bir mektup yazıyor. Bu mektubunda Yılanlıoğlu da dahil arkadaşlarına gereksiz konuştukları ve aramızda kalsın denilen sözleri hemen ortaya saçtıkları için fena kızıyor. Hatta mektubun bir yerinde bizim tarihimizden örnek verip Sadrazam’ın huzurunda yapılan gizli toplantılarda, Sadrazam konuşulanların faş edilmeyeceği hakkında ye­min verdirdiği hâlde, birkaç gün sonra o iki devletin Rusya ve Avusturya (yani Almanya) el­çileri Babıâli’ye gelerek, “Hakkımızda verdiğiniz şu ve bu kararları protesto ederiz.”, şeklinde beyanlarda bulunarak devleti hayrette bırakıyorlardı. Çünkü o zamanki rical de bizim Türkçüler gibi ağzı gevşek zevat olduklarından her şey dışarıya sızıyordu. Sen bile hiç lüzum yokken Tevet[6]’e ifşaatta bulunarak bizi kepaze ettin.” diyor.

Ayrıca mektupta Orkun dergisinin yükünü taşımaktan yorulduğunu; evde huzurunun kalmadığını dile getirip eşinin sitemlerini dile getiriyor: “Bedriye, Orkun’dan bizim eve bir fayda var mı? Benim yorgunluğum ve uykusuzluğum Orkun dergisiyle telâfi olunacak mı diye haklı olarak soruyor ve kendisine yardım edebileceğim saatleri mecmuaya hasrettiğim için kızıyor.” Ve daha birçok şeyi sıralayıp öfkeli bir boksör gibi Yılanlıoğlu’nu abandone edip ringden ayrılırken yine “Protokol caridir. Tanrı Türk’ü Korusun.” diyor.

19 Kasım 1951’de “Kardeşim Yılanlıoğlu,” diye başladığı mektubunun ilk paragrafında “Hastalığım sürüp gidiyor. 8 Eylül’den sonra 10 Kasım’da bir kriz daha geçirdim. Sonuncusu hafif geçti. Daha evvelki müthişti. Dokuz gün hastahânede yattım. İlâç parası çok gidiyor. Bilmem ne olacak.” diye içinde bulunduğu durumu dile getiren Atsız, “Fakat benim bildiğim bir şey var; ben artık bu memlekette, Türkçü denen adamlarla iş ve gönül birliği yapamam. Hastalığımın asıl sebebi üzüntüden doğuyor. Üzüntüye de Türkçülerin mânâsız hareketleri sebep oluyor. Ankara’dakilerden bazılarına göre biz Orkun’da kendi reklâmımızı yapıyormuşuz. Bunu Hürriyet gazetesinde Nihat Sami Banarlı[7]’da yazdı. (…)

Benim safrakesem şu illetten kurtulsa âdeta bahtiyar olacağız. Sizin de iyi olma­nızı dileriz. Protokol caridir.” diye bitirdiği mektubun ardında yine İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’na 6 Aralık 1951’de bir mektup daha yazar; yine canı sıkılmıştır: “Artık kendi kabuğuma çekiliyorum. Türkçülüğü kendi kendime yapacağım. Benim Türkçülüğüm, yarın için bir Türkçülüktür. Şimdi yarından daha sonrası için Türkçülük yapacağım. Evvelce de söylediğim gibi, artık benim için kendi fikirlerimden aziz hiçbir fikir yoktur. Yalnız kendi fikirlerimle müdafaamı yapacağım. Bağdaşmak, uzlaşmak, anlaşmak, uyuşmak artık bitti. Irkçılık-Turancılık tefrikasında kendi reklâmımı yaptığımı iddia edenlerle aynı safta bulunmak bana zillet gelir. Ne yapalım, ben bu kadarım. Ben millî dava uğrunda iktidarımda olanı yaptım, çekebileceğim çileyi çektim. İstikbalimi teptim ve sıhhatimi kaybederek hiçbir işe yaramaz hâle geldim. Bunun için mükâfat beklemiyordum ama bu kadar kötü kalplilik ve nankörlük de beklemiyordum.”

Evet “yüce dileğe doğru” yola çıkanlar bu sitem köprüsünden daha kaç kez geçecek, daha kaç kez nankörlük çukuruna düşecek Tanrı bilir, diyerek ve bazı yılları atlayarak 1958 yılına gelelim. Atsız’ın, “Kardeşim Kırzıoğlu”[8] diye başlayan 26 Eylül 1958 tarihli mektubunda sanki bir münzevi gibi dünyadan elini eteği çekmiş bir Atsız var. Yalnız ve çaresiz. İyi dilekler ve hâl hatır soran cümlelerden sonra yine nükteyle karışık hâlini arz eder: “Yaşım 54. Birçok Avrupa ve Asya Devletlerinden, daha yaşlıyım. Korkarım eserlerimi bitiremeden… Sana tavsiyem çok işe birden başlama… “diyerek Süleymaniye Kütüphanesindeki memuriyetini anlatır: “Kimseyi gördüğüm yok. Süleymaniye Kütüphânesi’ndeki softalar Şâhı Hâli Arıcan’la, Şamanîlik-Müslümanlık münakaşa­ları yapıyor ve onun dışında, hiçbir şeyle uğraşmıyorum. Ona, Manzum hicivler yazmağa başladım. Bir tânesini, sana da bildireyim:

Şimdiden Cennet’i tutmuş Arıcan,

Hûrîler emrine, âmâde onun.

Cümle âlem ya masondur ya gâvur;

Din, diyânet ve ilim sâde onun…

İşte bizim ahvâl-i perişânımız, bu merkezde.”

25.10.1963 tarihli mektubunun muhatabı Yücel Hacaloğlu’dur. Bu sefer ele aldığı konu ise memleketimizin bir başka derdidir.

“Gölköy’ü hakkında verdiğin bilgiyi çok ilgi çekici buldum. Ankara ilinde bu kadar iptidâî bir yer olacağını tahmin etmediğini söylüyorsun. Buna hiç şaşma.

Biz milletçe çok iptidâîyiz. Polatlı civarındaki iki Alman turistine yapılan canavarlığı tabiî okudun. Doğrusunu istersen, bu olayda millî bir utanç ve rezalet var. Bu utanç ancak bu iki canavarın halk tarafından linç edilmesiyle temizlenebilir ama o haysiyet, o şuur, o kan, o gayret nerede? Bu iradeyi bu Hitit sürüsünden mi bekleyeceğiz? Almanlar Almanya’daki 30.000 Türk işçisini bir anda kovsalar yerden göğe kadar hakları var. Mebus olsaydım bu iki Alman’ın ailelerine maddî tazminat vermek için kanun teklif ederdim ama bizim mebuslar, parti dalaşmaları arasında bilmem böyle bir işe vakit bulabilirler mi?

“Azizim Ali” diye başladığı 2 Ocak 1964 tarihli mektubunu Türkçüler Derne­ği’nin gençlik kolu yönetim kurulu üyesi olan ve askerliğini Hakkari’nin Çölemerik kasabasında yapan Ali Diktaş’a gönderir. Bu mektupta Ali Diktaş’ın yeni yılını kutlarken Türk milletini yakından ilgilendiren Kıbrıs konusuna değinir ve “İsmet Paşa çok geç kaldı. Atik davranıp Kıbrıs’a asker çıkarılsaydı hem Türk kırgını önlenir hem de Kıbrıs’ın taksimi işine derhâl gidilerek bugünkü güç durum hâsıl olmazdı.” der sonra da rutin haberleri sunar:

“Türkçüler Derneği, ayın on beşinde bir bülten çıka­racak. Aylık bir neşir organı. Sekiz sayfa olacak ve 100 kuruşa satılacak. Şimdiden 100 kuruşu hazırla. Bakalım tutunabilecek mi?

İstanbul’da iki defa çok miktarda yağmur yağdıktan sonra kaç gündür hava günlük güneşlik. Metre kareye 200 kilo kadar yağan yağmurlar bizim evi göl hâline getirdi. Ne diye insan olduk da ördek yaratılmadık diye düşündüm. Sen orada nasılsın? Hakkâri’nin iklimi sert mi?

Selâm ve sağlık dileklerimi gönderirim.”

Atsız, 7 Ocak 1964 tarihli mektubu Erk Yurtsever[9]’e, Türkistanlı bir hanımın bir fabrikada işe yerleştirilmesi için yazmış ve “İşte hikâyât bundan ibaret. İstersen bir de kübik şiir yazayım, diyerek bitirmiş: “Biz/ Hepimiz /Biliriz:/Hayat/ Bayat / Bir katakulliyat/ tan ibaret” Protokol caridir. Tanrı Türk’ü Korusun.”

“Azizim Hacaloğlu,” diye başladığı mektubun tarihi ise 3 Nisan 1964’tür.

“Evvelâ nisan-ı şerîfi­ni tebrik ederim. İstanbul’a bahar geldi, hem de biraz fazla geldi. Arkasından elbet bir oyun edecek ama biz kömürü, odunu bitirerek birkaç gün evde palto ile oturduğumuz için şimdilik hayatımızdan memnunuz. Hayatından mem­nun olmayan bir Çavuşoğlu var. Onun da sebebi malûm. Söz aramızda, bu aşk Çavuşoğlu’nu bunaltmaya bile baş­ladı.

Ötüken’in 3. sayısındaki yazım Nurcuları çileden çıkar­mış. Beni öldüreceklermiş. Hükûmet de bunlar aleyhinde kanun hazırlıyor ama önce adı, “geri cereyanlarla müca­dele” iken sonradan “zararlı cereyanlarla mücadele” oldu. Tabiî Türkçülük de zararlı olduğu için o da bu kanunun şümulüne girecek. Bakalım felek neler gösterecek?

Buğra’nın[10] tatiline 8 hafta kaldı. Fakat havalar güzel ol­duğu için adam havalı. Güneş batıncaya kadar gezip on­dan sonra çalışmaya başlıyor. Şimdilik ders durumunda vahamet yok ama cebir ve hendeseden gelecek yazılı yok­lama notları işi değiştirebilir.

Selâm ve sağlık dilekleri. Çevreyi iyi etüt et. Sonra makaleler yazarsın.”

20 Ekim 1964 tarihli mektupta muhatabı yine Yücel Hacaloğlu,

14 tarihli mektubunu aldım. Vefakârlığına teşekkür ederim. (…) Sen oranın sıcağından şikâyet ediyorsun. Ben bugün pencereden bizim bahçeye bakınca bayağı korktum: Erik ağacı çiçek açmış. Bu ayda böyle re­zalet olur şey değil. Kıyamet mi kopacak nedir?

Çavuşoğlu[11] telefon etti. Artık aşkından kurtulmuş. Burnundan ameliyat ola­cakmış. Et aldıracakmış. Bu gibi ârızaların gençlikte aldı­rılmasının fazileti hakkında kendisine nutuk çektim. Za­ten fonksiyonumuz bu: Öğüt vermek. Dinleyen yok ama olsun. Biz yine öğüt vermekte devam ediyoruz…

[1] Altan Deliorman, “Tanıdığım Atsız” Boğaziçi Yayınları, İst. 1978, s. 6

[2] Yavuz Bülent Bâkiler, “Sorgulamalar, Savunmalar” Türk Ed. Vak. İst. 2010 s. 42

[3] Yücel Hacaloğlu, “Atsız’ın Mektupları” Ötüken Neşriyat, İst. 2013

[4] Mesud Koman (?-1979): Konya Millî Kütüphane Müdürü

[5] İsmail Hakkı Yılanlıoğlu (1918-1993): Askerî veteriner hekim, siyasetçi ve şair. 

[6] Fethi Tevetoğlu (1916-1989): Doktor, siyasetçi.

[7] Nihad Sâmi Banarlı (1907-1974): Edebiyat tarihçisi, eğitimci ve yazar. 

[8] Fahreddin Kızıoğlu (1917-2005): Tarihçi yazar

[9] Erk Yurtsever (1934-2017): Yazar, şair

[10] Buğra, Atsız’ın küçük oğlu.

[11] Mehmet Çavuşoğlu (1936-1987): Yazar, akademisyen, edebiyat tarihçisi

Yazar
M. Hayati ÖZKAYA

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen