“Noliserse ko ki olsun oliser
Tek gönül mevlâyı bulsun noliser”
Bursa, kelimelerin mânâsını Somuncu Baba Hazretleri şehri terk edip gittiğinde kaybetmiş olmalı. Öyle olmasa, yeşili onlarca tonuyla birlikte hediye eder miydi o koca çınar altında? Şehre bir renk hediye etmek ve sonra kaybolmak seyr u sefer eyleyenlerin kabz ve bast hâllerine bir kinaye olabilir mi? Belki de…
Hacı Bayram Veli Hazretleri de ne öğrenmişse Somuncu Baba Hazretleri ile çıktığı o hac yolcuğunda öğrenmiş. Kapısında bekleyen Eşref Rûmi Hazretlerini ise Emir Buhâri Hazretleri Hacı Bayram Veli’ye göndermiş.
Emir Sultan Hazretlerini, Üftâde Hazretlerini ve Somuncu Baba Hazretlerinin hâlâ ekmek kokan fırınını ziyaret edenlerin her defasında kendilerini İznik yolunda bulması ve Eşref Rûmi Hazretleri’nin huzurunda sükût kuyusuna çekilmesi ontik bir cezbe değil de nedir?
Ve İznik…
Nuh’un gemisinden inen ruhların şehrin yedi kat mânâsı içinde tektonik bir hicapla kendini sırladığı kayıp kelimeler yurdu.
Süleyman Peygamber henüz Estefanya’ya teşrif etmeden 1700 sene evvel inşâ edilmiş İznik. Ne ki, Madyan oğlu Yanko’nun kızkardeşi İznika, İshak Nebî’nin zamâna sıkışmış o ince nurdan yaldızı ve kadim ruh kuyusunu Sam’ın yurdunun üstüne kurmuş yeniden.
İznik, Samanlı ve Katırlı Dağları’nın arasında gölle sırlanmış bir akıldır. Sakarya Irmağının Gemlik Körfezine aktığı zamanların kadim aklı. Şehir, ovasında yatan binlerce haçlı askeri, alperen ve serdengeçtileriyle hazin hikâyeleri bağrında saklıyor. Eşref Rûmi Hazretleri’nin melekût âleminden parlayan sîmâsı yüzyıllar geçse de şehri sahipsiz bırakmamış. Gerçi anlamak gerek şehrin üstünün bir gölgeler yurdu olduğunu, asıl şehrin kentin altında bulunduğunu…,
İnsan ki gerçekte de aşk ve murad yurdundan düşmüştür bu gölgeler yurduna.
Tıpkı İznik gibi…
İznik Gölü, bir çini tabağına doldurulmuş ta üzerine mavi bir sır çekilmiş gibi ketüm bakıyor yüzyıllardır insanlara. Yuttuğu şehirler hâlâ kursağında mıdır bilinmez fazla sokulmaz şairlere, kimseye sırrını açmaz!
Oysa asırlık mahmurluğundan uyanmış artık Ayasofya, namaz kılanlara yeniden secdegâh olmuş. Lüzumsuz bir taş gibi gövdesinde taşıdığı tuğlalar yeniden mânâ kuşanmış, böylece zaman nehrinin üzerinde sürüklenmekten kurtulmuş, çok şükür.
Izdırap ve keder yüklü dünya mes’elelerinden bunalıp yorulmuş, kul sohbetlerinden başı şişmiş olanların mutlaka seyahat etmesi gerekli ruhani ve kutsal bir belde İznik.
Kimi kapıyı gösterdi… Kimi eşiğinde bekledi… Kimine açılmadı kapılar…. Kapılar hâfıza mahzenleriydi… Zekeriyya Peygamber (a.s) zamanın hâfızasını sarmalardı… Kimse bilmez onca kelimeyi nasıl ve ne vakit yazardı… Belki de buydu en kutsal yasa…. Hâfıza birliğin zaman ve mekân ibrişimiydi. Bu ibrişim olmasa kim geçmişi hatırlayabilirdi?
Hatırlamak; hayal kurmak değil, bilinç nehrinde bir seyirdi. Var olmakla yok olmak tehlikesi içinde olan milletler için bir “talep” idi kapılar… Ârâfta salınanlara bir “kapı” ve “hâfıza” gerekti. Kapıların ardında toplumsal inanç, kapıların ardında toplumsal güven vardı…
Ve şehre Lefke Kapı’dan girilirdi…
Sanki bir sandık içinde asırlarca kalmış bir çaput gibi uhrevî ve eski bir çehresi var surların. Her kuşluk çöllerden vadilere, oradan Bursa ovasına ve Bursa Ovası’ndan Karsak geçidine akan harmaniyeli silüetler en son İznik’de sırlarlar kendilerini bir çini parçası, bir dal, yahut gizli bir lâhdin içine…
Hikâyeler ve kayıp kelimeler şehridir İznik. En esrârengiz kapıların aralandığı, şarkın en şarkı, doğunun en doğusu kadar hem de…
Şirâzi’nin nefesini hissetmek de mümkün burada, en kadim mitoloji masallarını da…
Bütün kadîm diyarları kendi ikliminde biriktirmiş bu şehir hiç kuşkusuz Tanpınar’ın zamanın duruşunu seyrettiği bir ışın selidir. Şair ki, arayan değil, aranandır. Şair ki, seçen değil, seçilendir kelimelere. O ki, namütenahiye dalan gözleriyle ötelere, hep ötelere, durmaksızın daha ötelere b/akan insandır.
Tarçın ve zencefilli çayların demlendiği şehrin fakir dekorunun ortasında her daim Eşref Rûmi Hazretleri var, gayb var, evliya var, himmetleri var…
Daha ne olsun…
Somuncu Baba Hazretleri ki; “somunlar, mü’minler!” diye dolaşırdı şehirde. Ağızlarını yeme açmış kuşlar gibidir insanlar. Büyüklerin adımları gizli izler bırakır geride. İnsan o izleri tâkip ettiğinde anlıyor gözleriyle dünya dekorları arasında binlerce perde olduğunu. Veliler kemankeştir aynı zamanda. Çünkü onlar zamana gerili mânâ oklarını şiir, nakış ve desenleriyle gönderirler sana.
Somuncu Baba Hazretleri’nin yedi farklı mânâda yaptığı tefsir ve Eşrefiye tâcının yedi terkli keçesi dahî bize gösteriyor ki, gönül ehlinin aklı ve yürüyüşü ile çağın aklı ve yürüyüşü bir değildir.
Büyüklerin yolu bu izleri örten çaputlarla örtülü görünse de, gerçekte bir hazîre içi, bir çini parçası, kavuklu bir mezar taşı ve süslü kemerlere, yıldız tozlarıyla deveran eden eski kubbelere kadar çoğalmış mânâlar İznik’te. Kafile kafile ziyarete gelen insanlar şimdi bakıyorlar garip garip târihi mekânlara. Çünkü yabancılaşmışlar kendilerine ve geçmişlerine. Ve insanın yabancılığı ne kadar âşikârsa, aradıkları da o kadar meçhulleşmiş, kaybolmuş..
Oysa sandukaların örtülerini kaldırmak zor değil. Zor değil yeniden tanışmak ervahla. Nakkaşların nakışlarını çözmek için ikinci bir ömür lâzım bize. İkinci bir ömür;
“Daim diriyiz ölmeyüz
Karangularda kalmayuz
Bize leyl-i nehar olmaz!” diyen…
***
Zaman, arsız bir etek gibi kesile kesile kısaltılmış âdetâ insanlığın üzerinden. Bununla birlikte her şey azalmış sanki; su, bitki, sevgi, edep…
Gözlerim ikindi vakti İsmail Bey Hamamının kubbesinde, kâinatla yaşıt bir bilgenin, fezadan daha derin kalbi gibi mütemadiyen dönüyor zihnimle birlikte….
Bu kubbe, bu tezyin Batı’nın belâ yağmuruna rağmen insanlığın ruhunun bir dayanağı olmuş. Hemedân’dan yola çıkan ontik bağımız köklerimizle gözlerimizin aynı fikirde olduğuna bir delil! Çünkü bize görünenin görünmeyene bir gölge, bir işaret olduğu, varlığı kaldırdığında kalanın yaradan olduğunu öğretilmişti.
İlâhi mura, tâ başından beri böyleydi. Allah âdeme kelimelerin bâtınını öğretti. Bâtından kaçan gotik katedrallerin ve devasa portrelerin tahkiki imân ve tefekküre engel teşkil ettiği bir vakıa. Zaten anlamak gerek; şiir ve san’at aklı uyandırmıyorsa nasıl ve neyle bulunur hakikat? Çünkü esâsında hakikat bulunmaz, hakikate u/yanılır… Âşık olunmadan, san’atında mecnun olunmadan “olunmaz” san’atkâr!
Göl altında bulunan bazilikaya elinizi uzatın desem ürperirsiniz değil mi? Haydi şehri boşaltıp altındaki gerçek şehirleri kazıyıp çıkaralım desem korkar, yanaşmazsınız.
Şu hâlde razı olmak gerek kayıp kelimeleri bulup okumakla iktifa etmeye. Hem zaten çinilerde, kubbelerde, minarelerde gördüğümüz tezyinâtı okumaktır aslolan…
Zamanın donduğu ve biriktiği bu mekânlar, gerçekte insanları tenlerinden soyup Rabb’in el- Musavvir ismiyle her ân yeniden ve yeniden dirilmek içindir. Çünkü insan, taklitçi bir maymun değil, her an yaratan Hakk’la söyleyişte ve aynı işte mânâ yaratabilen tek varlıktır. Çünkü insan murad edilen “ahsen-i takvim”dir…
San’atçı ise insanlığı bu mânâları yaratmaya, bâtına dâvet etmeye bir “teklifçidir.
Bir aşk masalıdır san’arkârın anlattığı.
Çünkü insan kendini ancak âşık olduğu surette yeniden inşâ eder. İnşâ için aşk şarttır. Ve kelimelerin peşine düşmek de gerçekte anlamsızdır. Çünkü kalple kelimeler arasında bir yol vardır. Hangi kelime seçerse seni, ona gider ayakların. Çünkü insan esas itibarı ile de zaten “ünsiyet” demektir. Ü
İnsan yakınlığı ve yakınlaştığı nispette yok olup, o yoklukta varlık buluyor. Bütün bu dönen nebulalar, kubbelerden süzülen yıldız tozları gösteriyor ki, zaman; ârifin elinde kesip birçtiği, süsleyip tezyin ettiği, katlayıp dürdüğü bir kumaştan başka bir şey değil.
Zaman; içten dışa, dıştan içe keşfedilerek çıkılan bir varlık anaforu.
Zaman fikirle keşfedilir ve keşf’ül zamânın elinde bir aktâb tezgâhıdır.
Bu tezgahtan ancak varlıktan, senlikten ve benlikten geçenler geçebilir. Bu tezgâh; yeryüzünde uykuyu kaybetmişlerin ebedî uyanıklık belgesidir.
Tuhaf… Bu şehirde ölüler ve diriler aralarında nasıl anlaşmışlar ki; bazısı yaşadığı hâlde ölü, bazısı da asırlarca diri kalabiliyor.
Ve tuhaf… İznik yaşamla ölüm arasında bir ârâf aslında. Hayatı ve hayatın nimetlerini bırakmayan, gerçek hayatın ve nimetlerin ayırdına nasıl varsın ki.. Bütün riyazetler ve erbainler de bunun için zaten… Bütün terkler zaman duvarını daha hızlı aşmak için yüklerden kurtulmak. Aslolan, denizde yüzmek, havada uçmak değil, deniz olmak, havaya karışarak kâinat kadar genişleyip kucaklamak zamanı… Sarmak, bir huni gibi mütemadiyen ruh ve mânâ pompalamak ötelerden…
San’atkârın kabz ve bast olduğu bu gök hunilerinden geçmeden Hakk’ı bulmak muhal! Ne ki asırlardır hiç kimseyle anlaşmaya yanaşmamış Deliorman Rüzgârı dahî bir İsrafil borusu gibi mütemediyen sehrin göğsünden üflenmekte…
O Deliorman rüzgârı ki; yukarıdan eser, insanların elleriyle örtmeye çalıştıklarını açar, gömütleri savurur… İnsanın söze ihtiyacını yitirir, çünkü Lefke Kapıdan ince bir yılan gibi kıvrlıp giden eski antik su yolu da artık kelimeler gibi kurumuştur…
Hâsılı; zamânın aklı eski bilimlerin kırıntıları üzerinde bina edildi bu hakîkat. Sedden fırlayan nevzuhur bütün modern bilimler, simyadan sapmış yecüc-mecüc aklı ve bencilliği…
Eşref Rûmi himmetine muhtaç bir niyâzla…
Hakk’tan gayrı ne vardır ki..
Gözsüzlere “pinhan” imiş…
Eşref Rûmi Hazretleri de demiş ki;
“Âkibet şu göze toprak doliser
Bir gün evvel ko ki olsun noliser”
Kadirşinaslıkla efendim..