Yapılan araştırmalar son 50 yılda dünyada, özellikle de gelişmiş Batılı ülkelerde yalnız yaşayanların sayısının hızla arttığını, insanların artık mecburiyetten değil kendi tercihleri dolayısıyla yalnız yaşadıklarını ortaya koyuyor. Bazı Avrupa ülkelerinde bugün yalnız yaşayanların oranı %60’ı buluyor. 2014’te yayınlanan Pew Raporu’na göre, bugünün genç yetişkinleri 50 yaşına geldiklerinde yaklaşık dörtte birinin hiç evlenmemiş olacağı tahmin ediliyor. Uzmanlar, “Solo Yaşam”ı “Solo İlişkiler”, “Solo Çocuklar” ve “Solo Yaşlılar” olarak farklı kategorilerde incelediler.
*****
Prof. Dr. Abulfez SÜLEYMANOV[i]
“Solo Yaşam” kavramı ilk kez Alman asıllı ABD’li sosyoloji profesörü Eric Klinenberg taraflndan ortaya atıldı. Klinenberg 2012 yılında yayımlanan “Solo Yaşam” (Going Solo: The Extraordinary Rise And Surprising Appeal Of Living Alone) isimli kitabında insanın aile dışında yalnız yaşama eğilimini uygarlığın yeni bir aşaması ve yeni bir toplumsal gerçeklik olduğunu dile getirdi. O, bu şekilde aile kavramının giderek tarih olduğunu ve bu durumun hem kaçınılmaz, hem de olumlu anlamda ileriye dönük bir süreç olduğunu iddia ediyor. Batılı ülkelerde Klinenberg’in bu kuramı çok popüler. Hatta bu ülkelerde insanları yalnız yaşama alıştıran özel kurslar da açılmış durumda. Burada insanları yalnız yaşamanın can sıkılması ve depresyon gibi muhtemel yan etkilerinden koruyacak yöntemler anlatılıyor. Bu trendi savunan insanların temel gerekçesi şu ki, modern insan yalnız yaşadığında kendisine ve kariyerlerine daha fazla yatırımda bulunabilecektir.
Aksi takdirde aile, eş, çocuk ve onların günlük sorunları ve sıkıntıları insanı gerçek hedeften uzaklaştırmaktadır. Aynı zamanda yalnız yaşamanın ‘değerliliğin ve seçkinliğin bir kanıtı’, başka bir deyişle ayrıcalık olduğu düşüncesini yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Bu yaklaşımın taraftarları olduğu gibi karşıtları da var. Hatta Batılı ülkelerde bile bu tarz söylemler ciddi biçimde tepkiye sebep olmaktadır. Fakat buna rağmen solo yaşamı tercih eden bireylerin sayısı dünyada hızla artıyor.
Türkiye’de de yalnız yaşayanların sayısında çarpıcı bir artış gözleniyor. Son istatistik verilerinden yapılan hesaplamalara göre, Türkiye’de yalnız yaşayanlar nüfusun %4,3’ünü oluşturuyor. Tek kişilik hane halkı sayısı 2017’de 3 milyon 491 bin 148 olarak kayıtlara geçerken, toplam hane halkı içindeki oranı yıllar itibarıyla artış göstererek %15,4’e ulaştı. Yani kaba bir hesapla, Türkiye’de her altı-yedi evden birinde “yalnız” yaşanıyor. Bu oran 2016’da %14,9, 2015’te %14,4, 2014 yılında da %13,9 düzeyindeydi. Yaşamını yalnız sürdürenlerin 662 bin 69’u İstanbul’da, 255 bin 205’i Ankara’da, 247 bin 729’u İzmir’de, 125 bin 397’si Antalya’da, 117 bin 340’ı Bursa’da ikamet ediyor.
Daha önce en çok 65 yaş üstü kişilerde gözlenen yalnız yaşama, giderek daha genç yaştakileri de içine almaya başladı. Neredeyse her ailede büyüyen genç kuşak daha lise çağında yalnız yaşamanın hayalini kuruyor. Özellikle evlilik çağında olan yaş grupları arasında bu trendin ağırlık kazanması gelecek adına endişe verici.
Solo yaşamın tercih edilmesinin sebepleri arasında ilk sırada aşırı bireyciliği gösterebiliriz.
Bu bağlamda Fransız sosyolog Jean-Claude Kaufmann’ın yaklaşımı çok çarpıcı. Kaufmann, 20. yüzyılda aile hayatından yalnız yaşama doğru yaşanan kayışı “bireyselliğin dayanılamaz yükselişi” olarak yorumluyor. Rahatlığı, lüksü ruhsal ve zihinsel açıdan benimsemiş, başka birisine tahammül etmek istemeyen yeniçağ insanı bir çok sorunla uğraşmak ve birine bağımlı kalmak yerine kendi başınalığı, solo olmayı seçiyor.
Öte yandan sosyal ve ekonomik şartlar da bireyleri bu yönde bir eğilime itmekte. Ekonomik anlamda bağımsız ve iyi kariyer sahibi olan bireylerin daha fazla sayıda solo yaşamı tercih ettikleri gözleniyor. Ekonomik refah düzeyinin daha yüksek olduğu İskandinav ülkelerinde yalnız yaşayanların oranının çok yüksek olması bu argümana destek verir nitelikte. Burada kentleşmenin, özellikle metropol yaşamının etkisinin göz ardı edilmemesi gerekiyor. Kentli insan hızlı yaşam temposu ve geçim sıkıntısı nedeniyle zamanla yarışıyor. Boş zaman, insanın insana ayıracağı zaman son derece kısıtlı. Kentin kalabalığından ve stresinden yorgun düşen birey yalnız kalmayı tercih edebiliyor.
Teknolojinin rolünün de bu süreçte etkili olduğuna değinmek gerek. Nitekim, insanı daha ileri bir yaşam biçimine taşıması beklenen teknoloji, maalesef realitede biraz da insanların yanlış tutumlarından dolayı iletişim kapasitesini daraltmakta, “yalnız değilsin” şeklinde hissetmesini sağlayan bir tür illüzyon yaratarak yalnızlık duygusunun derinleşmesine neden olmaktadır. Bilgisayar, televizyon, cep telefonları gibi zaman öğüten aygıtların yanı sıra sosyal medyanın yaygın kullanımı aldatıcı sosyal bir ilişki ağı görüntüsü yalnız yaşamayı tetikliyor. Yine aşırı sosyal medya ve internet bağımlılığının evli çiftler arasında bile “Solo Yaşam” tarzı bir ilişki türünü meydana getirmesi, yani aynı evin içinde bireylerin yalnız kalmasına sebebiyet vermesi, sorunun bir başka boyutunu oluşturuyor. İnsanlar kalabalıklar içinde dijital ortam sayesinde solo kalabildiği gibi; tersine solo yaşam da yine dijital ortam sayesinde kendi kalabalığını yaratabiliyor. Buna ek olarak son dönemler yalnızlığa çare olarak lanse edilen yapay zeka teknolojisi temelli robotlar devrede. Zira artık Çin, İngiltere, Fransa gibi bir çok gelişmiş ülkelerde yalnız yaşayan insanlar hayatlarını paylaşacak partner olarak yapay zekaya sahip insan görünümlü robotları tercih etme eğilimleri göstermeye başladılar. Özellikle bu son eğilimin yalnızca aile kurumu bağlamında değil, genel olarak toplumsal yaşam alanının yeni bir evresi olduğunu ve beraberinde bir çok yapısal değişimleri getireceğini şimdiden öngörmek mümkün.
Öte yandan örnek aile modelinin azalması, boşanma oranında son dönemlerde gözlenen ciddi artışlar, aile içinde güven ve sadakat duygusunun giderek azalması da solo yaşam trendinin artmasının etkenlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim evlilik çağında olan birey bütün bu olumsuzlukları göz önünde bulundurarak solo yaşamı pek ala evliliğe tercih edebiliyor. Aynı nedenlerden dolayı daha önce başarısız bir evlilik yaşamış bireyler, ikinci kez evliliği düşünmeyerek solo kalmayı yeğliyor. Bu şekilde insanlar birlikte yaşamanın yükümlülüğünü üstlenmek istemiyorlar.
Daha fazla kar etmek için sürekli tüketimi destekleyen çağdaş kapitalist sistemin de bu trendi desteklediğinin ve tetiklediğinin altını çizerek belirtmemiz gerekir. Zira bekâr yaşayanların sayısının artması, hane sayılarının da artmasına yol açtığı için tüketimle doğrudan ilişkili. Hane sayısı ne kadar fazla ise tüketim de o kadar artıyor. Araştırmalar yalnız yaşayanların daha çok harcadığını da gösteriyor. Yalnız yaşayan insan, dört kişinin aynı evi paylaştığı duruma göre bir buçuk kat fazla atık üretiyor! Ayrıca bu süreçte şirketlerin yalnızlaşan ve böylece ailenin sorumluluklarından azade olan bireyden, doğal olarak muhafaza ettiği ait olma, onaylanma, saygı görme gibi bir takım temel duygusal ihtiyaçlarını, çalıştığı kuruma yönlendirerek daha fazla iş kapasitesi ile kendini ortaya koyması beklentisinin bulunduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
Bu sistemin çarkı haline gelmiş medyada da bu yaşam biçimini teşvik eden yeteri kadar malzeme göze çarpıyor. Geleneksel ve dijital medya platformlarında yayınlanan makalelerde bu yaşam biçiminin olumlu toplumsal etkiler bağlamında bir “nimet” olması hususunda görüşlere yer verildiği gözlenmekte. Reklamlarda bile bu trendi teşvik eden bir sürü söylemlerle karşılaşıyoruz: “Yalnız tatil yapmanın dayanılmaz keyfi”, “Solo yaşamı tercih edenler için pop”, “Cozy” ve “‘Modern’ konseptinde stüdyo daireler” vs.
Yalnızlık trendini teşvik eden televizyon dizileri ise bu işin tuzu biberi olmuş durumda.
Aslında tarih boyunca münzevi yaşamın erdemini vurgulayanlar hep olmuştur. Dahası ömür boyu ya da hayatının belirli dönemlerinde toplumdan uzaklaşarak tek başına bireysel olarak münzevi gibi yaşamak yetkinleşmek için değerli görülmüştür. Dolayısıyla tek başına yaşamın farklı tarzlarda olsa da her zaman var olduğu söylenebilir. Modernleşme ile birlikte geleneksel aile anlayışından farklı giderek daha çok tüketimin bir aracı olarak görülen modern aile, gelişim göstermiştir. Aynı şekilde solo yaşamın da bu gelişmeye koşut olarak tarihte var olan münzevi yaşam anlayışını modernize ederek tüketim toplumuna uyumlu hale geldiği söylenebilir.
Peki bu yaşam biçiminin tercih edenlerin artması, toplumda ne tür sosyokültürel etkilere yol açar?
Bir kere solo yaşamın yaygınlaşması sonucunda evlilik sayısında azalmalar nüfus kompozisyonunda da ciddi sorunları beraberinde getirmektedir. Özellikle gençlerin yalnız yaşamayı bir ayrışma ve başarı hikâyesi olarak görmeleri çok tehlikeli. Bu durum genç nüfus aleyhine bir dengesizliğin oluşması ve nüfusun yaşlanması tehlikesini içermektedir. Buna bağlı olarak sosyal güvenlik sisteminde ciddi sorunlar yaşanabilir. Nitekim bu durumun yaygın olduğu ülkelerde buna karşı bir takım önlemler alınmaya başlanmış bile. Almanya, Rusya, İsveç gibi ülkelerde çocuk sahibi olanlara bazı haklar tanınması, maddi imkânlar sunulması söz konusu. Diğer Avrupa devletlerinde sosyal yardım ve muafiyetler uygulanmakta. Öte yandan Slovakya gibi çocuksuzların vergi yükünü artırmayı düşünenler de mevcut.
Öte yandan solo yaşamın yaygınlaşması ahlaki bir takım sorunların da yaşanmasına sebebiyet vermekte. Kendi cinsel ihtiyaçlarını aile dışı ilişkilerle karşılama eğiliminde olanlar, toplumda olumsuz örnek oluşturuyorlar. Medyanın yayınladığı dizi ve programlarla bu duruma destek vermesi daha fazla erozyona neden olmakta.
Günümüzün yoğun nüfuslu ve sosyal hareketliliği yüksek toplumlarında gittikçe azalan sosyal ilişkiler, yerini resmi, soğuk ve çıkarcı ilişkilere bıraktıkça, yalnızlık algısının daha da artacağını tahmin edebiliriz. Bütün bunların sonucunda dağınık bireylerden oluşan, psikolojik, sosyal ve ekonomik külfetin altına girmekten kaçınan, sorumluluk duygusundan yoksun, paylaşmanın olmadığı bir toplumsal yapının oluşması tehlikesi çok yüksek.
Bu yaşam biçimi doğal çevreye zararı açısından da bazı sorunları içinde barındırıyor. Nitekim yalnız yaşayan insan %38 daha fazla ürün, %42 daha fazla paket, %55 daha fazla elektrik ve %61 daha fazla yakıt tüketiyor.
Solo yaşam özellikle yaşlılık döneminde daha fazla riski içinde barındırıyor. Yalnız yaşayan insanlar gençken bir şekilde yalnızlığın sorunlarıyla baş etmeyi başarırken yaşlandıkça bu sorunlarla mücadele daha fazla güçleşiyor. Araştırmacıların bulgularına göre ileri yaşta yalnızlık insan sağlığına zararlı. İngiltere’de yapılmış yaşları 50+ grubundan toplam 2000 kişinin katılımıyla gerçekleşmiş bir araştırmanın bulgularına göre; en az 6 yıldır yalnızlık çeken insanların yalnızlık hissi nedeniyle ölme olasılığı, herhangi bir insana göre %14 daha fazla bulunmuş. Ayrıca yalnız kalan yaşlılarda bilişsel bozukluklar daha hızlı ve kolay ilerlediği tespit olunmuş. Yalnız yaşlılar arasında intihar oranları diğer yaş gruplarına göre 1.5 kat daha yüksek olması bu durumu daha iyi özetliyor. Özellikle yalnız yaşayan yaşlılara uygun konutların olmaması, yaşlı bakım sistemlerindeki yetersizlikler, bakıma gereksinimi olan yaşlıların kurum bakımına alınmasındaki eksiklik ve yetersizlikler yaşlılarda önlenebilir ölüm oranını artırmaktadır. Nitekim “Solo Yaşam” kavramının isim babası Eric Klinenberg bu konuya Amerika’da 1995 yılının yaz aylarında aşırı sıcaklardan evlerinde ölü bulunan ve günlerce kendilerinden haber alınamayan yoğun bir yaşlı nüfusu fark ettikten sonra bu olguyu irdelemeye karar vermişti. Ülkemizde de buna benzer tablolarla ne yazık ki, sık karşılaşmaya başladık. Bu senenin kış aylarında Türkiye’nin farklı illerinde 17’si erkek, 7’si kadın olmak üzere an az 24 yaşlı çeşitli nedenlerle yaşamını yitirdi. Kimi sobadan sızan gazdan, kimi evinde çıkan yangınla vefat eden yaşlıların ortak özelliği ise yalnız yaşıyor olmalarıydı.
Bütün bunların sonucu olarak, aile ve topluluk yaşamının getireceği yardımlaşma ve dayanışmanın, insanların var oluş doğalarına uygun bir yaşam açısından önemli bir gereklilik olduğunu söyleyebiliriz. Toplumun temeli olan ailenin oluşumunda sağlam evliliklerin kurulması ve sürdürülmesini sağlamak, aile kurumunun “Solo Yaşam” trendi gibi değişik nedenlerden ötürü sarsılmasını en aza indirmek ve mutlu aileleri yaygınlaştırmak geleceğimiz ve insanlık açısından önem arzetmektedir.
——————————————-
Kaynak:
Psiko-Hayat, Kış-2018, Yıl:9, Sayı: 19, Sf. 20-23, ISSN: 2459 – 072X
[i] Üsküdar Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı