Sultan Selîm-i Evvel: Türk Akdeniz’in Bânisi[i]
“Hâkaan-ı Rûm yaklaştığın görüp
İran gerektir ağlasa baht-ı siyahına…
Tebrîz’e uçtu feth-i celilin Hümâları
Bir böyle hâli görmedi İran semâları…”
{Eski Şiirin Rüzgârıyla}
Yahya KEMAL
Prof.Dr. Abdulkadir İLGEN
Giriş
Fernand Braudel, Romalıların “mare nostrum” (bizim Akdeniz) dediği denizden, Akdeniz’den bahsederken, bu eski denizin solması ve yapraklarını dökmesinden de bahseder. Fakat o hazan mevsiminde bile, meyvelerini sunmuştur Akdeniz: Sonbahar meyvelerini. Katıksız bir Hristiyan olan hazret, onca hakperestliğine rağmen denizin kuzeyindeki meyveleri sıralarken pek tabii ki, güneydeki meyvelere değinmez. Bu durumda benim de, Güney Akdeniz’i Türklük ve İslamlığa açan Gazi Hünkârdan bahsetmeden geçmem pek tabii ki uygun düşmez. Türk Akdeniz ilk ve son meyvelerini sunarken akla gelen ilk isim odur. Üzerimizde tesirleri hâlâ devam eden bu adam da tıpkı diğer muadilleri gibi, sadece bizim için değil, muvafık ve muhalif her kesimin mutlak surette dikkat kesildiği biri. O kadar ki, bu kıratta biri, bu denizin gördüğü ve bundan sonra da bir benzerini asla görmediği ve muhtemelen de göremeyeceği bir zirve şahsiyet olarak daima hafızalardaki yerini koruyacaktır. Yavuz Sultan Selim’den bahsediyorum. Yahya Kemal’in,[1] “Cihangir Selîm-i Evvel’in odası o kadar küçük ve sade ki; uzun seferlerinin birinde konduğu fakîrâne bir han odasını andırıyor. Zannediyorsunuz ki eyerlenmiş atı yanı başındaki kapıda beklemektedir. Büyük pâdişâh kısa bir istirahatten sonra hemen çıkıp gidecek” şeklinde bahsettiği Topkapı Sarayı izlenimlerindeki Yavuz karesi böyle. Aynı zamanda büyük bir müverrih de olan bu büyük şairimiz, diğer padişahlar için benzer ifadeleri kullanmaz. Tâcü’t-Tevârih yazarı ise bu Gazi Hünkâr için, “çağının hükümdarlarının gidişine uymaz, derviş yaratılışlı bir şah idi” der.[2] Sahiden de öyleydi: Mustarip, derviş meşrep ve yalnız[3] bir hükümdar.
Redd-i Miras: Hurafeler, Söylentiler, Gerçekler
Ben bu satırları yazarken, zihnim birden yıllar önce okuduğum bir metne gitti. Hristiyan bir tarihçiyle Müslüman bir Arap tarihçi arasındaki bir konuşmaya. Osmanlı Tarihi uzmanlarından Ben Fortna, sahanın en meşhurlarından biri olan İslâm tarihi uzmanı bir Arap meslektaşına, neden Osmanlı asırlarını İslâm tarihi içine dâhil etmediklerini sorar. Cevap ilginçtir. “Gerçekte bu asırlar içinde Araplara ait hiçbir şey yoktur.”[4] Bahsi geçen yüzyıllar içinde, bu kadim medeniyet sahasında Arapları ilgilendiren önemli hiçbir şey olmadığına apriori olarak inanmak kolay değildir. Fakat doğru olan şey, söz konusu dönem boyunca bu geniş coğrafyanın hiçbir yerinde, Arapların ciddi bir rollerinin bulunmadığıdır. Bu ikincisi doğrudur. Fakat daha da ilginci, belki de dehşet verici olanı şu ki, o da özbeöz Türk çocuklarından bazılarının bu devri ve bu devrin büyük şahsiyetlerini, bilhassa Yavuz gibi birini reddetmesi, redd-i miras yapmalarıdır. Türk tarihindeki Osmanlı asırlarının reddi, hele hele buna Yavuz gibi birinin de ilave edilmesi hazmedilecek şeylerden değildir.
Rivayet o ki, Mısır seferi dönüşünde büyük hünkâr, Eş’ârî mezhebine ait hoca takımından ne kadar adam varsa hepsini İstanbul’a getirtmiş ve her ne olmuşsa ondan sonra olmuş, memleket batmış ya da o yola girmiştir. Söylenti bu, rivayet budur! Cevdet Paşa olsa “zehî hayal, zehî butlan!” derdi. Oysa Osmanlı devletinde kararlar, bu aklıevvellerin düşündüğü gibi alınmıyordu. Kararlar padişahla musahipleri arasında değil, devletin en yüksek karar mercii olan Dîvan’da alınır ve her mesele usulüne göre orada karara bağlanırdı. Burada sadece kalemiye değil, aynı zamanda seyfiye ve ilmiye de en yüksek mertebede temsil edilirdi. Padişahın deha ve başarısı da yetkilendirilmiş bu hâmiller arasındaki denge ve armoniyi sağlamasındaki yeteneğine göre belli olurdu. Dahası bu devlet, Max Weber’in formüle ettiği gibi “reayaya karşı sultanın kulları, bürokrasiye karşı ulema, sipahilere karşı yeniçeriler ya da tımarlı orduya karşı maaşlı askerler, yüksek rütbeli ulemaya karşı düşük rütbeli kadıların geleneksel statü grupları” şeklinde de teşekkül etmemişti. Devlet, Kitap ve örf-i sultaniye[5] göre işleyen kurallar ve oturmuş karar mekanizmalarının kurumsallaştığı esaslar üzerinde teşekkül etmiş ve o şekilde yönetilmişti.[6]
Hatırlamak gerekir ki kanunnameler bile Weber’in ya da bazılarının inandığı gibi sezgisel, keyfî, kaprisli bir sultanın tepeden inme bir dayatması olarak değil, daha çok aşağıdan yukarıya doğru gelişmiş bir sistem olarak gelişmiş, o şekilde işlemişti. Bunun en tipik örneklerinden biri kadı sicilleridir. Kadı sicillerinin karakteristiği, “şeriatın” merkezî, kodifiye edilmiş tek tip bir uygulamasından ziyade, duruma, yani kültürün dinamik seyrine göre sürekli değişen, gelişen ve daha da önemlisi yerel özellikleriyle temayüz eden bir içeriğe sahip olmasıydı. Ve burada el üstünde tutulan şey şeriatın kendisinden çok, yerel versiyonlarıydı. Pragmatik ve pratik bir devletten daha farklısı da beklenemezdi. Daha da önemlisi, yürürlüğe giren yasaların meşruiyet ve saygınlığını merkezî hükümetten değil de, doğrudan doğruya İslam’dan almasıdır. [7] Nitekim çok güçlü padişah iradelerinin kayıtsız şartsız bir kanun halinde geçmekte olduğu dönemlerde bile, İmparatorluktaki her yenilik, ‘şer-i şerife uygun’ kaydı ile icra edilmek durumundaydı. Eski kanun hükümlerini ilga eden yeni bir kanun, tıpkı eskilerinin de vaktiyle olduğu gibi, yine şer-i şerife, daha doğrusu şer-i şerifi her şeye uydurmak her zaman mümkün olmuştur (Barkan, 2001: XIX). İşi Kitabına uydurmak tabiri de buradan gelmiş olmalıdır. Burada Kitap pek tabii ki Kur’an-ı Kerim’dir.[8]
Ömer Lütfi Barkan bu nokta üzerinde ısrarla durur. Ona göre Osmanlı Kanunnameleri resmî muamelat ve kadı hükümlerine esas teşkil eden resmî “code” niteliğinde değildi.[9] Bu önemlidir. Buna karşılık İnalcık, bu kanunnamelerin bir kısmı gerçekten bir “code” niteliğinde olmasa bile, bilhassa Fatih kanunnamesi devletin resmî kanunnamesidir değerlendirmesinde bulunarak, bunların resmî code niteliğinde olduğu vurgusunu yapar. Fakat bu bile şüphelidir. Fatih kanunnamesi, bizzat Fatih tarafından “bu kanunname atam ve dedem kanunudur, benim dahi kanunumdur” şeklinde değerlendirildiğine göre, bu kanunname; kadimden o güne devam edegelen uygulamaların yeniden tanzim ve tedvini anlamındaki bir devam zinciri, yani örfün zapturapt altına alınmasından başka bir şey değildir.[10] Nitekim aynı Fatih “bu kadar ahvâl-i saltanata nizam verildi, şimdiden sonra gelen evlâd-ı kiramımdan dahi islâhına say etsünler” (İnalcık, 2005: 33-35) şeklinde bir ilave ile mevcut kanunların güncellenmesini salık vermiştir. Bunun anlamı, bahsi geçen kanunların kodifiye edilmiş genel geçer prensipler şeklinde değil, zaman ve zemine göre değişebilen düzenlemeler şeklinde yürürlüğe sokulmasıdır (Barkan, 2001: XXXII)
Devletin temeli sayılabilecek Enderûn’un temelleri ise çok daha erken bir dönemde, Orhan Gazi döneminde atılmıştı. Kendilerine, eski Türk geleneğinde soylu sınıfı temsil eden bir tabirle Ak Ağalar diye hitap edilen Enderûn ağaları; kalıtsal bir aristokrasiyi değil, haddelerden geçmiş kurumsal bir tecrübeyi uhdesine almıştı. Bu süzgeçten geçmeyen birinin merkez ve taşra hiçbir yerde şu veya bu şekilde görevlendirilmesi mümkün değildi. Esnaf teşekkülleri ve kadı hükümlerine esas teşkil eden kararlar da, kaynağını kodifiye edilmiş nihaî bir metinden değil, belli bir devam zincirinde değişerek devam eden dinamik bir gelenekten alıyordu. Sistemin nihaî olarak kodifiye edilmiş bir metne sahip olması Mecelle ile gerçekleşmiştir. Hâl böyleyken, dışarıdan birilerinin sisteme müdahil olarak, geleneksel devlet nizamını bozabilmesi suret-i katiyyede mümkün değildir.
Aziz Ağabey Efendi Barutçu çok defa bundan bahsetti ve “Hoca, vebaldir; şu konu üzerinde bir şeyler yaz!” dedi. Geçenlerde benzer şeyleri çok yakın dostlarımdan birinin de sosyal medya hesabından paylaştığını görünce, bunun çok ciddi bir tevatür olduğu kanaati oluştu bende. Demek ki hiçbir ciddi belgeye dayanmayan bu söylenti ciddiye alınıyor ve Türk çocukları bunlarla iğfal ediliyordu. Eleşkirt düzünde, Şah İsmail üzerine yürürken Yeniçeri taifesinin başkaldırıp haddi aştığı bir demde :…Çoluk çocuk derdiyle eli bağlı olanlar, rahat döşeklerini gözleyenler gitsünler. Döşeli konaklarında huzur itsünler. Biz bunca yola dönmek içün gelmedük” (Tâcü’t-Tevârih, IV: 193) diye cevap veren cihan padişahı, bu yalnız adam,[11] girdiği yola baş koyan bu büyük cihangir, işte böylesi iddiaların hedefi oluyordu. Hâlbuki o bu yola çıkarken, Divan üyeleri bile yanında değildi. O kadar yalnızdı. Hatta bir gün otağında Hasan Can’ı çağırıp, İran seferinin meşakkatlerini paylaşma sadedinde şunları söylemişti:
“Şol otağ örtüsünde olan delikleri görür müsün deyü buyurmuştu. Babam eydür. Her ne denlü düşündüysem de bir şey aklıma gelmedi. Padişah buyurdu ki, “ol densizler nice kez yolumuz üzre durdular ve harbeleri üzere çarklar çevirüp bozgundan laf urdular. Düşmen yok, biz kande giderüz deyüp terbiye ucundan taşra çıktılar. Biz ise aldırmayub dizginleri başka yöne çevirirdik. Onlar da ol zorunla ardımızca geldiler. En sonunda bir gece yıldırmak kasdıyla otağa tüfek attılar. İşte bunlar o haddini bilmez kötü yoldakilerin işidir. Azerbaycan’da kışlamayı engellemek de onların gereksiz sözbirliği ve Dîvan üyelerinin fesadı sonucu olmuştur. Eğer ol zamanda tasarladığımız önlemlere boyun eğseler ve rızamıza uymuş olsalar dinsizlerin varlıkları oluş yüzünden hiç kuşkusuz kazınmış olurdu. Takdir izin vermediği yüzden, ol direnenler uluc doruğuna çıktılar ve gerçeği tutmakta ırak kalmakla ol pek önemli konu zaman ağına düşmedi oldu. Zamansız dönüşle bir yandan kış telaşı ve soğukların bastırması, bir yandan Gürcü aznavurları bela sarığı gibi başlarına üştü. İttükleri muhalefetten pişman ve söz dinlemeyüp başlarına gittiklerinden perişan olup kışkırtanları lanetlemeye başladılar. Onları kızıştıran ve bu sefer karşı olan ikiyüzlüleri küfür lanet taşlarıyla taşladılar. Anıniçündür ki, kışkırtıcı ve kızıştırıcı oldukları saptanan erkânın haklarından gelindi. Öç hançeriyle her birinin sözbirliği torbaları delindi. Sözün özü yeniçerilerin böyle çirkince davranışları görüldükçe, bahanenüz düşmenin gelmediğiyse düşmen ileridedür. Cenk eri isenüz bizimle gelüb uğraş tutkusun deminde düşmenden yüz döndürmüş olman ve savaş gününde, oynaşta duruşmadan yorulman deyü kırgınlığımı belirterek anları adı batasıca düşmandan yana yürütürdüm. Ol haddin bilmezler de bu zorunla atımın üzengisi dibinde yürüyüp gelirlerdi.” (Tâcü’t-Tevârih, 194-195)
İmdi, Tâcü’t- Tevârih’te zikredilen bu metin bize neyi anlatır? Hepsi birer hurafe, boş birer söz müdür? Oysa bunların tamamı, soyut birer söz değil, sonuç doğuran eylemlerdi. Öyle eylemler ki, sadece bir iman adamının azim ve iradesinden sadır olabilecek eylemler böylesine yüksek oylumlu olabilirdi. İmanı, ‘iman bir vecd olan zamanlar’la eşdeğerdi. Hareketlerinde hiçbir tereddüt yoktu. Yoktu, çünkü imanında tamdı, yarım değil. O da, ceddi izamı gibi aynı yolun yolcusu, belki daha da fazlasıydı. Sönmeye yüz tutmuş bir imanı harlandırıyordu. Vazifesi bu ve daha ilerisiydi. Şah İsmail’e hitap ederken kendisini “İskender durağında… Sultan Murad Han oğlu, sultan Mehmed Han oğlu, Sultan Bayezid Han oğlu ilh” diye takdim ederken, rakiplerini nereye koyduğu çok açıktır. Bu yaklaşımda Kadim İran Turan karşıtlığı, o büyük devam zinciri, kodifiye edilerek yeniden canlandırılır. Burada konum değişmiş, coğrafî zaruretler devreye girmiştir. Konuşan sadece Gazi Hünkâr değil, aynı zamanda coğrafya ve onun kaderidir.
Dâhi Hükümdar eski tarihleri bitamamiha okumuş, hatmetmişti. Kim bilir gece yarılarına kadar nelerin hesabını yapmış, kılı kırk yarmıştı. Muhatabı zamanın Dahhâk’ı, Dârâ’sı; kendisi İskender durağında cihanın efendisiydi. O da uzak ataları gibi gün doğusundan gün batımına kadar bütün mesafeleri avuçlarına almak istiyordu. Bu kuru, ham bir hayal değil, üzerinde kim bilir kaç gece sabahlara kadar çalışılmış, etüt edilmiş birinci sınıf bir kurmay plandı. Gözleri kan çanağında sabahlayan, çoğu kez yemek yemeyi bile unutacak kadar kendini işine vermiş bu adam;[12] kim bilir hangi rüyaları görmüş, hangi hedeflere kilitlenmişti.
Gerçek olan şuydu ki, Suriye ve Mısır seferleriyle Doğu Akdeniz’den Basra Körfezi ve Arap Denizlerine kadar eski dünyanın anahtarları bir hamlede Türklerin eline geçmişti. Geçmişti ama iş yarım kalmıştı. Yapılan buydu. Fakat hedef bundan çok daha büyük, çok daha azametliydi. Bu büyük Gazi Hünkâr, daha sonra Şark Meselesi olarak dillere dolanan Türk Meselesini kökten sağlam bir esasa bağlamak, belki de ebedî olarak tarsin ve tahkim etmek istiyordu. Hedef, İran engelini aşmak ve Türkiye Türklüğü ile Asya ve Hindistan arasındaki mesafeleri düzlemek, bir ve bütün yapmaktı.[13] Asıl hedef buydu (Tâcü’T-Tevârih, IV: 343) ve bütün bir ömür bu emele vakfedilmişti. Ne çare ki, ömrü vefa etmedi ve bu teşebbüs büyük ölçüde yarım kaldı.
Ne ki, bu yarım kalmış hamle bile, bütün Akdeniz olmasa bile Doğu Akdeniz’den Garp Ocakları olarak da bilinen Cezayir ve Marakeş’e kadar bütün Güney Akdeniz’i Türk yaptı. Bu başarılmıştı. Eski dünyanın kalbiydi ele geçen. Sezar’dan Napolyon’a kadar bütün dâhi hükümdarların gözdesi olan bu mekân, Çölün Gelini (Mısır) artık imparatorluğun bir vilayeti olmuştu. Braudel (1996: Vol-I: Önsöz), Suriye’den Cebel-i Tarık’a kadar olan bu yeni durumu değerlendirirken, ‘Batı ağırlığını dengeleyen Anti Hristiyan bir Akdeniz’ diye not eder. Daha ilerisine gitmeyen bu büyük tarihçi, asıl sırrı Türk arşivlerinde, belki de orada bile değil, sadece o büyük dâhinin kafasında olan emelleri tam bir isabetle sezinlemekte ve fakat ihtiyatı elden bırakmamaktadır. Bu konuda kendisi de dâhil Avrupalı tarihçilerin içinde bulundukları durumu anlatırken şu kadarını söyler: “II. Philip’in çağdaşları olan Gian Andre Doria ve Avusturyalı Don John hangi konumdaysa, biz, Batılı tarihçiler de onlarla tam olarak aynı konumdayız. Türkleri sadece dışarıdan görebiliyoruz. Büyükelçi ve istihbarat servislerinin prenslere gönderdiği raporlar, bize bu büyük bünyenin işleyişi hakkında bazı şeyler söylese de, işin sırrı İstanbul’daki muazzam arşivlerde yatıyor.” Bu büyük tarihçi, Türk erkân-ı harbi ve bilhassa Yavuz’un gözünden dünyanın nasıl göründüğünü anlamak için, kim bilir neleri verir, neleri göze alırdı. Aynısı, Yavuz’un çağdaşları için de geçerliydi.
İran ve bilhassa Mısır seferleri sadece Akdeniz için değil, Basra Körfezinden Malakka Boğazına kadar defacto yepyeni bir durum yarattı. Böylece eski dünyanın bütün kapıları tek bir hamlede önümüze serildi. Bunun aksi, ikinci bir Endülüs faciasıydı.[14] Braudel tek bir darbede Suriye ve Mısır’ın fethi, İstanbul ve Balkanların fethinden bile daha azametli, daha görkemlidir derken bu gerçeğe işaret eder. “Bu hamle Osmanlı ihtişamının sonraki süreklerinin de ilk işareti, ilk görüntüsüdür.”[15] Akdeniz’in birinci cildinde ise bu olay Akdeniz’in diğer yarısında Hıristiyan egemenliğini dengeleyen nihaî bir hamle olarak resmedilir.[16] Sahiden de öyledir, nihaî hamle! O hamledir ki, Roma’nın diğer yarısını İslam ve Türk yapmıştır.
Gazi Hünkâr, Mısır seferinde tarihte hiçbir cihangirin cebren geçmeye teşebbüs etmediği, Moğolların ve Timur’un bile kaçındığı Tih Sahrasını büyük bir ordu ile aşmak teşebbüsünü, 9-22 Ocak arasındaki 13 günde fiiliyata döktü. Yalnız Katıyye-Kantara arasındaki 50 km’lik mesafeyi bir günde geçti. Kırk yedi yaşındaki bu adam, Mısır ve Hicaz’ın anahtarlarını teslim alıp Halep’e geldi. Cuma Hutbesinde hatip kendisine hitaben “Hâkimü’l-Haremeyn” diye hitap edince, Gazi Hünkâr mahcup oldu. Buna Hâkimü’l-Haremeyn değil, Hâdimü’l-Haremeyn diye mukabelede bulundu. Gözyaşlarını tutamayan Gazi Hünkâr, Peygamber’in meşru halefi olmanın verdiği sevinçle oturduğu yerdeki seccadeyi kaldırdı. Sonra, alnını camiin mermer zeminine sürerek huşû içinde secdeye kapandı (Öztuna, 2004: 113).[17]
Mağrip, Kızıldeniz, Hindistan ve Portekizliler
Güney Akdeniz’in Türk olması; tarihi çok eskilere, 1419’lara kadar giden keşif faaliyetlerinin nihaî sonuçlarına verilen gecikmiş bir cevaptı.[18] Braudel, bu gecikmiş cevabı İstanbul fethinin bile önüne koysa da, kaçırılan ve yarım bırakılan teşebbüsleri de zikretmeden geçemez. Ona göre yarım kalan teşebbüsler; 1526’da Nil ile Süveyş arasında kanal açma teşebbüsü, 1538’de Selman Reisin başlattığı faaliyetlerin bir devamı olarak Süleyman Paşanın Portekizlilere karşı Hint denizlerinde yürüttüğü ileri harekâtın sekteye uğraması ve Aşağı Volga Havzasına inme teşebbüsünün yarım bırakılması sonucu İpek Yolunun yeniden canlandırılamaması.[19] Bu üç teşebbüsün tamamı, Yavuz’un doğu siyasetinin tabii süreğidir.[20]
XV. Yüzyılın ikinci yarısı eski dünyanın kalbi Akdeniz’in kaderini nihaî olarak etkileyecek eşzamanlı iki olaya tanıklık etti. Bunlardan biri, Portekiz’in Batı Afrika sahillerini keşif çabası, diğeri de Akdeniz’deki Venedik-Ceneviz rekabeti. Mücadeleyi Türk desteğindeki Venedik kazandı (Subrahmanyam, 2012: 67), ve Cenova rövanşı açık denizlerde, İspanyol ve Portekiz himayesinde aradı. Portekiz’i finanse eden bilhassa Cenovalı bankerlerdi. Doğu Akdeniz ve pek tabii ki Hindistan yolu kendilerine kapatıldığı için yapıyorlardı bunu.[21] Bu, yepyeni gelişmelerin kapısını açtı.[22] Aslında Cenova her zaman böyleydi: “imalat yapmakta, ama başkaları için; seyrüsefer yapmakta, ama başkaları için; yatırım yapmakta, ama başkalarının evinde.” XVIII. Yüzyılda bile bu böyle oldu. O dönemde bile kent sermayesinin sadece yarısı içeri, kalanı dışarıya yatırılmıştı.[23] Bu sefer de böyle oldu. Portekiz ve İspanya buna zaten hazırdı. [24]
Yüz yılın hikâyesi uzun olsa da, burada kısaca şu kadarı söylenebilir. Haçlı Seferlerinin, denizin batı ucundan, Atlantik sahillerindeki İspanya ve Portekiz’den gelen bu son dalgası; bir tür “reconquista”, yani yeniden fetih anlamına geliyordu ve İslam dünyasını arkadan kuşatmaya yönelikti. Bu karşı taarruzun mukaddimesi Endülüs’te yapılmıştı. Sırada Mağrip vardı. Portekiz’in Hint sahillerinde kontrolü ele geçirdiği bir dönemde, 1510’da Tunus düştü. İspanya ele geçirmişti burayı.[25] Öte yandan Magripliler Portekizlilerin gözünde homojen değildi ya da en azından öyle kabul edilmiyorlardı. Portekizliler Magriplileri mouros da terra, (Yerli Magripliler) ve mouros de Meca, (Mekkeli Magripliler) olarak ikiye ayırmış ve asıl düşman olarak da bilhassa bu ikincileri sıraya koymuşlardı. Bu ayrım, çok uzun tecrübelerin ürünü olarak elde edilmişti. [26] Fakat asıl deneyim Kuzey Afrika sahillerinde değil, açık denizlerde, Batı Afrika sahillerinde yaşandı. Braudel bu uzun deneyim sürecini şöyle özetler:
“Bojador Burnu 1416, Yeşil Burun 1445, Ekvator’un geçilmesi 1471, Kongo nehrinin ağzının keşfi 1482. Ama deniz seferlerine tutkun bir kral, yeni bir denizci olan II. Joao’nun (1481-1495) tahta çıkması, bu hareketi XV. Yüzyılın sonunda hızlandırmıştır. Bartolomeo Diaz 1487’de Afrika’nın güney ucuna varmış, buraya Fırtınalar Burnu adını vermiştir; kral ise buraya Ümit Burnu adını verdi. Artık Vasco de Gama’nın yolculuğu için hazırdı, ama bu yolculuk binlerce nedenden ötürü on yıl gecikti… Portekizli denizciler bu uzun keşif döneminde, Atlantik Okyanusunun rüzgâr ve akımlarına ilişkin muazzam bir deneyim biriktirmişlerdir.” (Braudel, 2004: 116).
Bu uzun tecrübenin sonucu Portekiz nihayet Ümit Burnu’nu aştı. Portekiz [Vasco de Gama], Ümit Burnu’nu geçtikten sonra Afrika’nın doğu sahil şeridini izleyerek nihayet Mozambik sahillerine ulaştı. Burası ilk duraktı. Limanda pahalı mallarla yüklü dört Arap gemisi yatıyordu. Gama buradan iki tane Arap rehber alarak yola çıktı. Oradan günümüz Kenya’sındaki Mombasa’ya yöneldi ve gördüğü gemilerin halatlarını kesmek suretiyle onları imha etmeye girişti. Mombasa’dan hemen sonra Malindi’ye ulaştılar. Altı gün kaldıkları Malindi’de kral kendilerine dostça davrandı. [27] Bu bir rastlantı değildi tabii ki. Burada deniz navigasyonu konusunda çok bilgili birisi olan Ahmed İbn Macid’i yanına alarak Hindistan’a yöneldi. Uygun Muson rüzgârlarının yardımıyla bir ay gibi bir zamanda Calicut’a ulaştılar. Burada İspanyolca konuşan iki Tunusluyla karşılaştılar. Hint denizlerinin sırrı böylece çözüldü ve Avrupalılar için bir gizem olmaktan çıktı. İlk keşif böyle yapıldı. Yolculuk başarılı, karşılama dostçaydı. Kendilerine niçin geldikleri sorulunca Gama basitçe cevapladı: “Hristiyanlık ve baharat.” Bölge ticaretini kontrol eden Hindu ve Arap tüccarlar bu davetsiz misafirlere nezaketle davrandılar.[28] Hindistan sahillerindeki Seylan adasına gelen Portekizlilerle ilgili bölge hâkimine şöyle denildiği rivayet edilir:
“Çok güzel ve beyaz olan bu halk demir çarık ve demir şapka giyer ve hiçbir yerde durmaz. Bunların yedikleri, sözüm ona taş ve içtikleri de kandı” (Pearson, 2008: 13).
Bölge halkının uzak mesafelerden gelen denizcilerle ilgili bilgi ve kanaatlerindeki bu tuhaflığın bir benzeri, bu kadar olmasa bile Portekiz tarafında da yaşandı. Onlar da bölge halkı hakkında tuhaf düşüncelere kapıldılar. Bunun en tipik örneği Gama’nın Calicut’taki deneyimleridir. O burada üç ay kadar kalmış ve bu süre boyunca bazı ticarî bilgilere ulaşmışsa da, politik ve kültürel manzara karşısında kafası allak bullak olmuştu. Kafa karışıklığının en temel sebebi, din hakkındaki kanaatlerinin çok temelli yanlışlara dayanmasından ileri geliyordu. Bunda, yöre halkının Müslüman ve Hristiyan olmak üzere ikiye ayrıldığı üzerine yönlendirilmelerinin büyük etkisi vardı. Buna göre Calicut halkının çoğu Hristiyan’dı. Hatta orada Hristiyan bir prens olduğu fikrine bile kapıldılar. Çok geçmeden durumun tamamen farlı olduğunu öğrendiler (Disney, 2009: 125).
1500’lerin başlarına gelindiğinde Portekiz yüz yıllık birikimin meyvelerini toplamaya başladı. Hint denizlerine ulaşan Portekizliler, vakit kaybetmeden Müslüman tüccar ve gemilerini taciz etmeye başladılar. 1502’de 21 gemiden ulaşan kuvvetli bir donanmayla Hint denizlerine açılan Vasco de Gama,[29] Kızıldeniz ve Hindistan arasındaki gidiş gelişi durdurmak için çeşitli yollara başvurdu. İlk işi, Doğu Afrika sahillerinin liman kentlerindeki emirlerin gözünü korkutmak, baskı altına almak ve hatta gerekirse bunları yok etmekti. Gemilerin bir kısmı ambarlarını baharatla doldururken, bazıları da geçtikleri yerleri ağır bombardımana tuttu (Dodge, 1976: 224). Ateşli silahları ve gemilerinin manevra kabiliyetiyle Müslüman gemilerini kolayca yenen ve bunlara el koyan Gama, bu denizlerin rakipsiz hâkimi olmuştu. Çoğu Mekke’ye giden hacı ve tüccarlardan oluşan insanların el ve kulaklarını kestikten sonra gemileriyle beraber yaktı ve alay olsun diye bunları Müslüman hükümdarlara gönderdi (İnalcık, 2011: 133).
Burada hatırlamak gerekir ki, Arap denizleri ve Hürmüz Boğazında Portekiz’in ittifak yaptığı ülke İran’dı. İran önce Memlûklara, sonra da Osmanlılara karşı Portekizlilerle işbirliği yapmakta hiçbir sakınca görmedi. Portekiz güçlerinin nihaî amacı, Müslümanları Orta doğudaki kutsal yerlerden çıkartmak ve buralara hâkim olmaktı. Bu amaçla yola çıkan gemiler 1503’te Hürmüz Boğazını zapt ettikten sonra, burada askerî bir üs kurdular ve baharat ticaretinin tekelini ele geçirdiler. [30] Bunu zorla, silah, kan ve gözyaşıyla yaptılar. Denizlerin neresinde olursa olsun Müslüman tüccar ve hacılara aman vermediler. Frederic Lane gibi Hristiyan bir ilim adamı bu süreci değerlendirirken, şayet ticarî fırsatlara zarar vermiyorsa, bu ve benzeri durumlar pekâlâ sağlam bir yatırım stratejisinin parçası olabilir diye yazabildi. Aynı kişi, ama diye de bir çekince koydu. Dedi ki, şayet bu tür şiddet hareketleri sadece yağmaya dönükse, o zaman yapılan şey ekonomik olarak kârlı olmayabilir (ahlakî değil, sadece kârlı) şeklinde itirazî bir kayıt koymayı da ihmal etmedi (Phillips, 1993: 49).
1500’lerde 10 Memlûk gemisini yakan Portekizliler, akabinde, Müslüman tüccarlara baharat ticaretinde izin verilmeyeceğini duyurdular. Devamında, Güney Hindistan’daki Koçi şehrinin Hindu kralını da yanlarına alarak, Güneybatı Hindistan’ın en önemli ticaret merkezi Calicut şehri[31] kralı Sâmûrî’ye karşı savaş ilan ettiler ki, bu hükümdar Müslüman tüccarların hamisiydi. Yaptırımlar bununla da kalmadı ve Kızıldeniz’in güney girişi Müslüman gemilere kapatıldı. Neticede o yıl (1504), Mısır’a, o da alternatif yollarla, sadece yerel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar baharat ulaştırılabildi. Bu gelişmeler üzerine Gucerat sultanı Mahmut Begada, Tâhirîlerin Aden Emiri ve Mekke Emiri, Memluk Sultanı Gansu Gavri’ye yardım için müracaat ettiler. Fakat 1509’da Memluk donanması D. Francisco de Almeida komutasındaki Portekizliler karşısında perişan oldu.[32]
Portekizli amiral, Kızıldeniz ağzındaki Babülmendeb’te askerî bir üs kurmak ve bu üssü/kaleyi Hindistan’ın batı sahillerindeki Anjediva Adaları –ki Goa’nın güneyinde bulunur- ve Malabar sahillerinde bulunan Kollam’daki kalelerle tahkim etmeyi tasarlamıştı. Bütün bunlarla yapmak istediği, Kızıldeniz yolunu kapatmak ve Doğu Akdeniz ticaret yolunu Lizbon’a yönlendirmekti. Enteresandır, Kızıldeniz ve Aden Körfezinin kapatılmasına yönelik benzer bir teşebbüs, çok daha önceleri, İran’daki Moğol İlhanı Arghûn (1258-1291) tarafından da gündeme getirilmiş ve bu amaçla Bağdat’a Cenevizli gemi ustaları davet edilmişti (Subrahmanyam, 2012: 69-70). Bununla da yetinmeyen Almeida, Mekke’yi istila etmeyi bile planlarına dâhil etti. Mekke’yi istila girişimi, Memluk kaptanı Mir Hüseyin isimli Türkmen bir amiral tarafından akim bırakıldı.[33] Bu, belki de Kölemenlerin Portekizlere karşı kazandığı ilk ve tek zaferdi.
Kısa bir süre sonra Almeida’nın yerine bir başkası, Afonso de Albuquerque atandı. O, 1503’te Vasco de Gama’yla birlikte Hindistan’a giden ilk denizcilerden biriydi ve 1509’da Hindistan genel valisi yapılmıştı (Dodge, 1976: 224). O da aynı yolu izledi. Unutmayalım ki, bunların hepsi de tıpkı İspanyollar gibi kökten dinci koyu birer Hristiyan’dı. Keşiflerin en başarılı girişimcisi, Kastilyalı Kraliçe İsabella da tutkulu bir Hristiyan ve Kastilya topraklarını genişletmeyi amaçlayan yeni bir Haçlı seferinin önderiydi. Granada’daki Faslıların şiddet uygulanarak vaftiz edilmesi ve engizisyona sağlanan olağanüstü yetkiler… Bunlar ve daha fazlası, bunların hepsi; İstanbul’un düşüşü ve Avrupa üzerindeki yoğun Müslüman [buradaki Müslüman kelimesini ‘Türk’ olarak okumak lazım] baskısına duyulan tepkinin devamıydı. Portekizlilerin hocası olan Cenevizliler için Arrighi (2000: 185) şöyle der: “İspanya Hristiyanları gibi Cenevizliler de şiddetli bir dinsel şevkle kâfirler üzerine savaş açtılar; bir Cihad, fakat çok kârlı bir Cihâd… Onlardaki dinsel hırs ve servet iştahı, girişim ruhuyla bütünleşti”.
Afonso de Albuquerque da işte böyle bir gelenekten geliyordu. O da, selefleri gibi dinî bir şevkle katliam yaptı. Onun tasarısı daha da ilginçti. O, Mekke’yi alarak Peygamberin kabrini açmak ve bunu Kudüs’teki kutsal makamlara karşı bir silah olarak kullanmak niyetindeydi. Aynı adam, 1511’de Malakka Boğazını ele geçirdi. Bu, baharat kaynağının topyekûn ele geçirilmesi demekti. Hayatının sonlarına doğru da, 1515’te Hürmüz Boğazını yeniden ele geçirdi (Hamdani, 1981: 326-327).
Portekiz kralı Manuel’in rüyası da bu istikametteydi. O Memlûkları ortadan kaldırmak ve Filistin’deki kutsal yerleri Hristiyanlık için yeniden fethetmek emelindeydi. Hristiyanlığın bölgeye ikinci gelişine bir mukaddime olarak kendisini Kudüs Kralı yapmak bile vardı hayalleri arasında. Bu yüzden Vasco de Gama’nın başarısı kral ve destekçileri tarafından ilahî planın bir parçası olarak yorumlandı. Gama da, Hindistan’ın Hristiyan sakinlerle meskûn olduğuna ilişkin raporlar veriyordu. Kral baharat ticaretinden elde edeceği gelirlerle başlatacağı bu seferleri finanse edebileceğini umuyordu. Fakat 1501’de gelen raporlar, Hindistan halkının Hristiyan olduğu şeklindeki inancı değiştirdi. Rüya kısa sürmüştü. Fakat bu sefer de Etiyopya’nın Hristiyan kralının İslam’a karşı etkili bir müttefik olabileceği hayal edildi (Disney, 2009: 126-127). Çok muhtemeldir ki, bütün bunlar Portekiz rüyasını daha da çekici yapmıştır.
(Venedik Levant Ticaretinin Çöküşü)
Emtia Rotası ve Yılları | İskenderiye | Beyrut | ||
1496-8 | 1501-6 | 1496-8 | 1501-6 | |
Baharat | 480-630 | 135 | 90-240 | 10 |
Diğer Baharat | 580-730 | 200 | 150-180 | 35 |
Toplam | 1060-1200 | 335 | 270-420 | 45 |
(Kaynak, Subrahmanyam, 2012:71)
Yukarıdaki tablo XV. Yüzyılın son dönemeciyle XVI. Yüzyılın ilk yıllarında İskenderiye ve Beyrut limanlarının hâl-i pür melâlini göstermesi açısından önemlidir. Görüldüğü gibi Portekiz, Doğu Akdeniz limanlarıyla Hindistan ticaretini engelleme girişiminde ciddi biçimde başarılı olmuş ve buraya gelen mal akışını durdurmuştur. Braudel (2004: 120), “Venedik kadırgaları 1504’te İskenderiye’de bir çuval bile baharat bulamayacaklardır” diye yazar. Mısır Kölemenlerinin yerel emirlerle ittifaka girişerek mukabil girişimleri olsa da, biri hariç hiçbirinde başarı sağlanamaz. Portekiz kronikleri bu muharebeleri, Almeida’nın zaferleri olarak abartı ve destansı bir havayla anlatır. Almeida’nın halefi olan Albuquerque, Sokotra adasındaki [Arap yarımadasından takriben 350 km güneyde bir ada] üslerine ilave olarak Malakka Boğazından Mozambik[34] sahillerindeki Sofala’ya; oradan, Hindistan’ın güneyindeki Koçi ve nihayet, Hürmüz’e kadar olan belli liman ve adaları kalelerle tahkim edilmiş askerî bir kuşağa çevirdi. İtalyan tüccarlardan bazılarının görüşü, Portekiz amirali Albuquerque’ün ticarî ve askerî bir sistem yaratma sürecine girdiği şeklindedir ki (Subrahmanyam, 2012: 73), çok yerinde bir tespittir.
Tam da burada, Mısır’ın fethinden sonra İstanbul’a davet edilen Selman Reisin Portekizlilerle ilgili verdiği rapora değinmek gerekir. Albuquerque’nin bu kaleleri kurduğu dönemin sonrası Selman Reisin fikri, Portekizlilerin kolaylıkla Hint denizlerinden temizlenebileceği şeklinde idi. Çünkü diyordu, Portekizliler aralarında çok büyük mesafeler olan küçük küçük garnizonların savunduğu bir dizi kaleye sığındıkları gibi, toplam mevcutları da 2.000 kişi civarındadır (İnalcık, 2000: 183). Fakat “deniz üzerinde dolaşana aittir.”[35] Karada kim ne kadar güçlü olursa olsun, deniz denizcilerindir. Nitekim 1502-1503 yıllarına ait Hadramut kronikleri şöyle yazar:
“Bu yıl Recep ayında 1.503’te denizde Frenk gemileri göründü. Hindistan yolundaki gemiler, Hürmüz ve bu civardan geçtiler. Güvertelerinde adam öldürerek, bazılarını da hapsederek ilerleyen yedi gemi! Bu onların ilk eylemiydi. Lanetullahi aleyhim (Allah’ın laneti üzerlerine olsun)”.[36]
Portekizliler vakit kaybetmeden Kızıldeniz’deki Kamaran adasını da ele geçirdiler ve buraya bir üs kurdular (İnalcık, 2000: 379). Bu zaferlerin ardından Albuquerque’ye o kadar güven gelmiştir ki, Kızıldeniz’e ilk girişini krala yazdığı raporda şu şekilde anlatır:
“Gelişimizin söylentisiyle bütün gemiler kayboldu. Kuşlar bile su üzerinde uçmaz oldu. O kadar ki, bizim gelmemizle endişelenen Kızıldeniz çöle döndü.”[37]
Bu ifade Portekiz tarihçiliğinin kahramanlık ihtiyacını tezahür ettiren bir abartı gibi görünse de, gerçek bundan pek de farksız değildir.
Yavuz, tam da böyle bir dönemde Mısır’a girdi. Roy, “Türkler Memlûk topraklarını ele geçirip Venedik de 1538-40’ta Türklerle birlikte savaşa girince politik durum belirsizleşti” der. Yeni durum en çok Portekizlileri etkilemiş, onların konumunu zora sokmuştur. [38] Albuquerque bu sefer, 1513’te krala gönderdiği başka bir raporda, “Rumîler ortadan kaldırılmadan Portekizlilerin bölgede rahat yüzü görmeyeceğini” yazmak durumunda kalır. Mısır’ı zapteden Sultan Selim bölgeye işte böyle bir atmosferde girdi. İslam’ın kalbi olan Mekke dâhil bütün İslam memâliki tehdit altındaydı. Feth-i mübîn sonrası Mekke Şerifi Ebu’l-Berakat hemen Osmanlı egemenliğini tanıdı. Yavuz, vakit geçirmeden Gucerat hâkimi Muzaffer Şaha Yemen ve Suakin dâhil bütün Arap ülkelerini fethetmiş bulunduğunu, şimdi de Portekizlileri Hindistan’dan kovmaya azmettiğini bildirdi. Bu amaçla halen Cidde’de yatan eski Memlûk filosuna ek olarak, Süveyş’te yeni ve güçlü bir filonun inşasını emretti. Bu mektuplaşma da gösteriyor ki, Yavuz’un Ridaniye zaferini müteakip asıl hedeflerinden biri, Hindistan yolunu açmak ve bu denizlerden Portekizlileri temizlemektir (İnalcık, 2000: 380, 382).
Hamdani, bu hamleyi, Selahaddin’in Mısır’ı ele geçirmesine benzetir ve “nasıl Selahattin’in Mısır’ı fethi Haçlılara karşı mücadelenin önünü açtıysa, Osmanlıların Mısır’ı fethi de Portekiz ve İspanyollara karşı mücadelenin önünü açtı” der. 1.517 ve 1.519 arasında Suriye, Mısır ve Yemen’i ele geçiren ve Mekke üzerinde denetimi kuran Osmanlılar; 1534’te Bağdat’ı, 1546’da Basra’yı fethetti. Bütün bunların sonucu olarak Kızıldeniz ve Basra Körfezinin denetimi Osmanlıların eline geçti. Böylece Hindistan’dan Mekke ve Kahire’ye uzanan Portekiz egemenliği kırılmış oldu (Hamdani, 1981: 326-327).
İnalcık, Portekiz karşısında aciz duruma düşen Memlûklere, Osmanlı Devleti yardımlarının fetih öncesi döneme kadar uzandığını söyler. Hatta hiçbir ödeme istenmeden yapılmıştır bu yardımlar. Silah, barut, malzeme ve teknik heyetten müteşekkildir bu yardımlar. Hatta Mehmet adında bir Osmanlı kaptanı, Süveyş’e vardığında muhatabına şu şekilde tekmil vermiştir.
“Ben buraya [Osmanlı] Sultanımız tarafından, Hindistan cihetinde zuhur etmiş olan şu Frenkleri (Portekizlileri) bertaraf edecek gemilerin inşası için gerekli malzemeleri hazırlamak üzere gönderilmiş bulunuyorum… Benden önce de sultanın kaptanlarından Hamid ve Hasan gönderilmişlerdi.” (İnalcık, 2000: 379).
O tarihten sonra dünya ticaret yollarının Atlantik’e kaydığı ve Akdeniz’in tedricen önemini kaybettiği görece doğru olsa bile, söz konusu tarihten takriben 150 yıl sonra bile Doğu Akdeniz limanları önemini korumuş ve Atlantik’le rekabetini devam ettirmiştir. Bunun devamı da Basra ve Aden Körfezlerindeki Osmanlı varlığıyla sağlanabilmiştir. Bizim buradaki amacımız, topyekûn bir Osmanlı-İspanyol rekabetinin Akdeniz, Atlantik ve Hint denizleri üzerindeki sonuçlarını tartışmak olmadığı için bu kadarla yetiniyoruz. Fakat söz buraya gelmişken, bir hususa daha temas etmek gerekir. Amerika’nın keşfinde en öndeki isimlerden biri olan ve kendisini Mehdî olduğu gibi apokaliptik bir düşünceyle özdeşleştiren Cenevizli kâşif Kolomb da, kendisini himayesine alan Portekizli ve İspanyol hamileri gibi, reconquista, yani İslâm’a karşı Ortaçağ Haçlı ittifakını canlandırma düşüncesine sahip koyu bir Hristiyan’dı ve Roma’nın diğer yarısını, kaybedilmiş topraklar olarak görüyordu. İnalcık’a göre bu aşırı dinci fikriyatın alevlenmesini sağlayan stratejik faktör, İstanbul’un fethi ve Levant’taki Ceneviz kolonilerinin Türklerin eline geçmesi idi. Hedef, İslam dünyasını arkadan kuşatmak[39] ve Doğu’daki Hristiyan dostu (!) Moğol Hanı [hangi Moğol Hanı?] ile ittifak kurmaktı (İnalcık, 2016: 224). Yavuz Selim tam da böyle bir zamanda yangından mal kaçırırcasına bir hırs ve hızla doğuya yöneldi.
Yavuz’un Hint denizlerindeki Portekiz varlığı ve kendi tasarılarının bir gereği olarak Selman Reisin İstanbul’a gelmesini (1518) emretmesi de, çok muhtemeldir bu stratejinin bir sonucu olarak okunabilir. Yavuz bir gün harîtay-ı cihânı huzur-ı hümâyunlarına celb ile atf-ı nazar buyurduklarında, “acâyib, bu âlem bir pâdişâhlığa ancak kâfî imiş” (Tayyâr-zâde Ata-I,2010: 191) diye beyanda bulunur ki, bu da onun asıl hedefini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İşte bu Yavuz, vakit geçirmeden Frenk usûlüne göre bir tersane yapılmasını emretti. Belli ki hedefi, denizler ve bilhassa uzak denizlerdi. Kâğıthane’ye kadar uzanan bu tersane, Osmanlı’nın sonuna kadar devam eden tersanedir. Gemi tezgâhlarına o kadar özen gösterilmişti ki, her bir gemi için ayrı ayrı yaptırılan tezgâhların beheri, o devirde bile önemli bir para olan 50.000 akçeye mal olmuştu. Denize açılmaya hazır 100 çekdiriyi yeterli görmeyen padişah, 150 gemi daha yapılmasını emretti (Yücel ve Sevim, 1991: 140) ki, bu da Yavuz’un tasavvurlarının boyutlarını göstermesi bakımından bilhassa zikre değer. Yavuz’un denize ve gemilere olan ilgisi, Haydar Çelebi Ruznâmesinde de anlatılır:
“3 Haziran 1517 (13 Cemâziyelevvel 923) Çarşamba. Kuşluk vaktinde atla yalıya inerek bütün donanma gemilerini seyretti. Oradan burç gemilerini seyretti. Bazı gemilerdeki uzun menzilli faydalı topları teker teker kontrol etti.”[40]
Bir an için zaman geriye çevrilip ‘Türkistan-Türkiye gergefinde İran’ engelinin kaldırıldığı var sayılsa, bu büyük adamın asıl tasarısının sonuçları çok daha iyi anlaşılır. Yahya Kemal merhum “Kaç fâtih-î zaman gören Îran zemîn bugün, görsün kiminle hangi cüyûş-î zafer gelür” derken o seferin azametini anlatır. Aslında İran şahı da “ol rehberi zafer olan seferin başlıca amacının kendiçün yola getirilmesi idüğün anlamağın, Padişahın asıl tasarısının İran ve Turan ülkelerinin fethi olmak olduğun isabetli tutum ve davranışlarının akışından sezinlemeğin, kuşça canın Sultan Selim’in kahredici doğanı elinden kurtarmak tedarikine düşüb, değerli armağanlarla Padişahın kapısına kutlayıcı bir mektup gönderdi”. Padişah bu nağmeye değer vermeyip gelen elçiyi zincire vurdurup taht kentine gönderdi (Tâcü’tTevârih-IV:343). Tâcü’t-Tevârih’in yazdığına göre padişah mektubun yanıtını gününe bırakıp Acem diyarını ele geçirme tasarılarını yeniden düşünmüştür. Yine aynı kaynağa göre, sözü edilen tasarı gelecek yıla ertelenmiştir.
HATİME
Bu büyük cihangirin ölümü yılında vezirler ve devlet ileri gelenleri padişahın Rodos üzerine yürümesi için el birliği etmişlerdi. Padişah bunlara itibar etmedi ve türlü gerekçelerle hepsini başından savdı. Fakat olan olmuş, geçen geçmiş ve vakit tamamlanmıştı. Padişah, Rodos meselesi üzerine hırpaladığı vezirlerine hitaben “Benim seferim yok. Meğer sefer-i ahiret deyüb o kızgınlıkla mübarek yüzlerini vezirlerden çevirdiler” şeklinde sitem ederken aslında bir ilamda bulunmuş oluyordu. Gerçekten de bu sırada Edirne’den yana yola çıkub yolda iken bir başka yolculuğa yollandılar (Tâcü’t-Tevârih-IV, 141).
Dinle davul çağrısını
Kim göğsün dövüptür
Kâvus’un devri geçti
Bu nevbet sana-yimiş (Tâcü’t-Tevârih-IV: 354)
Sultan Selim öyküsünün hatimesini yazarken içli tarihçinin dudaklarından bu mısralar dökülür. Padişahın son demlerinde yanında bulunan nedimi, “merhum eydir idi ki, ölüm çaktığında bu fakire seslenüb buyurdu ki, Hasan Can ne haldir. Ben kulları da ayıttım ki, Sultanım Cenab-ı Hakk’a yönelüb Allah ile olacak zamandır. Buyurdu ki, ‘Bizi bunca zamandır kiminle bilürdün?’ Cenab-ı Hakk’a yönelişimizde bir kusur mu gördün? Ben de ayıttım ki, haşa ki, bir zaman Tanrıyı anmadan gaflet gözlemiş olam. Ama bu zaman öteki günlere benzemediği yüzden ihtiyat olsun didim. Bir süre sonra sure-i Yasin oku deyü buyurdu. Uluğ buyrukları gereği üzere bir kere Yasin’i tamamladım. Bilemce tilavet buyurdu. İkinci kez ‘Selâmün kavlen min Rabbi-r’Rahîm’ ayetine geldikte gördüm ki mübarek dudakları sözü edilen ayeti okumakla hareket eder ve ol anda sağ şahadet parmaklarını kaldırub geride kalan parmaklarını sıkıb
Gözün yumdu temaşa-yı cihandan
Feragat buldu gavga-yi zamandan”.[41]
Yavuz’un dönemi, icraatları ve mefkûresiyle ilgili çok şey yazılıp söylenebilir. Biz de burada, hem bu Gazi Hünkârın, bu cedd-i izamımızın ruhunu muazzeb eden iddialara bir cevap, hem de bu büyük adamın tek bir hamlede dünya siyasasını etkileyen o büyük teşebbüsüne dikkatleri çekmek istedik. Aslında yapılan bu hamle, daha sonra Şark Meselesi olarak tedavüle sokulan ve fakat gerçekte Türk Meselesi olan meselenin de çözümüne yönelik nihaî bir hamleydi. Ne çare ki bu hamle yarım ve akim kalmış, devam ettirilememiş ya da kısmen devam ettirilebilmiştir. Türk Akdeniz’in bu müstesna armağanı, “az müddette çoğ iş itmiş” bu büyük adam, “hem saf-âra idi hem Asaf-rey”. İbn Kemal,
“Ansun ve kan Ağlasun şemşir
Hayf Sultan Selim’e hayf ü diriğ
Hem kalem Ağlasun ana hem tîğ”
şeklindeki mısralarıyla rıhlet nevbetini bu şekilde noktalarken, “bozgunda bir fetih düşü” olan geleneğin son şairi Yahya Kemal, İbn Kemal’den geri kalmaz. .
Bir gün çalındı nevbet-i Takdîr rıhlete
Ukbâda yol göründü Hüda’dan bu davete
Doldukça doldu gözleri eşk-i firâk ile
Kudretlü pâdişâh vedâ etti millete
Tevhîd maksadıyla geçirmişti ömrünü
Ref’etti ermagaanını dergâhı vahdete
Râyâtı gölgesinde fedây-ı hayat eyleyen
Ervâha pişdâr olarak girdi cennete
Dîdâr-ı Fahr-ı Âlemi görmekti gaayesi
Gark-ı huşû çıktı huzur-u risâlete
…………………………………………………
…………………………………………………
Yer yer misâl-i bâd-i hazân oldu tuğlar
Sultan Selîm’e girye-künân oldu tuğlar
YAHYA KEMAL
KAYNAKÇA
ARRIGHI, Giovanni, (2000), Uzun Yirminci Yüzyıl: Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri, (çev), Recep Boztemur, İmge Kitabevi, Ankara.
AYVERDİ, Sâmiha, (1999), Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul.
BARKAN, Ömer Lûtfi, (2001), “Osmanlı Kanunnâmeleri”, XV ve XVI’ıncı Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, I: Kanunlar, (Tıpkıbasım), (haz) Hüseyin Özdeğer, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, ss. IX-LXXII.
BRAUDEL, Fernand (1984), Civilization an Capitalism 15th-18th Century Volume III, The Perspective of the World, Translation from the French by Sian Reynolds, London.
…………………………….(1989),Akdeniz ve Akdeniz Dünyası-I, (çev) Mehmet Ali Kılıçbay, Eren Yayıncılık, İstanbul.
…………………………….(1990), Akdeniz ve Akdeniz Dünyası-II, (çev) Mehmet Ali Kılıçbay, Eren Yayıncılık, İstanbul.
…………………………….(1996), The Mediterranean: The Mediterranean World in the Age of Philip II, Vol. I-II, (trans) Sian Reynolds, Publisher: University of California Press.
…………………………….(2004), Maddi Uygarlık: Dünyanın Zamanı, (çev) Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara.
……………………………(2006), Uygarlıkların Grameri, (çev) Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara.
CHAUDHURI, K.N., (2002), Trade and Civilisation in the Indian Ocean: An Economic History from the Rise of Islam to 1750, Cambridge University Press.
DISNEY, Anthony R., (2009), A History of Portugal and the Portuguese Empire From Beginnings to 1807 Volume 2: The Portuguese Empire, Cambridge University Press, Published in the United States of America by Cambridge University Press, New York
DODGE, S. Ernest, (1976), Islands and Empires Western Impact on the Pacific and East Asia, University of Minnesota Press, Printed in the United States of America, Published in Canada by Burns & MacEachern Limited, Don Mills, Ontario.
DÖNMEZ, İbrahim Kafi, (2007), “Örf”, İA, TDV, Ankara, ss. 87-93.
FORTNA, Ben, (2004), The End of Empire in the Middle East and the Balkans, SOAS University of London. London.
GERBER, Haim, (2005), “Osmanlı Sivil Toplumu ve Modern Türk Demokrasisi”, Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, ss. 243-260.
GÖKALP, Ziya (1981), “Örf Nedir?”, Makaleler VIII, (haz) Ferit Ragıp Tuncor, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, ss. 28-33.
HAMDANI, Abbas, (Jul-Sept, 1981), “Ottoman Response to the Discovery of America and the New Route to India”, Journal of the American Oriental Society, Vol. 101, No. 3, pp. 323-330.
HAYDAR ÇELEBİ RUZNÂMESİ, (haz) Yavuz Senemoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul.
HOCA SADETTİN EFENDİ, (1992) Tâcü’t-Tevârih IV, (nşr), İsmet Parmaksızoğlu, Kültür Bakanlığı, Ankara.
HOURANI, Albert, (2004), “Modern Ortadoğu’nun Osmanlı Geçmişi”, Osmanlı ve Dünya, Da Yayıncılık, İstanbul.
İNALCIK, Halil (1998), “Decision making in the Ottoman State”, Essays in Ottoman History, Eren Yayıncılık, İstanbul, ss. 113-121.
………………………(2000), Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I: 1300-1600, Eren Yayıncılık, İstanbul.
……………………..(2005), “Türk İslâm Devletlerinde Devlet Kanunu Geleneği”, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, ss.27-36.
………………………(2011), Rönesans Avrupası: Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme süreci, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
………………………(2016), Devlet-i Aliyye, Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-IV: Âyânlar, Tanzimat, Meşrûtiyet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul.
KOESTLER-GRACK, Rachel A. , (2006), Explorers of New Lands: Vasco da Gama and the Sea Route to India, Chelsea House Publishers, Printed and bound in the United States of America.
KÖSOĞLU, Nevzat (2013), Hukuka Bağlılık Açısından Eski Türkler’de-İslâm’da ve Osmanlı’da Devlet, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
MEILINK-ROELOFSZ, M. A. P., (1962), Asian Trade and European Influence in the Indonesian Archipelago between 1500 and about 1630, The Hague Martine Nijhoff.
ÖZTUNA, Yılmaz, (2004),Osmanlı Devleti Tarihi, siyasî Tarih I, Ötüken Neşriyat, İstanbul.
PEARSON, M. N., (2008), The New Cambridge History of India I: The Portuguese in India, Cambridge University Press, Cambridge
PHILLIPS, Carl Rahin, (1993), “The growth and composition of trade in the Iberian empires”, 1450-1750The rise of Merchant Empires Long-Distance Trade in the Early Modern World, 1350-1750 (ed) James D. Tracy, Cambridge University Press, pp. 34-101.
ROY, Tirthankar, (2012), India in the World Economy From Antiquity to the Present, Cambridge University Press, Cambridge
SUBRAHMANYAM, Sanjay, (2012), The Portuguese empire in Asia, 1500-1700: a political and economic history, Wiley-Blackwell.
TAYYÂR-ZÂDE ATÂ, (2010), Osmanlı Saray Tarihi: Târîh-i Enderûn, (haz) Mehmet Arslan, Kitabevi, İstanbul. UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı (2011), Osmanlı Tarihi II: İstanbul’un Fethinden Kanunî Sultan Süleyman’ın Ölümüne Kadar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
WORTH, Richard, (2009), Great explorers: vasco da gama, Chelsea House, New York
YAHYA KEMAL, (1985), Aziz İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.
YAHYA KEMAL, (1962), Eski Şiirin Rüzgârıyla, Yahya Kemal Enstitüsü, İstanbul.
YÜCEL, Yaşar ve Sevim, Ali, (1991), Klasik Dönemin Üç Hükümdarı: Fatih, Yavuz, Kanunî, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
[1] Yahya Kemal, (1985), Aziz İstanbul, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, s. 118
[2] Hoca Sadettin Efendi, (1992) Tâcü’t-Tevârih IV, (nşr), İsmet Parmaksızoğlu, Kültür Bakanlığı, Ankara, s. 364.
[3] “Bu kimsesiz adam” diyor Sâmiha Ayverdi, “yalnızlığının acısını her geçen zamanla biraz daha fazla duyuyordu. İşte bu yalnızlık ve gariplik duygusudur ki ona, Memlûk Emîri Tumanbay’ın ölüsü karşısında hüznünü ve gözyaşını saklamayan emirin vefalı ve sâdık bendesine gıbta ile bakarak: ‘Bu kadar şan ve ikbâle nâil olmuşken, böyle bir dostum bulunduğuna emin değilim!’ dedirtmiştir. Sonra da bu sadâkat ve muhabbete duyduğu minnet ve hayranlık, vefâlı bendeyi ihsanlara gark etmesine sebep olmuştur.” Aynı Yavuz, Mısır’ın fethi esnasında Sinan Paşanın şehadeti karşısında hüzünlenerek, “Mısır’ı aldık, lakin Yusuf’u aldırıp Mısır’ı kendimize ‘beytü’l-ahzân’ kıldık! diye derin bir teessür göstermiştir. Ayverdi, Sâmiha, (1999), Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, Kubbealtı Neşriyat, İstanbul, s.263, 264.
[4] Fortna, Ben, (2004), The End of Empire in the Middle East and the Balkans, SOAS University of London. London, s. 1. Anekdotun aynısı, hem de devamındaki cümleler de aynı olmak kaydıyla bizzat kendi yaşamışçasına Albert Hourani tarafından nakledilir. Burada yazarlardan biri, diğerinden yaptığı iktibası muhtemelen kendi yaşamış gibi aktarmış olmalıdır. Bkz. Hourani, Albert, (2004), “Modern Ortadoğu’nun Osmanlı Geçmişi”, Osmanlı ve Dünya, Da Yayıncılık, İstanbul, s. 93–94.
[5] Osman oğulları, “devletin icra kuvveti ve otoritesini temsil edenleri, genel ehl-i örf tabiri altında toplarlardı. Kadı’nın kararlarını ancak ehl-i örf icra mevkiine koyabilirdi. Burada örf tabiri, açıkça siyasî otorite ve icra fikrini ifade eder” Buradaki “örf-ü sultanî” ile “örf-ü adet” kavramı arasında görüldüğü gibi çok açık bir fark vardır. Bkz. İnalcık, Halil (2005), “Türk İslâm Devletlerinde Devlet Kanunu Geleneği”, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, ss.27-36, s. 27. Örf kavramı Gökalp’te yaşayan kültür anlamında kullanılır. Hatta Gökalp örf ile âdeti kesin hatlarıyla birbirinden ayırır. Gökalp’e göre âdetin reddedileni olduğu halde örfün reddedileni olmaz. Üstada göre içtimaî olan, yaşayan kültür anlamına gelir ki, bu da zaten örf demektir ve örf de tabiatı icabı hayatla çelişmez. Kültürün makbul olanlarına maruf (yani örf), merdût olanlarına da münker denilir. Sonra meseleyi şöyle özetler: “Örfün bu iki sıfatı tezahür edince maruf olan fiillerin hem yapmasını arzu ettiğimiz hem de yapmaya mecbur olduğumuz işler olduğu anlaşılır. Maruf (yapılması arzu olunan ve yapılması mecburî olan) bir fiil olmakla beraber aynı zamanda yapılabilen bir iş olması da iktiza eder.” Bkz. Gökalp, Ziya (1981), “Örf Nedir?”, Makaleler VIII, (haz) Ferit Ragıp Tuncor, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, ss. 28-33, s. 28-31. Mecelle’de de örfle ilgili olarak “Âdet muhakkemdir, Mad: 36”, “Nâsın istimali bir hüccettir ki, onunla amel vacib ola, mad: 37”, “Örf ile maruf olan şey, şart kılınmış gibidir, Mad. 43”, “Örf ile tayin, nas ile tayin gibidir, Mad: 45” bu hükümler geçer. Bu konuda ayrıca bkz. Dönmez, İbrahim Kafi, (2007), “Örf”, İA, TDV, Ankara, ss. 87-93.
[6] İnalcık, Halil (1998), “Decision making in the Ottoman State”, Essays in Ottoman History, Eren Yayıncılık, İstanbul, ss. 113-121, s 115-117.
[7] Gerber, Haim, (2005), “Osmanlı Sivil Toplumu ve Modern Türk Demokrasisi”, Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiye’si, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, ss. 243-260, s.250
[8] Hatırlatmak gerekir ki, Hazerfen Hüseyin Efendinin kaydına göre “din asıl ve devlet onun fer’i gibi kurulmuştur.” Bkz. Kösoğlu Nevzat (2013), Hukuka Bağlılık Açısından Eski Türkler’de-İslâm’da ve Osmanlı’da Devlet, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 241.
[9] Barkan, Ömer Lûtfi, (2001), “Osmanlı Kanunnâmeleri”, XV ve XVI’ıncı Asırlarda Osmanlı İmparatorluğunda Ziraî Ekonominin Hukukî ve Malî Esasları, I: Kanunlar, (Tıpkıbasım), (haz) Hüseyin Özdeğer, İstanbul Üniversitesi, İstanbul, ss. IX-LXXII, s. XXIX.
[10] İnalcık’ın kendisi de “Esasen, Fatih kanûnnâmesi büyük kısmı itibarile 1451’den önceki kanûnların bir araya getirilmesi ile vücut bulacaktır” şeklinde bir değerlendirmede bulunur. İnalcık, Halil, (1996), “Osmanlı Hukukuna Giriş: Örfî-Sultanî Hukuk ve Fâtih’in Kanûnları”, Osmanlı İmparatorluğu: Toplum ve Ekonomi, Eren Yayıncılık, ss. 319-341, s. 326.
[11] Tâcüt’t-Tevârih’e dayanarak Uzunçarşılı şu ilaveyi de sunar: “dönmek ihtimali yoktur; hattâ bunu düşünmek bile fâsid hayaldir” Bkz. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı (2011), Osmanlı Tarihi II: İstanbul’un Fethinden Kanunî Sultan Süleyman’ın Ölümüne Kadar, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, s. 264.
[12] Hoca Sadettin Efendi o meşhur eserinde, “Babam merhum (Hasan Can) eydir ki, yemek zamanlarını biz söylerdik… Hazine-i Âmire’de bulunan değerli kitapları başlarından sonuna dek birer kere okuduğunu kendi ağzıyla söylediğini anlatıp dururdu.” “Çoğu gecelerinde kitap okumakla eğlenüb uyumazlardı. Zaman zaman bu kullarına okutur dinlerler idi”. Tâcü’t-Tevârih IV, s. 128, 364.
[13] Öztuna, Yılmaz, (2004),Osmanlı Devleti Tarihi, siyasî Tarih I, Ötüken Neşriyat, İstanbul, s. 108-109.
[14] İnalcık, Halil (2016), Devlet-i Aliyye, Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-IV: Âyânlar, Tanzimat, Meşrûtiyet, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s.223-225.
[15] Fernand, Braudel (1996), The Mediterranean: The Mediterranean World in the Age of Philip II, Vol. II, (trs) Sian Reynolds, Publisher: University of California Press, s. 667.
[16] 1972’de İngilizce baskıya yazdığı önsöz. Fernand, Braudel (1996), The Mediterranean: The Mediterranean World in the Age of Philip II, Vol I, (trs) Sian Reynolds, Publisher: University of California Press.
[17] Tayyâr-Zâde Atâ, (2010), Osmanlı Saray Tarihi: Târîh-i Enderûn, (haz) Mehmet Arslan, Kitabevi, İstanbul, s. 181.
[18] İnalcık, Halil, (2011), Rönesans Avrupası: Türkiye’nin Batı Medeniyetiyle Özdeşleşme süreci, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, s. 135.
[19] Braudel, Fernand, (1989),Akdeniz ve Akdeniz Dünyası-I, (çev) Mehmet Ali Kılıçbay, Eren Yayıncılık, İstanbul, s. 116.
[20] Kaynaklar, Mısır seferinden sonra sultanın İran’a yürümek istediğini söylüyor. Ona göre iş yarım kalmış ve o nedenle tamamlanması gereken bir projeydi. Ayrıca Gazi Hünkâr Mısır’dayken Hindistan ve Çin’in haritalarını yaptırtmıştı. Bkz. Yücel, Yaşar ve Sevim, Ali, (1991), Klasik Dönemin Üç Hükümdarı: Fatih, Yavuz, Kanunî, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, s.138, 143.
[21] Pearson, M. N., (2008), The New Cambridge History of India I: The Portuguese in India, Cambridge University Press, Cambridge, s. 7.
[22] Arrighi, Giovanni, (2000), Uzun Yirminci Yüzyıl: Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri, (çev), Recep Boztemur, İmge Kitabevi, Ankara, s.73.
[23] Braudel, Fernand (1984) Civilization an Capitalism 15th-18th Century Volume III, The Perspective of the World, Translation from the French by Sian Reynolds, London, s. 162.
[24] Braudel, Fernand, (2004), Maddi Uygarlık: Dünyanın Zamanı, (çev) Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara, s.116-119. (İnalcık, 2011: 116-120, 131-135).
[25] Braudel, Fernand, (1990), Akdeniz ve Akdeniz Dünyası-II, (çev) Mehmet Ali Kılıçbay, Eren Yayıncılık, İstanbul, s. 186.
[26] Subrahmanyam, Sanjay, (2012), The Portuguese empire in Asia, 1500-1700 : a political and economic history, Wiley-Blackwell, s. 60.
[27] Vasco de Gama vakit geçirmeden sahil kentlerinin yöneticileriyle müzakere ve ilişkiler kurmaya başladı. Mozambik ve Mombasa’da yerel emirlerle gergin geçen müzakere ve ilişkiler, Malindi’de yerini dostça bir karşılamaya terk etti. Bunun nedeni Malindi’deki emirin Mombasa emirine olan husumetiydi. Malindi sultanı Portekizlileri rakiplerine karşı müttefik olarak görüyor ve ona göre muamele ediyordu. Bu yüzden Gama’yla Portekiz’e bir elçi gönderdi ve ilişkiler bundan sonra da gelişti. Bkz. Disney, A. R., (2009), A History of Portugal and the Portuguese Empire From Beginnings to 1807 Volume 2: The Portuguese Empire, Cambridge University Press, Published in the United States of America by Cambridge University Press, New York, s. 123.
[28] Dodge, S. Ernest, (1976), Islands and Empires Western Impact on the Pacific and East Asia, University of Minnesota Press, Printed in the United States of America, Published in Canada by Burns & MacEachern Limited, Don Mills, Ontario, s. 222.
[29] Vasco de Gama Mozambik sahillerine geldiğinde şehrin Müslüman olan yöneticisi, buralara kadar gelen denizcilerin Müslüman olduklarını düşünerek başlangıçta iyi davrandıysa da, bunların Hristiyan olduklarını öğrenince misafirperverliğini bıraktı ve hasmâne bir tutum takındı. Çünkü buradaki Müslümanlar pekâlâ Kuzey Afrika’daki yeniden fetih ve Haçlı seferlerini biliyor, buna karşı tepki gösteriyorlardı. Bkz. (Pearson, 2008: 11).
[30] Phillips, Carl Rahin, (1993), “The growth and composition of trade in the Iberian empires”, 1450-1750The rise of Merchant Empires Long-Distance Trade in the Early Modern World, 1350-1750 (ed) James D. Tracy, Cambridge University Press, pp. 34-101., s. 48.
[31] Burası gerçekten de zengin bir liman kentiydi. Calicut ve Endonezya arasında yüksek kazançlı ticaret yapan Hintli Müslüman tüccarlar buraya mal taşırlardı. Tarçın gibi baharat karşılığında Hindistan’dan pamuklu kumaş ticareti de bunlar arasındaydı. Arap yarımadasından gelen Arap tüccarlar da buraya gelirlerdi. Bu tüccarlar da altın gibi Avrupa’nın yünlü kumaşlarını getirirlerdi. Bu sonuncular bu ticareti baharat ve indigo gibi mallarla takas ederlerdi. İlave olarak bazı Venedikli tüccarlar da buraya gelirlerdi. Bkz. Worth, Richard, (2009), Great explorers: vasco da gama, Chelsea House, New York, s. 52.
[32] Hamdani, Abbas, (Jul-Sept, 1981), “Ottoman Response to the Discovery of America and the New Route to India”, Journal of the American Oriental Society, Vol. 101, No. 3, pp. 323-330, s. 326.
[33] İnalcık, Halil (2000), Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik ve Sosyal Tarihi, I: 1300-1600, Eren Yayıncılık, İstanbul, s. 378.
[34] Mozambik sahilleri Vasco de Gama’nın ilk uğradığı liman kentlerinden de biri olan Mozambik liman kenti, Mozambik’i kuzeydoğu sahillerinde Arap kontrolünde bir şehirdi. Burası Hindistan, İran, Malaya, Doğu Hint adaları, Çin, Arabistan ve Afrika’ya mal taşıyan zengin tüccar gemileriyle dolup taşardı. Bu hareketli limana girip çıkan gemiler, Hint Okyanusunun efendileri, denizlerin hâkimiydiler. Vasco de Gama buraya geldiğinde, yanında Müslüman tayfalar da olduğu için liman sakinlerini kendine inandırabilmişti. Bkz. Koestler-Grack, Rachel A. , (2006), Explorers of New Lands: Vasco da Gama and the Sea Route to India, Chelsea House Publishers, Printed and bound in the United States of America, s. 52.
[35] Braudel, Fernand, (2006), Uygarlıkların Grameri, (çev) Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, Ankara, s. 90.
[36] Chaudhuri, K.N., (2002), Trade and Civilisation in the Indian Ocean: An Economic History from the Rise of Islam to 1750, Cambridge University Press, s. 65.
[37] Meilink-Roelofsz, M. A. P., (1962), Asian Trade and European Influence in the Indonesian Archipelago between 1500 and about 1630, The Hague Martine Nijhoff, s. 116.
[38] Roy, Tirthankar, (2012), India in the World Economy From Antiquity to the Present, Cambridge University Press, Cambridge, s. 84.
[39] Portekiz’in Hint denizlerini keşfetmesi ve deniz yüzeyine hâkim olmalarının iki somut sonucu olmuştur diyor, Anthony R. Disney. Bu fırsatlardan biri ticarî ve ekonomik, diğeri ise politik ve kültüreldi. Politik ve kültürel olanı, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’da mücadele halinde oldukları Müslümanları [bunu Türkler olarak okumak gerekir] arkadan kuşatmaktı. Bkz. (Disney, 2009: 126).
[40] Haydar Çelebi Ruznâmesi, (haz) Yavuz Senemoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, s. 213.
[41] Metindeki vurgular tarafımıza aittir. Bkz. Tâcü’t-Tevârih-IV, 359-360.
[i] Türkiye Günlüğü, S. 137, Kış 2019