Tarih Ve Türk Milliyetçiliği

Tam boy görmek için tıklayın.

Türklerin tarihinde ‘milliyetçilik’ kavramı, XIX. yüzyıl dünya tarihi gelişmeleri çerçevesinde Avrupa’dan gelip girmiştir. Bu kavrama bağ­lı ‘vatan’ ve ‘hürriyet’, ‘millet’ ve ‘hürriyet’ kavramları Türklerin hayatına Avrupa’dan gelip girmiştir. Avru­pakavimlerinin, devletlerde hâkim dilleri konuşan kavimlerin bir ‘millet’ olma yolunda attıkları adım­ların ve yaşadıkları süreçlerin o günlere gelinceye kadar Türklerin hayatında hiçbir zaman görülmediği gözlenir. Türklerin insanlara, kavimlere ve dünyaya bakışı bu tarihe gelinceye kadar, Avrupa kavim dev­letlerinin ve deniz aşırı sömürge imparatorluklarının bakış açılarından farklı olmuştur.

Türklerin gerek Merkezi Avrasya ve gerekse Önavrasya üzerinde geliştirdikleri imparatorluk coğrafyaları, Avrupa kavimlerinin denizler ile Türk imparatorluk sınırları arasında sıkışmalarına, kü­çük toprak parçaları üzerinde büyük nüfus kesafeti yaratmalarına, ticaret yollarından mahrum kalmaları nedeniyle sıkıntı yaşamalarına yol açmıştır. Önavrasya Türk topraklarının Afro-Önavrasya coğraf­yasına dönüşmesi, iç deniz ticaretinin de Türklerin denetimine girmesine yol açmıştır. İstanbul’un fethi, Hristiyan Avrupa kavimleri ve devletleri üzerinde derin yankılar bırakmıştır. Papalığın açtığı dinî kam­panyalar ve bunların vücut verdiği seferler Türklerin karşısında eridikçe, Avrupa, dar alanda sıkışıp kal­manın psikolojisinden kurtulmanın yollarını bulma­yayönelir.

I.yüzyıl sonlarına doğru, Türklerin imparator­lukları “Merkezi Avrasya ve Önavrasya” ve Doğu dünyasına ait bilgi kaynaklarının yarattığı birikim ve yeni ticarî yollar arayışı, Avrupalıların, eski dün­ya coğrafyasına karşılık bir yeni dünya coğrafyası yaratmalarına kapı açar. Avrupa devletleri, bu yeni dünya coğrafyası üzerinde farklı medeniyetlere mensup kavimler ile karşılaşırlar. Bu kavimlere ait toprakları, sahip olunan silah teknolojisi ve bilgi bi­rikimi üstünlüğü ile kolayca yönetimleri altına alırlar. Başlangıçta bu yeni dünya coğrafyası uçsuz bucak­sız, denizci Hristiyan devletlerin birlikte saldıracak­ları, birbirlerine zaman zaman yardımcı olacakları bir fetih yarışı görünümü içinde cereyan eder.

Denizlere çıkışı olmayan kara Avrupa’sı Hristiyan devletlerinin genişleyebileceği topraklar ise sadece Önavrasya Türk imparatorluğu toprakları­dır. Gelişmeler, sonuçta yeni dünya üzerinde, daha büyük deniz aşırı imparatorluk toprakları edinme rekabetine, yarışına ve ticaretin denetim altına alın­masına yol açar. Uzak denizler üzerinde hâkimiyet yarışı, Avrupa toprakları üzerinde sıcak mezhep çatışmaları, farklı diller konuşan Hristiyan kavimleri ve devletleri arasında cereyan eden ticarî ve askerî üstünlük mücadeleleri Hristiyan kavimler arasında ayrışma tohumlarını da ekecektir.

I.Viyana kuşatması, nasıl ki, Önavrasya Türk imparatorluğu gücünün sınırlarına geldiğini ve ken­dini yenileme yeteneğini yitirdiğinin bir testi olmuş ise XVIII. yüzyıla kadar Avrupa açık deniz armadala­rı ve ticaret filoları arasında henüz bir kıyasıya pazar rekabeti olmamıştır. Ancak, bu yüzyılda, artık deniz aşırı sömürge ve koloni imparatorlukları toprakları ile Avrupa ana kara toprakları kavramları ve içerik­leri yeni anlamlar kazanmaya başlar. Bu kavramlar, devletlerin rekabetinde asıl gücü oluşturacakların, aynı dili konuşanlar olabileceği gerçeğini önlerine çıkarır. Kolonlara bu bağlamda nüfus gücü kaydırılırken, yönetim kadroları da bu insanlardan oluştu­rulur. Ancak, XVIII. yüzyıl Avrupa denizci devletleri ve deniz imparatorluklarını güçlü deniz armadaları ile korunması ve genişletilmesi çağıdır. Bu açıdan bakıldığında, kara ticaret yolları eski dünya üzerin­de büyük ölçüde Türklerin, yeni dünya coğrafyası üzerinde ise İngiltere’nin denetiminde bir manzara gösterir. Fransız deniz armadası, üstünlüğü İngiliz donanmasına kaptırmıştır. Deniz ticaret yolları ve yeni pazarların tamamına yakın bir kısmı İngilizlerin denetimialtındadır.

Fransız sermaye ve ticaret sınıfı, Fransa’nın bu duruma düşmesinde devleti yönetenleri sorumlu tu­tar. İngiltere’nin üstün deniz armadası ile yarattığı bu çemberi kırmanın yolunun bulunması üzerine Fransız sermaye sınıfı, Fransız aydınları ile işbirli­ği yaparak bir çözüm aradılar. Dünya üzerinde, ilk kez Hristiyan dinî değerleri dışına çıkarak, millet, milliyet, milliyetçilik, eşitlik ve hürriyet, bağımsızlık, cumhuriyet gibi kavramları içine alan veya bunların ortaya çıkmasına zemin olacak bir devrimci ideoloji yaratmaya çalıştılar. Paris Devrimi ile1789 yılında bunu Fransa’da hayata geçirdiler. Devrimin iki temel amacı vardı. Birincisi, İngiltere’nin yeni dünya ve deniz aşırı imparatorluk toprakları üzerinde kurduğu hegemonyayı yıkmak; ikincisi ise bu yolla bağımsız­lık savaşı verecekleri destekleyip onlara mürebbilik etmek ve bu yolla kaybedilen pazarları daha güvenli biçimde yeniden edinmek.

Paris Devrimi, onu hazırlayıp hayata geçirenle­rin ilk beklentilerine, yani İngiliz ticarî çemberini kır­maya, ne de yaktıklarıideolojik ateş ile bağımsızlık mücadelelerine sürükledikleri halklara mürebbilik etmeye yetecek gücü ortaya çıkaramadı. Ancak, şu da tarihî bir gerçek ki, Avrupa halkları, bu devrimden ortaya çıkan kavramlar çerçevesinde kendini anla­maya ve farklı bir aidiyete mensubiyet içinde ifade etmeye başlar. Sosyal ve beşeri bilimler, onların ben-merkezli uydurma teorileri, bakış açıları, fark­lılaşmayı arttırıcı unsurların öne çekilmesi, insanla­rın, medeniyetlerin algılanma ve ifade biçimleri, bü­tün bu gelişmelerinbirer ateşleyicisi ve gerçeği gibi gösterilmede kullanılmıştır. Sömürge ve kolonilerin yönetim yapılarında, toplum mühendisliği açısından bu bilimler geniş ölçüde kullanıldı. Türklerin, XIX. yüzyılın ikinci yarısına varıldığında, devleti ve ay­dınları itibariyle bu gelişmelerden ve bunların kendi bünyelerinde doğuracağı sonuçları üzerinde henüz zihnî bir hazırlık içinde, mukabil tedbirleri aldıkları ve uygulamaya geçtikleri söylenemez. Değişimin, süreci içinde yapılması gerekenleri yapanı, varlığını ve sahip olduklarını koruyanı ve bugüne getireni sa­dece İngiltere olmuştur. Bugün, Şekspir’in kurduğu dil imparatorluğu da dikkate alındığında İngiltere’nin Paris Devrimi’nden bu yana kat ettiği gerçek büyük­lük daha iyi anlaşılabilir.

Türkler, tarihin yaratılışından bu yana kendini, insanoğullarını yönetmek, düzene sokmak ve böylece onları yaşatmak üzere bir misyon üzerinde yürümüştür. Töre ve devlet düzeni, toplumları dü­zene sokup yönetmek gibi işlevleri kendine görev seçmiştir. Bengü Taş Yazıtlarında bunu açıkça ifade etmiştir: “Üze kök tenger asra yağız yir kılındukta ikin ara kişioğlı yaratılmış. Kişi oğlı üzre eçüm apam Bumin Kağan İstemi Kağan olurmış”. Evren yaratıldığında, mavi gök ile kara yer yaratıldığında, bunların ikisiarasında insanoğulları yaratılmış ve onların üstüne de, atalarım kağan olmuş, diyor. Ve bu anlayış içinde, doğu, batı, kuzey ve güney, her taraftaki kavimleri düzene koyup töre çerçevesinde yönetmişler. Kimsenin diline, dinine, yaşayış tarzına karışmamışlar, böyle bir şey akıllarına gelmemiştir.

Tarihin hiçbir sürecinde Türkler, yukarıda belir­tilen tutumlarından vazgeçmemişler, herkese töre “anayasa” çerçevesinde, könilik “adalet” içinde davranmayı ve yönetmeyi devlet hayatında esas düstur olarak seçmişler ve Önavrasya imparatorluk­ları tasfiye oluncaya kadar da bu böyle sürmüştür. Bu düstur, bugün de Cumhuriyet rejimi içinde kendi­ni muhafaza etmektedir.

Türkler, klasik kara imparatorluklarının en mü­kemmel örneğini Önavrasya coğrafyası üzerinde kurmuşlardır. Uzak deniz imparatorlukları inşa edil­diği çağlarda o, üç kıta üzerindeki cesameti ile yetin­meyi tercih etmiştir. Sıkışmış ve uzak denizler yolu ile eriştiği yeni dünya topraklarına veya denizaşırı alanlara uzanma endişesinden uzak kalmıştır. Bu açıdan küçücük kara ve deniz kenarı ülkelerin bir eyaleti büyüklüğünde bulunan Avrupa içindeki geliş­meleri, teknolojik yenilikleri, bilim ve fikir hayatında ortaya çıkan gelişmeleri yeterince izleyip mukabil tedbirleri aldığı söylenemez. Yeni dünya üzerinde gelişerek büyüyen bu yeni güçler, XIX. yüzyıl baş­larında yeryüzünde Önavrasya Türk İmparatorluğu toprakları dışında paylaşmadık toprak geride bırak­mamışlardı. Avusturya ve Rusya ile sürekli savaş hâlinde bulunmamız da onların genişleyebileceği yegâne toprakların Türk İmparatorluğu’na ait olma­sından ileri geliyordu. Balkanlarda ve Orta Avrupa toprakları üzerine sürekli savaş planları, paylaşım projeleri hazırlıyor, imparatorluk bünyesinde yaşayan Hristiyan kavimleri isyan etmeye tahrik ve teş­vik etmeye, bu yolda destek olmaya ve bu yollarla toprak kazanmaya çalışıyorlardı.

Türk aydınları, XIX. yüzyılın ikinci yarısında Pa­ris Devrimi ile ortaya çıkan kavramları, rejim yapıla­rını, Avrupa fikir hayatını,oradaki gelişmelerin ma­hiyetini, Avrupa devletlerinin politikaları hakkında ileri sürülen görüşleri yeni yeni tanımaya ve öğren­meye başlar. Bu süreçte, kara Avrupa’sında Prus­ya Almanya’sı yeni bir güç olarak tarih sahnesine girmiştir. Bu yüzyılı İlber Ortaylı, ‘imparatorluğun en uzun yüzyılı’ diye tanımlar. Fakat bana göre bu yüz­yıl uzunluğu itibariyle 1900’de değil de,1923 yılında biten bir uzun yüzyıldır. Gerçekten de yanlışların ve doğruların, iyi niyetli çırpınmaların, ihanetlerin ve vatanperverliklerin bir arada yaşandığı, içeride ve dışarıda, devletin bekası ve milletin varlığının ko­ruması için çetin mücadelelerin yaşandığı bir uzun yüzyıldır.

Türkler, imparatorluğun elde kalan son toprak parçasını muhafaza yolunda her yolu denemişler­dir. Çok gecikmiş bir ‘millet-i Osmaniye’ yaratmak ve böylece bütünlüğü korumak istemişler, ama dış destek ve teşvikler ile başkaldıran Hristiyan kavimlerin isyanlarını ve bağımsızlık hareketlerini engel­leyememişlerdir. ‘millet-i İslâmiye’ yaratıp, bütün Müslümanları bir arada tutalım demiş ve bu yolda çaba göstermişler; ancak, Müslüman Araplar Hristiyan devletler ile işbirliği edip onların sultası altına girmeyi tercih etmişlerdir.

Türk milliyetçiliği, bütün bu denemelerin ardın­dan doğan bir ‘yalnızlık psikolojisi’dir. Bengü Taş Yazıtları’nda şöyle bir ifade vardır: Ey Türkler, yu­karıda gök çökmedikçe, aşağıdan yer basmadıkça, senin devleti, töreni kim yıkabilir “kimse yıkamaz”. “Bu yazdıklarımı” iyi düşün, kendine dön “elin sö­züne kanma”,diyor. Tarih içinde kendi başına ol­duğunu, kendine güvenmesi icap ettiğini, elin tatlı sözüne, armağanlarına aldanırsan yok olacaksın, onların verdiği unvanlara, verdiği makamlara aldan­ma, sadece kendine ve halkına güven, diye tembih ediyor. Tarih, yirminci yüzyıl başlarında Türkler için tekerrür ediyor. Yalnızlık ve ölümle karşı karşılayalar. Hristiyanlar ve Müslümanlar, düşmanların teşvikine uyup onca yüzyıl birlikte huzur içinde yaşadıkları Türkleri yok olmaya bırakıp çekip giderler. Gitmekle de yetinmezler, düşman cepheleri oluştururlar.

Türkler, kendi başlarına tarih önünde ve dünya­nın her yerinde yapa yalnızdır. Yalnızlık psikolojisi, “Türk Yurdu” dergisi ve “Türk Ocağı” gibi iki direnç ortaya çıkarır ve bunlar birleşip “yalnızlık psikolojisi” içinden Türk’ün ateşle imtihanını yeniden tarih sahnesine çıkararak “Türkçülük” ideolojisini, bir kendini savunma ideolojisi olarak vatanın dört bir yanına, bütün Türk coğrafyası üzerine yayarlar. Türkler için, bu süreç tam bir yeni Ergenekon’dan çıkış hareketi­dir. Hareketin fikrî bilgesi Ziya Gökalp, Türkler bir­lik olup yol yürürse, önlerindeki rehber de feraset sahibi olur ise selâmete çıkış vardır diye, çevresi­ne ışık olmaya çalışıyordu. Fakat bütün çırpınış­lar imparatorluğun düşmesini önleyemedi. Yangın her yerdeydi, vatan toprakları işgale uğruyor, evler barklar dağıtılıyor, bağrımızda yaşayan azınlıklar düşmanla işbirliği yaparak her yeri yakıp yıkıyordu.

Ve paşalar toplanıp kurtarıcı olarak onu hep bir­likte işaret ettiler. O, Mustafa Kemal idi. “Biz milliyet­perveriz. Doğrudan doğruya Türk milliyetperveriyiz” diyen, o mucize yaratan adam. O, İstanbul önün­de demirleyen gemileri gördüğünde, “Geldikleri gibi gidecekler’ deyip gerçek eden adam. Osmanlı paşaları onu işaret ettiler. Tarih tekerrür ediyordu. Ergenekon’dan çıkış vardı ve başçı Böri Tigin bulun­muştu. Tam on yedi Türk eri ile Böri Tigin Mustafa Kemal, Ergenekon’dan çıkıp yola girdi İstanbul’dan.Samsun, Havza, Amasya, Sivas, Erzurum ve Anka­ra. Ve yüreklerde Kuvayımilliye ateşini yaka yaka Mustafa Kemal, Ankara’ya geldi.

‘Meclis-i Mebûsan’ kapatıldığı gün İstanbul’da, O büyük mucizevî insan, devlet ve millet hayatının kesintiye uğramasına izin vermedi. Mustafa Kemal, Ankara’ya kaçıp gelebilen mebuslar ve eksikle­rin yerine yenileri seçilerek vatanın her yerinden, TBMM’yi açtı ve devlet-ebed-müddet fikrinin devamlılığını bütün dünyaya gösterdi. Millî Mücadele ba­şarıyla sonuçlandı ve devlet, Lozan Antlaşması’yla taçlandı.

Türkler, yeni Ergenekon zaferi ile kendine gü­venmenin, yalnızlık psikolojisinin, mucizevî lideri olunca ve milletine sırtını dayayınca neleri başara­bileceğini gördü. O, Tanrı’nın yok olmak üzereyken Türk milletine gönderdiği kurtarıcı efsanevî Bozkurt idi. Türk milletini yeni baştan tanzim etti, devlet sa­hibi kıldı, teşkilatlandırdı. Cumhuriyet rejimini mille­timize kazandırdı. Türk milletinin tarihi derinliğini ve coğrafi genişliğini, kadim medeniyet sahibi bir millet olduğumuz gerçeğini kurduğu bilim yuvaları ile hem milletine ve hem dünyaya anlatmaya çaba gösterdi. Milleti ona yaptığı hizmetlere karşılık Atatürk soya­dını verdi. M. Kemal Atatürk için Türklüğün bu dirili­şi, bir ikinci Ergenekon idi. Nitekim ilk pullarımız da, Ergenekon’u simgeleyen bir seri oluşturur.

Türk milliyetçiliği, M. Kemal Atatürk döneminde, zihnî, fikrî, sinaî, bediî ve edebî yaratıcılığında hâkim unsurdur. Herkes, kendimize ait bir şeyi yaratıp ortaya çıkarmanın, milletimizin hizmetine getirmenin heyecanını yaşamaktadır. Uçak, gemi ve tren fab­rikaları kurulmuştur. Tam bağımsızlığı her sahada yaratıp ortaya çıkarmanın sancıları her milliyetçi, vatanperver yürekte vardır. Cumhuriyet, kendi başınalığın, yalnızlığın psikolojisini yaşamış, görmüş vatanperverlerin, milliyetçilerin eseridir. Hiçbiri bir makam sahibi, büyük adam olmak için el kapıları­na başvurmamış erdemli insanlardır, yoksullardır, ama milletlerini esarete düşmekten kurtarmış ol­manın gururu ile yaşayan kahramanlardır. Heyhaat, bu güzel tarih sahneleri bugün özleniyor ve devlet adamı diye o kahramanlara ihtiyaç duyuluyorsa ve bugünün kuşakları, onları değil de, Lord Curzon’un Lozan müzakerelerinde söylediklerini doğru çıkarı­yorsa, önümüzde üçüncü Ergenekon var demektir.

Milletlerin tarihinde, Tanrı bazen kimi fırsatları al­tın tabaklar içinde onlara sunar. Yirmibirinci yüzyıla girmeye yakın böyle bir iyiliği Tanrı, bütün cömertliği ile Türklerin önüne koymuştu. Ne yazık ki, kimi eline yüzüne bulaştırdı, kimi kırdı döktü, kimileri yalancı baharlara aldanıp Tanrı’nın cömertliğini tepti, dağıt­tı, yok etti.

Çağımızda milliyetlerine bağlı toplumlar, en ileri ve en erişik toplumlar/milletlerdir. İngiltere, Alman­ya, Amerika, Çin, Japonya, Rusya ve Kore, bun­ların başındadır. Yönetim yapılarında daima milli­yetlerine hizmet edecekleri gözetirler. Bir de kendi yönetimlerini istedikleri ülkelerde egemen kılacak sadık hizmetkârları da o ülkelerde yaşayanlar ara­sından seçip yükseltmeyi çok iyi becerirler. Bu sadık hizmetkârlara, sadakatlerine göre birer teneke ma­dalya takıp dünyaya gösterirler. Dokunmayın bu bi­zimadam, demiş olurlar. Onların iktidar süreleri de bellidir. Örnekler: Saddam, Mübarek, Kaddafi ve Ali. Sıra kimlere gelecek, onları da zamanla göreceğiz. Bunlar, milliyetsiz, köle devlet adamları sistematiği içine girer.

Türkler, özellikle ‘doğrudan doğruya biz Türk milliyetperveriyiz’ diyen M. Kemal Atatürk gibi Türk milliyetçileri, dünyanın içine girdiği görünümü ve geleceğimizi çok iyi izleyip bir an önce güvenlikte, bilimde, sanatta, teknolojide, yönetimde Türk mille­tinin bekasına hizmet edecek milliyetperver insanla­rı gözetmelidir; yaratıcılıkta, üretimde, tanıtmada ve yaymada onlardan istifade etmelidir. İleri erişik ulus/ devletler, bu bağlamda milliyetçiliğe dayalı oluştur­dukları yapılar üzerinde sürekliliklerini kesintiye uğ­ratmıyorlar. Tarih bilinenlerin yeniden keşfedilmesi yeri değildir. Sadece yaşananlardan ders çıkarıla­rak yol alınacakbir dikkat alanıdır.

Bilmem bir üçüncü Ergenekon ihtimali doğdu­ğunda Tanrı Türk milletine yeni bir M. Kemal Ata­türk armağan eder mi? Türk milliyetçileri bilmelidir ki, görünen köy kılavuz istemez. Gördüğünüz dünya manzarası içindeki yerinizi, onlar arasındaki mevkiinizi beğeniyor iseniz tabii o zaman ecdadınızı hatırlamanız da beklenemez, kürenin efendileri de istemez. Ancak, rahatsızlık duyuyor iseniz çalışın, her şeyi istediğiniz gibi değiştirin ve kürenin efendi­leri arasındaki yerinizi alın; Türk milliyetçiliği, devlet adamlığı, bilim ve teknoloji erbaplığı, politika ve stra­teji uzmanları, Türk milleti sizden erişik, en ileri git­mişbir devlet, bir millet, bir vatan yaratmanızı bekli­yor. Yalnızlık psikolojisi ile yedi düvele karşı savaşıp bunu başaran ecdada bakıp, Türk milletini sürü psi­kolojisi içine itip yok etmeye çalışanlara karşı mü­cadele edip onu, kürenin eşit efendileri arasında en eşit ve en efendisi düzeyine çıkaracak kahramanla­rını görmesem de buradan şimdiden selamlıyorum. Binlerce yıl önce Türklerin ocaktayaktığı ateş öyle veya böyle bugünlere gelmiş ise şüpheniz olmasın bundan sonraki yüzyıllara da Türk ocağı sönmeden yürüyüp gidecektir, sonsuza dek. Ocak külünde ko­runa koruna gelen bu Türklük ateşi, Tanrı’nın yaktığı bir ateştir, yedi değil, içerden/dışarıdan cümle dü­veller gelse Tanrı istemeyince sönmez; söndürecek ocakları da bundan dolayı, yakar, o ocakların hep­sini söndürür.

Türk milletinin tarihinde Avrupa’nın ideolojik mil­liyetçiliği, ırkçılığı asla yer almamıştır. Bu yüzden yetmiş iki millete aynı gözle bakan, insan diye değer veren bir milletiz. Fakat tarih şahittir ki, Türk milleti iyilik ettiği milletlerden, her zaman bir kötülük gör­müştür. Önavrasya Türk imparatorluğu bu sahnele­rin sayısız örneği ile doludur. Cumhuriyet çağımız da, öyle. Evimize kardeşdiye kattığımız, kendimiz­den ayırmadığımız nice aynı dinden/farklı dinden kim varsa, her birini yönetimlerinin zulmünden kur­tardık, kimi zaman kendileri yalvar/yakar getirdiler, ama heyhat, fırsat bulunca her biri, yerini yurdunu talan etmeye, yakıp yıkmaya, ev sahibi havaları ta­kınmaya başladılar. Türk milliyetçiliği bu yüzden Av­rupa milliyetçilik akımları ile irtibatlandırılamaz. O, dediğim gibi, Türklerin içine girdiği ‘yalnızlık psiko­lojisi’ eseri doğmuş bir kendini savunma ideolojisin­denbaşka bir şey değildir. Bugün de dünden farklı görünmüyor. Bana göre bugün de, yine aynı ‘yalnız­lık psikolojisi’ içine Türk milleti sürüklenmektedir ve bundan dolayı, avuçlarını ovuşturanların oluşturdu­ğu manzaradan kendi payıma büyük acı duymakta­yım. Ancak, bu aziz millet, acıyı bal edecek evlatlar da çıkaracaktır, tesellim bu umuttadır.

Yayımlandığı Yer: TÜRK YURDU, MART 2012, SAYI: 295

Yazar
Dursun YILDIRIM

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen