Toplumda, suç işleyenlerin sayısı da, oranı da günbegün artıyor.
Suç eğiliminin artmasında, önemli etkenlerden birisi, cezâsızlık algısının artmış olmasıdır. Düzgün insanlarımız da, suça meyilli olanlar da, “suç işleyenlerin -işledikleri suçla mütenâsip şekilde- cezâlandırılmayacağına; suçlunun -cezâ alsa bile- kısa bir müddet sonra toplum hayâtına döneceğine” inanmış durumda.
Suçluların hakkaniyetli bir şekilde cezâlandırılması, suç eğiliminin önlenmesinde en etkili yollardan birisidir.
Ancak, Ülkemizde, bilhassa 1980 sonrasında, toplumdaki cezâsızlık algısının güçlenmesine yol açan politikaların bilinçli olarak uygulandığını görüyoruz.
Yâni, sorun, yalnızca günümüze mahsus değil. Bu durumun, özellikle AB üyelik sürecinde hızlanmış olmasının tesâdüf eseri olmadığı inancındayım.
Kanâatimce, Toplumda, cezâsızlık algısı, bilinçli olarak oluşturulmak isteniyor.
Tekrarında fayda var; AB üyelik -kandırma- sürecinin başından beri uygulanan bilinçli bir politika bu.
Bu politika, Devletin etkinliğini düşürmek ve böylelikle vatandaşın devlete olan güvenini sarsmak amacıyla, AB ve diğer dış aktörler tarafından, sürekli -demokratikleşme, sivilleşme vb. örtülü gerekçelerle- bâzen tavsiye olundu, bâzen de dayatıldı.
AB ve diğer dış aktörlerce, “en önemli vasıflarından birisi devlete ve orduya sarsılmaz güveni” olan Türk Milletini, devletinden, ordusundan, devlet cihazını oluşturan diğer kurumlarından soğutabilmek amacıyla, “Türk Devletinin AB normlarına uyumunun sağlanması” görüntüsü altında, Devleti işlevsiz kılacak yöntemlerin uygulamaya geçirilmesi sağlandı.
Evine hırsız giren vatandaş, şikâyete gittiği karakolda, suçlunun kendisinden önce dışarı çıktığını gördüğünde, Devletine/Yargıya/Emniyete nasıl güvenebilir?
Düzgün insanlar, basit bir hatâ ya da kabahat nedeniyle, karakollarda/mahkemelerde zaman tüketirken, haklarında onlarca suç kaydı ve hattâ mahkûmiyeti bulunan suçluların sokaklarda cirit attığını gören vatandaş, kendisini güven içerisinde hissedebilir mi?
İnsanın en temel ihtiyaçları arasında olan güvenlik ve adâlet gibi hizmetleri hakkıyla yerine getiremeyen bir devlete, vatandaş, ne ölçüde bağlılık duyabilir?
Vatandaşların bağlılık hislerinin zayıfladığı bir devlet güçlü olabilir mi? Böyle bir devlet, savaş ve iktisâdî bunalım gibi zor zamanlarında vatandaşlarından fedâkárlık beklediğinde, karşılığını alabilir mi?
Kanâatim odur ki, 1980 sonrasında, Türkiye ve Bölgemiz üzerinde emelleri/plánları olan devletler, “Türk Devletinin etkinliğini düşüren, vatandaşımızın Devletine olan güveninin azalmasını, Devlet ile vatandaş arasında soğukluk husûle gelmesini sağlayan” politikaların uygulanmasını “bir hibrit savaş yöntemi olarak” değerlendirmişlerdir.
Tabii, bu politikaların etkisini değerlendirirken, “28 Şubat” gibi uygulamalar, “bölücü faaliyetlere karşı tâvizkár yaklaşım” gibi hususlarla birlikte uygulandığı gerçeğinin gözardı edilmemesi gerekir.
Maatteessüf, Türkiye üzerinde emelleri olan dış aktörlerce “AB üyeliği, uluslararası sisteme entegre olmak” gibi albenili/iknâ edici kılıflara büründürülerek takdim edilen, konjonktüre uygun olarak tavsiye edilen yâhut da dayatılan bu politikaların uygulanması, Cumhuriyetin kuruluş esaslarıyla sorunu olan, “lâik, modern, hukukun üstünlüğünü ve kaynakların âdil paylaşımını” esas alan Ulus-devletimizi tasfiye misyonunu üstlenen akımlarca da “hedeflerine ulaşmak için” bir fırsat olarak görüldü.
İşte şimdi, bu yıkım sürecinin tabii sonuçlarını yaşıyoruz.
“Peki, kurtuluş nasıl olacak” diye soracak olanlara, bizim cevâbımız bellidir; Türklüğe, Atatürk’e, millî devletimize, Cumhûriyetimizin kuruluş esaslarına sâhip çıkmanın önemini kavramak; her adımda, her nefes alışta bu bilinçle yaşamak, bu bilincin toplumsal bir irâdeye dönüşmesi için, “tek başına da olsa” mücâdele kararlılığına sâhip olmak ve bu kararlılığı kuvveden fiile dökmek…
Devletimizin temelleri sağlam atılmıştır. Alp Er Tunga’dan buyana, iyi uygulandığında milletimizin ve kaderini bizimle birleştirmiş toplulukların barış ve huzur içinde yaşamasını sağladığı konusunda tereddüt bulunmayan, sömürüye izin vermeyen, Devletimizin esâsını oluşturan Türklüğümüzün ve onu yaşatmanın anlam ve önemini kavradığımızda, bu bilincin toplumsal bir irâdeye dönüşmesini sağladığımızda, bütün sorunlarımızı çözmenin bizim için sâdece bir zaman meselesi olduğunu hep birlikte göreceğiz.
