Uzun Çarşının Uluları Kitabını Okurken

Gantep2.jpg

İmam Baba

Yazar çocukluk yıllarımdaki en ilginç ve en renkli kişisiydi diyor onun için. Dış görünüşünü anlatmaya koyuluyor vakit kaybetmeden. Uzun saçlı üstü başı toz toprak içinde, giyimine kuşamına dikkat etmeyen, hatta yaşamı boyunca hiç yıkanmamış olabileceğinden bahsediyor. Kitap okurken hayal etmeyi, mekânları betimlemeyi, olayları tasavvur etmeyi oldum olası sevmişimdir, hatta bu bir kural gibidir benim için. Burada da bu ağır ağabey kuralımı uygulamaktan kendimi alamıyorum. İmam Baba’yı zihnimde canlandırıyorum, önce kir pas içinde pejmürde bir giyim, güçsüz kuvvetsiz bir gövde, çalı çırpıya benzettiğim yürüyen bir iskelet, Helvacı Said’in dükkânından çıkıyor. Saçları Rapunzel’in saçlarından daha uzun, arada bir berberi selamlayıp kendi ormanına çekilen fidanlar gibi ince, yüzü narin ve bir o kadar hayatın sillesi üzerinden eksik olmayan bir ihtiyarın soluk ve renksin benzi gibi ruhsuz. Teni kara kıtanın kara adamları gibi simsiyah. Gözleri teniyle bir kompozisyon oluşturmuş, ağzını bıçak açmasa da gözleriyle terennümün zirvesini yaşıyor. Gözleri bir kara deliğin yıldızları kendisine çektiği gibi çekiyor insanları. Sadece çekmekle kalmıyor, en kuytu zindanlarda çürümeye yüz tutmuş mahkûmların zincire vurulduğu gibi vuruyor. Metropollerde hemen hemen her köşebaşında rastlayabileceğimiz kimseye zararı dokunmayan kendi halinde, kendi dünyasında yaşayan bir adam. İç dünyası, fırtınalar kopan bir okyanusta ayakta kalmaya yıkılmamaya çalışan bir gemi gibi ve bu geminin kaptanı yine kendisi. Çevresindekiler ise ona saygıda kusur etmeyen, ona hizmet için birbirleriyle yarışan, etrafında deli divane olan bir avuç gemi mürettebatından başka bir şey değil. Ve yine bu tayfa onun yaşamında hipnotize olmuş bir denek grubunu andırıyor. İmam Baba’nın ermiş bir veli olduğunu düşündüklerinden olsa gerek onun uğrunda ölebilecek kadar çok seviyorlar onu. Bir dediğini iki etmiyor, elini sıcak sudan soğuk suya sokturmuyorlar. İmam Baba bir söze istediği ambarın kapısını açtırabilecek bir durumda, kasaların şifresinin belki de en iyi o bilmesine rağmen bir kuş kadar yiyor, ihtiyacından fazlasında gözü olmayan mübarek bir zat portresi çiziyor. Bunu anlamak o kadar kolay ki İmam Baba’nın efsunlu gözlerinden içeri bir bakış atmak yeterli. Her sabah yaptığı gibi önce camiye oradan da esnafın o gün şanslı olanlarını gezip ihtiyacı kadar erzakla ayrılır. Aldığı erzaktan bir bölümünü köpeklere yedirmeyi ihmal etmez. Çarşı esnafı, aman tezgâhımızdan bir şey alsın da ağzına götürsün diye gözünün içine bakarmış.

Tüm bu olaylardan sonra İmam Baba’nın Ahmet Yesevî, Hacı Bektaşî Veli, Yunus Emre gibi bir gönül eri, Hâk aşkıyla yanıp tutuşan bir meczup olduğunu düşündüm. Ta ki ‘‘İhtiras düzeyinde tek bağımlılığı vardı onun: Esrar!’’ ifadesini okuyuncaya kadar. İnsanımız gibi ben de bir şahsı ya över, benimseriz, göklere çıkarırız, ya da en küçük hatasında yerin dibine sokarız. Esrarkeş olduğunu öğrendiğim anda birbirine birleşik iki zincirin pedal darbeleriyle birbirini kovalaması gibi kara düşünceler zihnimi sarmaya başladı. Çalışmayıp esnafın kasasından bir asalak gibi yaşadığını düşünmeye başladım. Aslında insanları ne yermeli ne de övmeliyiz, onları olduğu gibi kabul etmek kanımca en doğru olanıdır. İmam Baba hakkındaki düşüncelerim Tevhid nurunda yıkanıp En’el-Hak potasında erimiş, Hâk ile Hâk olmuş, ölmeden önce ölmeyi başaran biri iken rotasından sapıp asalak ağustos böceğinin esrarkeş ruhuna dönmesi durumuna gelmişti. Çok geçmeden anladım ki İmam Baba’yı İmam Baba yapan benim onun hakkındaki düşüncelerim değil, onu o şekilde kabullenip hürmette kusur etmeyen çarşı esnafının düşüncesidir. Okumaya devam ettikçe gördüm ki kendisine gelecekle ilgili ötelerden haber gelirmiş. Esnafın elinde kalan fıstıkların daha sonraları onlarca kat kazandıracağını bilmesi ve bunu Nuri Efendi’ye söylemesi, o dönemin en soğuk kışını yaşayacaklarını ‘‘Büyük kar’’ sözüyle önceden uyarması, haber vermesi bu ve bunun gibi olayların günü ve saati gelince meydana gelmesi onun evliya olduğu yönünde fikir değiştirmeme sebep oldu.

Suriye Cephesi bozgunla sonuçlanınca İngiliz ve Fransızlarla çatışmalar başladı. Bu çatışmalar devam ederken Fransız kâfirinin on beşlik bir top mermisiyle İmam Baba’nın bulunduğu binayı yerle bir etti. İslâm hukukuna ve İslâm kâidelerine göre masumken ölen şehittir. Bu açıdan değerlendirecek olursak bu pejmürde kılıklı, efsunkâr bakışlı, esrarkeş adam şimdilerde kevser şarabını kana kana içiyor olabilir.

Bir Malûl ve Bir Gâzi
Eğer bir köyde bir deli varsa kendini ondan daha akıllıymış, ondan daha üstünmüş gibi göstermeye çalışan, onunla alay eden sözde akıllılar çok olur. Bu akıllı geçinen deliyi merkeze alıp türlü türlü hikâyeler uydurur ve onun üzerinden günümüzün ifadesiyle söylemek gerekirse ‘‘prim’’ yaparlar. Demem o ki bazen akıllı ile deliyi ayırmak güçtür. Çünkü kimin akıllı kimin deli olduğunu önceden birtakım önyargılara dayanarak hükmetmişizdir. İşte bu hikâyenin okura verdiği mesajlardan biri de bu. İnsanoğlu çoğu zaman elde edemediği manevî değerleri kendisinde varmış gibi gösterir ya da doğrusunu bildiği şeylerin bile isteye yanlışını doğru olarak kabul etmiş ve buna kendisi de inanmıştır. Bir Malûl ve Gazi hikâyesinde Şükrü Çavuş tam da yukarıda bahsetmiş olduğum durumdadır.

Hem yapamadığı şeyleri yapmış gibi gösterip bundan maddi bir menfaat elde eder hem de kendisinin yapamadığı, başaramadığı bir şeyi yapan, başaran birini karalamaya çalışır. Bana kalırsa bu davranışın altında kendi eksikliğini başkasında görüp onu ithal edip kendisine olan güvenini tamamlama isteği olması gerekir.

Yazar çocukluk yıllarında Çanakkale savaşlarına katıldığını sandığı Çavuş’un hikâyelerini onun ağzından dinlemeyi çok seviyor. Hacı isimli bir büyüğü bu adam yalancının biridir, inanmayın dese de herhalde anlatıcının etkisinde kalarak Hacı’ya kulak asmıyorlar. Çavuş’un anlatışıyla sanki İngiliz, Fransız kâfirine karşı süngü tak saldırısına, Allah Allah nidalarıyla kendileri çıkmış gibi, olayın içerisinde yaşıyorlarmışçasına dinliyorlar. Tam en heyecanlı yerine gelince Çavuş asıl niyetini belli ediyor ve onlardan, küçücük saf, temiz kalpli o çocuklardan, maddi beklenti içinde olduğunu usulca dile getirmekten kendini alamıyor. Hacı çocukları defalarca bu adam düzenbaz herifin biridir asıl kahraman Ahmet Ağa’dır şeklindeki uyarılarını dinlemiyorlar, ona bu tür kahramanlık öykülerini yakıştıramıyorlar. Çocuklar bu kadar yiğitliği sakat ve ağzından salyalar akan bir adama yakıştıramadıkları için Ahmet emmiyi Çavuş’a sorarlar, en olmayacak kişiye sorarlar. Çavuş da savaşa katılmıştır, doğrudur ama tek bir süngü hücumuna çıkmamış, tek bir kurşun dahi atmamıştır diye anlatınca çocuklar temiz kalplerinin masumluğuyla hemencecik inanıvermişlerdir.

Yazarımız İstanbul’da tahsil görmektedir o sıralarda. Bir dönem sonu memleketine dönmeye karar verir. Hacı’nın isteğiyle Ahmet ağa ile aynı dönemde Çanakkale muharebelerine katılmış olan Bebirgeli Keleş Hasan’dan dinler. Çavuş’un anlattıklarının hepsinin koca bir yalandan başka bir şey olmadığını öğrendiğinde çok üzülür. Tüm dinlediklerinin koca bir yalandan ibaret olduğunu, İngilizleri şişe takarcasına yok edenin Ahmet Ağa olduğunu, yaralı askerler için fedakârlıklar gösteren bir başçavuş olduğunu, bir ayağını burada kaybettiğini, ağzından salya akmasının da bir savaş izi olarak ömrü boyunca taşımak zorunda olduğunu öğrenir. Çavuş’a duyduğu nefret Ahmet Ağa’ya duyduğu saygıyla oradan ayrılır ve bir daha Çavuş’la konuşmaz. Çavuş denilen hilekâr, düzenbaz adam yapmadığı kahramanlıkları yapmış gibi gösteren bir zavallılık hayatı yaşamaktadır.

Günümüzde de bu şekilde hayat süren eyyamperestler yok değildir ve sayıları her geçen gün artmaktadır. Çıkarabileceğimiz bir diğer sonuç da Çavuş’un yapmadığı şeyleri yapmış gibi anlatışındaki ustalıktır. Üretilememiş bir ürünün her ne kadar yok olsa da varmış gibi piyasada pazarlamak bir ustalık gerektirir. Diğer bir taraftan Ahmet emminin yaşantısında gördüğümüz gibi büyük olayların arkasında büyük kahramanlıklar yatar. Diğer bir deyişle vitrindekilerden ziyade perde arkasında duran inanmışlar kadrosu tozunun alınması bekleyen raflar gibi zamanın hükmünü icra etmesini beklemektedir.

Arzuhalci Hacı
Arzuhalci Hacı hikâyesinin perde arkasında verilmek istenen iletiler birden fazla ve ehemmiyetle incelenmesi gereken iletilerdir. Bu iletilerden bazıları haksızlığa karşı boyun bükmeyip mücadeleden yılmamak, vazgeçmemek, kazancında kanaatkâr davranmak işinin en iyisi olmak. Hikâyeyi bir bina gibi düşündüğümüzde, bu binanın temelleri bu saydığım iletiler üzerinden yükseleceği düşüncesindeyim. Gelin hikâyeden çıkardığımız bu mesajları yine bu hikâyeyle bağdaştırıp, özellikle Kara Memik Hacı’nın şahsında inceleyelim. Sadece incelemekle kalmayalım, aldığımız öğütleri iliklerimize kadar benimseyip yaşam haritamıza ilmek ilmek işleyelim.
Kara Memik Hacı, diğer bir deyişle Arzuhalci Hacı vaktiyle iyi niyetinin kurbanı olarak yaptığı bir hatanın çilesini ömrü boyunca çekmiş bedbaht bir kişilik olarak karşımıza çıkıyor. Baba yadigârı mülklere sahip çıkamamanın sonucunda ele avuç açacak bir hale geliyor.

Baba mirası bazı taşınmaz mülkleri, altınları, mecidiyeleri, saflığından olsa gerek, Hacı Ömer adlı birinin işletmesi için ona vermesiyle başlayan bu hikâye yalnız başına kuytu bir köşede ölümün gelmesiyle sonlanıyor. Arzuhalci Hacı, Hacı Ömer’e mallarını işletmesi ve karşılığında elde edeceği kazançtan pay almak üzere ona veriyor. Günler haftaları haftalar ayları aylar yılları kovalıyor. Hacı Ömer’e rastladığı bir gün hakkını talep ediyor. Hacı Ömer kazancın belki de binde biri etmeyecek kadar düşük bir meblağla Kara Memik’i idare ediyor. Kara Memik bu sürede hamallıkla geçimini sağlıyor. Lakin hakkının verilmeyişine haklı olarak kızıyor ve dava açmaya karar veriyor. Bu kararın getirisi olarak hamallıktan hükümet mahallesindeki ayak işlerine bakan bir çeşit işçiliğe terfi ediyor, diyebilirim. Dâvâyı açıyor açmasına ama bir sonuç elde edemeyeceklerini bilen memurlar üzülmesini istemedikleri için onu oyalıyorlar. Hacılığına güvenerek verdiği ve hiçbir senet, hiçbir sözleşme yapmadığından dolayı kazanması imkânsız açtığı dâvâyı. Memurlar bunu biliyor ama onun getir götür işlerindeki başarısından faydalandıkları için ve bu düzenin bozulmaması için onu sürekli oyalıyorlar.

Dâvânın sonuçlanmayacağını bildiği halde Hacı’nın hükümet mahallesindeki işleyişi kolaylaştırmasından dolayı, onu kırmayarak sürekli yeni dâvâlar açıyorlar. Belgelerin üzerinde özenle yazılmış ‘‘Hacı Ömer- Kara Memik Dâvâsı Dosyası’’ ibaresini görünce umutlanan Kara Memik getir götür işlerinden aldığı bahşişlere kanaat ederek geçiniyor. Memurları bu haklı dâvasında kendi safında görüyor lakin yalnız olduğunu anlamayacak kadar saf biri. Bu yalnızlığı gün gelip ecel hükmünü icra edince mezarı başında dua eden birkaç kişiyle sabittir. İşini o kadar iyi bir şekilde yerine getiriyor ki ölümüyle hükümet mahallesi bir daha eski rengini ve işleyiş düzenini kazanamamıştır.
Sonuç olarak bu hikâyeyle yazar okurlarına kanaatkâr ol, hakkını sonuna kadar aramaktan vazgeçme ve işinin en iyisi olmak için çok çalış, işini en iyi şekilde yap gibi toplumsal mesajları iki üç hikâye karakteriyle anlatıyor.

Kendini Arayan Adam
Bu hikâyeyi ilk gördüğümde Seyyid Ahmet Arvasî’nin ‘‘Kendini Arayan İnsan’’, Halit Ertuğrul’un “Kendini Arayan Adam’’ isimli eserlerinde olduğu gibi içeriğinin dinî motivasyon kaynağı olabilecek unsurlar taşıdığını düşündüm. Ancak hikâyeyi okuduğumda yeni edindiğim fikir ile önceki tahminim arasında bir uçurum olduğunu fark ettim.
Kan davasından kaçan bir ailenin köyden kente göçünü ve bu göçün ardından yaşanan olayları konu alıyor. Mıstık ağa can korkusuyla göç ettikleri şehirde bir ev almayı kafasına koyar. Bu evin kale surları gibi büyük duvarları vardır, meydana bakan tarafında pencerelerin bulunmayışı evi onun gözünde güvenli kılar. Mıstık ağa komşusu Mehmet Efendi ile arkadaşlık kurunca oğlu Hamo ile de Mehmet Efendi’nin torunu Ahmet ile arkadaşlık kurar. Hamo, Ahmed’in okula gidişine özenerek kendisini zar zor mektebe aldırır. Aldırır aldırmasına ama iri cüssesi ile hemen fark edilen bir durumdadır ve bu arkadaşları tarafından alay malzemesi yapılır. Okulu bitirip diplomasını alan arkadaşlarını gördükçe imrenen Hamo daha da hırslanmıştır. Ancak babası onu halasının kızıyla evlendirip tarlada çalışmaya zorlamıştır. Yıllar sonra eski mektep arkadaşlarıyla kahvehaneden karşılaşır. İşte Hamo’dan Hamit Bey’e dönüşmenin ilk kıvılcımı burada tutuşur. Eski arkadaşlarıyla konuşmalarında aslında olmak istediği, özlemini duyduğu kişiyi duyar gibi olur. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi bitirmek için sınavlara girmeye kara verir lakin sınav zamanı yaklaştıkça stresi artar ve hikâyenin burasında aslında bir mesaj yatmaktadır. Stres öğrenmeyi zorlaştırıcı bir unsurdur. Hamo bu stresi tüm sınavları bir kere de versem olur anlayışıyla yatıştırır. Daha sonra diploma denilen şeyin bir kağıt parçasından ibaret olduğunu önemli olanın insanın kendi kendisini geliştirmesi olduğunun farkına varır.

Önemli gördüğüm bir diğer unsurda Hamit Bey’in eğitim düzeyi arttıkça dünya görüşü ve yaşam tarzının da değişmesidir. Hamit Bey artık tarla işlerini tamamıyla bırakmış kendisini ilim irfan yoluna vermiştir. Kendisine Hamo diyenlere kızar olmuş adını Hamit olarak belletmiştir. Karısının cahil oluşunu kendisine yedirememiş, karısının ismini beğenmeyip Ayten olarak değiştirmek ister. Kendisine ayak uyduramadığı düşündüğü karısının iki kez baba evine gönderir. Anne babasının konuşmalarını beğenmiyor onları sürekli uyarıyordu. Halkevindeki konserleri, seminerleri kaçırmıyor her fırsattı değerlendiriyordu. Sonunda bilgi seviyesinin o kadar yükseldiğini düşündü ki hâkim bir bayana aşk mektupları yazacak kadar işi abarttı. Kadın tayinini başka bir şehre alarak kendisini zor kurtardı. Çalışmadığı için geliri azalan Hamit Bey’in zamanı sadece ilim faaliyetlerine gidiyordu.

Yazarın bu hikâyeden okuruna vermek istediği çok önemli mesajlar olduğu fikrindeyim. Ne olursa olsun fikri malzemelerden bıkmadan usanmadan yararlanın, ömrünüz boyunca kendinizi geliştirin demek istediği düşüncesindeyim. Bu düşüncesini Hamit Bey üzerinden gerçekleştiriyor bu nedenle Hamit Bey karakterini sevdim. Lakin olumsuz olarak gördüğüm tarafları da yok değil. Hamit Bey kendisini geliştirdikçe çevresini hor gören biri olmaya başlıyor. Oysa insan köklerini, yetiştiği çevreyi unutmamalı. Yoksa dışınız Hamit Bey olur ama içiniz Hamo olarak kalır.

Öğrenmek bilmek makam mevki için bir araç olarak görülmesinden ziyade amaç olarak benimsenmesi gerektiğine inanıyorum. Hamit Bey bu konudaki fikirlerimi doğrular nitelikte hareket etmiştir. Hamo’nun Hamit Bey haline geldikten sonra çevresini aşağılık birer varlıkmış gibi görmesi dönemin aydınlarına bir gönderme mahiyetindedir.

Berber Hüseyn
Uzun Çarşı esnafından berber Hüseyn’ in zihnimde çizdiği tablo, anlatıcının söz dizimindeki ustalığı ile olsa gerek, modern berber dükkânlarında görebileceğimiz tarzda bir tablo değildir. Nitekim çağımızın süregelen içe dönük bireyselleşme serüveni toplumsal açıdan derin bir hüsranla neticeleniyor. İnsan bireyselleştikçe sanki bu koskocaman dünyada sadece kendi varmış, sadece kendi istekleri, kendi ihtiyaçları, kendi dünya görüşü için yaşaması gerekiyormuş gibi bir algıya kapıldı. Bu algıdan da yine bu tarz bir bireyselleşme süreci geçiren insanın oluşturduğu toplum zarar gördü. Çok değil bundan beş on yıl önceki berberlerin portresiyle bugünkü berberlerin portresinin bire bir aynı olmasını geçtim aralarında derin bir uçurumu andıran mesafe farklılıkları göze çarpıyor.

Böyle bir atmosferden bakıldığında berber Hüseyn mazinin babacan bir esnafı olarak karşımıza çıkıyor. Yazar berber Hüseyn’nin mesleğini ne kadar titizlikle, ne kadar samimi duygularla icra ettiğini yine aynı titizlik ve samimiyetle kaleme almıştır. Hüseyn usta sadece berberlik yapmakla kalmaz, insanların sağlık sorunlarına da çözüm bulmaya çalışan gönlü geniş biridir. İşlerini çoğunlukla kendisinin yetiştirdiği kalfalara bırakır, dükkân içinde önceden hazırladığı yere kurulurmuş. Kendi mesleği dışında toplumun dertlerine derman olmaya çalışan, yine aynı çarşı esnafından bir ismi aklıma getirdi. Bu isim berber Hüseyn’nin komşusu Aktar Musa Efendi. Musa Efendi de sadece bitki ilaç vs. satmakla kalmaz deneme yanılma yoluyla yaptığı karışımlarla tabir yerindeyse bir kamu hizmeti görürdü. Musa Efende Orta Asya Türklerindeki otacı, şifacı dediğimiz insanlara benziyor bu açıdan. Berber Hüseyn için sadece berber demek ona büyük haksızlık etmek demektir. Yeri geldiğinde bir hekim, yeri geldiğinde bir fizyoterapist işlevi gördüğü de olurdu. Onu çağımızın eyyamperestlerinden, menfaatlerine tapan adamlarından, farklı yapan şey yaptığı iyiliklerden bir karşılık beklememesidir. Eğer hasta gönlünden kopar da bir ikrâmda bulunmak isterse ikrâmı kabul eder, yok eğer durumu yerinde olmayan fakir fukaradan biriyse hayır dualarına talip olurdu.

Sözün özü gönlü yüce bir adammış. Kanımca yazar diğer hikâyelerde olduğu gibi bu hikâyede de bir dönemin Türk toplum yapısının, Türk toplumunu oluşturan bireylerin birbirleriyle olan ilişkisinin fotoğrafını çekmek istemiştir. Bu fotoğrafa bakan bizlerin ise dönemi iyice anlayıp günümüzle karşılaştırmasını yaparak toplumumuzun iyi veya kötü ne kadar değiştiğini görmemizi istiyor.

Bu karşılaştırmayı geçmişi temsil eden berber Hüseyn ile başlatıp şimdiki esnafımızla sonlandırmaya çalışacağım. Berber Hüseyn’den yazımın başında bahsetmiştim. Sıra günümüzün esnafıyla karşılaştırmaya geldi. Çağımızın esnaflarıyla ilişkimizin düzeyi ‘‘işimi hallet, paranı vereyim ve çekip gideyim’’ derecesindedir. Önceden bir esnafla muhabbete koyulmak mahallenin durumundan tutun da memleket meselelerine kadar derin ve koyu bir hasbihal içine girmekle eş değerdi. Çevredeki ihtiyaç sahiplerini, yardıma muhtaç olanları en iyi esnaflar bilir ve yine aynı esnafın toplumu örgütlemesiyle bir toplumsal dayanışma örneği sunulurdu. Artık bu durum git gide azalıyor. Bu hikaye bana bunları hatırlattığı için kendisini sevdirdi. Bu azalmanın nedenlerinden biri de belki de en büyüğü bizim zamana olan hâkimiyetimiz değil de zamanın bize olan hakimiyetidir. Her zaman bir koşuşturma ve bir telaş halindeyiz. Eskiler tıpkı berber Hüseyn gibi işlerini acele etmeden zamana yayarak yapardı. Şimdi ise ne kadar vakit o kadar nakit anlayışı topluma hakim oldu. Berber Hüseyn’i sevmemin nedeni yazarın bu tür mesajları onun üzerinden vermiş olmasıdır.
 
Yazar
Semih GÖNÜL

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen